Salı günü Türkiye Cumhuriyeti 11’inci devlet başkanını seçti. Sayın Abdullah Gül’ü yeni görevinde kutluyorum. Bu satırları yazarken Başbakan Erdoğan yeni hükümetin onayını almak üzere Çankaya Köşkü’ne çıkmıştı. Ama bakanlar kurulu açıklanmamıştı.Köşe kadılığına başladığımda Cumhurbaşkanı Demirel’di. Dolayısı ile bu konuda yazma fırsatı ilk kez 2000 ilkbaharında elime geçti. Demirel’in tekrar seçilmesi çabalarına karşı çıktım. Sezer’in adaylığını destekledim. Bu göreve bir hukukçunun gelmesini olumlu buldum. Buna karşılık Sezer için seçildikten sonra ayrı bir yazı yazmadım.12 Eylül anayasasında Cumhurbaşkanlığı, darbenin lideri Kenan Evren’e göre tasarlandı. Parlamenter sistemle çeliştiği ilk günden çok açıktı. Özal ve Demirel’in siyasi kişilik ve deneyimleri durumu idare etmelerine izin verdi. Sezer döneminde ise mahzurları netleşti.Kendi hesabıma uzun süredir kayıtsız şartsız başkanlık rejimini savunuyorum. Yürütmenin başı halk tarafından iki turlu seçimle doğrudan seçilsin diyorum. O nedenle 22 Eylül’de halkoyuna sunulacak anayasa değişikliğini de destekledim.Tarihe kayıt düşmeGenelde ekonomi ağırlıklı yazıyorum. Ama daima ekonomi yazmıyorum. Türkiye çok hareketli ve renkli bir ülke. Ekonomi ile doğrudan ya da dolaylı bağlantısı zayıf ama tarihi değeri yüksek olay açısından çok zengin. İnsanın nerede durduğunu açıklaması, tarihe kayıt düşmesi gerekiyor.Örneğin Nobel Edebiyat Ödülü’nün Orhan Pamuk’a verilmesi, Hrant Dink’in katli ve askerin e-muhtırası son yılda tavrımı belirtmek gereğini duyduğum olaylardı. İlgimi çeken bir konuya değinmeden edemeyeceğim: En yoğun okuyucu tepkisi de bu yazılara geldi.Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı Türkiye’nin yakın tarihi açısından hiç tereddütsüz anahtar önemdedir. Nisan başından bu yana yaşanan siyasi gerginlik ve kutuplaşma bunun kanıtıdır.Nerede duruyorum?“Gül asla Çankaya’ya çıkmamalıdır” diyenler, salı akşamı matem tutanlar arasında mıyım? Kesinlikle hayır. Demokratik meşruiyete inancım tamdır. Cumhurbaşkanı’nda aranacak koşulları Anayasa saptamıştır. Nokta.“Gül mutlaka Çankaya’ya çıkmalıdır” diyenler, salı akşamı bayram yapanlar arasında mıyım? Kesinlikle hayır. AKP’ye her iki seçimde de oy vermedim. Bir başka AKP’linin o göreve gelmesinde hiçbir mahzur görmüyorum.“Gül benim Cumhurbaşkanım mı?” Kesinlikle evet. Meşrudur, dolayısı ile benim de cumhurbaşkanımdır. Fakat muhalif olma hakkım mahfuzdur. Yakın dönem cumhurbaşkanları için bu koşula uymayan 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’dir. Uzun dönem açısından insanların kafasında çok soru olduğunu biliyorum. Bundan sonra neler olabilir? İslamcılık tehlikesi arttı mı? Şeriat gelir mi? Kutuplaşma bir siyasi krize dönüşebilir mi? Demokratikleşme yeni bir ivme kazanabilir mi? Sırası geldikçe bunlara da cevap arayacağız.
