Şampiy10
Magazin
Gündem

Şevket Kazan neden gülüyor?

Biliyorsunuz Cumartesi günkü yazım 28 Şubat sürecini anlatmak için TBMM Darbe Komisyonu’nda konuşan “dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan”ın sözleriyle ilgiliydi.. Kazan “28 Şubat’ta MGK karalarının ardından ortak bir bildiri yayınlamak için Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’ı ziyaret ettiklerini ama onların bu teklife gülüp geçtiğini” söylemişti..

Dün ise Vatan’da Kazan’ın Komisyon Başkanı Nimet Baş’a kitabını hediye ederken fotoğrafı vardı, pek keyifle gülerken.. Aynı sayfada Komisyon’a yaptığı açıklamalar..

KANLI MI OLACAK, KANSIZ MI?

Orada Erbakan’ın “Türkiye’de bir değişim olacak ama kanlı mı olacak kansız mı orası belli değil” sözlerindeki sorumluluğun, Aleviler için “mum söndü” lafının kendisine ait olduğunu anlatmış. “Biz de çanak tutmuş olabiliriz” demiş..

Madem ki her detayın üzerinde duruluyor ve hatta 12 Eylül darbesi için yapılmayan hummalı çalışma “dönemin hükümetinin onayı bulunan” 28 Şubat kararları için yapılıyor, o darbe için halka verilmeyen bilgilerin hepsi milletle paylaşılıyor, “Kanlı mı olacak kansız mı” lafı her şeyden önemlidir, öyle geçiştirilecek ve arkasından gülünecek bir söz değildir, 28 Şubat’ta Hükümet değişikliği için yapılan baskının belki de birinci sebebidir.

Şimdi aradan yıllar geçtikten ve Şevket Kazan o yıllar içinde bunlardan hiç söz etmedikten sonra “Erbakan o konuşmayı Ankara’da seçimi kaybeden belediye başkanının eşinin yaptırdığı yürüyüşlerde edilen laflar üzerine, bize gelen bazı fakslar üzerine söyledi, ben o konuşmayı yaptığı gün kürsüdeydim, bunları açıklamam gerekirdi” filan diyor.

ERBAKAN ÖYLE DEMEDİ!

Oysa Erbakan’ın sözleri ile bunlar arasında hiçbir ilgi kurmak mümkün değil. Erbakan “Refah Partisi Adil Düzen’i getirecek ama geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kanlı mı olacak kansız mı olacak? Türkiye’nin buna karar vermesi lazım, RP Adil Düzen’i getirecek, bu kesin şart” demiş. Bu sözlerde tehdit var, hem de eğer Türkiye kendiliğinden kabul etmezse “kanlı olur” tehdidi.. Kanlı bir ihtilal iması.. Kazan’ın iddiası ile bu çok farklı şeylerdir.. Ayrıca; bir yürüyüşte söylenenler veya fakslarda yazılanlar “bir başbakanın bu tür konuşmaları fütursuzca yapmasına” asla mazeret olamaz.. Kazan o gün bunları kürsüden açıklasaydı da olamazdı, pişmanmış gibi davranmasına gerek yok yani..

‘İNGİLİZCE KONUŞTUĞU İÇİN’ ASMAYACAKLAR!!

Kazan’dan sonra Komisyon’da konuşanlar ve yıllar sonra aksi kanıtlanamayacağı için aklına geleni söyleyenler arasında dönemin RP’li Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe de var.. 10 Kasım öncesi bir resepsiyonda eşi gelip Kayseri Garnizon Komutanı’nın “Darbe yapıp Tayyip’i de Melih’i de asacağız” dediğini anlattığını, kendisinin de gidip Garnizon Komutanı’na “Bunlar kadınlara söylenmez” dediğini, onun ise “Merak etme seni asmayız, sen modern bir kişisin, yabancılarla İngilizce konuşuyorsun, sen laik kişisin” dediğini söylemiş örneğin..

Arkadaşlar acaba Komisyon ve millet çok saf yerine mi konmaktadır yoksa bir komedi filminde miyiz artık ayırmak imkansız.. Demek ki konu öyle hafif ve bu komutan öyle kafasız ki, bir resepsiyonda orta yerde o sözleri söylüyor. Ayrıca asıl muhatap (Başbakan) Erbakan olmasına rağmen (İstanbul İl Başkanı) Tayyip Bey’i ve Melih Gökçek’i hedef alıyor.

Sonra da aralarında bu komik konuşma geçiyor. Onu “İngilizce konuştuğu ve modern biri olduğu için asmayacakları” söyleniyor (Demek İngilizce bilmenin bu tür faydaları da var, bilmeyenler acilen kursa). Asılmasının düşünülmeyeceği de; “sanki bu özellikleri laikliği tarif ediyormuş gibi” veya 28 Şubat olayı “hatalı uygulamalar ve çıkışlar yapan” hükümet nedeniyle (bugün o hatalı çıkışları Şevket Kazan da diğerleri de “bizim hatamız vardı” veya “çanak tuttuk” benzeri açıklamalarla söylemektedir) alınan kararlar değil de “laik olmayan herkese” karşı yapılmış gibi Karatepe tarafından “kendisinin laik oluşu”na bağlanmış.

Atmak bedava nasılsa, bir cezası filan yok.. Haydi birileri de 12 Eylül’ü ve 27 Nisan’ı konuşsun artık, o süreçlerde neler söylendiğini çok merak ediyorum doğrusu! Ne de olsa gerçek darbeden ve muhtıradan söz ediyoruz.. Ordunun alenen “altına imza attığı” eylemlerinden!

NOT: İki gün önceki yazımda hatırlattığım gibi Tansu Çiller Komisyon’a “kimseden şikayetçi olmadığını” söylemişti. Dönemin Başbakanı hayatta olmadığına göre Başbakan Yardımcısı olan isim 28 Şubat için konuşması ve “eğer sorulacaksa” hesap sorması gereken en yetkili kişidir. Oraya da “mağdur ve tanık” olarak çağrılmış. Kendine göre hangi nedenle sustuysa 28 Şubat’ta tepki göstermemiş, ordudan da şikayeti olduğunu söylememiş (mesela Süleyman Demirel “tepenizde Demokles’in kılıcı gibi ordu beklerken farklı davranamazsınız, MGK’da karar alınmasa daha kötü gelişmeler olabilirdi” demişti) şimdi de “ortada bir mağduriyet olduğunu düşünmüyor” olmalı ki şikayetçi değil.. Görünüşe bakılırsa garip bir çelişki, eksik parçalar var genel tabloda.. Bu konuyu iyi incelemek lazım!

Yazının devamı...

Yürüyüşe katılanlar ‘Ergenekoncu’ymuş!


Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ genellikle her tartışmada bu tür “en uç, en olmayacak” sözlerle ortaya çıkar, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyerek sokağa çıkan yüzbinlerce insan konusunda da yine öyle oldu.. Bayram yürüyüşüne katılanlar için “Ulusalcılar” dedikten sonra bunu da yetersiz bulmuş olmalı ki “Ergenekoncu” olduklarını da ekledi.

Eğer içinde “ırk ayırımcılığı ve düşmanlığı” yoksa, konu “ülke, bayrak, millet, toprak sevgisi, geçmişine-tarihine saygı” ile sınırlıysa o milliyetçiliğin kimseye zararı yoktur ve Türkiye’de adım adım gelinen nokta gibi sanki “bir kusur ya da suç”muş gibi söz edilemez.. Kaldı ki her ülkenin toplumlarında bu tür bir milliyetçilik duygusu mevcuttur, en kozmopolit toplumlar bile ülke-bayrak-milli marş gibi ortak değerlerde birleşirler.

