Ekim başında İstanbul’da yapılacak IMF ve Dünya Bankası toplantıları sırasında imzalanması beklenen IMF anlaşması da “rafa kalkınca” orta vadeli program (OVP) daha da bir önem kazanmıştı. Hükümet, bir yılı aşkın bir süre ha şimdi ha yarın olacak derken IMF anlaşmasını yapmadan, ancak beklentisini koruyarak ekonomiyi yönetti!Aslında yönetti demeye insanın dili de varmıyor. İnsan, ‘Ah bir de yönetmeseydi ne olacaktı?’ diye merak etmeden duramıyor. Bir yandan işsizlik, bir yandan bütçe gerçekleşmeleri hükümetin yönetim performansını (!) açıkça ortaya koyuyor. Dün açıklanan Haziran ayı işsizlik oranı; yaz mevsiminin de yardımıyla; yüzde 13.6’dan 13’e geriledi diye seviniyoruz. Nasıl sevinmeyelim, ilk çeyrekteki yüzde 16.1’den sonra dünkü rakamlar ehveni şer. Bütçe verileri farklı mı? Dün açıklanan bütçe gerçekleşmeleri de (neden bu veriler önceden belirlenen bir takvime göre değil de rastgele zamanlarda yapılıyor?) hükümetin performansı (!) konusunda ipuçları veriyor. İlk sekiz ayda bütçe açığı 31.3 milyar TL’ye çıkarken, hepimizin artık alıştığı faiz dışı fazla rakamı 9.2 milyara gerilemiş durumda. FDF, geçen yılın aynı döneminde 40.9 milyar TL idi. Teşvik paketlerinin ve de mali disiplinden uzaklaşmanın bütçeye yansımaları net olarak ortaya çıkıyor. Yıl sonuna doğru bütçe açığının 60 milyar TL’yi bulması, bunun da Hazine’nin itfalarından daha fazla borçlanması bekleniyor. Bu durum şimdilik (!) kaydıyla faizler üzerinde baskı oluşturmuyor. Piyasa katılımcıları, önce IMF, şimdi de “Orta Vadeli Program” derken dünyadaki düşük faizin de etkisiyle, hükümetin performansını göz ardı etmeyi tercih ediyorlar. Denebilir ki küresel krizde başka ne olabilirdi ki, diğer ülkeler de benzer sorunlar yaşıyorlar. Asıl tartışılması gereken, krize gelinene kadar yapılması gerekenlerdi. İşte o zaman kriz bizi teğet geçebilir, o çok övündüğümüz bankacılık sistemimiz küçülmenin ve işsizliğin bu denli vahim olmaması için yardımcı olabilirdi.Bugün açıklanacak orta vadeli program en azından bundan sonrası için bir avantaj olabilir. IMF programının rafa kalktığı bir ortamda büyük ihtimalle uzun zamandan bu yana tartışılan “mali kural” getirilecektir. Böyle bir kuralın olması, programın başarısının ölçülebilmesi, piyasaların takibi ve aslında “denetimi” açısından da önemli. Daha önceleri bu köşede belirttiğim üzere, kaynaklarının ve hedeflerinin ne olduğu, performansı ölçülebilir ve de denetlenebilir bir programın “varlığı” her şeyden önemli.En azından herkesin önünü daha rahat görebilmesi için...