Dünya mali piyasalarını etkisi altına alan çalkantı doğal olarak ilgimizi çekiyor. İki hafta önceyi hatırlayın. Sinirler iyice gerilmişti. Giderek bir panik havası piyasalara hakim olmaya başlıyordu. Devreye derhal gelişmiş ülkelerin merkez bankaları girdi. Başta ABD ve AB, para muslukları açıldı. Mali kesimin para otoritesinden istediği kadar borçlanmasına olanak sağlandı. Hatta ABD Merkez Bankası borç verme faizinde küçük bir indirime bile gitti.Bollaşan likidite mali sistemi rahatlatttı. En azından oluşan panik havasını dağıttı. Sinirlerin biraz gevşemesine olanak sağladı. Piyasalara nisbi de olsa sükûnet getirdi. Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış; bize de olup biteni tartışmak kaldı.Mali piyasanın özelliğiİş adamı, tüccar ve esnafla konuşurken “piyasada nakit sıkışıklığı var” ya da “likidite yok” şikâyetini sık duyarız. Deşince karşımıza talep yetersizliği çıkar. Düşük talep satışları ve kâr marjını olumsuz etkiler. Ayrıca vade ile alınan stokların ödenmesini zorlaştırır.Örneği bilerek reel ekonomiden, mal ve hizmetlerin alınıp satıldığı piyasalardan verdik. İlk bakışta mali piyasalar daha farklı durur. Mali varlıklar (menkul kıymetler) rekabetçi ve örgütlenmiş piyasalarda işlem görür.“Likit” olma mali piyasaların tanımlayıcı vasıflarından biridir. Örneğin hisse senedi borsada oluşan fiyattan, tahvil ve döviz piyasa fiyatından derhal satılabilir. Kolay nakde dönüşme özelliği mali varlığın çok önemli bir cazibesidir.Tahvil, borsa, döviz vs. mali varlık piyasaları neden likittir? Çünkü bu piyasalarda işlem hacmi çok yüksektir. Alışveriş miktarı çok olunca her potansiyel satıcının bir potansiyel alıcı bulma ihtimali artar.Görüldüğü gibi, mali piyasalarda da likidite alıcı bolluğu ile ilgilidir. Şu ya da bu şekilde bir menkul değeri kimsenin almak istemediğini düşünelim. Alıcı olmayınca piyasada fiyat da oluşamaz. Artık o piyasa likit değildir.Likidite kriziMali varlıkların temel özelliğinin kolayca elden çıkartılabilmeleri olması mali sistem açısından likiditeyi hayati kılar. Nedeni çok açıktır. Mali varlıklar likit oldukları için yani kolayca satılabilecekleri düşünüldüğünden elde tutulmaktadır. Satamama ihtimali belirdiği anda herkes onlardan kurtulmaya kalkacak ve piyasalar kilitlenecektir.İşte, mali varlık piyasalarında alıcının şu ya da bu nedenle ortadan kaybolması durumuna “likidite krizi” denir. Panik sözcüğü de bu bağlamda kullanılır. Bu noktada kredi mekanizması devreye girer. Mali sistemin kendi içindeki kredi işlemlerinde banka mali varlıkları garanti olarak kabul eder. Sorun çıkması halinde bunları satarak kredisini tahsil edecektir. Alıcı kaybolunca bankanın garantisi kağıt parçasına dönüşür.Böylece mali varlık piyasasının sorunları hızla banka bilançolarına, oradan diğer kredilere yani reel ekonomiye taşınır. Son çalkantıda merkez bankalarının para musluklarını açmasının gerisinde bir likidite krizini engelleme çabası yatmaktadır.
Başta ABD, dünya mali piyasalarında aniden beliren likidite sorunları Türkiye ekonomisinin sorunlarını gölgede bıraktı. Bu koşullarda ben de işsizlik, dış açık, kamu borcu vs. reel ekonomi göstergelerine bakmayı daha sonraya bırakıyorum. Kısa bir parantez açmak istiyorum. Küresel mali çalkantı ortamında bile içeride yüksek faiz tartışması sürüyor. Tavrım biliniyor. Bugünkü kırılganlığın sorumlusu 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarıdır. Tersini söylemek abesle iştigaldir.Küresel mali çalkantı gelişmiş ülkeler düzeyinde da merkez bankalarını öne çıkardı. Modern piyasa ekonomisinde mali piyasalarla para otoritesi arasındaki ilişki çok karmaşıktır.