SONRA NE OLACAK?

“Ergenekoncular”a gelince.. Artık liste öyle genişletildi, akla hayale gelmedik öyle isimler bu tanımın içine alındı ki “sınırı yok nasılsa, gayya kuyusu gibi bir şey, istediğini salla gitsin” haline geldi iş.. Peki ülke genelinde yürüyüşlere milyonlarca kişi katıldığına göre, Bozdağ “onların da tutuklanması gerektiğine” mi inanmış oluyor bu sözlerle?

BAKAN’IN YENGESİ NE OLACAK?

Ankara Ulus’taki yürüyüşe katılarak Anıtkabir’e gitmek isteyen ve polisin sert ve acımasızca müdahalesiyle iki kolu ve kaburgaları kırılan, başından yaralanan 4 çocuk annesi Hasibe Hanım’ın haberini Sözcü’de okuduktan sonra dün yorumlamıştım. Aynı gazetede dün haberin devamı vardı.. Çok ama çok önemli bir haber daha.. “Ben bunları hak etmedim, iyileşip 10 Kasım’da mutlaka Anıtkabir’de olacağım” diyen Hasibe Hanım meğer Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dayısının eşi imiş, yani yengesi..

Peki “Sözlerimin arkasındayım, onlar Ergenekoncu, bu yürüyüşü düzenleyenlerin örgüt üyesi olduğu belli” şeklinde konuşmayı sürdüren Bekir Bozdağ başta olmak üzere Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak isteyen, Ata’nın huzuruna gitmek isteyen insanların “AKP karşıtı, örgüt üyesi, CHP’li vb” olduğunu iddia edenlerin hepsi bu durumda ne yapacaklar? Yaralı halde hastanede yatan Hasibe ana da bu söylediklerinden olduğu için mi, Ergenekoncu olduğu için mi sokağa çıkmıştı? O zaman Hasibe Hanım için de soruşturma açacak ve Ergenekoncu diyerek hapse mi tıkacaklar?

Yürüyenler “illegal örgüt” ise, “Ergenekoncu” ise, “cumhur” kim? Bayramı “yürüyüş yapmadan kutlamak isteyenler” mi? O zaman “demokrasi” tarifinden sonra “cumhur” tarifini de değiştirmek gerekecek. Siyasetçinin bir ağırlığı olur, fırsatçılık yapmaz, iftira atmaz, kendi iradesiyle bayram kutlamak isteyen halka hakaret etmez. Sınırlar iyice kaybedildi ve durum dayanılmaz hal aldı.

İnanmıyorlarsa Hasibe Hanım’a sorsunlar!

Atatürk gibi bir dahi!

Bayram konusuna biraz daha devam edeceğim.. Türkiye genelindeki tablo Cumhuriyet Bayramı’nı gölgelerken İstanbul’da gece Boğaz Köprüsü’nde yapılan görsel şölen ise takdir topladı.. İBB tarafından hazırlanan, Başkan Kadir Topbaş tarafından başlatılan ve havai fişeklerle yapılan gösteri o kadar güzeldi ki benim gibi zor beğenenleri bile etkilemeyi başardı.

Vatan Caddesi’nde yine Kadir Topbaş’ın da katıldığı ve çok sayıda İstanbullu’nun izlediği törende Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun yaptığı konuşma da güzeldi.

Özellikle de; “Cumhuriyet rejiminin Türklük tabiatına ve şiarına en uygun rejim olduğunu” söylediği ve “Bağrından Atatürk gibi bir dahiyi çıkaran Türk Milleti karakteriyle örtüşen Cumhuriyeti, tüm kurumlarıyla yaşatma azim ve kararlılığından vazgeçmeyecektir” dediği bölüm.. Konuşmada sadece “gerçek anlamda demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmanın gerekliliğini yerine getirmekten vazgeçmeme” kısmı kulağı rahatsız ediyor ve acı acı gülümsetiyor.

Nasıl etmesin; demokrasi, laiklik ve hukuk uzunca bir süredir yalnızca Anayasa’da yer alan, uygulamada ise ortadan kaldırılan özellikler olarak kaldı.. En basiti; İstanbul’dan yürüyüş için Ankara’ya gidecek vatandaşların otobüslerini parka çeken, Atatürk anıtına çelenk konmasını veya yürüyüş yapmasını engelleyen polisiyle İstanbul nasıl hukuk devletinin bir parçası olabilir? Ankara nasıl olabilir? Bilirkişi raporları bile gözetilmeden ömür boyu hapse tıkılan insanlarla, ifade özgürlüğü yok edilerek hapsedilen gazetecilerle nasıl hukuk devletinden söz edilebilir?

Yani.. Konuşma güzel ve lakin teoriyle pratik birbirini tutmuyor. Yine de “Atatürk gibi bir dahi” kısmına diyecek yok.. Tüm dünyanın da kabul ettiği gibi bir dahiydi O!

Yazının devamı...

28 Şubat soruları kime sorulmalı?

Her ne kadar Türkiye Cumhuriyet tarihindeki en önemli iki darbeden biri olan 12 Eylül konusunda, kapı gibi bir muhtıra olan 27 Nisan konusunda bu kadar tantana yapılmıyor olsa da TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu “MGK kararının söz konusu olduğu, bu kararın altında dönemin Başbakanı ve bakanlarının imzaları bulunan” 28 Şubat’la ilgili olarak gazeteciler dahil herkesi mahkeme huzurundaymış gibi sorguluyor.. Deniz Baykal’ın “Bunu yapmaya yetkiniz yok, önce yetkinizi sorgulayın” demesine rağmen kendilerinde bu yetkiyi görüyor olmalılar ki aynen devam etmekteler.

Son olarak RP’li Şevket Kazan konuşmuş ve “28 Şubat’taki MGK Bildirisi’nin ardından Meclis’te ortak bir bildiri yayınlamak için ANAVATAN Genel Başkanı Mesut Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i ziyaret ettiklerini ama onların gülüp geçtiğini” söylemiş.

ÇİLLER NEDEN ŞİKAYETÇİ OLMADI?

O anlarla ilgili görüntüler bulunmadığına göre “gülüp geçme” kısmı büyük ihtimalle kendisine aittir, zira Ecevit de, Baykal da daha önce asker tarafından “Zincirbozan”a kapatılmış isimler olarak askerden hükümete gelen bir baskıya “gülüp geçmez”lerdi herhalde.. Buna inanmak tam saflık olur artık..

Diğer tarafta dönemin koalisyon ortağı, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller 28 Şubat konusunda hiç de sıkıştırılmamışken ve kendisi her nasılsa “kimseden şikayetçi olmadığını” söyleyerek kolayca Komisyon konusunu kapatmışken, ayıptır sorması; sorumluluk nasıl oluyor da dönemin muhalefet partilerinin liderlerine atılıyor? Şevket Kazan “Türkiye’deki bütün darbelerin ve darbe teşebbüslerinin arkasında ABD’nin olduğunun unutulmaması gerektiğini” de söylemiş.

ABD’Yİ SORSUNLAR!