“Hükümet mali genişlemeyi kontrol edebilirse Türkiye’nin notu artabilir” diyen Moody’s geçtiğimiz haftanın neredeyse tamamında düşen İMKB’yi adeta ipten kurtardı! Bir önceki Cuma gününe göre yüzde 5.1’e kadar değer kaybeden İMKB, haftanın son gününü yüzde 3.69 yükselişle kapattı. Moody’s’in beklentisi aslında hepimizin beklentisi. Yerel seçimlerden önce başlayan bozulma; teşvik paketleri, mali önlemler şimdi de sel derken kantarın topuzu kaçmaya başladı. Olduk olası iyi olmadığımız; sırf Moody’s “Notunuz artar” dedi diye; aylardır safsaklanan mali disiplin bir anda sağlanabilir mi? Zannetmem. Hele ki IMF anlaşması iyiden iyiye rafa kaldırılmışken! Diğer taraftan son kriz ile birlikte reyting kuruluşları ciddi kredibilite kaybına uğradı. Moody’s bunların önde gelenlerinden biri olarak, söyledikleri ne kadar kaale alınmalı gerçekten merak ediyorum. Yine de derecelendirme kuruluşunun “öylesine” söylediği bir yorum, İMKB için kurtarıcı oldu. Aynı söyleşinin bir parçası olarak yapılan “ekonomik, politik istikrarsızlık borç durumunu kötüleştirirse Türkiye’nin notu baskı altında kalabilir” tespitini ise piyasalar hiç duymadılar bile!Görünen o ki Cuma günü hisse senedi piyasaları olayı biraz abarttı! Bu hafta başında Cuma günü yaşanan abartılı yükselişin düzeltileceği/hazmedileceği bir süreç yaşanacaktır. ABD piyasalarının Cuma günkü seyri ve kapanışlardaki olumsuz görünüm bu beklentiyi güçlendirici nitelikte. Cuma günü ABD’de Michigan Üniversitesi tüketici güven endeksi beklentilerden iyi geldi. Beklenti 67.5 iken, gerçekleşme 70.2 olarak açıklandı. Buna rağmen (ki güven endeksleri Mart ayından bu yana borsalardaki yükselişlerin dayandığı en önemli göstergelerden birisidir) yükselişlerin sınırlı kalması, bu hafta için pek de iyi bir haber değil. Borsalar için bir başka olumsuz haber de petrol cephesinden geldi. Dünyanın en büyük petrol tüketicisi ABD’ye ait petrol istatistikleri Çarşamba günleri açıklanır. Son açıklanan verilere göre, hampetrol stokları 1.5 milyon varil düşecek diye beklenirken, düşüş 5.9 milyon varil olmuş. Buna karşın benzin stoklarında 1.3 milyon varillik düşüş beklentisine karşın, 2 milyon varillik artış olmuş. Benzer şekilde diğer rafine edilmiş ürünlerden motorin ve fuel oil grubu stokları da 2 milyon varil (beklenti 0.8) artmış. Normal şartlarda hampetrol stoklarındaki bu denli büyük oranlı düşüş fiyatları hızla yukarı iterdi. Ancak ürün stoklarında beklenenden yüksek gelen stoklar, Cuma günü(!) talep endişeleri yaratarak ABD hampetrolünü (WTI) yüzde 3.70’lik düşüşle 69 dolara kadar geriletti. Üstelik bu denli sert bir düşüşün Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) bu yıl için günlük petrol talebinin (daha önceki tahminlerine göre) 0.5 milyon varil daha artacağını açıklamışken gelmesi önemli. Asıl şaşırtıcı olan Çarşamba açıklanan verinin, Cuma günü piyasaları bozması! Belli ki ABD’de temel veriler konusunda kafa karışıklığı ve yükseliş trendinin devam edip etmeyeceğine dair endişeler artarak sürüyor. Bu hafta için petrol önemli bir gösterge olacakABD hampetrolü WTI’da 67.50 seviyesinin altına inilmesi ve hele ki haftalık kapanışın bu seviyenin altında olması durumunda, emtialardaki yükseliş yerini önemli düzeltme/düşüşlere bırakacaktır. Bu hafta Çarşamba günü açıklanacak verilerden sonra 74.90 seviyesi yukarı kırılmadığı takdirde, 60 dolara doğru devam edecek aşağı yönlü hareket ihtimali daha da artacaktır. Geçtiğimiz hafta içinde İngiliz BG Group’un Brezilya’da 2 milyar varillik yeni bir petrol yatağı bulduğunu; hafta sonu İspanyol Repsol’ün Venezuella’nın en büyük gaz rezervini bulduğunu açıklaması, bir taraftan 60 dolara inilmesi ihtimalini artırırken, diğer yandan da manipülatörlerin en fazla kullandığı “sonlu kaynak: petrol” senaryolarına darbe vuruyor! Dolarda yönü parite belirleyecekEuro/dolar cephesinde de 1.4625 seviyesi önemli. Günlük kapanış bazında aşılma ihtimali halen daha düşük. Aşılması durumundaysa Aralık 2008’de görülen 1.4721 seviyesi bir sonraki direnç olacaktır. Euronun yukarıdaki seviyelere doğru değer kazanması; dolar/TL kurlarını 1.48-1.49 bandına geri çekebilir. Ancak bu seviyenin altına inilmesi hayli zor. Hele ki parite 1.4390’ın altına inecek olursa; ki euro/dolar için önemli bir destek seviyesi; bu hafta için dolar/TL’de yeniden 1.50-1.52 bandına dönülebilir.
