Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu Genelkurmay Başkanı ‘izinli’ mi?

Hem “asker siyasete karışmayacak, siyasi konularda görüş bildirmeyecek” deniyor ve sırf bunu gerçekleştirmek için yüzlerce asker ve kendi döneminde gayet dikkatli hareket etmiş olan eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ “işlenmemiş suçlara ait” iddialar gerekçe gösterilerek içeri tıkılıyor, hem de son Genelkurmay Başkanı dış politika kararlarıyla ilgili görüşünü göğsünü gere gere söylüyor. Ne iş? Necdet Özel Akçakale’de Ömer“Suriye’den atılan bombalarla eşi ve 3 çocuğunu kaybeden” Ömer Timuçin’i ziyaretinde (ortamın da duygusallığından yararlanarak, TSK için atılan sloganlardan gaza gelerek) pekala savaş çığırtkanlığı yaptı.

Türkiye’nin atılan bombalara yaptığı misillemeleri hatırlatarak “Gereken karşılığı verdik, zayiatları oldu” dedikten sonra.. Burası önemli, sanki “savaş”tan değil de “mahalle arasında yapılan bir oyun”dan söz eder ve bundan keyif alır gibi Orgeneral Kıvrıkoğlu’na “Tekrarı olursa şiddetlisini yaparız değil mi” diye soruyor. O da başını sallayarak onaylıyor..

ÖLMEMEYİ SAĞLAMAK..

Komedinin dik alası.. Sizin (hepinizin) göreviniz atılan bombalarla ölenler için taziyeye gitmek değil, her şeyden önce “o vatandaşların ölmemesini” sağlamak.. Buna yol açacak ortamlar yaratmaktan kaçınmak.. Ülkenin hiç ilgisi olmayan bir savaşa atlamasını önlemek.. Ve bunun için “hükümet üyeleriyle Genelkurmay yöneticilerinin bir araya geldiği, kararlar aldığı bir MGK” mevcut.. Orada ne karar alınmışsa (ve tabii Dışişleri Bakanı’nın müthiş politikasını da eklemeyi unutmayalım ama o bile kendi insiyatifiyle karar veriyor olamaz) Suriye’nin iç savaşının ortasına atıldık.

Esad (Esed dersek farklı mı oluyor) yönetiminden kurtulmak için faaliyet gösteren güçleri ülkemizde barındırıp savaşa göndermemiz nedeniyle o savaş bizim sınırımızın en yakınına çekildi. Kendi ilçelerimiz, vatandaşlarımız hatta Hatay topluca tehlike altına girdi. Kendileriyle hiç ilgisiz bir savaş nedeniyle evinde otururken hayatını kaybeden insanlarımız oldu. Ve şimdi Özel gülerek, kasılarak “daha da kötüsünü yaparız değil mi” diyor.

SAVAŞ PROPAGANDASI

Ne hakkınız var insanlara savaş, şiddet propagandası yapmaya? Yoksa zaten kararlaştırıldı da uçaklar bu nedenle mi indiriliyor (sanki bugüne kadar uçakları indirmişiz, aramışız gibi, ne taşıdıkları bizim derdimiz olmuş gibi), notalar veriliyor ve tansiyon yükseltiliyor? Halkın bu kahramanlık söylemleriyle savaşa hazırlanması ve tepki göstermemesi mi sağlanıyor?

Genelkurmay Başkanı madem ki “Başbakanlığın emrinde bir memur”dur (böyle söylenmişti) o zaman kendisinin görevi olmayan açıklamaları yapamaz değil mi? Fütursuzca yaptığına göre “onun özel izni mi var” sorusu çıkıyor ortaya..

SAVAŞ HAVASI

Genelkurmay Başkanı’nın bu sözü “acaba daha kötüsünü yaparız sözü ile ne kastetti” tartışmasını başlatmıştı ki dün Hatay’a 90 tanklık taburlar (250 tank) ve savaş uçakları gönderildi. Aynı gün sınıra yakın Hacıpaşa beldesinin karşısındaki Suriye kasabasının üstünde Suriye ordusuna ait helikopter görülünce Türkiye’den F-16 savaş uçakları kalktı.

Kısacası durup dururken, bir iç savaşa müdahil olarak kendimiz “Suriye ile savaş” noktasına geldik (Rusya ile İran da içinde) ve öyle görünüyor ki bu “tank-tüfek-savaş uçağı” muhabbeti, “o bize top attı, biz uçuş yaptık” muhabbeti de bu kışımızı alıp götürecek.

PKK SALDIRIYOR

Bu arada PKK’nın ne yapacağı, bu kaos ortamından nasıl yararlanacağı da ayrı bir hayati konu.. PKK Doğu’da, Güneydoğu’da saldırılarını sürdürüyor, askeri araçlara tuzak kuruyor. Şimdi artık askeri güç aynı anda birkaç cepheye bölünmek zorunda, Türkiye için durumun zorlaştığı ve Esad düşürülse bile Suriye’deki karmaşanın azalmayacağı gözden kaçacak gibi değil (Zaten Batı’nın işe karışmamasının bir nedeni de bu sonuncusu). Umalım da sonunda “kendi düşen ağlamaz” atasözü doğrulanmasın ve ABD’nin gazıyla biz de kendimizi kanlı bir savaşın göbeğinde bulmayalım, gencecik askerlerimizi terörden sonra bir de bu alakasız savaşta kaybetmeyelim.

Uzmanlar “TV’lerde gördüğümüz Suriye sokaklarına döneriz” diye uyarıyorlar, umalım da bu hiç gerçekleşmesin. Genelkurmay Başkanı da savaş gazı vermekten vazgeçsin. Sonunda en büyük sıkıntıyı gaz verdiği halk çekecek!



Mezhep savaşı mı?

Başlangıçta tüm dünya seyreder ve müdahale etmezken biz “yazıktır, Esad masum halkını katlediyor, buna seyirci kalamayız” diyerek bu iç savaşa müdahil olmuştuk, şimdi gerçeğin farklı olduğu anlaşıldı. Suriye’deki çatışmalar bir “Sünni- Şii” çekişmesi halinde sürüyor, Türkiye de “Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte” Sünni çatışmacılara destek veriyor. Ama bu arada El Kaide de bu grubun içinde ve Suriye’de onların attığı bombalarla çok sayıda insan öldü.

Ertuğrul Özkök’ün dünkü yazısını dehşetle okudum, son derece ürkütücü buldum ama şaşırmadım. Özkök yazısında Adana ve İstanbul’da Esad karşıtı grupların “operasyon” toplantıları yaptığı, bu toplantıları Türklerin veya Suriyeli direnişçilerin yönettiği, toplantılarda “direnişçilere dağıtılacak paraların veya silahların” konuşulduğu anlatılıyordu. Fransız “Le Figaro” ve İngiliz “Times” gazeteleri de bu bilgileri yazmışlar.

Bir kez daha görülüyor ki biz ülke olarak Ortadoğu’daki karmaşaya ve Suriye iç savaşına aktif olarak müdahale halindeyiz ve üstelik “yönetiyoruz” bile.. Durum buyken, savaşta kullanılacak para ve silahlar Türkiye’de kararlaştırılırken “silah var” diyerek ve sanki “savaşta kullanılacak silahlara karşıymışız havasında” Suriye’ye giden uçağı ne hakla indiriyoruz benim anlamadığım noktalardan biri de bu! Silaha destek veriyor, öldürmeye katkıda bulunuyorsak konuşmaya hakkımız olamaz!

Yazının devamı...

Hoşumuza gitmeyen ne varsa silelim!

Üstümüze vazife olmayan bir savaşın ortasına; hem de zaten başımızda bir büyük terör sorunu varken kendimizi attık.. Dünya karışmazken biz “Suriye’de olanlar bizim sorunumuzdur, uzak kalamayız” diye adeta “desteklediğimiz muhalifler”den, aralarında El Kaide’nin bulunduğu Suriye rejimi karşıtı gruplardan farksızmışız gibi onların arkasında çekişmeye aktif olarak katıldık.