Doğrudur, sadece darbelerin değil, “seçimler”e varana kadar, Suriye iç savaşına Türkiye’yi atıp başımıza daha da büyük bir PKK derdini açmanın, onun sonucunda “bağımsız bölge”ye gidecek girişimlerin başlatılmasının ardında da ABD var öyle değil mi? Bunu Amerikalı yazar bile söyledi.

28 Şubat’ın arkasında olması hiç şaşırtıcı değildir. Mesela; o dönemde Çiller’in yanında “5 tane ABD’li danışman” bulunduğu anlatılıyor, hatta isimlerini bile verebilecekleri söyleniyor. Acaba bu doğru mu? Doğruysa neden gerek duyulmuştu, bunları Çiller açıklamalı değil miydi?

Ayrıca, Şevket Kazan’ın muhalefet partilerini suçlamasına hiç gerek yok, onlar “ortak bildiri”ye katılmadıysa Hükümet tek başına bildiri yayınlasaydı ve hatta kararların altına imza atmasaydı.. Hükümet sesini kesip oturduysa, Çiller “Erbakan’dan sonra ben Başbakan olurum” diye sustuysa şimdi suçlayacak adam aramaktan daha anlamsız ne olabilir ki?



Milletvekilleri de hapiste!

PKK’nın şehir yapılanması KCK üyelerinin hapiste olması nedeniyle cezaevlerinde yapılan açlık grevleri gündemden düşmüyor.. Geçen Perşembe günü Sağlık Bakanlığı’nın “ölüm orucu”ndakilere müdahale ettiği haberi vardı ki doğru bir girişim; terör örgütünün kolu olsalar da, KCK onlar adına Irak’ta görüşmeler yapıp karar aldırsa da devletin kendi cezaevlerinde insanların ölüm orucuna göz yummaması lazım. Gerçi cezaevinde yıllarca “tutuklu” diye mahkum hayatı yaşatılan ve somut bir suç eylemi görülmemiş başkaları kanserden öldüğünde, evladını kaybettiğinde bile devlet umursamadı ama olsun.. “İnsan canı” konusunda devlet duyarlı olmalıdır.

Birkaç gün önce Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in “tutuklu milletvekilleri” ile ilgili konuşması da haberdi. Çiçek “Onların serbest bırakılarak görevlerinin başına dönmeleri için elinden geleni yaptığını ama belli noktalarda zorlukla karşılaştığını” söyleyerek “seçilmiş” olmalarına rağmen tutukluluğu bitirilmeyen milletvekilleri için şimdilik ümit olmadığını açıklıyordu. Yani; dünya çapında ünlü bir cerrah olan ve Türkiye’de organ nakli gibi çok önemli bir alanda öncülük yapmış olan Prof. Mehmet Haberal yıllardır cezaevinde.. Türkiye’nin en tanınmış gazetecilerinden Mustafa Balbay yıllardır cezaevinde, terörle mücadeleye yıllarını vermiş Emekli Korgeneral Engin Alan üstelik mahkum edilerek cezaevinde.. Onlar milletvekili ve BDP Milletvekili “seçilince” serbest bırakılmış olmasına rağmen ısrarla bırakılmıyorlar..

EŞİTSİZLİK-HAKSIZLIK

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a varana kadar yüzlerce emekli ve muvazzaf asker cezaevinde, çoğu (Bilirkişi raporları bile dinlemeyerek) neredeyse ömür boyu hapse mahkum edilmiş.. Üstelik ortada “tutuklanma ve mahkumiyet” nedeni gösterilen olayların kesin kanıtları dahi yok.. Ama onlar ölüm orucu yaparak bırakılmayı talep etmiyorlar..

Dışardaki yakınları, aileleri, dostları da “bırakacaksınız yoksa fena olur” diye tehdit etmiyor, aksine.. “Hukuka güvenimiz sarsıldı, bu cezalar haksız” demelerine rağmen yine de yargının gerçeği bulmasını bekliyorlar. Ve üstelik bu ülkenin üniversiteleri veya sanatçıları arasında onların hakkını savunan da yok gibi.. Bu nedenle ölüm orucuyla, açlık greviyle baskı yapma veya bunun kabulü eşitsizlik, haksızlık demektir. Serbest bırakılacaksa “terörist eyleme katılmamış ya da desteklediğine dair somut bir gösterge bulunmayan ama siyasi nedenle ve iddialarla cezaevine konmuş” herkes bırakılmalıdır.

Yoksa, hayatını devlete hizmetle geçirmiş insanlar, yazıları-görüşleri nedeniyle yıllardır hapiste tutulan gazeteciler için tek laf edilmezken, “demokrasi-özgürlük vs” orada akla gelmezken “Öcalan ve KCK” için kıyametlerin koparılması haksızlığın, hukuksuzluğun ta kendisidir. Bununla birlikte ölüm oruçlarının bitirilmesi ve can kaybı olmaması için gereken herşey yapılmalıdır.

NOT; KCK son olarak Irak Başbakanı Maliki ile görüşerek “PKK’nın Esad güçlerinin yanında savaşması için ondan silah ve para yardımı” istemiş. Maliki de her desteği vereceklerini bildirmiş, ertesi gün de hemen bu destek verilmiş. Yani KCK “PKK adına ve yanında” faaliyetini sürdürüyor. Ayrıca “PKK’nın da açıkça Esad’la birlikte olduğu” ortada.. Esad onları destekliyor, onlar Esad’ı.. Bu durumda bizim Suriye iç savaşında Esad’ın karşısına dikilmemizin “Türkiye’deki teröre” etkisi ne olur dersiniz?

Yazının devamı...

Suriye’de olamaz da Türkiye’de olur mu?

Dün İskenderun girişinde askeri kışlaya 150 metre mesafede bomba yüklü bir araç patlatıldı, Allah’tan erken patlamış.. Eğer planladıkları gibi “askeri aracın geçişi sırasında” patlasaydı kimbilir yine kaç askerin canına kıyılmış olacaktı, erken patlama nedeniyle sadece yoldan geçen 3 kişi yaralanmış. Genelde artık detayları duyamıyoruz, o yaralıların durumu ne kadar ağır onu da bilmiyoruz.. Sonradan bilgi de verilmiyor..

Ama bu patlamaların PKK’ya ait eylemler olduğu biliniyor.. Ve diğer tarafta Diyarbakır Belediye Başkanı BDP’li Baydemir aynı gün “cezaevindeki açlık grevleri”nden söz ederek “Barış hepimizin talebidir” diyor, arkasından “Bölgesel yönetim” istediklerini söylüyor..

IRKÇILIK VE KİN!

Bu nasıl bir barış isteğidir ki aynı anda “insanları katleden eylemleri” sürdüren PKK’yla birlik içinde hareket eder, tüm eylemlerine arka çıkarken “barış”tan bahsedebiliyorlar. Ve “ırk üzerinden ayırımcılık” yapıldığından dem vururken görülmemiş bir kinle ve ırkçılığın ta kendisi ile araçlar dolusu masum insana bombalı eylem düzenleyen terör örgütüyle birlikte hareket ediyorlar..

Baydemir’in “Bölgesel yönetim istiyoruz” dediği yönetimin “özerk ve tabii kısa süre içinde ‘bağımsız’ bölge” olduğu ve bunun Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi ile, hatta Suriye’deki ile birleşmesinin düşünüldüğü de daha önceki söylemlerden açıkça biliniyor.. Başbakan Erdoğan ise dün verdiği mesajlar arasında “Suriye’nin kuzeyinde Irak’taki gibi bir yapıya, senaryoya izin verilmeyeceğini” söyledi. Daha sonra “Radikal eylemlere hazırlanıyoruz” diyen BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’a seslendi; “Radikalleşip de ne yapacaksın, her adımının karşılığını alacaksın”..

