‘Kendini beğenmiş’sen kendi adına konuş!
.
Of yani, of ki ne of.. Hani bu dönemde çok kişi değişti, bazıları “parasına-puluna zarar gelmesin, zenginliğine zenginlik katmasına kimse engel olmasın” diye de değişti ama bir sınırı da olmalı diyor insan.. Mesela bir zamanlar tanıdığın, hatta senin çalıştığın gazetede “genel yayın yönetmen yardımcılığı”, daha sonra “yönetmenliği” yapmış kişilerin bile “paçayı kaptırma korkusu” ortaya çıkınca nasıl da kişilik değiştirip eğilip büküldüğünü görmek gerçekten trajikomik..
Ergun Babahan’ın “Darbeleri araştırma Komisyonu”nda ifade vermesi sırasında (12 Eylül darbesi ve 27 Nisan Muhtırası’ndan söz edilmezken, bunları yapanlar keyfinde geziniyorken neyi araştırıyorlarsa) söyledikleri ise insana “mesleğine, kendine, gururuna, beraber çalıştığın insanlara, tüm medyaya hiç mi saygın yok” dedirtiyor. Bunları yazarken üzülüyorum çünkü kendisiyle uzun yıllar “SABAH”ta çalıştım ve bir gün böyle bir hale geleceğini düşünemezdim.
NE EMRİ, KENDİ ADINA KONUŞ!
Daha önce de 28 Şubat dönemi ile ilgili “Başka çare yoktu, emre itaat ettik” gibi açıklamalar yapmış. Bunun üzerine birileri de çıkıyor “Askeriyeye hizmet eden medya” gibi genel tanımlar kullanarak “o medya yargılansın” filan diyor. MGK’da alınmış ve altında dönemin hükümet başkanı ile üyelerinin imzası olan kararlar hakkında suçlayacak başka kişiler aranıyor. Erbakan vefat etmiş, birileri çıkıyor onunla ilgili ama “doğru olup olmadığı artık kanıtlanamayacak” açıklamaları kafadan yapıyor. Dönemin bakanları-milletvekilleri veya “koalisyon ortağı” olarak Tansu Çiller kararları kabul ettiği halde, dönemin Meclis üyeleri tepkisiz kaldığı halde onlarla ilgili konuşulmuyor, habire medya suçlanıyor.
Pardon, bir de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel var, sanki ortada hükümet yokmuş da kararları o almış gibi dönüp dolaşıp ona geliyorlar..
Adeta “önceden kararlaştırılmış olan bir yere varılmak isteniyor” gibi.. Her neyse, Ergun Babahan ancak kendi adına konuşabilir, çünkü onun çalıştığı gazetede “hiçbir emre itaat etmeyen, Tansu Çiller veya bir başka siyasetçinin yaptığı baskıları da, ordunun yaptığı veya yapacağı baskıları da asla takmayan çok sayıda gazeteci çalıştı.
‘SİVİL BASKI’YA NE DİYECEĞİZ?
Şimdi bana anlattırmasınlar.. Ben 25 yıllık gazetecilik hayatımda ordudan bir baskı hissetmedim ama (Türkiye’deki tüm darbelerin birebir mağduru olmuş bir ailede yetiştiğim için “darbe ve muhtıralara”, nereden gelirse gelsin “antidemokratik” baskılara her dönemde karşı çıkmam, ordunun kendi görev alanında kalması gerektiğini savunmam nedeniyle) NOKTA dergisinde yayınlanan “TSK’nın hoşlanmadığı yazarlar” listesinde adım vardı.
Öte yanda bugün dahil birçok hükümet döneminde yaptığım TV-haber programlarına, sırf gerçekleri olduğu gibi anlattığı, gazetecinin asli görevi olan “halkın gerçeği öğrenmesini sağlama” çizgisinden sapmadığı için “sivil siyasi baskı” fazlasıyla yapıldı. Çiller döneminde stüdyoma “danışman” adı altında 20 kişinin doldurulduğunu, çekimlerin sık sık kesildiğini, onunla ilgili hiçbir haberin-yorumun giremediğini ve sonunda programın (kendisiyle ilgili yayın nedeniyle) kaldırıldığını, şu anda da olduğu gibi uzun yıllar TV’den men edildiğimi unutmam mümkün değil.