Üstelik her zaman iyi anlaşıldığı da söylenemez.Ekonomik istikrar için merkez bankasının hükümetten bağımsızlığı sık vurgulanır. Ancak, piyasanın kısa vadeli çıkarlarına tabi olmaması en az o kadar, hatta daha önemlidir. Greenspan döneminde bu ilkenin ihmal edilmesi mevcut sıkıntıların temel nedendir.Yatırımcı türleri“Varlık” kavramının günlük dilde karşılığı yatırım aracıdır. Gayrimenkul, hisse senedi, döviz, devlet tahvili, mevduat ve yatırım fonlarını sayabiliriz. Birey ya da şirket bilançosunun aktifinde yer alırlar. Bilançonun pasifi ise yükümlülük yani borçlandan oluşur.Gündemdeki önemini düşünerek açıklamayı gayrimenkul üzerinden yürütelim. Kolaylık olsun diye konutu alıyorum. Dükkân, büro, fabrika, arsa, tarla vs. diğer gayrimenkuller için de geçerlidir.Değer artışı beklentisi ile konuta yatırım yapmanın üç farklı biçimine bakalım. En tutucusu diğer varlıklarını konuta dönüştürendir. Kredi kullanmadığı için mali piyasanın dışındadır. Dolayısı ile bizi ilgilendirmez.Diğerleri konutu kredi ile alırlar yani mali piyasa devreye girer. İki grup olabilir. Birinin gelir ya da diğer serveti faiz ve anapara ödemelerini karşılayabilmektedir. Sağlamcı (müdebbir) yatırımcı diyebiliriz. Diğerinin ise borç servisine yetecek geliri ya da diğer serveti yoktur. Konutun fiyatında artışa güvenmektedir. Spekülatör yatırımcıdır.Faizde yükselme genellikle konut talebinde ve fiyatlarında düşüşe yol açar. Mali kesim açısından sonuçları çok farklıdır. Sağlamcı kârdan zarar eder. Ama olay mali kesime yansımaz. Spekülatör ise konutu bankaya devreder. Böylece sorun mali kesimde kalır.Balon patlayınca...Olaydaki çevrimsellik çok ilginçtir. Düşük faiz dönemlerinde üç grubun da konut talebi artar. Konut fiyatları yükselir. Bu da talebi ve konut fiyatlarını tekrar arttırır. Spekülasyon dalgası kendini besleyen bir sürece dönüşür. Mali kesim bundan çok kazanır.Oluşan saadet zinciri eninde sonunda kırılır. Bu kez çevrimsellik tersine çalışır. Fiyat ve talepteki düşüş birbirini besleyerek gider. Mali sistem aniden kendisi çok sayıda gayrimenkulün sahibi bulur. Likit varlıkları da tanım gereği aynı miktarda geriler. Sanırım mekanizmayı anladınız. Varlık balonlarının hem şişme hem de patlama aşamaları mali sistemin merkezinde yer alan para otoritesi için zor dönemlerdir. Birilerini mutlaka rahatsız edecek seçimler yapmaları gerekir. Yerim bitti. Bu önemli konuya geri döneceğim.
Yazılarıma her yaz iki hafta ara veririm. Niyetim o süre içinde ekonomiyi boşlamaktır. Kıştan alıp yazın okumaya ayırdığım kitaplara yoğunlaşmayı planlarım. Ama evdeki hesap bir türlü çarşıya uymaz. Tam ben tatile çıkınca ekonomide heyecan artar. Mecburen olayları izlemeye başlarım.Bu yıl da öyle oldu. Hoş, Perşembe’nin gelişi zaten Çarşamba’dan belli idi. Ağustos’ta dünya mali piyasalarında yeni bir türbülansın oluşacağını öngörüyordum. Hatta seçimin ertesi günü CNBC-e’de katıldığım programda söyledim. Biraz espri konusu da oldum. Haklı olarak soracaksınız. Madem mali piyasalarda çalkantı bekliyordun neden tatile çıktın? Bana Ağustos sonu daha makul bir tarih gibi gelmişti. O arada ben de yıllık iznimi kullanırım diye düşündüm.Böyle durumlar komplocu tefsirlere de müsaittir. Likidite krizi neden ben tatile çıktıktan sonra belirdi? Mali piyasaların bana karşı bir kastı mı var? Vermek istedikleri mesaj nedir?Küresel dengesizliklerTatilde eski yazılarımı yeniden okuma fırsatını buldum. Bir nokta derhal dikkatimi çekti. Geçen sonbahardan itibaren dünya ekonomisi üstüne yazılarım ciddi şekilde artmış. Gidişattan rahatsızlığım hemen hissediliyor.Analizleri tekrarlamak istemiyorum. Son beş yılda küresel ekonomide oluşan dengesizliklerin kökeninde çok sayıda etken yer alıyor. Bunların bir bölümü reel ekonomiden, diğerleri mali piyasalardan kaynaklanıyor.İlki yani reel ekonomideki sorunlar arasında ABD’nin devasa dış açığını, Japonya’nın yapısal dönüşüm yerine sıfır faize yönelmesini, Çin parasının düşük değerini vs. sayabiliriz. Bu yapının uzun dönemde sürdürülemezliği çok açıktır.