NASIL BİR KARŞILIK?

Suriye’de aktif olarak, “Esad muhaliflerini destekleyerek iç savaşa müdahil olmak”la yaptığımız dış politika hatası, her ne kadar Barzani aksine ikna etmeye çalışsa da “Kuzey Suriye’de PKK ile ortak çalışan PYD’nin kentleri ele geçirmesine” neden oldu. Bunun sonucu açıkça belli ki orada da Irak’takinden farksız bir yapı ortaya çıkacak.. Biz devamlı “izin vermeyiz” desek de çıkacak..

Bunun yanında, PKK eş zamanlı olarak Türkiye’deki “özerk bölge ve Öcalan’ın bırakılması” talebine daha çabuk ulaşmak için (özellikle Suriye’de durum değiştiğinden beri) kanlı eylemleri arttırdı.. BDP ise bu eylemleri desteklediği gibi hala “radikal eylemler”den söz ediyor..

KENDİ İÇİNDE ÇİFT BAŞLILIK

Ve sonuçta karşılıklı tehditler ile kaybeden gencecik askerlerimiz ve ağlayan anaları oluyor.. Hükümet’in en kısa zamanda “ne yapılacaksa, çözüm için, canları kurtarmak için ne düşünülüyorsa” bunu uygulamaya koyması gerekiyor.. Artık açılışlar, törenler, seyahatler ertelenmeli ve bu konu çözüme ulaştırılmalıdır.

Zaman zaman söylendiği gibi “terör örgütüyle müzakere” mi yoksa “mücadele” mi önce buna karar verilmeli.. “Suriye’nin Kuzey’inde izin vermeyiz” derken Türkiye’de ne olacak ona karar verilmeli.. Daha henüz Hükümet’in bile net bir kararı yok gibi görünüyor.. Zaman kaybı “anaları daha çok ağlatacak” ise böyle bir lüksümüz yok demektir!

Kaldı ki “terör örgütü silah bırakmadan yapılan Oslo görüşmeleri”nin gelinen noktada büyük rolü olduğunu, PKK’nın “ne kadar saldırırsam o kadar çabuk sonuç alırım” düşüncesine geldiği de unutulmamalı!



Bu yaralı ana mı terörist?

Başında kanlı yaralar ve elinde sarıldığı bayrakla acıdan kıvranırken “Bu millet için görevimi yaptım, bunu hak etmedim” diye ağlıyor 73 yaşındaki Hasibe ana.. “Zamları protesto etmeye değil, Cumhuriyeti kutlamaya gittim. Vatana millete hayırlı 4 evlat yetiştirdim, ben terörist değilim” diye haykırıyor..

İki kolu, kaburga kemiği kırılmış ve başındaki yaralarla şimdi hastane odasında, haftalarca da kalması gerekiyormuş iyileşmek için.. O ise hala “bir an önce sağlığıma kavuşup 10 Kasım’da yine Anıtkabir’de olmak istiyorum” diyor, bu durumda bile tek üzüntüsü 35 yıllık bayrağını Ulus’taki polis müdahalesi sırasında kaybetmiş olmak (Fotoğraflar ve haber Sözcü gazetesinden alınmıştır)..

NE SORUŞTURMASI YAHU?

Şimdi elimizi vicdanımıza koyup düşünelim; bırakın çektiği acıları, kendine ve ailesine bu halde uzun süre bakamayacak olmanın ve bu durumun vereceği maddi manevi sıkıntının yanında hala sadece “10 Kasım’da iyileşmeyi ve Anıtkabir’e koşmayı” düşünecek kadar ülkesini, Ata’sını, bayrağını seven bir kadına nasıl “terörist” veya “illegal örgüt mensubu” ya da “bir parti nedeniyle yürüyüşe katılmış olmak” yakıştırılabilir? Polis müdahalesini dinlemeden yürüyüş yapanlar için soruşturma açılacakmış, mesela Hasibe Özbay’a da mı açılacak?

Gerçek teröristlerin ayağına mahkemeler kurulmuş olan ve “daha da çok gelecekler” diye sevinçle haberi verilen bir ülkede, PKK’nın yaptığı veya PKK destekli yürüyüşler için sadece “polisin güvenlik önlemi aldığı” ülkede Cumhuriyet Bayramı’nda Anıtkabir’e gitmek isteyen halk mı cezalandırılacak? Millet kendi polisi ile karşı karşıya getirilecek ve onun tarafından böyle darp mı edilecek?

Gelinen nokta çok üzücüdür ve bir daha asla olmamalıdır. Sadece “Hasibe ana”nın yaşadıkları bile “Cumhurbaşkanı’nın Vali’ye yaptığı uyarının haklılığını” gösteriyor. Bir de o uyarı yapılmamış olsaydı kim bilir bu toplum daha ne acılar ve ne utançlar yaşayacaktı!

Yazının devamı...

Gül müdahale etmeseydi..

Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasında son zamanlarda daha belirgin hale gelen görüş ayrılıkları Cumhuriyet Bayramı kutlamaları konusunda iyice açığa çıktı.. Başbakan önce “Valilik tarafından istihbarat alındığını” söyleyerek sokak yürüyüşlerinin yasaklandığını bildirdi.. Sonra halkın yasak dinlemeyip, polis barikatlarını aşarak yürüyüşleri gerçekleştirmesi üzerine “Sokağın terörize edildiğinden, illegal örgütlerin yürüdüğünden” söz etti.. “Bu ayırımcılıktır, bölücülüktür” bile dedi..

Cumhurbaşkanı Gül ise; “Herkes bayramı kırıp dökmeden, başkasını rahatsız etmeden istediği gibi kutlayabilir” dedi.. Vali’yle görüşerek “gerginlik yaratacak eylemlerden kaçınılmasını, polisin yürüyüş yapanlara toleranslı davranmasını” istediği açıklandı. Demokrasi adına güzel, olumlu bir girişimdi bu..

Ve bildiğiniz gibi Başbakan buna karşılık “Cumhurbaşkanı’nın barikatları kaldırma emri verdiğine inanmadığını, çift başlı yönetim olamayacağını” söyleyerek “Başkanlık sistemi istediğini” tekrarladı.

HATALARA MÜDAHALE..

Oysa örneğin Ankara Ulus’ta başlayan yürüyüşün önündeki polis barikatını, sıkılan biber gazı ve tazyikli suya aldırmadan ve polisle yüzyüze çekişmelere rağmen aşarak Anıtkabir’e yürümek isteyen kalabalıklar eğer polis daha da kaba bir güç kullansaydı büyük zarar görecek, belki de can kaybı bile yaşanacaktı. Düşünün; ülkenin polisi, ülkenin vatandaşına yani “cumhur”a karşı.. Halkla güvenlik gücü “düşman” halinde.. Ve yine düşünün; eğer can kaybı olsa neler olurdu, dünyaya nasıl yansırdı.