KUYRUKLU YALANLAR
Başa dönelim ve Ergun Babahan’ın konuşmasına göz atalım: “Darbe Komisyonu”nda verdiği ifadede 28 Şubat dönemi için “Kendini beğenmiş, şımarık ve küstahtık (vah vah keşke olmasaydınız, gazeteciye yakışmaz). Sonradan bakınca aslında yaşadıklarımızın ‘net bir sınıf çatışması’ olduğunu gördüm... Askerin ‘doğrudan müdahalesi’ fikri bize çok aykırı gelmiyordu(abovv).. Muhafazakar kesimi hiç tanımıyorduk... O dönemlerde ‘kolay gazetecilik’ yaptık. Zaten ansiklopedi veriyorduk. Bir de manşet bulunca tavla partileri başlıyordu. Herkes gazeteyi bağlayalım, eğlenceye katılalım diyordu”.. Parantez içleri bana aittir arkadaşlar..
Ooh ne kolaymış.. Demek şimdi yalakalık zamanı diyeceksin ve hiç tereddüt etmeden kendi yaptığını o gazetede çalışan herkese yapıştıracak ve koca bir medyayı da karalayacaksın.. Nasılsa yalan-gerçek ayırımı, ayıp, sıkılma duygusu gibi değerler önemini kaybetmiş artık..
TAVLA OYNAMAK YA DA OYNAMAMAK..
Kendine-mesleğine-okuruna saygısı olan, ölçüsünü-sınırlarını bilen gazeteciler asla Ergun Babahan’ın söylediği şekilde davranmazlar, kendimden emin olduğum kadar eminim ki davranmadılar. “Kolay gazetecilik” de yapmadılar, İLKELİ insanlar için “kolaya kaçmak” diye bir şey yoktur çünkü, görev her şart altında görev, saygı (varsa) her zaman saygıdır.. Ama işini, yazısını bitiren insanlar biraz kafa dinlendirmek, bunaltan haberler arasında gülümseyebilmek için bugün de tavla oynuyorlar, neden olmasın, yasak mı yani? O da mı yassah? İstemezsen oynamazsın ama bu saçmalığı da yapmazsın. (Şu anda aynaya bak ve kendinle yüzleş istersen..)
Büyük bir medya kesimi hiçbir zaman “net bir sınıf ayırımı” filan gözeterek yazmadı, konuşmadı. (Medya dediğimiz insanlar nereden geliyorlar ki, sultan sülalesinden mi, halkın içinden mi?) Zaten son zamanlara kadar medyada ve toplumda böyle kesin ayrışmalar, kutuplaşmalar da olmadı. “Muhafazakar” sözcüğü ile artık “dindar” kastedildiğine göre, gazetecilerin çoğunun geldiği aileler de böyledir, bu nedenle sorunun “Muhafazakar kesimi tanımamak”la ilgisi yoktu.
‘PATATES DİNİ’NDEN..
Şimdi olay aslında “28 Şubat öncesinde ve sonrasında türban” konusuna kilitlendi ama tek taraflı bir anlatım sürüyor, hafızalar da sıfırın altında.. Allah aşkına o günlerde sokak gösterilerinde başı açık kadınlar için posterlere yazarak, gazete köşelerinde “mamalar” demekten başlayıp, başı kapalıların “namuslu ve dindar” diğerlerinin “bunun tam aksi” olduğunu söyleyerek hakaretler yapılmıyor muydu? Onların da “dinine-inancına, üstelik ‘yok sayarak’ müdahale” edilmiyor muydu?
Erbakan “Kanlı mı olacak kansız mı bilmem”, “çikolata kağıdına sararak yutturmak”, “bizim partiden olmayan patates dinindendir” gibi “din ekseninde siyasi, ayırımcı ve ürkütücü” konuşmaları o dönemde yapmamış mıydı? Daha da fazlası başka siyasetçiler tarafından yapılmadı mı?
Ve aslında (dün yazmıştım) tekrarlayayım bütün mesele “devlet alanları ve okullarda” dini kıyafet ve ibadete sınırlama getirilmesi idi, bunun dışında dine-inanca kısıtlama diye bir şey yoktu. Ama “dinin siyasi istismarı” maalesef vardı..
DAHA MI ÖNEMLİ?
Olay budur, gerçekler konuşuluyorsa iyi hatırlayarak konuşulsun, yalana-iftiralara, başkalarını karalamaya da izin verilmesin, Komisyon buna dikkat etmeli!
Acaba sıra ne zaman 12 Eylül’e, 27 Nisan’a gelecek? Yoksa birileri “28 Şubat 12 Eylül darbesinden ve dahi 27 Mayıs’tan daha önemli” buyurdukları için unutturulacak mı?