Şampiy10
Magazin
Gündem

Terör görüşmesi kimle yapılacak?

Yapılan açıklamalara bakılırsa Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan “tutuklu vekiller” konusundan sonra “terörün çözümü” konusunda da farklı görüş bildirmişler. Bunun neden şaşırtıcı bulunduğunu anlamıyorum ama sebep bu dönemde “farklı görüş”ten pek hoşlanılmaması olabilir..

Tutuklu vekiller konusunda Gül “Kesin yargı kararı çıkana kadar görevlerinin başında olmalılar” görüşündeydi ki mahkum olmadığı halde zaten “vekil olmayanları bile” yıllardır içerde tutmuşken daha uzun süre hapsetmek hukuka aykırıdır ve haksızlıktır.. Başbakan “farklı düşündüğünü” söylemişti, keşke nedenini de tam olarak, hukuki açıdan da anlatsaydı.

OSLO’DAN ÖNCE SÖYLEMELİYDİ!

Şimdi de Cumhurbaşkanı Gül “terör sorunu”nun çözümü için BDP’nin önerilerine olumlu bakarken Başbakan “Terör örgütünün Meclis’teki siyasi uzantılarının bu meselenin çözümünde ne söz hakkı var, ne de yetkisi.. Teröristle kucaklaşanlarla bizim konuşacak hiçbir şeyimiz yoktur. Biz demokratik ortamda herkesle konuşuruz yeter ki ‘terörle irtibatını’ kessin” demiş.

İÇİNDEN ÇIKILACAK GİBİ DEĞİL!

Şimdi burada Başbakan nihayet “terör örgütüyle ve BDP ile tartışma, görüşme” konusunda doğru olanı söylüyor. “Önce terörle irtibatı kesmek” önce “silah bırakmak, eylemlerine, öldürmeye son vermek” anlamına geliyor ki bunu çok başta, “Açılım” demeden ve tabii Oslo’da “MİT ile terör örgütü masaya oturmadan” önce söylemesi, “silahı bırakmam” israrını sürdüren PKK ile istihbarat görevlilerinin görüşmemesi gerekiyordu. Neyse yine de diyelim ki zararın neresinden dönülse kardır ama..

Ama bu kez de ortada çelişkiler var.

Çelişki 1 - Hükümet bir yandan “gerekirse terör örgütüyle tekrar görüşüleceğini” söylüyor, diğer tarafta “terörle mücadele sürecek” deniyor. Bu duruma baktığınızda “müzakere” ile mi çözüm düşünülüyor, “mücadele” ile ülke topraklarının terörden-teröristten temizlenmesi mi düşünülüyor belli değil.. Bir gün öyle, bir gün böyle.. Eğer siyasi bir oyalama yöntemi değilse (ki her gün onlarca şehit ve yaralı verirken “bir saat” bile önemlidir ve zaten halihazırda çok zaman kaybedildi) kendileri de karar vermemiş gibiler. Başımıza Suriye derdini öyle sardık (ve PKK’yı da bu nedenle güçlendirdik) ki dikkatimizi oraya yoğunlaştırmaktan kendi sorunumuzda kafalar karışıyor, mesela bu “müzakere mi, mücadele mi” kararsızlığı nasıl açıklanabilir?

Çelişki 2 - BDP’ye “terör örgütünün Meclis’teki uzantısı” diyerek görüşülmüyorsa terör örgütünün kendisiyle Oslo’da (Başbakan’ın bilgisi dahilinde) nasıl görüşüldü? Başbakan kısa süre önce 27 Eylül 2012’de NTV’de “MİT’i hem İmralı’ya, hem de Oslo’ya ben gönderdim” dememiş miydi?

Çelişki 3 - “Biz terör örgütüyle mücadeleye, parlamentodaki uzantısıyla müzakereye varız” diyen de (25 Mayıs 2012) kendisi değil miydi?

Çelişki 4 - Başbakan “Teröristle kucaklaşanlar”la görüşmeme kararında haklı ama o zaman “Habur”dan gelen ve düğün dernekle karşılanan, ayağına mahkeme kurulan teröristleri nereye koymak lazım?

Ben içinden çıkamıyorum, açıkçası bu bilmeceyi kimsenin çözebileceğini de sanmıyorum. “Çözerim” diyen varsa hemen yukardaki maddelerin hepsini birlikte okusun, vardığı sonucu bana da açıklasın lütfen!



Kadın hep mağdur!

Bu olayı bir toplantıda dinledim ve üzüldüğüm için de yazmak istedim. İsmini vermeyeyim (N.K diyelim) bir genç kadın Tchibo isimli firmada çalışırken Türk Amerikan ortak şirketi olan Teknik Plastik Sealed Air’e transfer oluyor. Çok beğenerek işe alıyorlar, aylar geçiyor çalışmasından memnun olduklarını da bildiriyorlar. Ve tam 6 ayını doldurmasına 6 gün kala N.K hamile olduğunu anlıyor ve dürüst davranarak bunu hemen Genel Müdür’e söylüyor.

Söyledikten 2-3 gün sonra da işten çıkarılıyor. Düşünün 6 gün saklamış olsaydı çıkaramayacaklardı. Bu şekilde iki işi birden 6 ay içinde kaybetmenin üzüntüsüyle N.K düşük yapıyor, bebeğini de kaybediyor. Kariyerinin zarar görmesi ve olaydan psikolojisinin etkilenmesiyle sağlığı bozuluyor ve şirkete “işe iade” davası açıyor. İlk hakim kendisini haklı buluyor ama o hakim gidiyor yenisi geliyor, sonra bir kez daha hakim değişiyor ve sonuçta bu “6 aya 6 gün kala” davası şirket lehine sonuçlanıyor.

CİNSİYET AYIRIMCILIĞI

Şu anda temyiz aşamasındaymış, bence bu tür haksızlıklarda sonuna kadar gitmek lazım. Yapılan (ve eğer bu konuda bir yasa varsa) tamamen bir “cinsiyet ayırımcılığı”.. Bir erkek böyle ciddi bir iş değişikliğinde, hem de başarılı olmuşken kesinlikle hiçbir engellemeyle karşılaşmıyor. Pürüzsüz şekilde yoluna devam ediyor (askerlik demeyin, ona da çare buldular artık, parayı toplayabiliyorsan “yapma” kurtul). Çocuk sahibi olmak sanki sadece kadınların sorumluluğuymuş gibi o meseleyi “eşleri” hallediyor.

Ama kadın çalışıyor ise ve eğer kazayla hamile kalmışsa yandı, o dakika işten çıkarılıyor. 21’inci yüzyılda olacak haksızlık değil bu.. Hele bu nedenle bebeğini de kaybederse hiç değil!

Yazının devamı...

‘Kendini beğenmiş’sen kendi adına konuş!

Of yani, of ki ne of.. Hani bu dönemde çok kişi değişti, bazıları “parasına-puluna zarar gelmesin, zenginliğine zenginlik katmasına kimse engel olmasın” diye de değişti ama bir sınırı da olmalı diyor insan.. Mesela bir zamanlar tanıdığın, hatta senin çalıştığın gazetede “genel yayın yönetmen yardımcılığı”, daha sonra “yönetmenliği” yapmış kişilerin bile “paçayı kaptırma korkusu” ortaya çıkınca nasıl da kişilik değiştirip eğilip büküldüğünü görmek gerçekten trajikomik..