Cumhurbaşkanı Gül’ün yaptığı “devletle toplum arasında olası bir büyük krizi önlemek” olduğu kadar “Türkiye’nin imajının birçok hukuksuz gelişmeden sonra artık tamamen baskıcı Arap ülkeleri haline dönüşmesini” de önlemek olmuştur. Başbakan’ın “Çift başlı yönetim olmaz” sözünden sonra Gül’ün yaptığı “Önce tabii Cumhurbaşkanı olarak Cumhuriyet Bayramı’nın bütün ülkede nezih şekilde kutlanmasıyla ilgili dikkat çekmemden daha doğal bir şey olamaz. Herkesin gayet dikkatli bir şekilde ne konuştuğuma bakması lazım” açıklaması da gerektiğinde Cumhurbaşkanı olarak hataları önlemek için müdahale etmekten çekinmeyeceğini net olarak anlatıyor.

HALK SEÇİMİ VE BAŞKANLIK!

Bu olayda Cumhurbaşkanı Gül ’ün haklılığı ve “demokrasiye, demokratik haklara daha çok önem verdiği, devletin ‘gücünü yanlış kullanmaması’ yönündeki dikkati” görülüyor ama bu görüş farklılığı geleceğe nasıl yansıyacak?

Öncelikle; uzmanların, siyaset bilimcilerin daha önce vurguladıkları; “eğer cumhurbaşkanını halk seçerse güçler çatışması ortaya çıkar. Halkın seçtiği başbakanla, halkın seçtiği cumhurbaşkanı çekişmesi olur” görüşünün ciddi şekilde tartışılması gerektiği anlaşılıyor.. Ama öte yanda, bu olaydaki görüş farklılığına kızdığı anda Başbakan’ın hemen “Ben Başkanlık sisteminden yanayım” demesi zaten başka bir seçeneğe fırsat verilmeyeceğini de gösteriyor.

İşte tam bu noktada geleceği hakkında doğru kararı vermek milletin sorumluluğuna kalacak.. Başkanlık sisteminin başarıyla uygulandığı tek ülke olarak gösterilen ABD’de bunun nedeninin “eyalet yapısı ve bağımsız-güçlü bir yargı” olduğu, alt yapısı böyle olmayan ülkelerde ise sonucun “diktatörlüğe” varan tek adam rejimine varacağı yine uzmanlar tarafından açıklandı biliyorsunuz. Bu nedenle Türkiye “terör, Suriye gerginliği” gibi önemli sorunların yanında bir de “başkanlık sistemi” tartışmaları yaşayacak ve belki de çok ciddi tehlikelerine rağmen bu karar uygulamaya konacak.

GÜL BAŞKANLIĞA KARŞI

Cumhurbaşkanı Gül “basın özgürlüğünün önemli olduğunu, hiç kimsenin görüşlerini medya yoluyla açıklaması nedeniyle hapse düşmemesi gerektiğini, düşüncelerin korkusuzca paylaşılması gerektiğini”, “tutuklu milletvekillerinin yerinin Meclis olduğunu” söylediği gibi “başkanlık sistemine karşı olduğunu, bunun başka sorunlar getireceğine inandığını” da daha önce söyledi.. Ki bunların hepsi “demokrasiye bakış açısının Hükümet’ten çok farklı olduğunu” gösteriyor..

Cumhurbaşkanı veya “eğer herşeye rağmen sistem mutlaka değiştirilecekse” Başkan olarak onu güvenilir, tercih edilir kılıyor. Tabii eğer yarıştan kolayca çekilmezse.. Böyle bir karar kendi adına da, demokrasi adına da kayıp olacaktır!



Politik oyun!

Dün bir komşumla konuşurken söz Cumhuriyet Bayramı konusuna geldi.. Ve tabii “Başbakan-Cumhurbaşkanı çekişmesi”ne.. Biraz sohbetten sonra komşum “bilmem ki” dedi, “bu da politik bir oyun olabilir mi?”.. ‘Nasıl yani’ diyecek oldum, “son yıllarda her şey göründüğünden o kadar farklı ki, bu tartışma bile kararlaştırılmış bir tartışma olabilir diye düşünüyor insan” cevabını verdi.. Ben böyle düşünmüyorum, Gül’ün bu tepki ve kararlardaki içtenliğine inanıyorum, umarım öyledi.



Suriyelilere 400 milyon TL..

Öyle bir haber ki insana “daha duymadığımız ne rezalet kaldı” dedirten cinsten.. Van’ın Başkale ilçesinde şehit olan Jandarma Çavuş Tarık Komonovalı’nın ailesine bağlanan maaş 16 yıl sonra geri istenmiş. Hem de paranın kendisi 54 bin TL olarak ve 16 bin TL faiziyle.. Bu da Afyon Milletvekili Ahmet Topbaş’ın Milli Savunma Bakanlığı’na verdiği soru önergesiyle ortaya çıkıyor, kim bilir daha duymadığımız ne haksızlıklar var..

Peki, Maliye Bakanı Suriyeli mülteciler için bütçeden “400 MİLYON TL” harcandığını açıkladı.. Güney illerimizde tehlike yaratacak şekilde 100 binlerce mülteci alınıyor ve onlara 400 milyon TL harcanabiliyor da, bunu yapacak kadar zengin(!) ülkede şehidimizin ailesine veya gazilerimize verilen “10 bin”ler neden ağır geliyor? Tamam, beğendik, güzeldi ama Boğaz’da yapılan Cumhuriyet kutlaması gösterisine “milyonlarca TL” harcanabiliyorsa şehit ailesine 16 yılda verilen “54 bin” TL’cik neden faiziyle birlikte geri isteniyor?

Düşünün o aile evladını bu ülkenin huzuru için kaybediyor ve mültecilerin rahatı sağlanırken kendisi neyle karşılaşıyor.. Şehit ailesi o parayı toplayamaz ve ayrıca bu üzüntü zaten evlat acısı çeken bir aileye reva görülemez. Devlet bu olayları, dayanılmaz çelişki ve haksızlıkları yaratmaktan vazgeçmelidir artık!

Yazının devamı...

Mehmet Akif cumhuru tanımış!

Biraz tatil yapayım dedim ama “CUMHURİYET BAYRAMI”mızda olanlara dayanmak ve üzerinde durmadan geçmek mümkün değil, bir hafta bitmeden başladım yeniden..

Parçalanmış ve yok olmanın eşiğinde bir ülke ve saltanat rejiminden özgür ve güçlü bir devlet yaratan ve bunu “Cumhuriyet rejimi” ile taçlandıran “büyük Ata”ları ve tüm atalarıyla gurur duyan bir millet (cumhur) var ortada.. Kendisine miras bırakılan bu gururu da “Cumhuriyet’in ilan edildiği gün” coşkuyla yaşamak, aynı zamanda bu büyük başarıyı yoktan var eden kahramanlara minnetini göstermek istiyor..

Ama inanılmaz, akıl almaz, dünyada benzeri olmaz şekilde “devletin başındakiler” tarafından bu coşku ve istek engelleniyor.. TBMM’nin açıldığı ve Cumhuriyetin ilan edildiği başkent Ankara’da “istihbarat var, Valilik istihbarat almış” mazeretiyle halkın “ilk Meclis” önünde toplanması, hatta Atatürk’ün naşının bulunduğu (hala yaşatıldığı için “mezarı” diyemiyorum) ve her zaman özgürce koştuğu Anıtkabir’e gitmesi bile yasaklanıyor.

BAYRAĞA TEKME!