Haziran 1998’de Moskova’da bir Cumartesi akşamı hava karardıktan hemen sonra müthiş bir fırtına koptu. Daha önce değil Moskova, başka herhangi bir yerde şahit olmadığım şiddette yağmurla birlikte gelen fırtına şehri darmadağın etti. Lafın gelişi değil; neredeyse bir saat içinde binlerce ağaç ve reklam panosu devrildi. Araçlar ezildi, camlar kırıldı. Altı kişi hayatını kaybetmişti. İlk anda anlaşılamamıştı ama sonraki günlerde sadece devrilen ağaç sayısının 40 bine ulaştığı söylendi. Komünist yöneticiler hızlı yetişmesinden dolayı şehri yeşillendirmek adına çok sayıda kavak ağacı ekmiş. Baharda şehrin her yanını adeta kar gibi kaplayan polen üreten bu ağaçlar, korkunç fırtınaya dayanamamışlar.Belediye Başkanı Lujkov’un ertesi günkü ilk işi, fırtınayı tahmin edip, zamanında haber vermeyen şehrin meteoroloji kurumununun başındakilerin işine derhal son vermek olmuştu. Fırtınanın yarattığı karmaşa hemen ertesi günü temizlendi, en azından ana yollar gün sonunda ulaşıma açılmıştı. 4 ay sonra Avrupa’nın kültür başkenti olacak, tüm dünyanın artan ilgisini üstüne çeken, “bir taşına tüm acem mülkünün feda olduğu” muhteşem şehir İstanbul’da yaşananları görünce aklıma yukarıdaki olay geldi. Aslında bu olayı; geçtiğimiz Pazartesi günü Moskova’daki büyükelçilikteki İTKİB’in toplantısına katılmak için bulunduğum Moskova’da bir arkadaşımızın cep telefonuna gelen “İstanbul’da sel uyarısı” mesajı hatırlamama vesile oldu. Pek ihtimal vermediğimizden şaşırmıştık. 5 yıl önce Alibeyköy’de yaşanılan sel felaketinden sonra alınan önlemlerle İstanbul’da sel fikri tarihe karıştı diye düşünmüştük hep beraber. Aklımıza çok gerilerde kalmış Ayamama Deresi gelmemişti. Devasa bütçesiyle bu denli temel problemlerine çözüm üretmemiş, Moskova’da bize kadar ulaşan sel uyarısına rağmen gereğini yapmamış olan Büyükşehir Belediye başkanı Sayın Topbaş, olayı “küresel ısınmaya” bağlamış. Sadece Sayın Topbaş mı? Tüm “büyüklerimiz de” suçun “samur kürk” olduğunu hatırlamışlar... Dünkü Milliyet Gazetesi de bunları bir araya getirmiş. “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: Derenin intikamı ağır olur. Şu anda olan da budur. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım: Kendi elimizle Allah’ın yarattığı doğayı katlediyoruz. Kamu idaresinin ihmali olduğu kadar vatandaşın da var.Çevre Bakanı Veysel Eroğlu: Bu hakikaten bir tufan belirtisi. Buna ne Amerika’da ne Türkiye’de alınacak önlem yoktur.İstanbul Valisi Muammer Güler: Altyapıda bazı sorunlarımız yok değil, ama bu yağış çok güçlü altyapıların bile dayanamayacağı nitelikte.İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş: İnsanoğlunun doğayı hoyratça kullanmasının faturası. Buzullar erimeye başladı, ekolojik kıyametten bahsediliyor. ” Siz işinizi doğru yapmayacaksınız, dereyi, buzulu, insanları suçlayacaksınız. Oh ne ala... İstifa mekanizması mı? O da ne ola ki? Herkes kendine göre bir suçlu buldu, 30’dan fazla kişi hayatını kaybetti. Belki de kahrolası global rekabetle baş etmeyen çalışan bir tekstil firması, servis amaçlı olmayan bir minibüste taşıdığı insanlar ne yazık ki hayatını kaybetti. İşçiler ayrı üzücü, işveren ayrı üzüntü... Ya peki kaybolan onca servete, iş kaybına, tutulamayan taahhütlere ve bunların yarattığı kayba ne demeli ? Bunca kayba rağmen, işi bu felaketi önlemek olan “kurumlardan” hiç kimse işinden olmayacak, ceza almayacaksa bundan sonrakileri nasıl önleyebileceğiz?Lujkov hiç değilse yeni meteorologlara bir göz dağı vererek işe başlatmış oldu. Peki biz nasıl halledeceğiz?