Batı’dan İran’a, Rusya’dan Suriye yönetimine kadar o iç savaşa müdahale eden “en dikkat çekici ve eleştirilen” ülke olmayı, Suudi Arabistan’la Katar’ı bile geçerek başardık. Uçağımız düşürüldü, insanlarımız bu çatışmaya karışmamız yüzünden “atılan bombalarla” hayatını kaybetti. Tamamen aksi yönde bir dönüş yapmamız gerekirken şimdi sıra uçak indirmeye geldi ve işin garibi “biz hep haklıyız”..

AB OLUMSUZ SÖYLERSE..

Konuşmalara bakın haksız olduğumuz tek konu yok, hata yaptığımız tek konu yok.. TV’lerden olayları öyle anlatıyoruz ki “dünya haksız ve yanlış şekilde bize karşı ve her meselede yalnız biz haklıyız”.. AB’nin son “2012 Türkiye İlerleme Raporu”nda ortaya koyduğu eleştiriler de bu “her kararda, her uygulamada sadece Türk Hükümeti’nin haklı olması” durumundan nasibini aldı tabii..

AB Müzakerecisi Bakan Egemen Bağış “AB bizi değerlendiremez, yalnızca kendi milletimizin değerlendirmesi önemlidir” şeklinde bir açıklama yaptı. Oysa burada ilk sorun AB raporunda eleştirilen her konunun zaten sürekli olarak ülke içinde ve dışında eleştiriliyor olması. Yani onlar da gaipten haberler alıyor ve oturup kafalarına göre uyduruyor değiller.

KÜRT MESELESİ, ÖZGÜRLÜKLER, BALYOZ VS..

Mesela Kürt meselesinde ilerleme olmaması, tam aksine “Kürt açılımı” diye atılan adımlar sonunda olayların daha da çetrefil ve tehlikeli bir çizgiye gelmesi yanlış değil..

“Yeni anayasada ‘demokrasinin garanti altına alınması’
gerektiği” yanlış değil..
“Basında oto sansürün yaygın olması, gazetecilerin görevden alınması, hapisteki gazetecilerin çokluğu, kitaplara-yayınlara el konması, basın özgürlüğünün kısıtlanması” yanlış değil..

“Balyoz, Ergenekon isimli davalardaki önemli hukuki hatalar ve eksiklerin vurgulanması” yanlış değil..

Dokunulmazlıkların alanının çok geniş olması, sendikal hakların yetersizliği yanlış değil..

MİT için, özel görev tanınan istihbaratçılar için soruşturma yetkisinin tek kişiye bağlanması ve böylece “dokunulmazlık” sağlanmasının eleştirilmesi yanlış değil..

KADINA KARŞI ŞİDDET!

Kadına (bence çocuklara da) karşı şiddet, erken evlilikler, sezaryene siyasi müdahale edilmesi, ilgili kanunun kimseye danışılmadan çıkarılması, töre cinayetlerinin çözümüyle ilgilenilmemesi ve diğer kadın sorunları hakkındaki eleştiriler hiç mi hiç yanlış değil.. Diğer eleştirilerin büyük çoğunluğu da aynı durumda..

O zaman neden kızıyor ve tümüyle haksız olduklarını söyleyerek olayı “onların değerlendirmelerinin bir önemi yok” noktasına getiriyoruz? Bir önemi yoksa bu “AB’den vazgeçtik” demek mi oluyor?

Yaptığımızın bundan başka bir anlamı yoktur. Arnavutluk’a Aralık’ta “aday ülke” statüsü verilmesi önerilirken bizim kendi planlarımızda bile daha uzun yıllar AB üyeliğinin olmaması ve olumsuz eleştiriler gelince, daha doğrusu “Türkiye’de konuşulmayan” gerçekler Avrupa tarafından yüzümüze vurulunca hemen toptan vazgeçiyor havasına girmemiz kabul edilir bir durum değildir..

Hele de olumlu eleştirilerini (örneğin ekonomi konusunda)ve dahi geçmişte AB’nin yaptığı (referandum sırasında olduğu gibi) gereksiz ve gerçekten yanlış müdahaleleri kabul edip gururla öne sürdükten sonra hiç değil.. AB’yi devreden çıkarıp da ne yapacağız? Şu anda yaptığımız gibi Araplarla kucaklaşıp onların sorunlarını mı üstleneceğiz?

ABD’nin yolladığı Samuel Huntington (Medeniyetler Çatışması’nın yazarı, Pentagon’un paralı adamı) da tam bunu önermişti işte!

Yazının devamı...

Bir yazarı susturmak..

Herkesi, kendi meslektaşları başta olmak üzere okka altına göndermek, onları “yapmadıkları hatalar, kafadan uydurulmuş suç iddiaları”y-la zan altında bırakmak için var gücüyle çalışan bir kadın gazeteci var biliyorsunuz.. Televizyonlardan “gazetecileri suçlamak, cezaevinde olanlarla uğraşırken adeta savcı kesilmek, ispatlanmamış iddiaları bile gerçek gibi yansıtmaya çalışmak” pek hoşuna gider.. Hatta meslektaşlarına ekranlardan “Bu iddialara inanmıyorlar, o zaman kendileri de Ergenekoncudur” bile demişliği vardır..

YARGISIZ İNFAZ

Yani öyle bir “demokrasi” anlayışına sahip ki (bunun adı demokrasi değil tabii ama kendileri demokrasiyi, demokratlığı dilden düşürmezler, sık tekrarlamakla öyle olunurmuş gibi) kendisiyle aynı fikirde olmayan yok olsun, bu mudur, budur.. Farklı düşünceye sahip olan düşünmesin. Veya düşüncesinden dolayı cezalandırılsın. Bravo yani, daha iyisi can sağlığı canımın içi.. Sayısız kez henüz hüküm giymemiş, bir iddia üzerine (hem de dijital iddia, çoğunun virüslü veya sahte olarak düzenlendiği bilirkişi raporlarıyla anlaşılmış iddia) tutuklanmış gazetecileri ve diğer isimleri yargısız infaza tabi tutmuştur kendileri..

Ve şimdi, bu “kapı gibi 12 Eylül darbesi”ne övgüler dizmiş, alkışlar tutmuş, sayfa sayfa mutluluk yazıları yazmış, sonra da kalkıp “yapılmamış, iddia darbe” için insanlara cezalar biçmiş şahıs 28 Şubat sonrasında Akşam Gazetesindeki işine son verilmesi olayını anlatıyor.. Neden anlatıyor, çünkü Akşam Gazetesi’nin sahibi Mehmet Emin Karamehmet gazete patronlarıyla yapılan röportajlarda onun Akşam’dan çıkarılmasını “o sırada Genel Yayın Yönetmeni olan oğlunun istediğini” söyledi. Ne büyük hata!!! Ateşler ve intikamlar tanrıçası mutlaka intikamını kat be kat alacak, kepçeyi kaptığı gibi kazanının başına geçecek, karıştır babam karıştır. Öyle karıştır ki çıkan dumanlar eski patronunu boğsun, onu “28 Şubat soruşturması”na sokamazsan yazık sana..

Bu arada, söylemek isterim ki bence, gördüğüm kadarıyla oğlu kendisinden daha düşünceli ve demokrat biridir. Annesi gazeteden çıkarılınca onun için yazdığı “Bir yazarı susturmak, işine son verdirmek kimi nereye götürür” satırlarını da besbelli duygusallıkla yazmış. Ama gazeteciler sadece “asker baskısı” olan dönemlerde susturulmadı Türkiye’de.. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde de yapıldı bu, son dönemde de..

‘YAZDIKLARINDAN DOLAYI DEĞİL..’

Bunları yazarken tabii annesinin “susturulan diğer gazeteciler” için gelecekte neler söyleyeceğini, neler yapacağını bilmiyordu. Oysa bu hanım diğer meslektaşları susturulduğunda, işlerine son verildiğinde, tutuklandığında ve en ağır şartlarda “savaş esiri gibi” yaşatıldığında ağzını bile açmadı, “kendisine yapıldığı zaman” olduğu gibi sesini yükseltmedi, tam aksine ekranlardan (karbon kopyası ile birlikte koro halinde) tutuklu gazeteciler için daha henüz soruşturma devam ederken “onlar yazdıklarından dolayı değil, yaptıklarından dolayı içerdeler, terör faaliyetleri nedeniyle tutuklular, birileri onlar üzerinden davayı sulandırmak istiyor” benzeri konuşmalar yaptı.