Ergun Babahan’ın “Darbeleri araştırma Komisyonu”nda ifade vermesi sırasında (12 Eylül darbesi ve 27 Nisan Muhtırası’ndan söz edilmezken, bunları yapanlar keyfinde geziniyorken neyi araştırıyorlarsa) söyledikleri ise insana “mesleğine, kendine, gururuna, beraber çalıştığın insanlara, tüm medyaya hiç mi saygın yok” dedirtiyor. Bunları yazarken üzülüyorum çünkü kendisiyle uzun yıllar “SABAH”ta çalıştım ve bir gün böyle bir hale geleceğini düşünemezdim.

NE EMRİ, KENDİ ADINA KONUŞ!

Daha önce de 28 Şubat dönemi ile ilgili “Başka çare yoktu, emre itaat ettik” gibi açıklamalar yapmış. Bunun üzerine birileri de çıkıyor “Askeriyeye hizmet eden medya” gibi genel tanımlar kullanarak “o medya yargılansın” filan diyor. MGK’da alınmış ve altında dönemin hükümet başkanı ile üyelerinin imzası olan kararlar hakkında suçlayacak başka kişiler aranıyor. Erbakan vefat etmiş, birileri çıkıyor onunla ilgili ama “doğru olup olmadığı artık kanıtlanamayacak” açıklamaları kafadan yapıyor. Dönemin bakanları-milletvekilleri veya “koalisyon ortağı” olarak Tansu Çiller kararları kabul ettiği halde, dönemin Meclis üyeleri tepkisiz kaldığı halde onlarla ilgili konuşulmuyor, habire medya suçlanıyor.

Pardon, bir de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel var, sanki ortada hükümet yokmuş da kararları o almış gibi dönüp dolaşıp ona geliyorlar..

Adeta “önceden kararlaştırılmış olan bir yere varılmak isteniyor” gibi.. Her neyse, Ergun Babahan ancak kendi adına konuşabilir, çünkü onun çalıştığı gazetede “hiçbir emre itaat etmeyen, Tansu Çiller veya bir başka siyasetçinin yaptığı baskıları da, ordunun yaptığı veya yapacağı baskıları da asla takmayan çok sayıda gazeteci çalıştı.

‘SİVİL BASKI’YA NE DİYECEĞİZ?

Şimdi bana anlattırmasınlar.. Ben 25 yıllık gazetecilik hayatımda ordudan bir baskı hissetmedim ama (Türkiye’deki tüm darbelerin birebir mağduru olmuş bir ailede yetiştiğim için “darbe ve muhtıralara”, nereden gelirse gelsin “antidemokratik” baskılara her dönemde karşı çıkmam, ordunun kendi görev alanında kalması gerektiğini savunmam nedeniyle) NOKTA dergisinde yayınlanan “TSK’nın hoşlanmadığı yazarlar” listesinde adım vardı.

Öte yanda bugün dahil birçok hükümet döneminde yaptığım TV-haber programlarına, sırf gerçekleri olduğu gibi anlattığı, gazetecinin asli görevi olan “halkın gerçeği öğrenmesini sağlama” çizgisinden sapmadığı için “sivil siyasi baskı” fazlasıyla yapıldı. Çiller döneminde stüdyoma “danışman” adı altında 20 kişinin doldurulduğunu, çekimlerin sık sık kesildiğini, onunla ilgili hiçbir haberin-yorumun giremediğini ve sonunda programın (kendisiyle ilgili yayın nedeniyle) kaldırıldığını, şu anda da olduğu gibi uzun yıllar TV’den men edildiğimi unutmam mümkün değil.

KUYRUKLU YALANLAR

Başa dönelim ve Ergun Babahan’ın konuşmasına göz atalım: “Darbe Komisyonu”nda verdiği ifadede 28 Şubat dönemi için “Kendini beğenmiş, şımarık ve küstahtık (vah vah keşke olmasaydınız, gazeteciye yakışmaz). Sonradan bakınca aslında yaşadıklarımızın ‘net bir sınıf çatışması’ olduğunu gördüm... Askerin ‘doğrudan müdahalesi’ fikri bize çok aykırı gelmiyordu(abovv).. Muhafazakar kesimi hiç tanımıyorduk... O dönemlerde ‘kolay gazetecilik’ yaptık. Zaten ansiklopedi veriyorduk. Bir de manşet bulunca tavla partileri başlıyordu. Herkes gazeteyi bağlayalım, eğlenceye katılalım diyordu”.. Parantez içleri bana aittir arkadaşlar..

Ooh ne kolaymış.. Demek şimdi yalakalık zamanı diyeceksin ve hiç tereddüt etmeden kendi yaptığını o gazetede çalışan herkese yapıştıracak ve koca bir medyayı da karalayacaksın.. Nasılsa yalan-gerçek ayırımı, ayıp, sıkılma duygusu gibi değerler önemini kaybetmiş artık..

TAVLA OYNAMAK YA DA OYNAMAMAK..

Kendine-mesleğine-okuruna saygısı olan, ölçüsünü-sınırlarını bilen gazeteciler asla Ergun Babahan’ın söylediği şekilde davranmazlar, kendimden emin olduğum kadar eminim ki davranmadılar. “Kolay gazetecilik” de yapmadılar, İLKELİ insanlar için “kolaya kaçmak” diye bir şey yoktur çünkü, görev her şart altında görev, saygı (varsa) her zaman saygıdır.. Ama işini, yazısını bitiren insanlar biraz kafa dinlendirmek, bunaltan haberler arasında gülümseyebilmek için bugün de tavla oynuyorlar, neden olmasın, yasak mı yani? O da mı yassah? İstemezsen oynamazsın ama bu saçmalığı da yapmazsın. (Şu anda aynaya bak ve kendinle yüzleş istersen..)

Büyük bir medya kesimi hiçbir zaman “net bir sınıf ayırımı” filan gözeterek yazmadı, konuşmadı. (Medya dediğimiz insanlar nereden geliyorlar ki, sultan sülalesinden mi, halkın içinden mi?) Zaten son zamanlara kadar medyada ve toplumda böyle kesin ayrışmalar, kutuplaşmalar da olmadı. “Muhafazakar” sözcüğü ile artık “dindar” kastedildiğine göre, gazetecilerin çoğunun geldiği aileler de böyledir, bu nedenle sorunun “Muhafazakar kesimi tanımamak”la ilgisi yoktu.

‘PATATES DİNİ’NDEN..

Şimdi olay aslında “28 Şubat öncesinde ve sonrasında türban” konusuna kilitlendi ama tek taraflı bir anlatım sürüyor, hafızalar da sıfırın altında.. Allah aşkına o günlerde sokak gösterilerinde başı açık kadınlar için posterlere yazarak, gazete köşelerinde “mamalar” demekten başlayıp, başı kapalıların “namuslu ve dindar” diğerlerinin “bunun tam aksi” olduğunu söyleyerek hakaretler yapılmıyor muydu? Onların da “dinine-inancına, üstelik ‘yok sayarak’ müdahale” edilmiyor muydu?

Erbakan “Kanlı mı olacak kansız mı bilmem”, “çikolata kağıdına sararak yutturmak”, “bizim partiden olmayan patates dinindendir” gibi “din ekseninde siyasi, ayırımcı ve ürkütücü” konuşmaları o dönemde yapmamış mıydı? Daha da fazlası başka siyasetçiler tarafından yapılmadı mı?