Öyle yasaklanıyor ve öyle önlemler alınıyor ki polis Ankara Ulus Meydanı’nda toplanan ve yürüyüş yapmak isteyenlere biber gazı ve tazyikli su sıkıyor.. Elinde Türk Bayrağı olan vatandaşlar polis tarafından tekmeleniyor. Birinci Meclis Binası’na yürümek isteyenlere de Anıtkabir’e yürümek isteyenlere de biber gazı ve tazyikli su sıkılıyor.. Sanki polisin karşısında “vatandaş” değil de düşman askeri var, öylesine bir hırs ve kararlılık söz konusu..

Diğer illerden başkentteki yürüyüş ve kutlamalara katılmak üzere yola çıkan kalabalıklar da polis tarafından otobüslere izin verilmeyerek, sorunlar çıkarılarak engelleniyor, araçlar zorla otoparklara çekiliyor..

Atatürk anıtlarına çelenk koymak isteyen siyasetçiler de polis engeliyle karşılaşıyor, çelenkler bile kavga dövüş konabiliyor..

HANGİ ÇILGIN ZİNCİR VURACAK?

Ve sonunda tüm engellemelere, tüm yasaklara-tehditlere rağmen beklenen oluyor.. Millet aynen; Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nda “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım. Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım” diyen dörtlüğünde ifade ettiği gibi “hiçbir zincirden etkilenmeden, bendini aşarak, enginlerden taşarak” yüz binlerle sokaklara dökülüyor.

İzmir’de 200 binden fazla vatandaş Cumhuriyet Bayramı’nı coşkuyla sokaklarda kutluyor. İstanbul, Ankara ve diğer illerde de yüz binlerce kişi sokakta..

TARİHE GEÇECEK FOTOĞRAF!

Ankara Ulus meydanında “tarihe geçecek bir fotoğraf” var; Ortada polis araçları ve sıkılan tazyikli su, etrafında hiç umursamadan yürüyüşe devam eden kalabalıklar.. Ellerinde Atatürk posterleri ve bayraklarla Ankara sokaklarından akın akın, iğne atsanız yere düşmeyecek şekilde Anıtkabir’e koşan on binler.. İşte o an, kim ne derse desin o tablo insanın ulusuyla göğsünün kabardığı bir gurur tablosudur.. Her ne kadar siyasi hale sokulmaya çalışılsa da “Helal olsun size, İstiklal Marşı’mızın gerçeğe uygunluğunu ispatladınız” dedirten fotoğraftır.

CHP’YLE İLGİSİ YOK

Başbakan Erdoğan “Cumhuriyeti cumhur korur.. Yaşananlar Cumhuriyet Mitingleri’ne benziyor... CHP kaybeder” dedi.. “Cumhuriyeti, cumhurdan kurtarıp kendi tekeline almak isteyenlerin yürüdüğünü” söyledi.. “Sokağı terörize edenler” dedi.. Hepsi çok şaşırtıcı sözler, herhalde polisin engellemesi başarılı olamayınca aceleyle, hazırlıksız söylendiği için olmalı.. “Cumhuriyeti cumhur korur” kısmı doğru ama aynı cumhurun “Cumhuriyetiyle övünme, gurur duyma, onu özgürce, gönlünce ve coşkuyla kutlama hakkı” da vardır, onu kendisine armağan eden atalarını anma hakkı da..

Milyonlarca vatandaşın ülke genelinde (yasaklara-engellere rağmen) bunu israrla yaptığı, hakkını kullanmasına konulan ipoteği dinlemediği görülürken Başbakan’ın hala “Cumhuriyet Mitingleri” benzetmesi yapması veya “CHP’ye mal ederek halkın tepkisini anlamıyor gibi davranması” inandırıcılıktan uzak olduğu gibi gelecek adına da endişe verici görünüyor.

‘OY’ HERŞEY DEĞİLDİR!

Tepkiyi o herkesten iyi anlamalı ki gelecekte bu tür baskılardan vazgeçilsin. Başbakan 29 Ekim’den önce de “yürüyüşlerin, sokak kutlamalarının yasaklanması” konusunda “CHP’li belediyelerde yürüyüş olabilir” demişti ki bu da bir başka yanlıştı.. Ve asıl Başbakan’ın bu sözleriyle Cumhuriyet Bayramı “bir partinin tekeline” sokulmuştu.. Oysa Cumhuriyet tüm toplumun, milletin Cumhuriyeti olduğuna göre bayramı da herkesin bayramıdır ve sokaklarda kutlayan “cumhur”un “cumhur olmadığını” iddia etmek de anlamsızdır.

O milyonlara “ulusalcılar” veya “Kemalistler” gibi tanımlar yakıştırabilmek, “hükümet bu baskı ile puan kaybetmez” diyebilmek, her şeyi ve hatta olmayacak baskıları “oy hesabına göre” değerlendirmek ise ancak Türkiye gibi değerlerini kaybetme noktasındaki ülkelerde görülür.

GACUR GUCUR

Hüseyin Çelik’in “Bürokratik Cumhuriyet’ten demokratik Cumhuriyet’e geçişi hazmedemeyenler sesini yükseltiyor. Paslı çivileri söktüğünüz zaman gacur gucur ses çıkar. Bu çıkan gacur gucur seslerin anlamı da budur” sözleri de “demokratik” kelimesine yeni bir tanım aramayı gerektirecek kadar çelişkilerle dolu..

Milletin, yani dillerden düşürülmeyen “cumhur”un, kendi iradesiyle kendisini yönetmesini sağlayan rejimin gelişini kutlamak istemesiyle “paslı çivi sökmek” arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Yoksa “demokratik Cumhuriyet”ten kastı polisin “milleti biber gazı ve tazyikli su” ile engellemesi, bayraklı vatandaşı tekmelemesi midir?

SADDAM, ESAD VE SONRA?

Dünya bu tür olayları Arapların baskı rejimlerinde görüyordu, şimdi Türkiye’de de görür oldu.. Biz Saddam’ın, Esad’ın ülkelerinde olanlara acırken benzerini kendi halkımıza mı reva görecek ve acınası hale düşeceğiz? Bunu yaparken ne hakla bir yandan da “Esad’ın halkına yaptıklarını” eleştireceğiz?

2012 yılının Cumhuriyet Bayramı’nda yaşananlar gerçekten de Cumhuriyet’e hiç mi hiç yakışmadı, umalım da gelecek yıllarda bir daha yaşanmasın! Sevgili okurlarım, Kurban Bayramınızı kutlamıştım, geçmiş Cumhuriyet Bayramı’nızı da kutluyorum. Daha nice yıllara İnşallah!

Yazının devamı...

Milli irade özgür mü, değil mi?

Yarın mübarek Kurban Bayramı’nı kutlayacağız, hayırlı uğurlu olsun. Umarım Allah bayramda edilen duaları kabul eder de bundan sonra daha huzurlu ve şiddetten, kavgadan, intikam-rövanş alma hırslarından uzak günler yaşarız. Umarım o gencecik aslan gibi askerlerimizi arkalarında yüreği yanık analar, babalar, eşler, evlatlar bırakarak kaybetmeyiz.

O kadar çok haksızlığın ve öfkenin, bitmeyen hırsların, gıcırdatılan dişlerin, sırtlan benzeri sahte gülümsemelerin arkasında gizlenmiş kinlerin bulunduğu bir ülkede yaşıyoruz ki artık bayramlar bile sevindirmiyor insanı.. Buruk, hüzünlü geliyor herşey..

GÜNAHLAR AFFEDİLİR Mİ?