Antidemokratik baskılardan şikayet eden, tepki gösteren meslektaşlarını hedef göstermekten çekinmedi. Şimdi kalkmış 28 Şubat döneminde “sürekli askerin aleyhinde yazıyordum” diyor. 28 Şubat’ta ordunun hükümete baskısı söz konusuydu ama sonuçta dönemin koalisyon hükümetinin başındaki (yakın arkadaşı) Erbakan ile Çiller dik durabilseler, baskıyı kabul etmeseler durum farklı olabilirdi ki kendileri de böyle anlatıyor zaten.. Yapmadılar ve çekildiler. Kararlar MGK kararı olarak, bakanlar kurulunun imzasıyla alındı, demokrasi kesintiye uğramadan hükümet değişikliği oldu. Yani bir darbe ile kıyaslanamaz, 12 Eylül’le de asla kıyaslanamaz.

ÖZKÖK GİBİ!

Binlerce, on binlerce mağdur yaratan 12 Eylül darbesini allayıp pullayıp, sonra da kalkıp 28 Şubat kahramanı kesilmeye çalışmanın, 12 Eylül darbesini överken ağır Balyoz cezaları için “adil olmadığını söyleyemem” diyen Hilmi Özkök’ün yaptığından farkı yoktur.

“Kendisinin işten çıkarılarak haksızlığa uğradığını” yazarken, işten çıkarılan veya tutuklanan gazetecilere sevinmenin tutarsızlığı da ortadadır. “Kibrine esir düşmüş”lerden söz ederken diğer meslektaşlarının mağduriyeti karşısında “bugünkü gücüyle şişinen, kibirle konuşan” kendisinin tutarsızlığına da diyecek yoktur.

Başkaları mağdur olduğunda sevinen kişilerin, gerçekte son derece acımasız davranan kişilerin sıkışınca mağduriyet edebiyatı yaparak duygu sömürüsüne koşmaları çok acınası değil mi sizce de?

NOT; Türkiye’deki tüm darbe ve muhtıraların (27 Nisan hariç) mağduru bir ailenin kızı olarak antidemokratik tüm baskılara karşı olduğumu biliyorsunuz. Ama ordu baskısına ne kadar karşıysam (ki adım Nokta dergisinde yayınlanan “Ordunun sevmediği yazarlar” listesinde yer almıştır) sivil baskılara ve siyaset etkisindeki yanlış yargı kararlarına da aynı derecede karşıyım. Hangi nedenle olursa olsun bir darbeyi (bu malum örnekte görüldüğü gibi) övmem de asla söz konusu olmamıştır, olamaz. En azından asgari bir “tutarlılık” gereklidir arkadaşlar!



Ensest’te bile ‘ruh sağlığı’ saçmalığı!

Kartal’da ‘down sendrom’lu kendi kız evladına tecavüz ederek hamile kalmasına neden olan adamın davası Türkiye’nin “ensest-aile içi tecavüz” gibi çok ciddi bir sorununun su yüzüne çıkması açısından büyük önem taşıyor. Bu davada Kartal 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği 15 yıl hapis cezasına “mağdurun kızlık zarı bozulmadan hamile kalmış olması” nedeniyle indirim yapıyor, anne “çocuğum sezaryenle kürtaj oldu, bu kararı kabul etmiyorum” diye isyan ediyor (Akşam gazetesi, 8 Ekim 2012) ve sonunda aynı mahkeme Yargıtay kararına rağmen “mağdurenin ruh sağlığının bozulması ve tecavüz edenin ‘baba’ olması nedeniyle” 15 yıl hapis cezasında israr ediyor.

BU NASIL YARGITAY?

Sonuçta kendi çocuğuna, hem de özürlü çocuğuna yüreği sızlamadan tecavüz etmiş olan mahkum yine (o da “bir af”fa rastlamazsa) 7-8 yıl yatıp çıkacak ve çıktığında kim bilir o çocuk ve diğer çocuklar için nasıl bir tehlike olarak topluma karışacaktır.

GÖRMÜYOR MUSUNUZ?

Bu olaya da baktığınızda, bir çok kadın ve çocuk tecavüzünde görüldüğü gibi Yargıtay’ın en ağır, en feci tecavüzde bile, çocuklar ve aile söz konusu olduğunda bile “hafifletici nedenler” arayışında olduğu görülüyor. Bu Yargıtay ne yapmak istiyor acaba, ne demek daha hafif ceza?

Mahkeme ise “ruh sağlığının bozulmasından” söz ediyor, hem de zaten ruh sağlığı zaten sorunları nedeniyle yerinde olmayan bir çocuk için.. Herhalde dünyada ancak bizde görülebilir durumlardan biri de bu, çocuklarda bile dehşet verici tecavüz olaylarında “ruh sağlığı bozulmuş mu” onu arıyorlar.. Ve kadın kuruluşları, kadın vekiller, siyasetçilerin eşi olan kadınlar veya Kadın Bakanlığı görmüyor, duymuyor.

İşte bu vahşete dahi tepki gösteren bir toplum ve en ağır cezaları veren mahkemeler olmayınca insanlar sonunda “cezayı kendi elleriyle verme” yoluna gidiyorlar. Gaziantep’te kendisini kaçırıp tecavüz eden ve hala peşini, bırakmayan adamı bıçaklayarak öldüren evli kadına mahkeme “beraat” kararı vermiş. Başka yapacak şey yok zaten, mahkemeler “tecavüzü teşvik eder gibi hafif cezalar” vererek bu tür suçlarda kendileri rol oynuyorlar ve sonunda beraat ettirmek de onlara kalıyor.

Artık isimleri “KA” ile başlayan kadın örgütleri ve bakanlıklar başta olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının ve TBMM’deki partilerin-vekillerin toplumsal sorunlarla hiç ilgilenmediklerini düşünmeye başladım. Eğer ilgilenseler ve toplu tepki ortaya koyabilselerdi o zavallı çocuklar ve kadınların bu vahşeti yaşamaları engellenebilirdi. Bakalım daha ne kadar süre “yüreklerini kendilerine sak-layarak” üç maymunları oynayacaklar?

Yazının devamı...

NATO bizi korurmuş!

Sanki bugüne kadar el attıkları konularda büyük başarı kazanmış, hepsini kökten halledip çekilmiş gibi hala Türkiye’ye gaz vermiyorlar mı insanın kanına dokunuyor. ABD Türkiye’yi Suriye’deki iç savaşa kasten iterken ve biz de içine balıklama atlarken NATO’su da, Birleşmiş Milletler’i de, AB’si de hepsi bir kenara çekilip seyretti. ABD sadece “istediğim oluyor, benim yerime onlar bulaşsınlar, hem sonuçta desteklediğim Kürdistan olayı da daha çabuk gerçekleşir” diye ellerini ovuşturarak bekledi.

HERKES KAYGILI

Şimdi NATO “Gerektiğinde Türkiye’yi savunmak için planlarının hazır olduğunu” söylemiş. Kimse de çıkıp “Niye biz, tüm ülkeler yapsın gerekeni, biz de NATO başladıktan sonra kendimize düşen neyse yaparız” demiyor. Bu arada en deneyimli Ortadoğu uzmanları “Türkiye’nin bu savaşa tek başına müdahil olarak büyük hata yaptığını” söylemeye devam ediyorlar. İran Meclis Başkanı ise TBMM Başkanı Cemil Çiçek’i arayarak “Türkiye ile Suriye arasında yaşanan gerginlikten kaygılı olduklarını, yardım etmeye hazır olduklarını” bildirdi. Kaygı “elle tutulur” halde yani..