Ve aslında (dün yazmıştım) tekrarlayayım bütün mesele “devlet alanları ve okullarda” dini kıyafet ve ibadete sınırlama getirilmesi idi, bunun dışında dine-inanca kısıtlama diye bir şey yoktu. Ama “dinin siyasi istismarı” maalesef vardı..

DAHA MI ÖNEMLİ?

Olay budur, gerçekler konuşuluyorsa iyi hatırlayarak konuşulsun, yalana-iftiralara, başkalarını karalamaya da izin verilmesin, Komisyon buna dikkat etmeli!

Acaba sıra ne zaman 12 Eylül’e, 27 Nisan’a gelecek? Yoksa birileri “28 Şubat 12 Eylül darbesinden ve dahi 27 Mayıs’tan daha önemli” buyurdukları için unutturulacak mı?

Yazının devamı...

PKK vuruyor, Türkiye tatbikatta!

Olayları çok yönlü olarak, birlikte okumak her zaman “önceden ileriyi görebilmek” açısından çok önemlidir, Türkiye’nin bir değil birkaç cephede tehlikeyle karşı karşıya olduğu şu dönemde daha da önem kazandı. Şimdi son duruma “topluca” bakalım.

Yabancı medya artık “Türkiye ile Suriye’nin savaşın eşiğinde olduğunu ve bu durumun PKK terörü sorununu arttıracağını” yazıp, tartışıp duruyor. O arada PKK bir yandan “devletle masaya oturmaktan, devletin Öcalan’ı muhatap almasından” söz ederken diğer yanda “eylemlerine devam edeceğini” açıklıyor.Güneydoğu’da terör örgütünün saldırıları aralıksız sürüyor, her gün şehit ve yaralı haberleri veriliyor.

3 ŞEHİT VE 28 YARALI

Son olarak Hakkari saldırılarında verdiğimiz 3 şehitin arkasından İran’dan Türkiye’ye doğal gaz taşıyan boru hattının Erzurum-Ağrı arasındaki bölümüne yapılan saldırı sonucu ortaya çıkan patlamada 28 askerimiz yaralandı.

Devamlı tekrarlayıp duruyoruz, bu durumda normal olarak, başka yaralı ve şehitler olmaması için önlem almak üzere maddi-manevi olanca gücümüz ve dikkatimizi terör bölgesine yoğunlaştırmamız gerekirken biz “Suriye ile çıkma ihtimali olan savaşın provalarını” yapmaktayız. Tanklar, tüfekler, binlerce asker Suriye sınırına taşınıyor.. Dün “Şanlıurfa’nın Suriye sınırındaki Suruç ilçesinde bilmem kaç tankla askeri tatbikat yapıldığı” haberi vardı. Adeta bir savaş halinin fotoğraflarıyla, toz duman içinde tankların görüntüleriyle verilen haberler..

AYNI YORUMLAR DIŞ BASINDA!

Daha Suriye iç savaşında açıkça, sanki onlardan biriymiş gibi “muhalif grupların yanına” geçtiğimiz gün, hatta daha da önce Esad’a tehditler savurduğumuz sırada (uçak düşmesi olayından da önce) bu savaştan diğer ülkeler gibi kaçmamız gerektiğini, Suriye’deki savaşa müdahil olmanın Güneydoğu’daki tabloyu çok daha olumsuz hale getireceğini söyledik. Uzmanların uyarılarını verdik.

Türkiye tehdit savurur, onun karşısında yer alırsa Esad da “PKK’yı destekleyeceğini” söylüyor, aman dikkat diye uyardık, dinlenmedi ve Esad “muhaliflerine verdiğimiz silah ve koruma desteğinin de yardımıyla” Suriye’nin Kuzey illerinden çekilerek buraları PKK’ya (PYD) bıraktı..

Ve ortaya çıkan yeni “Kuzey Suriye özerk Kürt bölgesi” girişimiyle PKK’da bu kez aynı hayali Türkiye’de ve daha kısa sürede gerçekleştirme ümidi başladı. Bizim haftalardır “aman yapmayın” diye tekrarladığımız uyarıların sonucunu The Economist dergisi bu haftaki sayısında gayet net anlatmış.

‘TÜRKİYE KENDİNE ZARAR VERDİ’

“Türkiye-Suriye arasında gerilen ilişkilerde ‘Suriyede özerk bir Kürt bölgesi’ ortaya çıkmış olmasının rolünden bahsedilen ve Suriye-Türkiye gerginliğinin neredeyse savaşa döndüğü belirtilen yazıda Türkiye’nin ‘şiddetli Esad karşıtı’ tutumunun kendi 14 milyonluk Kürt nüfusuyla uzun süredir yaşadığı sorunları derinleştirdiği...

Türkiye’nin Kuzey Irak’tan sonra bu kez ortaya çıkan ‘bağımsız Suriyeli bir Kürt varlığı’ ile şaşkına döndüğü.. PYD’nin şu ana kadar silahlı 3 tabur kurduğu.. Suriye güçlerinin Kuzey illerinden çekilmesinin Türk devleti ile PKK arasındaki riskleri arttırdığı.. Ve Suriye krizinin yakın zamanda çözülecek gibi görünmediği” yorumları yer alıyor. Kısaca, bizim söylediklerimizin aynen çıkmış olduğu görülüyor.

SİLAH VERİYORUZ!

Ve Türkiye hala akıl almaz bir çelişki ile bir yandan Rusya’dan, İran’dan Suriye’ye giden uçakları arıyor (mazereti; savaşa silah gönderilmesini ve Esad güçleri tarafından kullanılmasını önlemek) öte yandan kendisi birçok başka ülkeden ve aralarında El Kaide’nin de bulunduğu muhaliflere silah sağlıyor. Ve bu da o gruplar tarafından dünyaya açıklanıyor.

Biz bu dış politika kafasıyla giderken ne PKK terörünün azmasına, ne de yıllar sürecek bir savaşın içinde kalmamıza şaşırmayalım. Politika her şeyden önce “kendi insanımızın hayatını ve geleceğini korumak” için vardır. Kabul edelim, bunu başaramadık!



Linç çağrısı!

Perşembe gecesi geç saatte Beyaz TV’yi bir arkadaşımın haber vermesi üzerine izlemeye başladım ve kulaklarıma, gözlerime inanamadım izlerken.. Rasim Ozan Kütahyalı isimli gazeteci HaberTürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’nın 28 Şubat dönemindeki bir yazısından alıntılar yaparak ve bunları “sanki başkaları da böyle hakaretler yapmış gibi” genelleyerek halkı resmen ayaklanmaya teşvik ediyordu.

“Hala oturacak mısınız, ayaklanmayacak mısınız, yazıklar olsun size.. Bu adamlar hala yerinde kalacak mı, cezalandırılmayacak mı, bakın başörtülülere nasıl hakaret etmiş, şöyle demiş, böyle demiş. Bu halk onun cezasını vermeli, vermezse yine yaparlar, azınlık diktatörlüğü gelir inancınıza saldırır, ibadetinize saldırır. Benim gibi, sizin gibi insanlara bunu yapılmasına izin verecek misiniz, sokaklara dökülmeyecek misiniz” filan.. Böyle gidiyor, hiç susmadan..