Merak ediyorum, bunca insanın haksızlığa, hukuksuzluğa uğratıldığı, örneğin; katiller ve onlarca can almış teröristler serbest bırakılırken “somut bir suç işlememiş, bir takım iddiaların kurbanı olmuş” yüzlerce insanın neredeyse ömür boyu hapse mahkum edildiği ülkede bunu yapanlar ve yapılmasına susanlar kurban kestiklerinde günahları affedilmiş mi olacak? Yürekleri huzur mu bulacak?

Geçen akşam TV’de yine malum iki kadın gazeteci (hem değişmeyen, tekrarlayıp durdukları söylemlerinden dolayı “malum”lar, hem de ekranda kendilerinden başka kadın gazeteci bırakılmadığı için) oturmuş Mustafa Balbay’ın 2002 yılında Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’la yaptığı röportajdan bahsediyor ve “Yeni hükümet için bir şey söylemeyecek misiniz? Bir mesaj da vermeyecek misiniz” demesinin 4 yıldır hapiste olmasına yetecek bir neden olduğunu savunuyorlardı.. Oysa apaçık ortadadır ki Altan Öymen’in de programda söylediği gibi gazeteci özellikle önemli kişilerle röportaj yaparken, böyle bir fırsat yakalamışken “ağzından laf almak” için zorlar..

ACIMASIZ SUÇLAMALAR

O durumda da “ortada TSK’nın hassas olduğunun bilindiği laiklik meselesi” vardı ve yeni hükümetin “laiklik açısından sorunlu” olduğu da Erbakan döneminden beri biliniyordu.. Balbay’ın sorusu büyük ihtimalle bu konuda bir mesajı, bir “laiklik vurgusu”nu kastetmekteydi, herhalde “darbe yapar mısınız” diye soracak değildi.. Ama bu hanımlar ekranda “unutturmayalım, bu gazeteciler kendi sınırlarını aştılar, orduyla yakın ilişkiye girdiler” yarışıyla meslektaşlarını suçlamaktan vazgeçmediler.

Eeh, rahmetli anacığım “bu da geçer yahu” sözünü sıkça tekrarlardı, bayramı “işlemedikleri suçlar nedeniyle” cezaevinde geçirecek gazeteciler ve diğerleri için de “işledikleri suçlara rağmen” serbest bırakılanlar için de adalet bir gün yerini bulacaktır. Ama aynı adalet bu haksızlıkları gözünü kırpmadan yapanlar için de vardır, en azından adı “vicdan” olanı bir gün rahatsız edecektir yapanı!

CUMHURİYET BAYRAMI

Kurban Bayramı’nı milletçe kutlayacağız, dini bayramlarımızı kutlayabiliyoruz, neyse ki orada sorun yok ama bundan sonra “milli bayramlarımız”ı kutlamak yasak olacak gibi görünüyor.. Törenleri kaldırma eyleminde 19 Mayıs’lardan başlayıp 23 Nisan’a geçtik, 30 Ağustos “şöyle bir kutlandı” ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na geldi sıra.. Valilikler milletin bayram kutlaması için yürüyüşünü bile “yasa dışı” hale nasıl getirdiler akıl almaz ama buradaki soru gerçekten “tarihe geçecek kadar” önemli..

Milli irade özgür mü değil mi? Kendi istedikleri her konuda “Milli irade ne derse o olur” diyen Hükümet acaba “milli iradenin milli bayramını kutlama iradesi”ne yönetim tarafından ipotek konmasını nasıl açıklayabilir? “Özgür mü, değil mi” sorusunun cevabını kim verecek?

Daha da önemlisi; Cumhuriyet Bayramı’nı sokakta kutlamak isteyen kalabalıkları valilikler nasıl durduracak, biber gazıyla mı?

KURBAN KESİMİNE DİKKAT!

Kurban kesmek dini bir görev ama “kurban parasının bağışlanabileceği”ni de Diyanet açıklamıştı.. Ben “Gelsin biftekler, yiyelim” deyip diğer tarafta kurban kesimine karşı çıkanlardan değilim. Çocukluğumdan beri “kurban kesilen” aileler içinde bulundum, kendim de kestirdim ve dağıttım. Yıllardır kurbanlarımızı “Mehmetçik Vakfı”na bağışlıyoruz. Ama bayram nedeniyle “hamile veya yaşı çok küçük hayvanların” kesilmesi, kesim işini bilmeyenlerin ve hayvanlara acı çektirenlerin “bana sevabı olsun” diye can çekiştirerek hayvan kesmesi ve buna benzer yanlışları izlemeye katlanmam mümkün değil.

Ne ekranlarda gösterilen “kan gövdeyi götürüyor, sokaklardan akıyor” görüntüsüne tahammülüm var, ne de koyun eti yemeye.. Koyun-kuzu hiç yemiyorum ve aslına bakarsanız artık neredeyse hiç et yememek noktasındayım. Bayramda da tek umudum kurban kesiminin kurallara uygun yapılması.. Tek umudum bu!

Sevgili okurlarım, Kurban Bayramınızı en iyi dileklerimle kutluyorum.



Motorlarınıza bakın!

Birkaç gün önce bir veterinerde “araba motoruna girdiği için ön sağ bacağı ezilen” ve bu nedenle kesilen, acılar içinde bir kedi yavrusu gördüm. Miyavlaması kapının dışından duyuluyordu.. O minnacık, sevimli yüze, acısını anlatan gözlere bakmaya dayanamıyor insan.

Lütfen ama lütfen arabalarınızı çalıştırmadan kapağı açıp bir kerecik bakın. Bu sizin iki dakikanızı alır ama bir can kurtarabilirsiniz.. Havalar soğudu, şiddetli yağışlar başladı, çoğu araba motorlarına saklanıyor, UNUTMAYIN! Onlar kendini kurtaramaz ama siz yapabilirsiniz.



Bana izin!

Bayramdan başlayarak kısa bir süre ben de tatil yapacağım. Merak etmeyin, buralardayım, uzun sürmez. Tekrar görüşene kadar kalın sağlıcakla!

Yazının devamı...

Hilmi Özkök’e sorular...

Bir süre önce “İki tümamiral”den mektup geldiğini belirterek bunlardan birini sizinle paylaşmıştım. İkinci mektup; Tümamiral Semih Çetin’den gelen ise Balyoz davası denilen dava ve Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök ile eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman hakkında önemli bilgi ve sorular içeriyor.

Bana yazmasının asıl nedeninin medyadaki tartışmalarda “davayı tüm detaylarıyla inceleme fırsatı bulamamaktan doğan bazı hataları dile getirmek” olduğunu bildiren Semih Çetin “Bu çok önemli, çünkü hatalı değerlendirmeler işin aslını bildikleri halde ideolojik nedenlerle olayı saptıranların ekmeğine yağ sürüyor” demiş. Bakalım “Benim payıma da 18 yıl ceza düştü. Vatan sağ olsun. Yargılama süresince hukuku katleden bir mahkemenin adil bir karar vermesini bekleyecek kadar saf değilim. Bunca adaletsizlikten sonra Yargıtay sürecinden de bir beklentim yok” girişinden sonra neler anlatıyor.

BİNLERCE HATALI BELGELER

“Dava konusu planda yer alan ‘imzasız dijital belgelerin sahteliğini’ kanıtlayan 1600’den fazla maddi hata, yurt içi ve dışından alınmış 20’den fazla bilirkişi raporuna rağmen sanıklar cezalandırılmıştır.