DEMİRTAŞ’TAN BEKLENMEYEN

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise “Hükümetin bir yıldır Türkiye’yi Suriye’ye karşı savaşa hazırladığını, şimdi ise artık atılacak bombalarla savaşa girmenin an meselesi olduğunu (Hatay her gün aynı tehdit altında, bombalar düşmeye devam ediyor), gerçek bir savaş yaşanması halinde televizyonda gördüğümüz Suriye sokak manzaralarının Türkiye’de de yaşanacağını” söyleyerek “şakası yok bu işin, çocuk oyuncağı değil” demiş.

Böyle bir durumda PKK’nın “özerk bölge” hedefi yönünde çok daha kolay ilerleyebileceği bilindiği için doğrusu Demirtaş’ın bu konuşması, savaşa karşı çıkması oldukça şaşırtıcı.. Ama hemen arkasından “Suriye’de artık bir Kürt bölgesi bulunduğunu” söylemesi ve bunun da Türkiye’nin dış politikası nedeniyle olduğunu ima etmesi, “Türkiye’de de bir Kürdistan olduğunu” eklemesi “savaşa artık gerek bile kalmadığı” nı düşündüğü duygusu veriyor.

Kısacası, lamı cimi yok Suriye hatası başımıza yıllar sürecek ve ülkemizi de iyice karmaşaya sürükleyecek dertler açacak gibi görünüyor. Geç kalsak da hala ümitle bekliyorum, bu hatadan bir çıkış bulmalarını!



Savaş bitmez!

Neşe Düzel’in Pazartesi günü Taraf’ta “Ortadoğu, Suriye ve Türkiye’nin sınır bölgelerinde kamuoyu araştırması yapan İMPA’nın direktörü Dr. Kaan Dilek’le yaptığı röportaj çok güzel ve netti. Suriye krizi derinleştikçe, Türkiye Suriye’ye daha fazla doğrudan müdahil oldukça PKK’nın savaş alanlarını genişleteceğini, Suriye krizinin Türkiye’yi askeri ve istihbarat olarak zayıflattığını ve PKK’nın bunu kullandığını ve Suriye savaşının kolay kolay bitmeyeceğini anlatıyordu.

“Silahlı muhalefetin içinde Afganistan, Libya, Yemen ve Ürdün’den gelmiş El Kaide ile ilişkili cihadcı gruplar var. Biz bunlara destek verdik. Bunlar Hz. Zehra’nın türbesinin olduğu mahalleye girdiler, çocuk, kadın Şiilerin hepsini astılar (...) Suriye parçalanırsa Türkiye’yi de bütün halinde tutamazsınız.. Bir başka büyük tehlike; Suriye krizi derinleştikçe ve mezhep savaşı netleştikçe Şii silahlı gruplar Irak, İran ve Suriye üzerinden Türkiye’ye gelebilirler ve Türkiye’de operasyon yapabilirler. Unutmayın Hizbullah’ın bütün dünyada bağlantıları var” gibi önemli bilgiler vererek.

Ne demişler: Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!!



Twitter’da yokum, bilesiniz!

Önceki gün 25 yaşlarında bir tanıdığım genç bıyık altından gülerek sordu “Siz Twitter’da var mısınız” diye.. Kendimden emin bir şekilde ‘Yokum, Twitter için de, Facebook için de zamanım yok’ dedim ama aslında özel yazışmalardan, sürekli ve yakın iletişimden hoşlanmadığım için de hiç düşünmedim. Düşüncelerimi zaten burada yazıyorum, ne gerek var gibi..

Bu genç artık açıktan açığa gülerek bana “Hem de üç ayrı adreste varsınız, sizin ağzınızdan, fotoğraflarınızla birlikte yazıp duruyorlar” demesin mi? Bunların birinde tek kelime bile yazılmamış ama 2000 takipçisi varmış filan.. Hıncal’ın deyişiyle ‘Bre aman’ diye fırladım yerimden, hele bu devirde ne kadar yanlış, nasıl olur? Telefonundan hemen bularak sayfaları gösterdi de bana, garip, bana hiç benzemeyen yazışmalar.. Ben de hemen telefonuma sarıldım, orayı burayı arıyorum, acilen kaldırmak için neler yapılır araştırıyorum.

Daha önce de olmuştu, defalarca “Facebook ve Twitter’da olmadığımı, okurlarımın yanılmamasını” yazdım ama hiç bitmiyor, ne ayıp şey bu yahu? Nasıl bir utanmazlıktır, nasıl bir “boş gezenin boş kalfası” olmaktır, nasıl bir “pis kafa” eseridir ki adınızı, fotoğraflarınızı alıp uydura uydura yazıyorlar. Sonra da kurtulmak için sizin savcılığa başvurmanız veya usta bir internetçi aramanız gerekiyor. Doğrusu internetin bu kadar yanlış bir kullanıma, bu kadar kolaylıkla açık olması da ürkütücü..

Zarara uğratılanın hakkını araması zor ama uğratan özgürce at koşturuyor. Teknolojinin bu yanı nefretlik bence.. Duyduk duymadık demeyin, “o” veya “onlar” ben değilim!

Yazının devamı...

Genç bir avukatın çektikleri!

Eğer ülkenizde insanlar haklarını alamıyor, onların hakkı olan şeylere başkaları hak etmedikleri halde kolayca kavuşabiliyorsa, değerler alt üst oluyor ve nereye baksanız bir yanlışla karşılaşıyorsanız bunun üzüntüsüne dayanmak hiç kolay değil. Öyle mektuplar alıyorum ki okudukça ‘keşke süper güçlerim olsaydı ve herşeyi düzeltebilseydim, o gözyaşlarını silebilseydim’ diye düşünüyorum. Ama yok ne yazık ki..

Son olarak gencecik bir (genç kız) avukattan gelen mektup bana bunları hissettirdi. Mektubu aynen sizinle paylaşmak istiyorum.

“Merhabalar Ruhat Hanım, Beni hatırlarsınız belki. Kayseri’de hukuk okuyordum. Bir süre yazışmıştık ve siz de benim sıkıntılarıma kulak vermiştiniz. Sayenizde bir takım sıkıntılarımı aşmıştım. Gel zaman git zaman aradan yıllar geçti ve ben size yine yazıyorum. Belki bir gazeteci hassasiyeti ile yol gösterirsiniz çünkü yine son çarelerdeyim. Bu sefer daha ağır bir hayat yüküyle. Hatta okuldan sonraki hayat hikayemi anlatayım size, eğer sıkılmazsanız.

Ben Samsun Barosu’na bağlı avukat (...) Daha 1 yıllık idealist, deyim yerindeyse tazecik bir avukatım. Bir HUKUKÇUYUM. Ama büyük ideallerle tercih etmiş olduğum bu meslekten dolayı şu an oldukça mağdurum.

2 yıl önce hukuk fakültesini bitirip stajyer olarak Samsun’da avukat stajına başladığımda hevesim yüksek, çabam inanılmazdı. Aralıksız bir yıl boyunca hem Adliye’de hem avukat yanında fiilen çalıştım. Stajımın bitmesine yakın, bir düşünce kalbimi ve beynimi delip geçmeye başladı, stajdan sonra ne yapacaktım?

GEÇİM SIKINTISI

Annem babam emekli devlet memuruydu ve elbette geçim sıkıntımız vardı. Serbest avukat olarak çalışabileceğim bir büro açamayacaktım. Bütün hevesim kırılıyordu (...) Neyse staj döneminde herhangi bir yardım alamadığımızdan ailevi durumumuz iyice sıkıştı. Bu arada bir devlet üniversitesinde tezsiz yüksek lisansa başladım. Yaklaşık 4000’e yakın bir parayı da buraya yatırmak zorunda kaldım, Ailem için önemli olan benim eğitimimdi ama çektikleri kredileri ödeyemeyecek konuma gelmiştik. Stajyer de olsa bir avukattım ama adliye stajıma giderken cebimde sadece yol param oluyordu.