KİN, NEFRET AKIYOR

Fatih Altaylı ne yazmış, ne zaman yazmış bilmiyorum, yazılarını “bana hakaret ettiği, saygı sınırlarını fena halde aştığı” günden beri okumam. Bu nedenle hakkında dava açıp tazminat kazanmışlığım vardır ama fark etmez, diyelim ki büyük hata yapmış, halkı bu şekilde kışkırtmak, sokağa dökmeye çalışmak olacak şey midir? Ya bu şahsı dinleyip şeytana uysalar? Artık işler iyice zıvanadan çıktı, bari aklı olanlar, olmayanları uyarsın. Ne bu ya, memlekette huzur, mutluluk bırakmadılar. Nereye baksan kin-nefret-irin-baskı-korku-sindirme-kışkırtma akıyor, ne bitmez kötülük varmış bu ülkede meğer.. (Halkı isyana teşvik suç değil miydi? Hele TV’den!)

O arada sık sık konuşmasının en alakasız yerlerine sıkıştırıp Fethullah Hoca’ya “Aman iktidarla aranızı bozmayın” diye mesaj göndermesi de oldukça ilginçti.. Daha neler göreceğiz bakalım!

(Not; Türkiye’de insanların ibadetine, inancına hiçbir zaman onun söylediği şekilde bir saldırı olmadı. Kimsenin namazına, orucuna, duasına, başörtüsüne karışılmadı. Her mahalleye en az bir cami açıldı. Bütün tartışma laikliğin gereği olan “devlet daireleri (tabii TBMM) ve okullarda dini kıyafet ve ibadet kısıtlaması” idi. Ki şu anda da devlet dairelerinde ve TBMM’de dini kıyafete resmen izin vermek için Meclis’in anlaşması, uzlaşması gerekiyor. Şimdi fırsattan istifade ile “asla gerçekleşmemiş” olayları “gerçekmiş gibi” halka empoze etmek inanılır gibi değil. Dürüst gazeteci ve siyasetçi bunu yapmayı, yalan söylemeyi kendine yakıştırmaz!)

Yazının devamı...

‘Beni De Fazıl Say’..

Dünyaca başarı ve ün kazanmış doktorlarımızı, uluslararası ödüller almış gazetecilerimizi, profesörlerimizi biz de ödüllendirip koruyacağımıza “ezebildiğimizce ezmeye, bir kalemde terörist yapmaya, doğduğuna pişman etmeye” yeminliyiz ya, Fazıl Say da bu silindir faaliyetinden nasibini alacak tabii..

Twitter’da paylaştığı görüşleri nedeniyle hakkında “dini değerler üzerinden halkı aşağılama, vs” diye soruşturma açılan ve daha önce her yerde bin kez yayınlanmış “Ömer Hayyam’ın dörtlüğü”-nü kullanması bile suç duyurusu nedeni sayılan Say ifade vermiş. Dünya çapında üne sahip olan ve hangi ülkede konser verse biletleri aylar öncesinden tükenen sanatçı ifadesinde:

“Halkıma gece gündüz hizmet etmeye gayret ederken, tüm dünyada en iyi şekilde temsile uğraşırken halkımı dini değerler üzerinden aşağıladığımı iddia etmek yanlıştır. Aynı şekilde yanlış olan ise beni suçlayanların özgür düşüncemi engellemeye çalışıyor olmalarıdır. Hiçbir değer ve dini değerler özgür düşünceden korkularak, düşünce baskı altına alınarak korunamaz (...)

Twitter hesabım kamuya açık değil, ancak özel olarak takip etmek isteyenler edebilir, rahatsız olan etmez (...) Yaklaşık 800 yıl önce yaşamış Ömer Hayyam’a ait olduğu düşünülen, daha önce birçok kişi tarafından paylaşılmış, üstelik başkasının ‘tweet’inden alıntı yaptığım 4’lük de suç duyurusu konusu yapıldı” diyerek suçlamaları reddetmiş. Ve aynı sıralarda Twitter’da “Say’a destek” hızla artmış, “Beni De Fazıl Say” tweeti trend topic’te 2 numaraya yükselmiş. (Bazıları şöyle; “Fazıl Say seninleyiz. Sen Beni De Fazıl Say”, 14 yaşındaki kızların tecavüze uğradığı ancak ‘rızası var’ denilerek tüm sanıkların tahliye edildiği ülkemde “Sen Beni De Fazıl Say”..

ÖZGÜR DÜŞÜNCE Mİ?

Bunları okur ve Fazıl Say’ın bir başka ülkede yaşama kararı aldığını düşünürken bazı insanlarımızın (sayıları az değil) ve hatta bazı kurumların ne kadar “fırsatçı ve acımasız” olabildiğini de (ayrıca bazıları fena halde saygısız) düşündüm. Eğer kafaya “görüşlerinden hoşlanmadıkları” birini pişman etmeyi, mutlaka intikam almayı, “en güçlü, başarılı olanları” bile susturmayı-sindirmeyi koymuşlarsa artık “özgür düşünce” ymiş, “özgür ifade”ymiş hiçbir anlamı kalmıyor.

Yakalayabiliyorlarsa Twitter’dan, o olmazsa “şuradan buradan (buzdolabının arkası, yer döşemesinin altı, Allah ne verdiyse) çıkarılan bir CD” yapıştırarak, o olmazsa bilgisayarına virüs sokarak onu derdest edip etkisiz kılmak için gereken yapılıyor.

ADALETE GÜVENEMEZSEN..

Ama bir dakika düşünelim, Fazıl Say’a bile yapılan, gazetecilerin aylar yıllar boyu cezaevine tıkılmasına ve sonra keyifler isteyince, tepkiler artınca bırakılmasına neden olan (Odatv davasında tutuklu diğerleri bırakıldı ama mesela “aynı nedenle tutuklanmış olan” Soner Yalçın’ın çile süresi henüz tamamlanmadı) bu yöntemler Türkiye’de adalete-hukuka artık güvenilemeyeceğini açıkça göstermiyor mu? İstenen her hangi bir başka vatandaşın aynı kolaylıkla okka altına gönderilebileceğini göstermiyor mu?

Adalete güveni kalmayan vatandaşın tutunacağı başka bir dal kalmayacağını göstermiyor mu?

Yargı (özellikle Yargıtay) şu anda çok kritik bir dönemeçte, ya geç de olsa doğru kararlarla “adaletin yok olmadığını” gösterecek veya bu dönemin tarihine haksızlıklarla-hukuksuzluklarla, siyasallaşmasıyla yazılacak. Bakalım hangisi?



Bu ne şovu?

O arada bir iktidar partisi milletvekili, Şamil Tayyar da Twitter’da “Fazıl Say hakkındaki davayı haklı bulmadığını” yazmış. Ama ne yazmak..

Önce “..göbeğini kaşıyan sahte demokratlar Fazıl Say için yollara düştü. Darbecilerden özgürlük kahramanı üretmek isteyenler Fazıl Say’ı da listeye aldılar” gibi konuyla, olayla, dava nedeniyle tamamen alakasız ve kendisiyle farklı görüşteki herkese hakaretten farksız lafları sıralamış. (Kimler bu göbeğini kaşıyan sahte demokratlar mesela? Eğer hakaret ve yalan değilse bunu söyleyen milletvekilinin isim vermesi ve o demokratların “Göbeğini kaşıdığını” da ispatlaması gerekir.) Arkasından sıra Fazıl Say’a hakarete gelmiş.

