İstanbul ile Moskova’nın felaket farkı!

Haberin Devamı

Haziran 1998’de Moskova’da bir Cumartesi akşamı hava karardıktan hemen sonra müthiş bir fırtına koptu. Daha önce değil Moskova, başka herhangi bir yerde şahit olmadığım şiddette yağmurla birlikte gelen fırtına şehri darmadağın etti. Lafın gelişi değil; neredeyse bir saat içinde binlerce ağaç ve reklam panosu devrildi. Araçlar ezildi, camlar kırıldı. Altı kişi hayatını kaybetmişti.

İlk anda anlaşılamamıştı ama sonraki günlerde sadece devrilen ağaç sayısının 40 bine ulaştığı söylendi. Komünist yöneticiler hızlı yetişmesinden dolayı şehri yeşillendirmek adına çok sayıda kavak ağacı ekmiş. Baharda şehrin her yanını adeta kar gibi kaplayan polen üreten bu ağaçlar, korkunç fırtınaya dayanamamışlar.

Belediye Başkanı Lujkov’un ertesi günkü ilk işi, fırtınayı tahmin edip, zamanında haber vermeyen şehrin meteoroloji kurumununun başındakilerin işine derhal son vermek olmuştu. Fırtınanın yarattığı karmaşa hemen ertesi günü temizlendi, en azından ana yollar gün sonunda ulaşıma açılmıştı.

4 ay sonra Avrupa’nın kültür başkenti olacak, tüm dünyanın artan ilgisini üstüne çeken, “bir taşına tüm acem mülkünün feda olduğu” muhteşem şehir İstanbul’da yaşananları görünce aklıma yukarıdaki olay geldi. Aslında bu olayı; geçtiğimiz Pazartesi günü Moskova’daki büyükelçilikteki İTKİB’in toplantısına katılmak için bulunduğum Moskova’da bir arkadaşımızın cep telefonuna gelen “İstanbul’da sel uyarısı” mesajı hatırlamama vesile oldu. Pek ihtimal vermediğimizden şaşırmıştık.

5 yıl önce Alibeyköy’de yaşanılan sel felaketinden sonra alınan önlemlerle İstanbul’da sel fikri tarihe karıştı diye düşünmüştük hep beraber. Aklımıza çok gerilerde kalmış Ayamama Deresi gelmemişti. Devasa bütçesiyle bu denli temel problemlerine çözüm üretmemiş, Moskova’da bize kadar ulaşan sel uyarısına rağmen gereğini yapmamış olan Büyükşehir Belediye başkanı Sayın Topbaş, olayı “küresel ısınmaya” bağlamış. Sadece Sayın Topbaş mı? Tüm “büyüklerimiz de” suçun “samur kürk” olduğunu hatırlamışlar... Dünkü Milliyet Gazetesi de bunları bir araya getirmiş.

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: Derenin intikamı ağır olur. Şu anda olan da budur.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım: Kendi elimizle Allah’ın yarattığı doğayı katlediyoruz. Kamu idaresinin ihmali olduğu kadar vatandaşın da var.

Çevre Bakanı Veysel Eroğlu: Bu hakikaten bir tufan belirtisi. Buna ne Amerika’da ne Türkiye’de alınacak önlem yoktur.

İstanbul Valisi Muammer Güler: Altyapıda bazı sorunlarımız yok değil, ama bu yağış çok güçlü altyapıların bile dayanamayacağı nitelikte.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş: İnsanoğlunun doğayı hoyratça kullanmasının faturası. Buzullar erimeye başladı, ekolojik kıyametten bahsediliyor. ”

Siz işinizi doğru yapmayacaksınız, dereyi, buzulu, insanları suçlayacaksınız. Oh ne ala... İstifa mekanizması mı? O da ne ola ki? Herkes kendine göre bir suçlu buldu, 30’dan fazla kişi hayatını kaybetti. Belki de kahrolası global rekabetle baş etmeyen çalışan bir tekstil firması, servis amaçlı olmayan bir minibüste taşıdığı insanlar ne yazık ki hayatını kaybetti. İşçiler ayrı üzücü, işveren ayrı üzüntü...

Ya peki kaybolan onca servete, iş kaybına, tutulamayan taahhütlere ve bunların yarattığı kayba ne demeli ?

Bunca kayba rağmen, işi bu felaketi önlemek olan “kurumlardan” hiç kimse işinden olmayacak, ceza almayacaksa bundan sonrakileri nasıl önleyebileceğiz?

Lujkov hiç değilse yeni meteorologlara bir göz dağı vererek işe başlatmış oldu. Peki biz nasıl halledeceğiz?

DİĞER YENİ YAZILAR