“Şiddetle karşı çıkılacak bir söylem daha var. ‘Bu cezalar da ağır olmuş. Ayrıca herkese aynı ceza verilerek haksızlık yapılmış.’ Oysa sanıklar bir gün cezayı bile hak etmemişlerdir. Dünyanın bütün demokratik devletlerinde bu dava ilk sorgularla çöker, tüm sanıklar beraat eder, ayrıca mahkeme bu sahte belgeleri hazırlayanlar hakkında derhal adli işlem başlatırdı.”

“... Komplocular sahte belgeleri hazırlarken hiç özen göstermemiş, binlerce hata yapmış. Neden? Çünkü başarıdan eminler. Bu hukuk ayıbına ‘dur’ diyebilecek konumda olanların ihanetini öngörmüşler. İnsanın içini acıtan da bu..”

ONLARCA BİLİRKİŞİ RAPORU

“Yıllarca devlete hizmet etmiş insanlar ‘Balyoz belgeleri düzmece, başka kişilerce suç atmak maksadıyla hazırlanmış’ diye haykıracak, ulusal ve uluslar arası güvenilir kurum ve kuruluşlardan alınmış onlarca bilirkişi raporu bu tezi destekleyecek (...) ama bir gazetecinin iddiasıyla bunca askerini sanık yapan devlet bu iddiaları araştırmayacak. Olacak iş mi?”

“Kimse bu haksızlığa dur demedi. Tam tersine, mahkemeye iki gün kala “sanıklar hakkında daha önce tahliye kararı veren mahkeme başkanının değiştiğini” gördük.”

ÖZKÖK İSTESE KONUŞABİLİRDİ!

“Hilmi Özkök, suç unsuru olarak gösterilen ‘tüm dijital verilerin sahteliğini’ göz ardı ederek, sanki Balyoz davasında ‘kendisinin Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde, emrinde çalışan komutanlarla yaşadığı gerçek olaylar’ yargılanıyormuş kanısı uyandıracak açıklamalar yaparak kamuoyunu etkiledi.

Balyoz tertibinin medyadaki tetikçilerine bolca malzeme verdi. Tanıklık yapmak için mahkeme çağrısına gerek yoktu. Neden gelmedi? Cevap veremeyeceğini bildiği sorulara muhatap olmamak için mi?”

NEDEN GEREĞİNİ YAPMADI?

Mektup devam ediyor: “Örneğin ben kendisine şu soruyu sorardım; Emrinizdeki komutanların suç teşkil edecek bir faaliyetini tespit ettiyseniz, Genelkurmay Başkanı olarak neden gereğini yapmadınız? Aylardır susan Özkök, mahkeme kararı açıklandıktan sonra, sanki kendisine mahkemeyi aklama görevi verilmiş gibi birden ortaya çıktı. Yargılama sürecinde hukuku çiğneyen, tanıklarımızı dinlemeyen, lehimize bilirkişi raporlarını yok farz eden, raporları güvenilir bulmuyorsa ‘yeni bir bilirkişi’ tayin etmesine yönelik talepleri reddeden, verdiği kararla vicdanları yaralayan mahkemeyi ‘Adil yargılama yapılmadı diyemem, mahkeme titiz davrandı’ sözleriyle basında savunmaktan bile çekinmedi. Bu haksızlığın baş sorumlusu oldu.”

YA AYTAÇ YALMAN?

“Gelelim bu süreçte en az Özkök kadar, belki de daha fazla sorumluluğu bulunan Aytaç Yalman’a.. Hilmi Özkök, iddianamede ‘darbeyi önlediği’ öne sürülen, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın darbeyi önlemek bir yana, bir toplantıda ‘muhtıra’ konusunu gündeme getirdiğini iddia etti. Böyle bir ifade kullanmadığını söyleyen Yalman’ı ‘Bazı şeyler unutulmaz’ diyerek tekzip etti. Oysa bunları mahkemede söylemiş olsalardı, ben de iddia makamına şunu sorardım;

‘Sayın Savcı, iddianamede darbeyi önlediğini söylediğiniz kişi darbeyi önlemek bir yana gerçekte ‘muhtıra verilmesi’nden bahsetmiş. Bu iddianameyi şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?’

Belki de Yalman bu ifadesinden dolayı yargılanma endişesiyle, ‘mahkeme çağırmıyor’ bahanesine sığınıp ‘kendi rızasıyla tanıklık yapmaya’ gelmedi.”

MUHTIRA SERBEST Mİ?

Bu mektupta çelişkili mahkeme kararlarını ortaya koyan önemli bilgi ve sorular var. Örneğin; o dönemde henüz Harp Akademisi öğrencisi olan isimler tutuklanırken diğer tarafta “muhtıra isteyenler”e soru bile sorulmaması.. Bu muhtıra konusu karışık, konuşurken herkes “muhtıra”yı darbeden farksız bir suç gibi gösteriyor ama soruşturulmuyor. 27 Nisan muhtırası da aynen böyle..

Sonuç olarak Hilmi Özkök ile Aytaç Yalman’ın tüm ifadelerinde (“darbeyi ben önledim” yarışı yaparlarken de) açık çelişkiler göze çarpıyor. Dijital verilerdeki çok sayıda hatayla ilgili bilirkişi raporlarının hiç göz önüne alınmaması da atlanacak gibi değil. Bu nedenle davanın kapatılması gerçekten ciddi bir hukuk hatası sayılır. Bakalım Yargıtay sürecinde neler olacak.

(NOT; Eğer bu davada gerçekten bu anlatılan hukuk hataları ve haksızlıklar yapıldıysa “Hayatının geri kalanını hapiste geçirmek zorunda kalacak insanlar”ın duygularını düşünün, bunu hak etmediği halde özgürlüğünü bir tek gün kaybetmek bile çekilemezken 18-20 yıl’ları düşünün. Bu durum “insanlık dışı” değil ise nedir?)



Güvenlik butonu meselesi!

Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin tehdit altındaki kadınları şiddetten korumak için tehlike anında tek tuşa basarak “savcı-polis ve jandarma”ya aynı anda sinyal gönderilecek butonlu koruma sistemini Bursa’dan başlatmış.

Başlatırken “Şiddete karşı başımızı kuma gömmeyeceğiz, sıfır toleransla mücadeleye devam edeceğiz” dediği çok güzel bir konuşma da yapmış. Bu gibi adımlar ve Bakan’ın yaptığı bu tür net ve kararlı konuşmalar caydırıcılık açısından da, kadınların biraz olsun güvence altına alınması açısından da çok önemli. Ama tehdit altında olmadığı halde sapıkların, katillerin hedefi olan, aile içi tecavüz tehlikesi yaşayan kızları, kadınları, çocukları koruyacak önlemler de düşünülmeli.

Suçlara “affa uğramayacak ağır cezalar” da sağlanmalı. Bakan’dan bu adımları da en kısa zamanda bekliyoruz! Keşke bunlar 10 yıl önce yapılsaydı da bu kadar çok kadını, çocuğu kaybetmeseydik. Kim bilir şu anda bile kaç tanesi çaresiz şekilde sapık ve katillerin karşısındalar, gerçek bu maalesef. Kaybedecek zaman yok!!

(NOT: Kim bilir bu canice eylemler öncesinde ve sırasında o zavallı kadın ve çocuklar “kurtulmak için” nasıl yalvarıyorlar ve fayda etmiyor. Çözüm arayanlar ve ceza verecek hakimler bunu akıllarından çıkarmamalı!)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.