AÇIKÇA, İSMİYLE HAKARET

Ona da “Tüm densizliğine rağmen” diye hakaretle başlayarak “Say hakkındaki davayı haklı bulmuyorum” diye bitirmiş. (Alkışlar, alkışlar..)

Fazıl Say direkt olarak kimseye hakaret etmediği halde, sözlerini saptırarak, başka anlamlar yükleyerek, kendisine ait olmayan dörtlüğü bile suç duyurusu yaparak tweeti nedeniyle dava açılıyorsa Milletvekili “açıkça, adıyla sanıyla” hakaret ettiğinde neden açılmaz? Açılmaması “yasalar karşısında tümüyle eşitsizliği” göstermez mi?

Ayrıca başkaları için “göbeğini kaşıyan sahte demokratlar” derken, bırakın uluslararası sanatçı olmasını “bir vatandaşa, milletin-milli iradenin bir parçasına” da aynı anda “densiz” diyebilen bir milletvekilinin, “TBMM’nin bir üyesi”nin neresini kaşıdığı düşünülmelidir? Vatandaşına bunu reva gören birine “gerçek demokrat işte bu” mu denmelidir? Yargı sürecindeki bir dava için böyle taraflı, hakaretli görüş bildiren bir milletvekili bir de üstüne “yargıyı etkileme” suçu işlemiş olmamakta mıdır? Eğer tweetler suç sayılacaksa buraya da buyursunlar!

Artık “biraz insaf, biraz saygı”dan başka söyleyecek şey yok, ayıptır yahu!

Yazının devamı...

Gaddarlığın böylesi görülmedi!

Aslında “barbarlığın” da denebilir, çünkü yapılanlar gaddarlık sınırını çoktan aştı. Normal insanların yapamayacağı boyuta gelince ona artık başka tanımlar aramak gerekir. Bu ülke vatandaşının çilesi zaten dünyada en çok suçun işlendiği, en çok tecavüzün, cinayetin görüldüğü bir yere doğmuş olmak.. En akla gelmeyecek rezillikleri, sapıklıkları, vahşet olaylarını duyarak ve o sapıkların-suçluların “cezalandırılmadıklarını” görerek yaşama eziyetiyle karşılaşmak.. “Küçücük çocuklara hatta bebeklere tecavüz edebilecek kadar, öldürebilecek kadar iğrenç ruhlara sahip yaratıklar”la aynı havayı solumak zorunda kalmak..

Ve öte yanda hiç kimseyi öldürmemiş, zarar vermemiş , vereceğine dair kesin kanıt da bulunmamış, çoğu “bilgisayarlara gönderilmiş ve bilirkişiler tarafından ortaya çıkarılmış virüslere, ilavelere dayanan kurgular, iddialar” üzerine ülkenin yüzlerce onurlu insanı hapislerde çürümeye mahkum ediliyor. Tanınmış, başarılı gazetecilerinden rektörlerine, profesörlerinden milletvekillerine kadar onlar hapisten çıkamıyor ve kendilerine de en aşağılık, en canice suçları işleyenlere gösterilmeyen acımasızlık gösteriliyor.

7 CİNAYETE TEK CEZA, YOK YA?

Bu olayları gizleyen ve “siyasetçilere, iktidarlara yaranmayı asıl görevi sanan” gazete ve gazetecilere bakıyorsunuz herşey güllük gülistanlık, bu olaylar sanki hiç olmuyor, ülkede hiçbir sorun yok, demokraside hiçbir sorun yok, hukukta hiçbir sorun yok.. Pespembe tablolar çiziyor ve en büyük hata, suç ve haksızlıklara bile gözlerini kapatıyorlar. Oysa hiçbir şeyi görmeyen göz bile o “üçüncü-beşinci vs” diye isim takılan yargı paketleriyle katillerin, tecavüzcülerin ve diğer en ağır suçları işleyenlerin, kim bilir kaç cana kıymış teröristlerin bırakıldığını ama bu “somut bir suçu olmayan, kimsenin canını yakmamış, ilgili birçok iddianın tutarsızlığı bilim kurullarınca belirlenmiş” insanlara en ağır cezaların fütursuzca verildiğini görür.

Bu ülkede katliam sanıkları “7 cinayete tek ceza” gibi hukukta görülmemiş aflarla, indirimlerle kurtarılıyor. Kanlı cinayetlerden yatanlara “kravat-takım elbise” kullanırlarsa “iyi hal indirimi” yapılıyor.. On binlerce gencin ölümünden sorumlu Öcalan 5 yıldızlı otel gibi yerde tutulmasına rağmen “serbest bırakılması” için her numara deneniyor. Ve yakında bırakılır da.. Ama öte yanda senin hayatını eğitime adamış, bugüne kadar tek bir suç işlememiş onurlu rektörün hapisten çıkamaz. Gencecik oğlunun öldüğü gün bile..

SUÇU NE, ÇABUK SÖYLEYİN!

Yıllarca üniversite rektörlüğü yapmış, binlerce gencin eğitiminde rol oynamış, değerli bir profesör olan Fatih Hilmioğlu “Ergenekon tutuklusu” olarak cezaevine konmuş (çocuk tecavüzcüsü ‘tutuksuz’ yargılanıyor efendim ve nerede olduğu, başka hangi çocuklara zarar verdiği belli değil. Toplu tecavüz edenler bile tutuksuz yargılanıyor)..

Dikkat, henüz “tutuklu”, yani hüküm giydiği bir suç yok.. Ve ayrıca karaciğer kanseri, yani ölümcül bir hastalığın pençesinde.. Kendisine reva görülen bu ağır hakaretin hastalıktaki rolü de yadsınamaz.

Ama “terörist”lere yapılmayan ona yapılıyor, teröristler Habur’dan oradan buradan gelince serbest bırakılırken o “trafik kazasında kaybettiği” gencecik evladının ölüm haberini aldığı gün bile cezaevinden çıkarılmıyor. Bu en büyük acıyı orada tek başına yaşaması sağlanıyor. Cenaze töreni için “jandarmalar eşliğinde” evine getiriliyor ama orada kalmasına “güvenliğin sağlanamayacağı” gerekçesiyle izin verilmiyor. Yani PKK’lı kaçmaz, bir daha suç işlemez, katil bırakılır, tecavüzcü tutuksuz yargılanır, katliam yapan affedilir ama senin onurlu rektörünün , evladını kaybetmiş (ve ağır hasta) bir babanın kaçacağına inanılır.

Bu barbarlığı yapanların yargı karşısında hesap vermesi gerekiyor. Hangi büyük suçu işlemiş, hangi katliamı yapmış, kimi öldürmüş ki Fatih Hilmioğlu’na bu hakaret ve haksızlık yapıldı, bunun derhal halka açıklanması gerekiyor. Bu ülkede halihazırda da “katliam yapan terör örgütü mensuplarının da affedilmesi, hatta siyaset yapmasına izin çıkması” tartışılıyor. Askerlerimizi öldüren, bebeklerini beşikte, analarını gözyaşları içinde bırakanlar affedilecek de Hilmioğlu ne yapmış ki hapiste tutuluyor? Ve ne hakla tutuluyor?

