28 Şubat soruları kime sorulmalı?
.
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyet tarihindeki en önemli iki darbeden biri olan 12 Eylül konusunda, kapı gibi bir muhtıra olan 27 Nisan konusunda bu kadar tantana yapılmıyor olsa da TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu “MGK kararının söz konusu olduğu, bu kararın altında dönemin Başbakanı ve bakanlarının imzaları bulunan” 28 Şubat’la ilgili olarak gazeteciler dahil herkesi mahkeme huzurundaymış gibi sorguluyor.. Deniz Baykal’ın “Bunu yapmaya yetkiniz yok, önce yetkinizi sorgulayın” demesine rağmen kendilerinde bu yetkiyi görüyor olmalılar ki aynen devam etmekteler.
Son olarak RP’li Şevket Kazan konuşmuş ve “28 Şubat’taki MGK Bildirisi’nin ardından Meclis’te ortak bir bildiri yayınlamak için ANAVATAN Genel Başkanı Mesut Yılmaz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i ziyaret ettiklerini ama onların gülüp geçtiğini” söylemiş.
ÇİLLER NEDEN ŞİKAYETÇİ OLMADI?
O anlarla ilgili görüntüler bulunmadığına göre “gülüp geçme” kısmı büyük ihtimalle kendisine aittir, zira Ecevit de, Baykal da daha önce asker tarafından “Zincirbozan”a kapatılmış isimler olarak askerden hükümete gelen bir baskıya “gülüp geçmez”lerdi herhalde.. Buna inanmak tam saflık olur artık..
Diğer tarafta dönemin koalisyon ortağı, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller 28 Şubat konusunda hiç de sıkıştırılmamışken ve kendisi her nasılsa “kimseden şikayetçi olmadığını” söyleyerek kolayca Komisyon konusunu kapatmışken, ayıptır sorması; sorumluluk nasıl oluyor da dönemin muhalefet partilerinin liderlerine atılıyor? Şevket Kazan “Türkiye’deki bütün darbelerin ve darbe teşebbüslerinin arkasında ABD’nin olduğunun unutulmaması gerektiğini” de söylemiş.
ABD’Yİ SORSUNLAR!
Doğrudur, sadece darbelerin değil, “seçimler”e varana kadar, Suriye iç savaşına Türkiye’yi atıp başımıza daha da büyük bir PKK derdini açmanın, onun sonucunda “bağımsız bölge”ye gidecek girişimlerin başlatılmasının ardında da ABD var öyle değil mi? Bunu Amerikalı yazar bile söyledi.
28 Şubat’ın arkasında olması hiç şaşırtıcı değildir. Mesela; o dönemde Çiller’in yanında “5 tane ABD’li danışman” bulunduğu anlatılıyor, hatta isimlerini bile verebilecekleri söyleniyor. Acaba bu doğru mu? Doğruysa neden gerek duyulmuştu, bunları Çiller açıklamalı değil miydi?
Ayrıca, Şevket Kazan’ın muhalefet partilerini suçlamasına hiç gerek yok, onlar “ortak bildiri”ye katılmadıysa Hükümet tek başına bildiri yayınlasaydı ve hatta kararların altına imza atmasaydı.. Hükümet sesini kesip oturduysa, Çiller “Erbakan’dan sonra ben Başbakan olurum” diye sustuysa şimdi suçlayacak adam aramaktan daha anlamsız ne olabilir ki?
Milletvekilleri de hapiste!
PKK’nın şehir yapılanması KCK üyelerinin hapiste olması nedeniyle cezaevlerinde yapılan açlık grevleri gündemden düşmüyor.. Geçen Perşembe günü Sağlık Bakanlığı’nın “ölüm orucu”ndakilere müdahale ettiği haberi vardı ki doğru bir girişim; terör örgütünün kolu olsalar da, KCK onlar adına Irak’ta görüşmeler yapıp karar aldırsa da devletin kendi cezaevlerinde insanların ölüm orucuna göz yummaması lazım. Gerçi cezaevinde yıllarca “tutuklu” diye mahkum hayatı yaşatılan ve somut bir suç eylemi görülmemiş başkaları kanserden öldüğünde, evladını kaybettiğinde bile devlet umursamadı ama olsun.. “İnsan canı” konusunda devlet duyarlı olmalıdır.