İkincisi, yani mali piyasalardaki sorunlar daha karmaşıktır. Küresel düzeyde gevşek para politikasının şüphesiz sorumluluğu vardır. Ancak esas olay mali piyasaların kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmaktadır.Cinnet, panik ve çöküş29 Mayıs 2007 tarihli yazımda çok önemsediğim bir kitabı tanıttım. C. P. Kindleberger: Cinnet, Panik ve Çöküş-Mali Krizler Tarihi, çeviren Halil Tunalı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2007.Hem geçtiğimiz iki hafta içinde küresel piyasalarda neler olup bittiğini daha iyi anlamak hem de bundan sonra olabilecekler hakkında bir fikir sahibi olmak isteyen okuyucularıma bu kitabı tekrar hararetle tavsiye ediyorum. Aklınızdaki soruları biliyorum. Bundan sonra ne olur? Bir dünya krizi kapıda mı? Türkiye nasıl etkilenir? Döviz alalım mı? Kur daha fazla giderse döviz satalım mı? Bunlar çok önemli sorulardır. Ama bir tatil dönüşü yazısının boyunu çok aşıyorlar. Nasıl olsa bir sonraki tatile kadar önümüzde koca bir yıl var. Yavaş yavaş hepsini cevaplamaya zamanımız olacaktır.
Temmuz enflasyonu Cuma günü TÜİK tarafından açıklandı. Temmuz’da tüketici fiyatlarının gerilediği görülüyordu. Yani ile aylık TÜFE’nin eksi çıkmasına kesin gözü ile bakılıyordu. Tahminler eksi yüzde 0.3-0.5 aralığına yoğunlaşmıştı. Bu kez enflasyon olumlu bir sürpriz yaptı. TÜFE artışı (azalışı demek daha doğru) yüzde - 0.7 geldi. Yakın dönemin en büyük fiyat düşüşüdür. Üretici fiyatlarının ise sabit kalması bekleniyordu. Nitekim ÜFE artışı yüzde 0.1’in altında kaldı.Geçen yıl yaz başındaki mali türbülans ve neden olduğu kur hareketi enflasyonu vurmuştu. Bu yıl kur tersine çalıştı. Dolayısı ile yıllık enflasyon TÜFE’de yüzde 6.9’a, ÜFE’de yüzde 2.1’e indi.Son dönemde yıllık enflasyonda gerçekleşen büyük düşüşe dikkat çekelim. Yıllık TÜFE Nisan sonunda yüzde 10.7 idi. Buradan son üç ayda üç ayda tüketici enflasyonun 4 puana yakın (3.8 puan) düştüğünü anlıyoruz. Kırk yılın en düşüğüGenç Türkiye nüfusunun çok büyük bölümü yüzde 7’nin altında yıllık enflasyona ilk kez şahit oluyor. Doğrusu ya, çocukluğunda düşük enflasyonla büyüyen benim neslimin de o günleri unuttuğunu sanıyorum. Yüzde 7’nin altında tüketici enflasyonu bizi 1960’ların sonlarına götürüyor. 1950’ler ortasında birkaç yıl enflasyon iki haneli sayılara tırmanmıştı. Ama 1960’ta tekrar düşük tek haneye geriledı. I960’ların sonunda tekrar iki haneye çıktı. Ve orada kırk küsür yıl kaldı.Verilere göz attım. Yüzde 7’nin altında tüketici enflasyonu son 1968-1969’da görülmüş. Kırk yıl demekte bir mahzur görmüyorum. Bu arada Haziran 2004’de enflasyonun yüzde 7.1’e indiğini ama oralarda kalamadığını hatırlatalım.Kısa dönemde benzer bir süreç tekrarlanacaktır. Mevcut konjonktürün devamı halinde bile önümüzdeki üç ayda yıllık enflasyonun yüzde 7’nin üstünde seyretmesini bekliyorum. Yıl sonu için yüzde 6.8’lik tahminimi değiştirmeye gerek duymuyorum. Enflasyon ve kurSon aylarda okuyucularıma enflasyonla birlikte döviz kurundaki değişimi hatırlatıyorum. Aylık ortalamalara göre Temmuz 2006’de dolar, euro ve yarıyarıya döviz sepeti için kur, sırası ile 1.55 YTL, 1.97 YTL ve 1.76 YTL iken geçen ay 1.28 YTL, 1.75 YTL ve 1.52 YTL olmuş. Yani son bir yılda TL dolar karşısında yüzde 17.7, euro karşısında yüzde 11, yarı yarıya döviz sepeti karşısında ise yüzde 14.5 değer kazanmış. Başka bir ifade ile, ithal malların TL fiyatları bu oranlarda gerilemiş.Geçen yıl enflasyondaki tırmanmayı döviz kuru hareketine bağlayanlara sormadan edemiyorum. TL döviz sepetine göre yüzde 14.5 değer kazanırken enflasyon nasıl yüzde 6.9 oluyor? Size de Nasreddin Hoca’nın ciğeri yiyen kedi hikayesini çağrıştırıyor mu?