İNSAN OLAN DAYANAMAZ

Bu olaylar artık susulamayacak, sabredilemeyecek noktaya vardırıldı. Haksızlığın, acımasızlığın bu kadarına “insan olan” dayanamaz. Ama açalım dünkü gazeteleri, “iki küçücük yeğenini boğan yenge”, “kendisine tren bileti alan, koluna girdiği arkadaşını öldüren adam”, “cezaevinde gardiyanlar tarafından öldürülen genç”, iki gün önce “evinde tecavüz edilip öldürülen genç kız”, “15 yaşında 100 vahşinin tecavüzüne uğrayan çocuk” haberlerini okuyalım, böyle olayların duyulduğu (ve hiçbir çözüm üretilmeyen ama hala “en az 3 çocuk” telkini yapılan) ülkede bunun da olmasına şaşırmayacağız.

Kimsenin bu olaylara tepki vermediği toplum, bu ahlaksızca, bu vahşice, bu canice haberleri ve her tür hukuk cinayetini duyarak yaşamaya mahkumdur. Ben ve benim gibi duyarlı olanlar ise “toplumunun tepkisizliğinden , korkaklığından, tembelliğinden, bencilliğinden utanarak” yaşamaya..

Hilmioğlu’nun “hem de ‘ağır tutukluluk şartları’ gerektiren”, “ailesiyle acısını paylaşma hakkı” bile verilmeyen suçunu derhal millete açıklasınlar!

Yazının devamı...

Güneydoğu savaş halinde, Güney de öyle!

Kim ne derse desin biz düşünmeden hareket eden, bu nedenle de hep pişmanlık duygusu yaşayan bir milletiz.. Analiz yeteneğinden mi yoksunuz, tembeliz de ondan mı, yoksa hırslarımızın peşinden sürüklenirken duyularımızı mı kaybediyoruz ben artık anlayamıyorum inanın..

Güneydoğu’nun illerinde arka arkaya PKK saldırıları sürüyor. Son olarak Hakkari Çukurca’da terör örgütü ile askerler arasında çıkan çatışmada 1 üsteğmen şehit oldu, 2 sivil yaralandı, 1 sivil hayatını kaybetti, 4 asker de yaralı.. Çatışmalar devam ediyor, kobralar uçuyor, iş yerlerinin kepenkleri kapalı..

Sivil halk Kazan köyündeki yakınlarından haber alamayınca oraya yürümek istemiş ve geçmelerine izin vermeyen güvenlik güçleriyle gerginlik yaşanmış. Yani ortalık toz duman ve halkın da artık canını bile düşünmeden çatışma bölgelerine girmek isteyecek kadar sabrı tükenmiş vaziyette..

‘KÜRDİSTAN’ OLMUŞ BİLE..

Ve öte yanda BDP de, PKK da artık adeta ayrı bir devlet kurulmuş gibi açıkça Güneydoğu’dan “Kürdistan” diye söz etmeye başlamış bulunuyorlar. Kısacası Güneydoğu’da sadece Hükümet’in değil, tüm TBMM’nin olanca dikkatini bu bölgeye yoğunlaştırmasını gerektirecek kadar ciddi bir durum mevcut..

BDP daha önce de zaman zaman laf aralarında dillendirilen “Türkiye 15-20 bölgeye ayrılsın, birkaçı da Kürtlere verilsin” önerisini tekrarlamaya başladı.. Aynı konuşmada bir adım daha ileri giderek “Sadece Kürdistan bölgesine özgü özerklik verilsin” de diyor.. Ama bu ifadede, bir yandan “verilsin” şeklinde öneri gibi söyleme, öte yanda ise “Kürdistan” diyerek zaten baştan orayı bu şekilde ilan etme var. Zaten şimdiden ilan ediyorsan, öyle kabul etmişsen kime, ne önerisi götürüyorsun sorusu çıkıyor ortaya..

Bırak özerkliği, eyalete bölmeyi, o adımları da atlayarak daha şimdiden “devlet” yapmışsın bile kafanda.. Öte yanda halihazırda özerk bölgelerden oluşmuş İspanya bile sıra “bağımsız devlet” noktasına getirildiği için yıllardır sorunu çözememiş. Ortada bu örnekler varken Türkiye’de neyi çözecek? Özerklik verilse terör bitecek, katliamlara son mu verilecek?

BOMBA-MAYIN KİMİN ESERİ?

Bu katliamları planlı olarak, arkadan vurarak, mayınlar döşeyip bombalar patlatarak, Türk-Kürt demeden öldürerek yapan terör örgütü ile ona “ölen teröriste de ağlamalıyız” desteği verenler mi vazgeçecek?

Bunların “bağımsız devlet” elde edilene kadar olmayacağını herkes biliyor. Ama uzmanlar; önce “Kürdistan” isminin coğrafi olarak tescilinin sağlanacağını, “uluslar arası hukuka göre ‘sınır belirlemesi’ kabul ettirildikten sonra kısa sürede ‘bağımsızlık’ noktasına varacağını” söylüyorlar.

Kısacası özerk bölge olsa da terör bitmeyecek..

SAVAŞA HAZIRIZ, NİYE?

Güneydoğu’da bu ciddi sorun dururken “TSK’nın Suriye ile savaş ihtimaline karşı harekat planı hazırladığını, bölgedeki Rusya ve PKK faktörlerinin de göz önüne alındığını, kara-hava-deniz unsurlarının bir arada kullanılacağını” duyuyoruz.

Türkiye’ye gelen sığınmacıların “100 bin 500’e yaklaştığını, on binlercesinin sınırda beklediğini” duyuyoruz. “Durum böyle olsa da ‘Suriyeli kardeşlerimiz’i almaya devam edeceğimizi” öğreniyoruz. BM hala karışmıyor, AB hala karışmıyor, ABD hala yalnızca konuşarak gaz veriyor ve biz “savaşa hazır olduğumuz” haberleri dinliyor, Hatay’dan Gaziantep’e, Urfa’dan Adıyaman’a kadar birçok ilimizi mülteci kampına çeviriyor, kendi sınır illerimizi “ateş hattı”na sokuyoruz.

Peki bunca zamandır sorulan sorunun; “Bu savaşla ne ilgimiz var, diğer ülkeler seyrederken neden biz karışıyoruz” sorusunun cevabı neden verilmiyor?

Irak Başbakanı Maliki, PKK ile “Suriye’ye destek için” görüşmüş sözüm ona.. Sanki daha önce PKK ile Esad “alışverişte” değillermiş gibi.. Barzani de aralarında değilmiş gibi.. Kimi aldatıyorlar bilmem ki?

Herhalde “görünüşe aldananları, kolayca gaza gelenleri” olmalı ve ben aralarında yokum! (Hükümet neden bu büyük hatayı sürdürmekte israrlı, bunun nedenini de anlamıyorum. Anlatacak biri varsa dinlemeye hazırım.)



Meğer ABD istihbarat paylaşmış!

ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone PKK ile mücadele için “Bin Ladin’i yakaladıkları operasyonun benzerini” önermiş. “Türk Hükümeti ile PKK ve Kandil konusunda tüm istihbarat bilgilerini paylaştıklarını” söyledikten sonra “daha da fazlasını yaptık, Usame Bin Ladin’i yakalamak için yararlandığımız ileri teknoloji ve özel harekattan yararlanma gibi yöntemleri önerdik” demiş.

Suriye ile savaş durumunda “Türkiye’nin yanında olduklarını” da eklemiş.