Opsiyon işlemlerindeki deyimlerden “volatility smile” dan aklıma geldi. Opsiyonun vadesindeki vadeli fiyatı (at the money) merkez kabul ederek, bu fiyatın altında (in the money) ve üzerinde kalan fiyatlardan yola çıkılarak hesaplanan volatilitenin (implied volatility) çizilen grafiği bir gülümsemeyi andırır. Hafta başında İTKİB’in, nakit ruble kabulü konusunda Rusya’da iş yapan şirketleri bilgilendirmek amacıyla yapmış olduğu toplantı nedeniyle Moskova’daydım. Üç yıla yakın yaşadığım ve sevdiğim bu şehrin sokaklarında yürürken petrol fiyatlarının buruk bir gülümsemeyi andıran grafiğini aklıma geldi. Malum Rusya’nın ekonomisi ve dolayısıyla sokaktaki Rus’un hayatı petrol fiyatlarından doğrudan etkileniyor. Petrol fiyatlarının düşmesi Moskova’yı olumsuz etkilemiş. Sokaktaki insanlar adeta depresyondalar. En son 2008 Ağustos’unda gitmiştim yine Moskova’ya. Sokaklarda oldukça şık giyinmiş bayanlar, daha dik yürüyen “Yeni Rus” tabir edilen cevval işadamları vardı. Hemen her yerde inşaat, kafanızı kaldırdığınızda da her yerde inşaat vinçleri görürdünüz. Sokaklarda hafriyat ve beton kamyonlarından geçilmez, korna sesleri inşaat gürültülerine karışırdı. Evet, Lehman batmamıştı ama artık herkes gelmekte olan krizin farkındaydı. Ruslar hariç. Onlar herşey aynı devam edecekmiş gibi günlük hayatlarına devam ediyorlardı.Araya Lehman’ın batışıyla şiddetlenen kriz, petrol fiyatlarının dibe düşmesi ve bir de rublenin devalüasyonu girince, Moskova’da hayat adeta durmuş. (Moskova dışında daha da kötüymüş) İnşaat işleri bıçak gibi kesilmiş, vinçlerin neredeyse tamamı sökülmüştü. Devam eden tek tük inşaat da kerhen devam ediyor. İnsanlar daha az gülümsüyor, daha depresif bir havadaydılar. Şık bayanlar evlerinde kalmayı tercih etmişlerdi galiba...Geçtiğimiz yıl ve öncesinde adeta birbirini ezercesine araba kullananlar uysallaşmış, hatta korna bile çalmaz olmuşlardı. Petrol fiyatları 145 dolarlara çıktığı sırada dolar karşında 23’e kadar değer kazanan ruble, petrol fiyatları 35 dolara düştüğü sıralarda dolar karşısında 36.5’e kadar “devalüe” olmuştu. Yani dolar/ruble grafiğinin tam da “somurttuğu” sıralarda petrol dip seviyelerindeydi. Haliyle Rusların da haleti ruhiyesi buna paralel bozulmuş. Şimdilerde petrol fiyatları 70 doları aşması ve de iki büyük devlet bankası; Sberbank ile Vneshtorg’un devreye girip batan bankaları ve sorunlu gayrimenkulleri almasıyla piyasalar az da olsa nefes almış.Tam bu noktada İTKİB’in önerisiyle gündeme gelen Türkiye’de nakit ruble kabul edilmesi; rubleye karşı güveni kaybolmuş, elindeki dolara sıkı sıkıya sarılmış Rusların yeniden harcama yapmasının önünü açması adına faydalı olacak gibi. Garanti Bankası, 4 aylık bir süreçte 1.35 milyar rublelik para transferi, 418 milyon rublelik de nakit işlem gerçekleştirmiş. Ruble işlemlerine başlayan diğer bankaların rakamları buna dahil değil. Üstelik bu rakamlara, Ruslar nezdinde henüz hiç bir tanıtım yapılmamışken ulaşılmış. Rusya’da böylesi bir tanıtım yapıldığı takdirde sadece tekstil değil, turizm sektörü de bundan olumlu etkilenecektir. Bölgesel para birimi olma iddiasındaki Rusya’da bu çabayı mutlaka destekleyecektir.Petrol fiyatları yükselse, “ağız kulak mesafesini sıfırlanacak” olsa bile, Ruslar kendi para birimleriyle Türkiye’de alışveriş yapmayı daha fazla tercih edecekler diye düşünüyorum.