KPSS SINAVI

Bütün bunlara rağmen ümitsiz değildim, boşuna okumamıştım hukuk fakültesini. Talih yüzüme gülecekti. Vee iş buldum bir hukuk bürosunda. Maaşı elbette çok gülünçtü ama aileme destek olmak zorundaydım. Tam 6 yıl boyunca çalıştım. Aralıksız, gece 11’lere kadar (kesinlikle abartmıyorum) kaldığım oluyordu büroda.” ( Daha sonra, zaman içinde bu kadar gönüllü çalışmasının patronu olan meslektaşları tarafından istismar edildiğini, bu nedenle işten ayrılarak son maaşı ile bir KPSS dersanesine yazıldığını anlatıyor.)

HASTA ANNEYİ RAHAT ETTİRMEK..

“Hakim-savcı olamazdım, çünkü güçlü bir dayım yoktu. Yazılı aşamayı geçsem bile mülakatta elenirdim muhtemelen. O nedenle ben de kurum avukatlığına yöneldim. Hem mesleğimi icra edecek, hem de garantili bir kapım olacaktı. Ailem ve özellikle annem rahat edecekti. Çünkü annem 12 yıldır MS hastasıydı ve artık hastalığı çok ilerlemişti. (MS: Merkezi sinir sisteminin çökmesi- tedavisi yok.)

6-7 ayda KPSS’ye hazırlandım ve 86 puan aldım. Havalara uçtum, babam puanımı duyunca ağladı, annem tekrar umutlanmaya başladı.

ÖLMEK İSTEDİM

Taa ki 3 Ekim’e kadar. Birden bir yönetmelik çıktı Bakanlar Kurulu’ndan ve kamu avukatlığında alenen mülakatın yani torpilin önü açıldı. O an inanın, Allah yukarda ölmek istedim, yerin on kat dibine inip bir daha hiç uyanmamak istedim. Günlerdir ağlıyorum.

Artık ne bir işim var, ne de bir vasfım. Elimde kalan son şeyi de alıyorlar; hukukçuluğumu.. Ben milyonlarca kişi ile yarışarak girmiştim Hukuk Fakültesine, binbir zorlukla okudum. Ruhsatımı (yaklaşık 1500 TL’ye alıyoruz onu da) güç bela aldım, masterımı iteleye iteleye yaptım ama şimdi evde oturuyorum. Artık bir GUGUKÇUYUM.

Ve belki de yarın bütün bunlara daha fazla dayanamayacağım... Çünkü yaşayabileceğim bir hayatım ve tutunabileceğim hiçbir umudum kalmadı... Gözyaşları içinde yazdığım bu satırları yaşayan binlerce mağdur meslektaşım var. İnanın hiçbir şeyi abartmadan bütün çıplaklığı ile yazdım size. Yarınlara acı bir notum olarak kalsın. Saygılar, Eski avukat...”

YAZIK BU GENÇLERE!

Okurken benim de gözlerimden yaşlar süzülüyor, siz de aynı şeyleri hissetmediniz mi? Bu gençlere, emeklerine, kısacık ömürleri boyunca yeşerttikleri ümitlerine-hayallerine yazık değil mi? Onlar bu ülkenin geleceği ama nefes almadan çalışsalar ve 86-96 puanlar alsalar bile hakları olan işe kavuşamıyorlar. Hangi köşeye koşsalar bir başka haksızlık çıkıyor karşılarına... Bakın işte bu genç avukatın son ümidi de bir anda çıkarılan yeni bir kararla elinden alınıvermiş. Biliyorlar hepsi “mülakatlarda neler olduğunu-olacağını”..

Peki neden yapılıyor bu, devlet kurumlarına girecek avukatların da “siyaset etkisinde, parti veya siyasetçi tercihleriyle” yapılması için mi? Öyle olduklarında 85-95 puan alamamış olsalar bile girmek kolaylaşıyorsa başarılı olanlara nasıl bir haksızlıktır bu?

Dürüst toplum, dürüst siyaset, dürüst vs vs. diye nasıl da ümitlenmiştik, yazık ki ne yazık!.. Her aileye en az 3-5 çocuk önereceğimize mevcut çocuklara haklarını verebilseydik keşke!

NOT: İsmini vermediğim (ama çalışkan ve başarılı olduğu aldığı puandan, dürüst olduğu yazdıklarından belli) bu genç avukata iş konusunda yardımcı olacak, emeğinin hakkını verecek bir “hukuk bürosu”, bir “kurum” çıkarsa benimle iletişime geçebilirler, e-posta adresini saklıyorum.

Yazının devamı...

Her Türk’ü bekleyen tehlike!

Ülkemiz savaşın eşiğindeyken ordusunun en deneyimli askerlerinin çoğu cezaevinde.. Son günlerde kısa aralıklarla tutuklu iki “tümamiral”den mektup aldım. Her ikisinde de ağır hapis cezalarına çarptırılmalarına neden olan “Balyoz davasına ait iddianamelerle (ve hatalarla) ilgili” önemli uyarı ve bilgiler var.. Şimdi de savaş ihtimali nedeniyle “cezaevlerindeki siyasi tutuklular” unutulacaktır ama aslına bakarsanız unutulmaması ve “tüm diğer vatandaşlar” açısından da irdelenmesi gereken bir konu bu.

BİRAZCIK HUKUK!

Ayrıca verilen çok ağır cezalardan sonra bile konuyu baştan dikkatle izlemediği halde “ne yapalım canım, herhalde yargı da emin olmadan karar vermez” diyerek olmayacak hukuki hataları görmeyenler açısından da önemli, bugün diğerlerine olan yarın kendilerinin başına da gelebilir. Hukuk herkese lazımdır, her vatandaşın güvencesidir. Ve ya “var”dır, veya “yok”tur, arası da yoktur, “birazcık hamile” denemeyeceği gibi “birazcık hukuk” da olamaz.

Tümamiral Soner Polat’ın “Bu davada yargılandım ve 18 yıl hüküm giydim. Vatan sağ olsun. Rütbemin ere düşürüleceğini gazeteler büyük bir keyifle yazıyorlar. Bu sonuçtan, yani ‘Mehmetçik’le aynı statüye gelmekten büyük bir onur duyarım. Bana göre Türk tarihindeki en yüksek rütbe Mehmetçik’tir” diyerek başladığı mektubu (sadece isimleri çıkararak) sizinle paylaşacağım. Boltlamalar ve ara başlıklar bana aittir..

BİR CD’YE BAKIYOR

“Halihazırda ülkemizdeki hiçbir vatandaşımız güvence altında değildir. Balyoz davası sonucunda, sahte dijital verilere dayanarak verilen ağır mahkumiyet kararları ile Türk yurttaşlarının hukuki güvenceleri fiilen ortadan kaldırılmıştır. Tehlikeyi şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım. Farazi olarak X adlı hayali bir şahıs, bilgisayarının başına geçerek canının istediği bazı kişiler için şöyle bir yazı yazmış olsun; ‘İstanbul’da 2003-2005 yılları arasında maddi çıkar karşılığında bir uyuşturucu çetesine kurye hizmeti verdiler.’ Bu bilgi bir CD’ye kaydedilsin ve bir yere saklansın. Daha sonra yurtsever! Bir yurttaşımız CD’nin yerini de bildirerek bunu polise ihbar etsin. İsmi geçenlerden herhangi biri hedefte ise yandı!

Savcı tutuklamak üzere nöbetçi mahkemeye sevk eder. O kişi “Olur mu hiç böyle saçma sapan şey, mahkeme beni salıverir” diye düşünür. Aman Allahım bir de ne görsün, tutuklanmıştır. Kendi kendine sorar; ‘Ben tutuklandım ama diğer üç kişinin de ismi geçiyordu, onlar hakkında neden bir işlem yapılmıyor?” O zaman da karşısına ‘İSE DE’ çıkar. Her ne kadar diğer üç kişinin isimleri de geçmekte İSE DE, onlar hakkında ‘maddi bir delil bulunamadığından..’ der. Tutuklanan haykırır: ‘Peki benim için maddi delil nedir? Haberim olmadan ismimi birisi yazmış, bunu destekleyecek ilave bir deliliniz de yok!’ Bu durumda da karşısına ‘İSE DE’ye ilave olarak ‘KÜL OLARAK DEĞERLENDİRİLDİĞİNDE’ çıkar.