Burada izninizle biraz ara veriyorum, bu yalanları yutmak için bir bardak su içmem gerekiyor. Hatta bir galon.. Demek koskoca (Big Brother), dünyaya hükmetmeye çalışan ABD aslında “tüm bilgileri” paylaşıyor ama hala yüzlerce terörist ağır silahlarla sınırdan geçip saldırı yapabiliyor. Onlarca terör şehidi bir saldırıda gelebiliyor..

Demek bu güne kadar bir yandan PKK’ya destek veren ABD artık ona karşı “ileri teknoloji” öneriyor. Yüzlerce, binlerce şehit verirken gelmedi de neden şimdi (artık PKK devlet isteme noktasındayken) aklınıza “Usame Bin Ladin’e kullanılan teknoloji”si geldi demezler mi?

Suriye için “yanımızda” masalına gelince.. Dışişleri Bakanları Hillary bu konuda ne söylüyor, ABD ne yapıyor, önce ondan söz etsin Ricciardone!

Yazının devamı...

Davutoğlu ve Suriye’deki yetimler!

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu CHP’nin kendisi hakkında “Tehlikeli ve maceracı bir dış politika yürüttüğü ve bunu yaparken birçok gerçeği yasama organı (Meclis) ve halktan gizlediği” iddiasıyla verdiği gensoru önergesi ile ilgili bir konuşma yaptı biliyorsunuz. Bu konuşmalar öyle güzel hazırlanıyor ki dinleyenler dünyayı ve Türkiye’yi toz pembe gözlüklerle görmeye başlıyor, hatasız, kusursuz iç ve dış politika tabloları ortaya çıkıyor. Keşke gerçekler de böyle olsaydı..

Davutoğlu son yıllarda “Türkiye’nin komşularıyla ve diğer dünya ülkeleriyle iyi ilişkiler kurduğu”ndan, “karşılıklı saygı esasları içinde sosyal ve kültürel iletişimi arttırma” çabası içinde olduklarından söz ediyor örneğin.. Oysa duruma bakıyorsunuz, çevremizde neredeyse tüm komşu ülkelerle kavgalı hale geldik, son olarak Suriye krizinin arkasından Rusya krizi çıkarmamız an meselesi haline geldi.. Kültürel iletişim o kadar arttı ki yönetimlerle bir küfürleşmediğimiz eksik..

KRİZ NEDEN BİR BİZİMLE?

Dışişleri Bakanı aynen Başbakan’ın sözlerini alarak (kelime kelime) Suriye krizinin sorumlusunun “ne Türkiye, ne de demokratik hakları için sokağa çıkan Suriye halkı olduğunu, sorumlunun kendi halkını bombalayan Esad olduğunu” söylüyor. İyi de “bu kriz neden aynı olayları izleyen bir başka ülke ile değil de sadece Türkiye ile çıkıyor” diye sormazlar mı?

Nitekim soruyorlar, yerli-yabancı bölge uzmanları, siyaset bilimciler “Türkiye bu batağa saplanırsa çıkamaz” diye bas bas bağırırken, AB ülkelerinin önde gelen gazeteleri de İran ve Suriye hükümetlerinin devamlı olarak söylediği ve sorumlu tuttuğu gibi “Türkiye’nin Katar ve Suudi Arabistan’dan bile daha çok bu iç savaşa müdahil olduğunu” yazıyorlar.

TERÖRİST GRUPLARA DESTEK

Aralarında diğer ülkelerden ve Suriye’den “köktendinci terör grupları”nın (başta El Kaide) olduğu Esad muhalifi savaşçılara kucak açmamızın, hatta onlara verilecek silah ve paralarla ilgili toplantıların Türkiye’de yapılmasına (bazılarının Türkler tarafından yönetilmesine), sınıra yakın il ve ilçelerimizde konuşlanıp silahlanarak sınır boyunda savaşmalarına izin vermenin hiç mi sorumluluğu yoktur? Suriye’de Esad’ın insanları öldürmesine seyirci kalamayız diye bu örgütlerin insan öldürmesine katkıda bulunmak (eğer bir mezhep savaşına katılma kararı yoksa) neden bizim üstümüze vazife oluyor?

Bakan Davutoğlu “Akçakale’ye top mermisi düştüğünde Beşar Esad ile saf tutanlara yazıklar olsun” diyor. Savaş istememeyi, bunun için çıkacak tezkereyi desteklememeyi “Esad ile saf tutmak” olarak adlandırmak son derece alakasız bir zorlama.. Bunun yerine durup “Akçakale’ye neden top mermisi düşüyor, biz ne hata yaptık ki ilgimiz olmayan bir komşu ülke sorununda kendi insanlarımızı kaybettik” sorusunu sormak gerekir. “Sınırdaki vatandaşlarımızı koruyamaz” duruma düşmemizin nedenlerini irdelememiz gerekir. ABD’nin kendi yerine bizi savaşa iteklemesinin nedenlerini sorgulamamız, tartışmamız gerekir.

TERÖR YETİMLERİ

Bir soru daha var Davutoğlu’nun konuşmasıyla ilgili; “Kılıçdaroğlu’na açacağı davadan kazanacağı paraları Suriye’deki yetimler için kullanacağını” söylemiş. Tamam oradaki yetimlere de üzülelim ama bizim “terör yetimlerimiz”, şehitlerimizin çocukları onlardan önce gelir ve binlercesi var.. Dışişleri Bakanı eğer davadan para alabilirse bunu o çocuklara kullanmalıdır bence!

Sahi şehitlerimizin geride kalan evlatları, eşleri, ana babaları devletten nasıl bir destek görüyorlar, yoksul hayatlar yaşamaları önleniyor mu yoksa baraka evlerde devam mı ediyorlar, keşke bunları halk öğrenebilse!



Savaş çıkarma suçu!

Okurlarımızın yazılarıma gönderdiği yorumlardan ikisine yer vermek istiyorum bugün.. Hasan Saylam Suriye ile savaşın eşiğine gelmemiz konusunda; “5 yurttaşımız atılan top mermisiyle öldü, seyir mi edelim. Eline silah alan Türk’ü öldürmeye gelsin, bir de buyur mu edelim” demiş.. Cevabı yukardaki yazım veriyor, tabii ki buyur etmeyiz, seyir etmeyiz ama önce “neden Türk vatandaşları bizim olmayan bir savaşta öldü, Suriyeli direnişçilerin bizim sınırlarımızda savaşma nedenlerinde devletin rolü nedir” sorusunu soralım, bir düşünelim..

Tuncay Akduman ise “Darbeye teşebbüs suç oluyor da savaşa teşebbüs neden suç olmuyor. Daha büyük insanlık suçu değil mi savaşa teşebbüs” diye sormuş. Evet, durup dururken, kimse bize karışmadığı halde, kendi hatamız sonucu ilçelerimize yakın savaşılırken ve kimin attığı belirsiz (Türkiye’yi savaşa sokmak isteyen her grup atmış olabilir, daha önce de defalarca atıldı) mermiler nedeniyle savaşa girmek suç olmalı diyenlerin sayısı az değil. Ve cevabı İstanbul Barosu Başkanı vermiş.

Başkan Ümit Kocasakal “Suriye tezkeresi ve kriz” kendisine sorulduğunda (Sözcü gazetesi) “Suriye’ye bu yakın ilgi, içişlerine karışmak kime hizmet eder, Türkiye’nin ne çıkarı var onu söylesinler” dedikten sonra eklemiş; “Bakın bu yapılanlar suçtur. TCK 306’ncı maddesi açık. Yabancı bir devlet ile Türkiye’yi savaş tehlikesi içinde bırakacak şekilde hasmane hareketlerde bulunmak suç. Hele bir de savaş olursa müebbet hapse kadar gider”..