Birkaç gün önce Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in “tutuklu milletvekilleri” ile ilgili konuşması da haberdi. Çiçek “Onların serbest bırakılarak görevlerinin başına dönmeleri için elinden geleni yaptığını ama belli noktalarda zorlukla karşılaştığını” söyleyerek “seçilmiş” olmalarına rağmen tutukluluğu bitirilmeyen milletvekilleri için şimdilik ümit olmadığını açıklıyordu. Yani; dünya çapında ünlü bir cerrah olan ve Türkiye’de organ nakli gibi çok önemli bir alanda öncülük yapmış olan Prof. Mehmet Haberal yıllardır cezaevinde.. Türkiye’nin en tanınmış gazetecilerinden Mustafa Balbay yıllardır cezaevinde, terörle mücadeleye yıllarını vermiş Emekli Korgeneral Engin Alan üstelik mahkum edilerek cezaevinde.. Onlar milletvekili ve BDP Milletvekili “seçilince” serbest bırakılmış olmasına rağmen ısrarla bırakılmıyorlar..
EŞİTSİZLİK-HAKSIZLIK
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a varana kadar yüzlerce emekli ve muvazzaf asker cezaevinde, çoğu (Bilirkişi raporları bile dinlemeyerek) neredeyse ömür boyu hapse mahkum edilmiş.. Üstelik ortada “tutuklanma ve mahkumiyet” nedeni gösterilen olayların kesin kanıtları dahi yok.. Ama onlar ölüm orucu yaparak bırakılmayı talep etmiyorlar..
Dışardaki yakınları, aileleri, dostları da “bırakacaksınız yoksa fena olur” diye tehdit etmiyor, aksine.. “Hukuka güvenimiz sarsıldı, bu cezalar haksız” demelerine rağmen yine de yargının gerçeği bulmasını bekliyorlar. Ve üstelik bu ülkenin üniversiteleri veya sanatçıları arasında onların hakkını savunan da yok gibi.. Bu nedenle ölüm orucuyla, açlık greviyle baskı yapma veya bunun kabulü eşitsizlik, haksızlık demektir. Serbest bırakılacaksa “terörist eyleme katılmamış ya da desteklediğine dair somut bir gösterge bulunmayan ama siyasi nedenle ve iddialarla cezaevine konmuş” herkes bırakılmalıdır.
Yoksa, hayatını devlete hizmetle geçirmiş insanlar, yazıları-görüşleri nedeniyle yıllardır hapiste tutulan gazeteciler için tek laf edilmezken, “demokrasi-özgürlük vs” orada akla gelmezken “Öcalan ve KCK” için kıyametlerin koparılması haksızlığın, hukuksuzluğun ta kendisidir. Bununla birlikte ölüm oruçlarının bitirilmesi ve can kaybı olmaması için gereken herşey yapılmalıdır.
NOT; KCK son olarak Irak Başbakanı Maliki ile görüşerek “PKK’nın Esad güçlerinin yanında savaşması için ondan silah ve para yardımı” istemiş. Maliki de her desteği vereceklerini bildirmiş, ertesi gün de hemen bu destek verilmiş. Yani KCK “PKK adına ve yanında” faaliyetini sürdürüyor. Ayrıca “PKK’nın da açıkça Esad’la birlikte olduğu” ortada.. Esad onları destekliyor, onlar Esad’ı.. Bu durumda bizim Suriye iç savaşında Esad’ın karşısına dikilmemizin “Türkiye’deki teröre” etkisi ne olur dersiniz?