SAKIN UMUTLANMA VE GÜVENME

Savcımız hukuki yetkinliğini zirveye taşır; ‘Sanık her ne kadar kendisinin haberi olmadığını beyan etmekte İSE DE, tüm olgular KÜL OLARAK DEĞERLENDİRİLDİĞİNDE, kurye görevini yaptığı tesbit edilmiştir.’

O hapiste yatarken, davaya bakacak mahkemenin -onu nöbetçi mahkeme tutuklamıştı- böyle temelsiz bir iddiayı ret edeceğini düşünerek umutlu bir bekleyiş içerisine girer. Yanıldı! İddianame jet hızıyla kabul edilir ve ilk duruşma için 4 ay sonraki bir tarih belirlenir. Konforlu hapishanelerimizde iyi istirahatlar!

Yine de şöyle düşünür tutuklanan: ‘Bir karışıklık oldu. Adalet sistemi bunu düzeltecektir. Bütün maddi ve manevi kayıplarıma rağmen, en azından mahkeme sonunda aklanacak ve sevdiklerime kavuşacağım’. Dava sürerken avukatı pasaport kayıtlarını ibraz ederek, onun 2003-2005 yılları arasında NewYork’ta görev yaptığını ve bu süre zarfında Türkiye’ye hiç gelmediğini ispat eder. Tutuklu rahat bir soluk alır, en azından tutukluluk halinin kaldırılacağını umar. Yine yanıldı! Ara karar: ‘Kaçma şüphesi vb gibi klişe nedenlerle tutukluğunun devamına...’

‘DAVA ÇÖKTÜ’

Tutuklandıktan 15 ay sonra yapılan duruşmaya avukatı müthiş bir belge ile gelir. Delil olarak sunulan dijital verinin son kaydedilme tarihi 2005 yılı içersindedir. Fakat yazı 2007 yılında piyasaya sürülen Windows 2007 iletişim programı ile hazırlanmıştır. Yani açık bir sahtekarlık söz konusudur. Mahkeme başkanı ‘peki’ der. Tutuklunun aklından şunlar geçer; ‘Dava çöktü. Mahkeme köşeye sıkıştı, taraflı bile olsa beraat ve tahliyeden başka bir karar veremez.’ Bir kez daha yanıldı! Ara karar: ‘Tutukluluğunun devamına...’

Yavaş yavaş adalet ve hukuk sistemine olan inancını kaybetmeye başlar ama yine de ‘Bu kadar olmaz, beni delil olmadan, hukuka, adalete, vicdana, insanlığa aykırı olarak mahkum edemezler’ diye düşünür. Sonuçta nihai karar verilir: En ağır ceza ile hüküm.

DEĞİŞTİRİLEN VERİLER

Sayın Mengi, bu yazdıklarımda birçok eksik vardır, ama hiçbir abartma yoktur. Bu varsayımsal durum Balyoz mağdurlarının ortak trajedisidir. Karar sonrasında beni ziyarete gelen yakınlarıma ve sevdiklerime şöyle seslendim; ‘Ben 1975 yılında Deniz Harp Okulu’nda etmiş olduğum askerlik yeminiyle kendimi ülkeme ve ulusuma vakfettim. Ne ülkeme ne de ulusuma kırgınım. Beni bırakın. Ancak her ulaşabildiğiniz yurttaşımıza, bizlerin mağduriyetini değil, dijital veriler esas alınarak verilen bu karardan sonra Türk vatandaşlarını nasıl bir tehlikenin beklediğini anlatın...’ Bizim davadaki dijital verilerin hem sahte hem de değiştirilebilir nitelikte olduğu bilimsel olarak ispatlanarak belgelenmiştir, ancak böyle olmasa da salt dijital verilere dayanan her karar, çok büyük bir tehlikedir . (...)

Bunun benimle ne ilgisi var, ben kendi hayatımı yaşıyorum diye sakın düşünmeyin. Diyelim ki bir iş adamı sınız, bir ihaleye girerek çıkar çevrelerinin tekerine çomak soktunuz. Bir de ne göresiniz, bir flash bellek bulunmuş, çocuk pornosu pazarlıyormuşsunuz.”

Benzer örneklerle mesela “bir öğretmen için buzdolabının altında bulunan CD ile fuhuş çetesinin üyesi olma iddiasının çıkabileceği” gibi devam ediyor.. Ve son paragraf şöyle;

“Bu fakir milletin dişinden tırnağından keserek ödediği vergilerle askeri okullarda okudum, yurt içi ve dışında iyi bir eğitim gördüm, kendime göre önemli bir tecrübe kazandım. Koşullar ne olursa olsun ölünceye dek vatanıma ve milletime borçluyum. Ülkemin güzel insanlarını bu konuda uyarmayı tarihi bir sorumluluk olarak alıyorum.”

BİLİRKİŞİ RAPORLARI YOK GİBİ..

Dehşet verici değil mi yaşadıkları? Yoksa artık ben mi bu ülkedeki her şeyi dehşet verici bulmaya başladım?

Bu mektupta anlatılanlar, CD’lerdeki yanlış tarihler, sokak isimlerinin o tarihte söylenen gibi olmaması, o isimlerin yıllar sonra verilmesi benzeri, bir başka ülkede, bir hukuk devletinde “gerçekten dava çökertecek” hatalar bilirkişi raporlarıyla daha önce medyada çok yer aldı. Ama mahkemeler tarafından “en saygın üniversite ve kuruluşlar”ın raporları bile hiç göz önüne alınmadan bu kararlar verildi.

Buradaki “tüm ispatlara rağmen tutukluluğun devamına” kararlarının aynını tutuklu gazetecilerin duruşmalarında (onlara yapılan haksızlıklar da dayanılır gibi değil artık) kendim de hayretle izlediğim için son derece doğru olduğunu, artık her vatandaş için de aynı tehlikenin mevcut olduğunu biliyorum. Bu kararları veren hakimler ve onaylayanlar çıksın ve söylesinler; hukuka da güvenemezseniz neye güvenebilirsiniz ki ? İnanılır gibi değil, insanlık suçudur bu olanlar!

Yazının devamı...

PKK ‘Suriye fırsatı’nı kaçırmayacak!

Bu yazıyı okumadan önce dün yazdıklarıma tekrar göz gezdirmek iyi olur. Orada artık “Suriye ve PKK konularının iç içe olduğunu” belirtmiş, Meclis’in haftalar önce toplanarak bu iki soruna ortak çözüm araması gerekirdi demiştim. Ve tabii Öcalan’ın Suriye’deki Kürtlere (ki aslında PKK’lılara demesi lazım) verdiği “15 bin kişilik ordu kurun” emri vardı..

Dün PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD’nin öncülüğünde bir “Kürdistan Halk Tugayları Ordusu” kurulduğu ve bir bildiri yayınladıkları haberi (ordunun fotoğraflarıyla birlikte) verildi.. Açıklamada “Bu devletleşmek yolunda atılan büyük bir adım” deniyor ve Suriye’de 1.5 yıldan fazla süredir yaşanan olaylara dikkat çekilerek “Bir yandan Baas rejimi, diğer yandan Arap muhalefetinin inkarcı zihniyetine ilişkin güvenlik sorunlarının Kürtler için tehdit oluşturduğu” bildiriliyor.

SURİYE SAVAŞI KADAR CİDDİ!

Bu konu Türkiye için “Suriye’de içine zorla itildiği ve her ne hikmetse inatla bulaştığı savaş ortamı” kadar hatta “sonunda ülkenin bölünmesi talebine hızla vardırılacağı için” daha da ciddi bir sorundur.. Önemli olan ise buradaki “yeni oyun”un gözden kaçırılmamasıdır. PKK aynen liderinin istediği gibi orduyu kurdu, bunu hemen bir gün içinde yapabilmek için ise “önceden hazırlanmış olması” gerekirdi. Yani PKK ve tabii Barzani “Türkiye’nin Suriye ile bu noktaya geleceğini, getirileceğini” önceden biliyor olmalıydılar.