Hafta sonu yapılan G-20 toplantısında bankacıların aldıkları ikramiyeler en fazla tartışılan konulardan biri olmuş. Bankacılar; devlet parasıyla kurtarılıp, sonrasında da kendi ceplerine okkalı ikramiyeleri atınca, bunları nasıl yasaklar ya da kontrol altına alırız tartışması zirveye oturmuş durumda. Fransa ve Almanya kısıtlamalardan yana tavır koyarken, ABD, Kanada ve onların Avrupa’daki takipçisi İngiltere buna karşı çıkmış. Evet, yaratıcılığı azaltacağı ve hatta öldüreceği düşüncesiyle finans dahilerinin/büyücülerinin(!) aldıkları iktamiyeleri kısıtlanmaması bir tek noktada haklı olabilir. O da yaratılan finansal ürünler ‘ellerinde patladıklarında’ da bunların zararlarına katlanacaklarsa herhangi bir kısıtlama olmasın. Ama yok eğer zararlar; bohçalanıp cami önüne bırakılan çocuklar misali; devlet kapısına bırakılacaksa, o zaman derhal “akıllı ve akılcı” bir çözüm bulunmalı. Hatta bu büyücüler(!), bırakılacak yeni gayri meşru çocuklar için de cami önüne bir kabul gişesi açılmasını isteyecek denli ipin ucunu kaçırmışlar ise bunları zapt-ı rapt altına alacak mekanizmalar derhal, hiç vakit kaybetmeden devreye alınmalı. (Baksanıza ABD’de yeniden subprime krediler paketlenerek satılmaya başlanmış bile!)Aslında bu alanda getirilecek sözde kısıtlamalar zevahiri kurtarmaktan başka bir işe yaramaz. Zira dahiler(!) ile düzenleyici otoriteler arasında ciddi bir “içgüdü” farkı var. Düzenleyiciler, daha mutedil, daha ahlâki, toplumun her kesimini “kucaklayacak” bir çözüm peşindeyken; finans dahileri vahşi içgüdüleriyle kendisinin dışındaki herkes pahasına maksimum bireysel çıkar peşindeler. Anlaşmaları çok zor. Büyücü/dahiler her zaman bir adım önde olacaklar.Tek çıkar yolu var. O da devletler; bankacıların bonusları gibi ‘popülist’ meselelerle uğraşmaktansa; finansal kurumların sermaye gerekliliklerini artırarak mutlak düzenlemelere gitmeliler. Böylesi bir tedbirin kısa vadede kredi daralmasına yol açması kaçınılmaz. Kademeli olarak artırılacak bir sermaye yeterlilik rasyosu yöntemiyle herkes zaman içinde tedbirini alma şansına sahip olacaktır. (Amerika tıpkı Kyoto protolünde olduğu gibi bunda da yan çiziyor) Kısa vadeli faydalar peşinde koşulup bu yapılmadığı takdirde gerçek çözüme ulaşılamayacaktır. Alınan önlemlerin sürdürüleceğini söyleyen G-20 üyeleri bonus meselesini de gerçekten çözmek istemiyorlar. Tıpkı bizdeki gibi, meseleyi “komisyona havale” etmişler. Bu konuda “Finansal İstikrar Kurulu”na görev verilmesi kararlaştırılmış. İpe un serilmiş, çözüm ertelenmiş. Dahiler de (yoksa büyücüler mi demeliyim bir türlü karar vermedim farkındaysanız...) bu boşluktan istifade eski oyunu sahnelemeye devam ediyorlar. Bakınız Goldman Sachs...