Geçen hafta ekonominin seçmen tercihlerine etkisine baktık. Seçim sonuçlarının ekonomiye muhtemel etkileri için bekliyoruz. Önümüzde yeni meclis başkanının ve Cumhurbaşkanı’nın seçilmesi ve yeni hükümetin kurulması var.Geçen haftanın ikinci yarısından itibaren ekonomi gündemine dış kökenli mali piyasa gelişmeleri damgasını vurdu. Kur-faiz-borsa üçgeninde heyecanlı günler yaşandı. Belirsizlik ve beraberinde volatilite arttı. Bu konuda da beklemedeyiz.O arada yeni veriler yayınlandı. Temel makroekonomik göstergelerin yıl ortası değerlerine bakma zamanı geldi. Olağandışı bir durum olmazsa, önümüzdeki günlerde veriler üstünde yoğunlaşmayı planlıyoruz.Haziran verileriSalı günü Haziran dış ticareti TÜİK tarafından yayınlandı. Böylece altı aylık veri seti oluştu. Dış ticaret ekonomik konjonktür açısından çok önemli bilgiler taşır. Örneğin ithalat iç talep düzeyinin, ihracat dış rekabet gücünün nispeten sağlıklı göstergeleridir. Dış ticaret açığı ise cari işlemler dengesinin ana belirleyicisidir.Sayıları kısaca özetleyelim. Haziran’da ihracat, ithalat ve dış ticaret açığı, sırası ile 8.9 milyar dolar, 14.4 milyar dolar ve 5.5 milyar dolar oldu. Bir önceki yıla kıyasla artış oranları, aynı sıra ile, yüzde 14.2, yüzde 15.6 ve yüzde 18 ediyor.İlk yarıda (Ocak-Haziran) ihracat, ithalat ve dış ticaret açığı, sırası ile 49.5 milyar dolar, 77.4 milyar dolar ve 28 milyar dolar oldu. Bir önceki yıla kıyasla artış oranları, aynı sıra ile, yüzde 23,9, yüzde 16,8 ve yüzde 6,1 ediyor.Son yılda (Temmuz-Haziran) ihracat, ithalat ve dış ticaret açığı, sırası ile 95.1 milyar dolar, 150.6 milyar dolar ve 55.6 milyar dolar oldu. Bir önceki yıla kıyasla artış oranları, aynı sıra ile yüzde 21,3, yüzde 17,7 ve yüzde 11,2 ediyor.Eğilim değişiyor mu?Yakın geçmişi hatırlayalım. 2006 yazında yaşanan mali türbülans dış dengeyi olumlu etkilemişti. İç talebin gevşemesi ve TL’nin değer kaybı bir yandan ihracatı teşvik etmiş, aynı anda ithalatı yavaşlatmıştı.Dış ticareti son ele aldığımız Nisan verilerinden sonra şöyle dedik: “Özetle, 2007 başında ihracatın hızlanması ve ithalatın yavaşlaması sonucunda dış ticaret açığının dolar bazında sabitlendiğini ve hafif düşüş eğiliminin belirdiğini söyleyebiliyoruz.” Haziran dış ticareti bu gözlemle tutarlı durmuyor. Özellikle ithalat artış hızının tekrar ihracat artış hızının üstüne çıkması rahatsız edicidir. Ancak bu sonuca varmak için acele etmemekte yarar görüyoruz. Tek gözlemden genellemeye gitmek daima tehlikelidir.İki hususu vurgulayalım. Haziran ve Temmuz aylarında TL’nin değeri rekor düzeyleri gördü. Aşırı değerli TL’nin dış ticaret dengesini olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır. Öte yandan dış kaynaklı bir mali türbülans ihtimali çok yükselmiştir. Geçen yıl dış dengeyi olumlu etkilediğini gösterdi.