Bu da “5 vatandaşımızın bombayla öldürülmesi” olayının “uçağımızın düşürülmesi” olayından farksız bir “bilinçli provokasyon” olduğuna netlik kazandırır. Ama kurnazlığa bakın ki Öcalan’ın “kuryelik yapan avukatları” eliyle Suriye’deki Kürtlere gönderdiği mesajda söylenenlerin aynını “orduyu kuran PYD” söylüyor. Kendilerinin ne Esad’ın Baas rejimine, ne de muhaliflere yakın olmadığını, Suriye içinde bağımsız bir “üçüncü güç” olduklarını dünyaya anlatıyor.

KUZEY SURİYE’Yİ VEREN ESAD..

Oysa hatırlayalım, Türkiye Esad’a karşı savaşan muhalif güçlere yardıma başladıktan sonra (kamplarda barındırıp, silahlandırıp, eğitip sınırda savaşa gönderme) Beşar Esad uzun süre “Siz isyancılara yardım ederseniz ben de PKK’yla işbirliği yaparım” tehditleri savurmuş, sonra da söylediğini yapmıştı. Muhalif grupların saldırılarıyla Suriye’nin kuzeyinden kaçarken “buradaki illerin hemen hepsini PKK’ya bıraktığı” bildirildi. Bu illeri ele geçiren PYD’yi ise bizzat Barzani’nin yönlendirdiği, yönetimi bile kendisinin seçtiği açıklanmaktaydı.

Böylece büyük bir dış politika hatası yaparak ve üzerimize vazife olmayan, ABD ve hiçbir Batı ülkesinin karışmadığı, sadece konuştuğu bir iç çatışmaya “aktif şekilde” girerek kendimiz için daha büyük tehlikeyi ellerimizle hazırladık. Şimdi Öcalan’ın ve PKK ordusu kuranların kullandığı “ne Esad rejimine, ne de muhaliflere yakın olmayan üçüncü güç” söyleminin Esad’ı bu işin içinden sıyırmak, olayın “yalnızca PKK’nın sorumluluğunda” olduğuna inandırmak için öne sürülen bir yalan olduğu açıktır. (Bu arada, sınıra yakın ilçelerimizde vatandaşlarımızın tehlikeyle karşılaşmasının önde gelen nedeni de “muhalif güçlerin Türkiye’de yaşayarak günübirlik savaşa gidip dönmelerine izin verilmesi” ve bu nedenle çatışmaların sınırda olmasıdır, bunlar açıklanmadığı için duyamıyoruz.)

ASKERLERİMİZİ DE KAYBETTİK

PKK o gün bugündür Esad desteğini alıyor ve “Güneydoğu’da yaptığı son saldırılar”da da Suriye’de kazandığı yeni safların ve o desteğin büyük rolü var. Yani biz bugün “Benim 5 vatandaşım öldürülmüş, ne barışı” derken aylardır şehit edilen onlarca askerimizin de bundan farksız şekilde hayatını kaybettiğini unutmamalıyız. “Savaş istemiyoruz ama mecbur kalırsak yok ederiz” benzeri konuşmalar onuru için çekinmeden savaşı destekleyecek vatandaşlarımızın kulağını okşayabilir, bununla birlikte ortada “PKK ve onun 4 ülkede Kürt Devleti (Büyük Kürdistan) kurma planları” varken Suriye ile mücadele cephesi açmak kendi ülkemizin karmaşaya düşmesine ve bu karmaşadan PKK’nın çok ustaca yararlanmasına yol açacaktır.

PKK bu fırsatı asla kaçırmaz ve Irak ile Suriye’de devlet kurma adımlarının arkasından Türkiye’de aynı savaş havasını yaygınlaştırır. Hükümet uyarılara hiç kulak vermiyor ama bugüne kadar o uyarıların tek tek gerçekleştiği ortada.. Bu savaş havası son derece tehlikelidir ve halkın asla milliyetçi duygularla, güç gösterisi hevesine prim vermemesi gerekir. Terörden neler çektik, şimdi “bir başkasının savaşı” yüzünden ve kendi hatamızla daha beteriyle karşı karşıyayız ve son pişmanlık fayda etmez. Eğer bu çatışma içine başka bir siyasi nedenle girilmiyorsa, mevcut tablodan nasıl sıyrılırız, hala sıyrılma imkanı var mıdır ona bakmak gerekir.

Bence mesele budur arkadaşlar!



Kapalı oturuma tepkiler!

Görünüşe bakılırsa tezkere için oylamanın TBMM’de “kapalı oturum”la yapılması kimsenin hoşuna gitmemiş.. Gelen tepkilerin ve konuşmaların çoğunda buna itiraz vardı. Birçok kişi “oturumun açık yapılması ve halkın izlemesinin bir hak olduğunu, olası bir savaş durumunda evladını askere gönderecek ana babaların ülkenin içinde bulunduğu şartları bilmesi gerektiğini” düşünüyor.

En azından bu kadar önemli bir oylamanın “neden kapalı yapılma gereği duyulduğu” millete açıklanmalıydı. “Milletin Meclisi” ise eğer!



İstiklal Marşı her ülkede!

THY’nin “Dünyada en çok ülkeye uçan havayolu olduk, bu gurur hepimizin” diyen ve İstiklal Marşı’mızı çöllerden, Çin’e, Hindistan’dan, İskoçya’ya, Fransa’ya, İtalya’ya kadar birçok ülkede o ülkelerin yerel müzisyenlerine çaldıran son reklam filmi harika olmuş.. İnsan izlerken ve dinlerken gurur duyuyor.

Bu film için uçakla 130 bin km kat edilmiş, 95 saat havada kalınmış ve farklı ülkelerden 40 kişilik bir müzisyen ekibi rol almış. Şüphesiz bu filme milletin cebinden büyük paralar da ödenmiştir ama değmiş doğrusu.. THY’ye de, reklamı hazırlayan Serdar Erener’e de içten bir “bravo”!

Yazının devamı...

Savaş istemeyenler suçlanabilir mi?

Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine düşen top mermisinin 5 vatandaşımızı öldürüp 9 kişiyi de yaralamasının ardından savaş noktasına geldik.. Bu haberi duyunca önce “bir anne ile emeklerle baktığı 3 yavrusunun aynı anda ölmesi”nin ne kadar acı, ne kadar dehşet verici, ne kadar kahredici olduğunu iliklerimde hissettim. Düşünün, koca bir aile bir dakika içinde yeryüzünden siliniyor.. Daha acı ne olabilir?

Bu haber tek başına o anda “Suriye’ye derhal savaş başlatılması için” yeterli bir nedendir ama o savaşta hayatını kaybedecek olanların büyük çoğunluğunun acaba bu 5 kişinin ölümündeki payı ne, rolü ne? Hiçbir rolleri yok aslında, onlar sadece “yeni masum kurbanlar” olacak.. Ordumuzla gönderilecek, bu savaşta görev alacak askerler de aynı şekilde.. Zaten “azmış olan PKK terörü” nedeniyle gencecik askerlerimiz hayatını kaybederken bir de üstüne Suriye savaşı eklenecek.. Bu nedenle “Silahlı Kuvvetlerimiz anında misilleme yaptı, Suriye’yi top ateşine tuttuk” gibi haberler beni rahatlatmıyor, tam aksine bizi savaşa daha da yaklaştırdığı için ürkütüyor, rahatsız ediyor.

BİLE BİLE GELDİK!

Akçakale’deki üzücü olay “Suriye’de Esad ordusuyla ‘muhalif güçler’ ya da ‘isyancılar’ denen grupların Türkiye sınırına yakın bölgede çatışması” sırasında gerçekleşti. Ve bu Akçakale veya diğer sınıra yakın ilçe ve köylerdeki ilk olay değildi. Örneğin Akçakale kısa bir süre önce de bu “çatışmalar nedeniyle tehlike altında kalma” durumunu yaşamış, vatandaşlarımız korkudan evlerini terk ederek ilçe merkezine kaçmıştı.