Bu yasayı ben de hiç duymamıştım doğrusu ama Suriye krizi için (krizin nasıl çıktığını hatırlarsak) kesin geçerli olmalı.. Savaş dile kolay çünkü, kendisinin felaketten farkı yok!

Yazının devamı...

Televizyonlar yalnızca ‘mutsuzluk’ dağıtmamalı!

Uzun süredir çok az televizyon izliyorum, zaten yıllardır toplum olarak hep geren, hep üzücü olaylar yaşadığımız için bir de TV’lerdeki gerilimi taşımak istemediğimden bu.. Hele de siyasi olaylar, kavgalar, devamlı seçim konuşması gibi “her konuyu seçim propagandasına çevirme”ler yetmiyormuş gibi ekranlardan militan havasında beyin yıkayan, kendi meslektaşlarını bile çekiştiren, önüne gelene hakaret eden tipler bana çok itici geliyor.

Her neyse, televizyonların biraz da toplumun ezilen kesimlerine, örneğin yoksul ailelere veya şehit-gazi ailelerine moral vermek, yardım etmek, gençleri doğru yönlendirmek, onlara güzel örnekler sunmak amaçlı kullanılması gerekiyor ama bu yok.. Hep “ihtiyacı olmayan birileri”nin cebini daha da dolduracak, hep aynı kişilere kazanç ve reklam sağlayacak, birbirine benzer programlar sürüp gidiyor. Bakıyorsunuz yeni sezonlarda köklü bir yenilik asla yer almıyor.

Mesela kadın ve çocuklara karşı şiddeti önlemek, onların nasıl korunacağını anlatmak, çözümler üretmek, sokak hayvanlarının kısırlaştırılması ve korunmasını sağlayacak önlemleri anlatmak amaçlı tartışma ve bilgilendirme programları yapılsa ne kadar iyi olurdu.. Kimsenin aklına mı gelmiyor, bir tek sorumluluk duyan mı çıkmıyor yoksa hala “reyting” olsun da ne olursa olsun görüşü mü hakimdir bilmiyorum. Ama üzücü..

BİR HAYALİ GERÇEKLEŞTİRMEK!

Bunları aklıma getiren bana “2006 yılında” gelmiş bir okur mektubu oldu.. Birçok mektubu atmaya kıyamayıp bir kenara ayırmışım, bu nedenle taşınırken kolilerden yüzlerce mail ve mektup çıktı, onları okurken rastladım. Bakın gözyaşlarıyla okuduğum mektup ne diyor:

“Merhaba Ruhat Hanım,

Yıllar önce yaptığınız bir TV programı vardı, size başvuranların bir hayalini gerçekleştiriyordunuz. Adapazarı Kasımpaşa’nın bir köyünden bir genç kız başvurmuştu size.. Anne ve babasını çok küçükken kaybetmiş, büyükanne ve büyükbabasıyla köyde yaşayan ve şehirde lise öğrenimine devam eden..

Onun hayali, emeklerinin karşılığı olarak o yaşlı insanları ‘ömürlerinde ilk kez yapacak oldukları’ bir tatile göndermekti ve siz bunu gerçekleştirmiştiniz.. Bu belki de onun ilk mutluluğuydu. Sonra Adapazarı’nın tanınan ve sevilen bir genciyle güzel bir evlilik yaptı, tam gerçekten mutlu olmaya başlamıştı ki; 17 Ağustos depreminde eşiyle birlikte hayatını kaybetti..

Bunları sizi üzmek için yazmıyorum, neden yazdığımı ise inanın bilmiyorum.. Emin olduğum tek şey, tatildeki görüntülerinde gözlerinin sevinç-le parladığı.. Sizin sayenizde.. Sevgilerimle..”

EN DEĞERLİ ÖDÜL!

Suzan Yazıcı tarafından yazılmış olan ve belki de istememe rağmen zamanında cevaplayamadığım bu mektup gazetecilik-televizyonculuk yaşamım boyunca aldığım en güzel, en değerli ödüllerden biridir.. Ne mutlu bana ki sadece “program yapmış olmak” için değil, aynı zamanda imkansız, çaresiz insanlara yardımı düşünerek de çalışmışım. O program bir İzmir Televizyonu yapımı olan ve ünlü sinema yönetmeni Ülkü Erakalın’la beraber oluşturduğumuz “Bir Dilek Tut” idi (Erakalın ne başarılı bir TV program yönetmenidir aynı zamanda) ve her hafta yüzlerce mektup arasından piyango gibi çekerek bir dileği gerçekleştiriyorduk. İstanbul üzerinde helikopterle dolaştırdığımız, tek dileği bu olan yaşlı teyzeler, uzun süredir ayrı kaldığı askerdeki nişanlısını görmek isteyen genç kızlar bile çıkmıştı.

Daha sonra aynı isimle benzerleri denendi, belki onlar da çok kişiyi mutlu ettiler ve sonuçta bir program ne kadar mutluluk yarattı. Şu anda bu çizgide bir program var mı bilmiyorum ama yoksa “Bir Dilek Tut” yeniden yapılabilir ve büyük ilgiyle izlenir. Şu ekranların doğru, insanlar yararına kullanılmasının ne kadar önemli olduğunu yukarıdaki mektup açıkça anlatmıyor mu?



Barzani’nin ‘barışçıl çözüm’ü!

Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani “Demokratik ve barışçıl mücadele için Türkiye, İran ve Irak’taki Kürt grupları silah bırakmaya” çağırmış. “Aksi halde uluslar arası kamuoyu desteği alamayız” demiş. İnanın güldürü gibi, milleti aptal, bir kendini akıllı sanıyor bunlar zahir. Adı üstünde sen örneğin “Kuzey Irak’taki Kürtlerin başı”sın.. İran ve Suriye’dekilerle de bir o kadar yakınsın.. Türkiye’dekilerle de.. Ama burada “silahlı gruplar”dan söz edildiğine göre çağrının muhatabı “PKK ile kolları, uzantıları”.. Ve sen “4 ülkede Kürdistan’ı kurma amacıyla” terör saldırıları yaptığını söyleyen bir örgüte, örneğin “Kuzey Irak’tan Türkiye’ye” her girişinde onlarca askeri, polisi katleden PKK’ya “Kürdistan’ı kurmak için uluslar arası destek alamamaktan” dem vuruyorsun.

TAM AKSİ OLUYOR

Peki hepsine çok kolay ulaşabilmene rağmen; direkt yüzlerine konuşarak kendilerini silah bırakmaya ikna etmek yerine neden her seferinde “dünyaya açık bir çağrı” yolunu seçiyorsun? Türk Hükümeti senden medet umuyor, Türkiye’de “seninle gurur duyduklarını” söyleyenler çıkıyor diye mi?

Aynı çağrıyı en yakın zaman olarak Haziran’da da yapmış Barzani.. O günden beri PKK terörü azdı, kat kat arttı, Güneydoğu’da birçok yer savaş alanına döndü.. Demek ki çağrılar tam tersi etki yapıyor..

Nedense BDP de, Barzani de “barış”ı, “barışcıl çözüm”ü andıkça “savaş” çıkıyor arkasından.. Nedir sırrı açıklasalar bari!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.