AKP’nin oy oranını yüzde 47’ye çıkarmasında ekonomik faktörlerin payını araştırıyoruz. Cumhurbaşkanı seçimi sırasında askerden gelen darbe tehdidinin seçim sonuçlarına etkisini kabul ettik. Ama ekonomi de çok önemlidir dedik.Söylediklerimizi dört nokta özetliyor. Erdoğan Hükümeti ekonomiyi iyi yönetmiştir. Üstelik dışsal koşullar hükümete yardımcı olmuştur. Muhalefet ise ekonomik konularda zayıf kalmıştır. Özellikle içe kapanmacı ve tepkisel tavrı vatandaşı tedirgin etmiştir.Buraya kadar analizi nitel düzeyde götürdük. Halbuki ekonomide sayılar çok önemlidir. Vatandaşın ekonomik gidişattan memnuniyetinin sayılarda görülmesi gerekir. Bugün ona bakıyoruz.Güncel yaşamda ekonomiBüyüme, sanayi üretimi, ihracat, dış açık, bütçe vs. bilinen makroekonomik göstergelerin sıradan vatandaşın yaşamında yeri yoktur. Onlar mali piyasaların sorunlarıdır. Vatandaşı ilgilendiren günlük hayatına yansıyan ekonomidir.Ekonomi vatandaşın güncel yaşamına nasıl girer? Üç gösterge öne çıkar. Birincisi ve en önemlisi tüketim düzeyidir. Onu fiyatların seyri yani enflasyon izler. Üçüncüsü de istihdam olanakları ve işsizliktir.2002 sonundan 2007 yazına enflasyondaki düşüş açıktır. Sayı vermeye gerek duymuyorum. İstihdam artışının ihtiyacın geresinde kaldığı da açıktır. Bu durumdan 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarını sorumlu tuttuğum biliniyor.Geriye tüketim kalıyor. Tüketim tüm ekonomik faaliyetlerin nihai amacıdır. Sıradan vatandaş için ekonomik gidişatın en açık-seçik göstergesidir. Daha fazla tüketiyorsa işler iyidir. Daha az tüketiyorsa işler kötüdür. Güncel yaşamda ekonomi ve tüketim özdeştir.Tüketimde patlamaOtomobil, klima, uçak seyahati vs. tekil mal ve hizmetlerin tüketim miktarları üzerinden yapılacak karşılaştırmalar yanıltıcı olabilir. O nedenle tüketim hakkında en kapsamlı bilgiyi taşıyan milli gelir verilerini kullanıyoruz. Sabit fiyatlarla milli gelir serisi ile başlayalım. Son veri 2007’nin ilk çeyreğidir. 2003’ün ilk çeyreği ile karşılaştıralım. AKP iktidarında özel tüketimin yüzde 29, dayanıklı mallar tüketiminin yüzde 76, yarı dayanıklı mallar tüketiminin ise yüzde 33 arttığı görülüyor.Aynı seriye yıllık bakalım. Mart 2007’de biten yılı 2002 ile karşılaştırıyoruz. Özel tüketim yüzde 35, dayanıklı mallar tüketimi yüzde 90, yarı dayanıklı mallar tüketimi yüzde 59 daha yüksek çıkıyor.Deflatörle ilgili sorunları hafifletmek için cari fiyatlarla tüketim verilerini döviz sepetine (0.5 $+0.5 Euro) dönüştürdüm. Mart 2007’de biten yılda 2002’ye kıyasla döviz sepeti cinsinden özel tüketimin yüzde 90, dayanıklı mallar tüketiminin yüzde 188, yarı dayanıklı mallar tüketiminin yüzde 112 daha yüksek olduğunu buldum.Dayanıklı tüketim mallarına özellikle dikkatinizi çekerim. Dünyada fiyatları sabittir ya da azalmaktadır. İthalat payı yüksektir. Yani döviz sepeti gerçekçi bir ölçüdür. Erdoğan Hükümeti döneminde dayanıklı mal tüketimi neredeyse üç katına yükselmiştir.Bu yazı dizisini sorularla bitirelim. Tüketim patlaması hangi politikaların sonucudur? Ekonomiyi sıkıştırdığı açmazlar nelerdir? AKP’nin ikinci iktidar döneminde tekrarlanabilir mi? İlk ikisini geçmişte cevaplamıştım. Üçüncüsüne önümüzdeki günlerde bakacağız.