Geçen hafta; ABD’den beklentilerden iyi gelen verilere rağmen piyasaların gerilediği “kafa karıştıran” bir haftaydı. Cuma günü ABD tarım dışı işsizlik verileri beklentilerden az da olsa iyi gelirken, yüzde 9.7 ile son 26 yılın en yüksek oranına ulaşan işsizlik pek dikkate alınmadı. Aslında geçen hafta kafaları en fazla karıştıran ve haftanın “kazananı” altın oldu. 994 dolardan haftaya başlayan altın, Perşembe günü 997.65’e kadar çıktı. Altının yükselişinin sebeplerini arayan temel analistler, önümüzdeki aylardaki enflasyon endişelerini öne sürüyorlar. Altının ekürisi gümüş (anlamsız ve de alakasız bir şekilde şeker) hariç bu fikri destekleyen emtiaya rastlamak hayli zor. Mısır ve buğday yeni diplere doğru giderken, petrol ve bakır da geriliyor. Teknik analistler ise, hisse senedi piyasalarında yaşanan ve de yaşanacak düşüşlere karşı “güvenli liman” olarak altın alındığını öne sürüyorlar. Madem ki sebep bu; altın, Dow Jones’un 6469 ile en düşük seviyesini gördüğü 6 Mart tarihinde 930-945 dolar arasındayken, neden Dow Jones 9.600 seviyelerine kadar yükseldiğinde halen daha aynı seviyelerdeydi?Enflasyon teorisi de, güvenli liman teorisi de meseleyi tam olarak açıklamıyor. Altın fiyatları bambaşka bir şey söylüyor! Ne söylediği daha doğrusu ne söylemeye çalıştığı henüz daha tam olarak net değil. Belki de net olan tek bir şey var: O da “para birimlerine” daha doğrusu kaydi para sistemine olan güven sarsılmış durumda. Kısa vadede ne söylediği ise bu hafta daha bir netleşecek. Geçtiğimiz haftaki hareket aynı şiddette devam edecek olursa; hayli zor, ama imkansız değil; 1.033’teki bir önceki zirve yeniden test edilecek. (Ben de bu durumda birkaç iddia kaybedeceğim.) Bugün ABD piyasaları tatil. G-20’nin destek paketlerinde sona gelinmediğini söylemesi, piyasalarda sıfır faizle mal alma oyunun uzayacağı fikrini güçlendirecektir. Bu da geçtiğimiz hafta yaşanan kayıpların bir kısmını telafi edecek olsa da bir önceki zirvelerin (Dow 9.630 ve İMKB 100 de 48.334) aşılmasının zor olduğunu düşünüyorum. İMKB 100’de hafta boyunca 42,790’dan başlayıp 43,443’e kadar yükselen trend önemli. Bu seviyelerin altına inilmesi, hele ki kapanış olması düşüş/düzeltme hareketini hızlandıracaktır. Bugün İMKB’de hem G-20 hem de Cuma günkü ABD Borsası’ndaki hareketler nedeniyle pozitif bir açılış görülecektir. Hele ki hareketin sert yukarı olması, boşlukların oluşmasına sebep olacaktır. Kısa bir yükselişten sonra önümüzdeki günlerde, hatta bu hafta içinde bile olabilir bu boşluklar kapanacaktır.Hafta başında yaşanabilecek bir yükseliş hareketinin çok uzun ömürlü olmasını, hele ki 47.250 seviyesini aşacak bir hamleye dönüşmesini beklemiyorum.