Sınıra yakın il ve ilçelerimiz, köylerimiz ve insanlarımız aslında bizim “tek başımıza” üstümüze vazife olmayan, ABD’nin iteklemesiyle içine atladığımız bir Suriye iç savaşı nedeniyle bu tehlikeyi yaşadılar ve şimdi daha da yoğun olarak yaşıyorlar. Şu anda sınıra yakın tüm illerimizdeki halkın nasıl bir korku içinde olduğu bellidir. Ve bu noktaya gelineceği daha ilk günden, Batı ülkelerinin, Birleşmiş Milletler ve Nato’nun durup beklediği dönemde öne çıkıvererek “Esad’a karşı güçleri desteklemeye başladığımız” günlerde belliydi. Uzmanlar uyardı, durumu gören herkes “aman bu çatışmalarda taraf olmayalım, müdahale etmeyelim, bu savaşa adım attığımız anda Türkiye için çok yönlü olarak büyük tehlike doğar” diye uyardı. Ama hiç dinlenmedi ve işte şimdi göz göre göre, adım adım “oradayız”..

ÖCALAN’IN ÇAĞRISI

Hatırlayalım; ABD’li ünlü bir yazar ve gazeteci olan Griffin Tarpley kendi ülkesine karşı olmayı göze alarak daha Haziran ayında “ABD Türkiye’yi Suriye ile savaşa itiyor ama Suriye’deki olaya müdahale etmesi ve bu savaşa girmesi Türkiye için intihar demektir, bölünmeye gider” gibi bir açıklama yapmış, düşürülen Türk uçağının bile bu “savaşa zorlama” amacıyla kışkırtma olarak yapıldığını söylemişti. (Akçakale’ye düşen bombanın bile aynı nedenle atılmadığına kim emin olabilir?)

Onu da dinlemedik ve sonuç olarak Esad’ın yardımıyla PKK çok daha güçlenerek Türkiye’de saldırılarını yoğunlaştırdı. Şimdi geldiğimiz daha riskli durumda Öcalan avukatları aracılığıyla Suriyeli Kürtlere “15 bin asker hazırlayın ve Suriye’de üçüncü bir güç oluşturun. Kendi bölgenizi kontrol altına alın, her genç bu güce katılmalı” mesajı gönderiyor. Bu mesajın herhalde Türkiye’yi diğer her ülkeden çok ilgilendirdiği ortadadır.

TABLO BİZİ MECBUR EDECEK!

Bu bir yana, Suriye’ye açıkça “savaş ilanı” anlamına gelecek adımlar, başlangıçta “gözdağı verme” ve caydırma amaçlı yapılsa ve şimdi “savaş istemiyoruz” dense bile yeni kışkırtmalar (ki bunlar da ABD veya Barzani planlarıyla organize edilebilir) sonunda Türkiye’yi savaşa sokabilir.

Çünkü öyle bir noktaya gelindi ki; karşılık vermesek dünyaya karşı “Suriye’nin yaptıklarını sineye çekmiş ve sınırlarını koruyamamış bir ülke” durumuna düşeceğiz. Versek, zaten bir yandan bizi daha öncekinden de çok sıkıştıran “terörle mücadele” ederken diğer yanda “başka bir silahlı mücadele”ye girmiş olacağız. Yıllardır maddi-manevi olarak terör altında olan ülke ve tabii ordu “insanlarımız öldürülene kadar” bizimle direkt ilgisi olmadığı halde hatalarımızla girdiğimiz bir savaşa atılacak.

TBMM TOPLANDI AMA..

ABD hala “Durum çok tehlikeli, Türkiye’nin yanındayız”dan başka bir şey söylemiyor, o ve diğer tüm kuruluşlar ve ülkeler sadece “kınama”yla yetinmekteler. Yani biz eskisinden de tehlikeli şekilde Suriye ile karşı karşıya bırakıldık.. Buna bir de “Esad ile PKK işbirliğinin yeni planları”nı eklerseniz durum oldukça karanlık..

Zamanında “Hatamız büyük, bu işten hemen sıyrılmalıyız, TBMM toplanarak terör ve Suriye konularında (artık ikisi tamamen iç içe geçmiş durumda) acilen karar almalı” dediğimizde, diğer partiler ve uzmanlar uyardığında Hükümet bu uyarılara kızmış ve Meclis’i toplamaya gerek görmemişti. Dün ise “tezkere noktasına gelindiğinde” Meclis’in tüm partilerine ihtiyaç duyulduğu, aslında o tezkerenin bütün partilerin onayı ile çıkması gerektiği ortaya çıktı. Yani her konuda çekişme, şikayet, birbirini karalama oluyor ama bu konuda olamazdı..

TEZKERE KULLANILIR MI?

Sonuç olarak, ABD yine bir kenarda bekler, konuşur durur, dünya yine bizi yalnız bırakır ve sıkıntıyı çeken biz oluruz. Bu nedenle, sonunda rahatça “bir savaşa kesin girme” için de kullanılabilecek olan tezkerenin çıkmasını istemeyen vatandaşlara ve partilere kızmaya kimsenin hakkı yok bence..

Evet, böyle bir saldırı karşısında Meclis ve toplum tek yumruk olmalıdır ama vazgeçilmeyen, inatla sürdürülen dış politika hataları sonunda (ve hala Esad karşıtlarını destekleyip barındırıp, silahlandırarak sınır boyumuzda savaşmaya gönderirken) bu noktaya gelinmişse, savaş istemeyenlere de hak vermek gerekir. Umalım da savaş ihtimali ortaya çıkmasın!



Özkök’ün yeni çelişkileri!

Genelkurmay eski Başkanı ve “Balyoz” iddiaları döneminin Başkanı Hilmi Özkök; TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nda konuşmuş ve konuştukça kendi kendisiyle yine çelişkiye düşmüş.

HEM SAVUNMAZ, HEM SAVUNUR

Komisyon Başkanı Nimet Baş ve bazı üyeler Özkök’e “12 Eylül darbesini haklı bulduğu izlenimi edindiklerini” söyleyince hemen “Hiçbir darbeyi savunmam” demiş. Arkasından “Sonrasında iyi mi gitti, kötü mü ona bakmak lazım. İhtilal olduktan sonra halkın devlete güveni geldi” diye eklemiş.

Biraz sonra da “12 Mart muhtırası” için “Şöyle yapmazsan, böyle yaparım demek çok ağır” demiş. İlk bakışta demek ki Bay Özkök’e göre “ihtilal” geçerli nedenle yapılabilir ve mazur görülebilir ama “muhtıra” vermek daha ağır bir durumdur. Yani eğer ortam müsaitse “başarılan darbe”ye aferin demek gerekir. Ve bu da (hangi ülke için olursa olsun) demokratik bir hukuk devletinde “komedi”nin ta kendisidir.

Hilmi Özkök’ün bu konuşması suç değilse nedir? Yüzlerce asker “yapmadıkları, asla yapmayacaklarını söyledikleri ve sözleri de çok sayıda bilirkişi tarafından doğrulanırken” 18-20 yıl hapis cezalarına mahkum edilirken, “bir darbeyi açıkça savunan hatta öven” bir Genelkurmay Başkanı hoş görülebilir mi?

Hele şu “sonrasına bakmak lazım, iyi mi kötü mü” lafına, “ama 12 Eylül’de çok olay vardı, darbeden sonra kesildi” laflarına bayılıyorum. Darbe sonrasında “kötü” hemen “iyi”ye dönüyorsa, olaylar kesiliyorsa aynı ordu hükümete yardımcı olarak demokrasiye zarar vermeden neden önlememiş olayları? Ayrıca darbe yapmaya niyetlenenlerin, “ortamın oluşmasını bekledik” diyenlerin “ortamı 12 Eylül öncesinde olduğu hale” getirmeleri çok mu zordur? Kendi dönemindeki astlarına, kendi başkanlığındaki iddialarla verilen ağır cezaları “yerinde” bulduğunu söyleyen Hilmi Özkök konuştukça ciddi yanlışlar yapıyor.

Son olarak; bu TBMM Komisyonu acaba 27 Nisan muhtırası için ne karar verecek, doğrusu o da merak konusu!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.