Seçim sonuçlarını değerlendiriyoruz. Geçen yazıda AKP’nin oy oranını yüzde 47’ye yükseltmesinde ekonominin katkısına baktık. Bugün aynı konuya devam edeceğiz. Seçim sonuçlarının ekonomiye etkisini daha sonra ele alacağız. AKP’nin seçim başarısını askerin darbe tehdidine vatandaşın tepkisi ile açıklayabilir miyiz? Bu görüşe tam katılmadık. Ekonomi önemlidir dedik. Örneğin çalkantılı bir ekonomik ortamda askerin tavrına rağmen seçim sonucunun çok farklı çıkabileceğini söyledik.Seçim başarısında iki temel ekonomik nedeni vurguladık. Bir: Erdoğan hükümeti ekonomiyi yakın geçmişin tüm hükümetlerinden daha iyi yönetmiştir. İki: Muhalefet partileri, özellikle CHP ekonomik konularda çok zayıf kalmıştır.Hepsi bu kadar mı? Elbette değil. Örneğin hükümetin kontrolü dışındaki faktörler ekonominin gidişatını belirleyebilir. Ya da partiler arasında ekonomiye genel bakış açısından köklü farklar olabilir. Bugün bu konuları açmak istiyorum.Dış koşulların etkisiErdoğan Hükümeti çok önemli siyasi ve ekonomik avantajlarla işe başladı. Siyasi açıdan, daha önceki on yıldan en belirgin fark, hükümette tek partinin olmasıdır. Geçmiş koalisyonların sorunları biliniyor. Tek parti hükümeti hızlı ve tutarlı icraat olanağını verdi.Şubat 2001’de başlayan mali kriz de Erdoğan Hükümeti’nin başlangıç koşullarını çok avantajlı kıldı. Kriz ve sonrasında oluşan panik ortamı, başta döviz kuru, bir dizi göstergenin Türkiye ekonomisinin gerçeklerinden kopmasına yol açtı.2002’de tam ekonomi toparlanmaya başlarken Ecevit Hükümeti’nin basiretsizliği devreye girdi. Erken seçim toparlanma dönemini altın tepsi içinde AKP’ye ikram etti. Siyasette şans bu olmalı: Faturayı birileri ödüyor ama nimetlerinden yararlanmak size düşüyor.Daha bitmedi. Erdoğan Hükümeti’nin son yılları ise dünya mali piyasalarının kelimenin tam anlamı ile coştuğu bir döneme rastgeldi. Artan küresel likidite ile birlikte risk iştahı görülmemiş düzeylere tırmandı. Türkiye’ye oluk gibi dış kaynak akmaya başladı.Nüanslar önemlidir. Erdoğan Hükümeti’nin ekonomik icraat karnesi tereddütsüz iyidir. Ancak seçmeni olumlu etkileyen faktörler arasında yukarıda özetlediğim dış koşulların da payı büyüktür. Ayrıntılarına ileride geri dönmek istiyorum.Dünyaya açılmaGelelim muhalefete. Seçim sonuçları, analizi CHP ve MHP ile sınırlayabileceğimizi gösteriyor. Zaten seçim öncesinde yakınlaştıklarını kendileri de kabul ediyorlardı. Küreselleşme karşıtlığı dolayısı ile içe kapanmaya sıcak bakan bir vizyonda birleşiyorlardı.2007 seçimlerinde partilerin Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesi konusundaki tavırlarının seçmen tercihlerinde önemli olduğu kanısındayım. Seçmenin elinde somut bir ölçü de mevcuttu: AB üyeliğine yaklaşım.Olay çok basittir. CHP-MHP muhalefetinin milliyetçi söylemi sokaktaki vatandaşı ekonomik açıdan tedirgin etti. Yani AB’den kopmanın içerdiği ekonomik belirsizlik ve muhtemel sorunlar onu korkuttu. Bu anlamda statükoyu (AB’yi) savunan AKP’yi daha cazip kıldı.