Bu hafta belki de yurt dışındaki gelişmelerden çok Salı günü Diyarbakır’da DTP’lilerin organize edecekleri miting belirleyici olacak. Abdullah Öcalan’ın da yol haritasını aynı tarihte açıklaması bekleniyor. Tabii ki “hazırlıkları tamamlanmış” ve açılım müzakerecilerince sürece sekte vurmayacağına inanılmış ise... Aksi takdirde açıklama yine “hazırlıklarının tamamlanması” için ileri bir tarihe ertelenecektir.Öcalan yol haritasını açıklar mı açıklamaz mı belli değil. Belki de bundan daha önemlisi, Salı günü DTP’nin Diyarbakır’daki söyleminin ne olacağı. Bir zafer havası mı, uzlaşmaya yönelik tartışmanın başlamasının verdiği moral mi öne çıkacak. Yoksa gerginliği tırmandıracak bir miting mi olacak?Türkiye’deki finansal piyasalar -daha doğrusu İMKB’nin üçte ikisini elinde bulunduran yabancı yatırımcılar- heyecanlı bir şekilde açılımı adeta başarıya ulaşmışcasına “fiyatlıyorlar”. Bu açılımın daha çok su götüreceği aşikâr. Şimdiden tamamlanmış gibi fiyatlanması çok da makul değil. Bu nedenle de Salı günkü Diyarbakır mitingi ve “yol haritası” önemli.Diğer yandan bugün VOB Ağustos kontratının son günü. Cuma günü kapanışı itibariyle halen daha 50.487 kontratlık açık pozisyon var. Bir güne düşecek “yük” açısından oldukça büyük bir pozisyon bu. Bu pozisyonların kapanması ya da Ekim kontratına taşınması söz konusu. Ekim kontratlarına aktarılması, hem her iki kontratın kendi içinde, hem de kontratlar arasındaki hareketlilik çok artacaktır. Bugünkü işlemlerde dikkatli olmakta fayda var.Bu arada VOB açısından önemli bir değişim daha dikkat çekiyor. Temmuz sonu itibariyle Ağustos ve Ekim kontratlarında toplam 165 bin “açık pozisyon” varken şimdi bu rakam 119 bine gerilemiş durumda. Ciddi anlamda pozisyon kapanmış durumda. Bunda zarar görmüş olan küçük yatırımcıların “masadan kalkmasının” yanı sıra, büyük pozisyon açmış olan aracı kurumların pozisyonlarının yarısına yakınını kapatmış olmalarının da payı var.Bu daralma düşüşe delalet mi?Bu daralma düşüşe delalet olabilir. En azından agresif, yukarı yönlü tek taraflı alınmış olan pozisyonlar azalmaya başladı. Bütün piyasalarda ciddi kârlar oluştu. Bunların yavaş yavaş da olsa cebe konması zamanıdır diye düşünenler çıkmış olabilir, düşüş “hissedilmeye” başlanırsa daha da çıkacaktır. Geçtiğimiz hafta ABD olsun, Avrupa olsun yurtdışındaki piyasalar da yükseliş trendinde önemli seviyelere geldiler. Bu hafta bu trendin aşılması hayli zor görünüyor. Yine de haftanın ilk günlerinde bir parça daha yukarı gidebilmek için son bir gayret, son bir atak yapabilirler. S&P 500’de 1.048 (+/-5) seviyelerine kadar bir “hıçkırık” olsa bile sonrasında yön aşağıya dönecek. Bunun bizim piyasalarımıza yansımaları; 1 Eylül meselesinden dolayı sınırlı kalabilir. Hıçkırık sonrasında tüm piyasalarda bir düşüş/düzeltme görülecek, biz de bundan mutlaka etkileneceğiz. Eylül ayı hemen herkes için zorlu geçeceğe benziyor!
Yatırımcılar tarafından son zamanlarda en sık sorulan soru bu. Faizlerin düşeceğini görmüş ve bugüne kadar borsaya yönelmiş olanlar kazançlı çıktı. Bundan sonraki dönemde borsaya girilir mi? Sırf faizler düştü diye tepe noktalardan hisse senedi almak, muhtemel düşüşler nedeniyle de “uzun vadeli yatırımcı” olma ihtimali artırıyor. Borsaya girmemiş ve de genelde girmeyenler için döviz bir alternatif. Döviz dönem dönem risklerden korunmak için sığınılacak bir liman olabilir. Ben dövizin uzun vadeli “bir yatırım ürünü” olmadığına inananlardanım.Risk almak istemeyenler için geriye kala kala bono ve mevduat kalıyor. Mevduat faizleri de yazının başlığındaki sorunun sorulmasına neden olacak denli düşmüş durumda. Bono faizlerinin de reel getirleri hayli düşük seviyelerde. Yıllık bonoların bileşik faizleri yüzde 9.25 civarında iken, Merkez Bankası’nın son açıkladığı anketine göre, önümüzdeki bir yıllık dönem için enflasyon beklentisinin ortalaması yüzde 6.37’de. Bu verilere göre, tahmin edilen “reel getiri” 2.70’e denk geliyor. Mevduatın reel getirisi de benzer seviyelerde. Bu denli düşük faiz ortamında bile kamuoyunda çok da fazla bilinmeyen ve bilinenlere oranla çok daha cazip getiri vaadeden bir menkul kıymet daha var: Enflasyona endeksli devlet tahvilleri. Bu tahviller konusunda yazmakta oldukça geç kaldığımı itiraf etmeliyim. Yine de zararın neresinden dönülürse kârdır. Gelelim sadede...Bu tahviller şu andaki piyasa koşullarında bile yüzde 6.05 civarında reel getiri vaadediyorlar. Dikkat edin nominal değil, enflasyondan arındırdıktan sonra reel getiri. Farklı bir alternatif sunan bu tahviller enflasyondaki değişmelere rağmen değişiklik göstermeyen öngörülebilir net getiri sağlaması bakımından yatırımcılar açısından cazip bir alternatif. Tahvile ilişkin tüm ödemelerde, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından ilan edilen Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) kullanılıyor. Anapara ve kupon ödeme tarihlerinde enflasyon değerleme farkı TÜFE kullanılarak hesaplanıyor ve yatırımcıya ödeniyor. Şu anda piyasada bu cinsten ihraç edilmiş üç ayrı tahvil var. 15 Şubat 2012, 14 Ağustos 2013 ve 21 Mayıs 2014 vadeli bu tahvillerin toplam ihraç tutarı 23.3 milyar TL’ye ulaşmış durumda.Söz konusu tahviller her altı ayda bir kupon ödüyor. Bu açıdan bakıldığında, sabit ya da değişken kuponlu tahvillere benzemekle beraber, kupon faizi hesaplama yöntemi konusunda ayrılıyor.Vergi açısından; mevduat ve repoda yüzde 15 stopaj varken; enflasyona endeksli tahviller de diğer devlet tahvil/bonoları gibi yüzde 10 stopaja tabi. Hem faiz hem de alım satım kazançları aynı oranda vergilendiriliyor. Mevduattan ayrıştığı en önemli yönü, her an alınıp satılabilmesi. Şubat 2007’de yapılan ilk ihalede yüzde 9.95 reel getiri ile ihraç edilmiş olan bu tahvillerdeki reel getirinin yüzde 6 seviyesine inmiş olması yeni yatırımcılar açısından cazip görünmeyebilir. Yine de diğer bono alternatifleri göz önüne alındığında halen daha cazibelerini koruyorlar. En önemli risk nerede ortaya çıkıyor? Faizlerin ya da enflasyonun hızlı yükselmesi durumunda bu farkların kupon ödemelerine 3 aylık bir gecikme ile yansıyacak olması. Herhalükarda enflasyonun faizlere yakınsayacağını varsayan ve uzun vadede yüzde 6’lık bir “reel getiriye” razı olanlar için rahatlıkla göz ardı edilebilecek bir risk bu. Piyasalarda kısaca TÜFEX olarak anılan bu tahviller uzun vadeli bono yatırımcıları için iyi bir alternatif oluşturuyorlar. Düşük faiz ortamında bile...