Şampiy10
Magazin
Gündem

Nazlı Ilıcak’ın sonunculuğu!

Çoğunuzun bildiği gibi bazı insanların kişisel kompleksleri ve buna bağlı olarak kendileriyle ve başkalarıyla kavgaları, kıskançlıkları hiç bitmez.. Bu tipler ne kadar sevimli görünmeye çalışsalar da gülümsediklerinde bile gözlerindeki, yüzlerindeki yalan, yapmacık, samimiyetsiz, itici ifadeyi fark edersiniz. Ve düşmanlık etmek istedikleri kişileri de hele sıkı bir rakip olduğunu biliyorlarsa bir sırtlan gibi uzaktan izler, fırsat bulduklarını sandıkları anda avlarının üstüne atılır, diş geçirmeye çalışırlar.. Yetersiz ama muhteris olmalarının etkisinde, beyinlerinin ve dahi diğer özelliklerinin yeterli olup olmadığına bakmadan..

Çoğu sırtlarını sağlam yerlere dayadıklarını (mesela yaptıkları ev davetlerine katılanlardan, aynı yolun yolcusu olanlardan filan destek alacaklarını) düşünerek “nasılsa sıyrılacaklarını” hesaplarlar, ölçüleri de yoktur bunların.. Benzerleri az değil, zaman zaman bana bulaştıklarında mecburen yazmışımdır bu nedenle, ölçüleri, sınırları yoktur, dikkat etmek gerekir, zekaları-bilgileri yetersiz kalıp köşeye sıkışınca belden aşağı vurmaya girişir, tartışma konusunu bile unutup özel yaşamlara, fiziki görüntünüze filan bağlamaya çalışırlar konuyu..

‘CADI’ KAZANI KAYNIYOR

Bana işlemez bu budalalıklar, zira “gerçekler” yeter onları benzetmeye.. Şimdi bu giriş kısmını bırakalım, asıl konuya gelelim. Onun gibilere köşemde yer vermek üzüyor beni ama Nazlı Ilıcak denen “cadı kazanı” bana bulaşmış.. Cadı Kazanı benim Star TV’de yaptığım programın karşısına son yıl ATV’de aynı saatlerde çıktığı programının adıydı ve ne yalan söyleyeyim bu ad “kazanı karıştırana” çok yakışmıştı doğrusu..

Birkaç hafta, benim daha önce davet ettiğim konukları aynen alarak ( başarının sadece konuklara bağlı olduğunu sanma hatası) ve böylece reyting yapacağını zannederek bu programı sürdürdü.. Ama işe bakın ki “Her Açıdan”-ın “en çok izlenen ilk 100” programda “ilk beş”e veya “ilk 10”a girdiği konuklarla “100’üncü” yani “sonuncu” olmayı bile başaramadı. Birkaç hafta sonra da başarısız programını kesiverdiler.

(Daha önce yaptığı diğer programların da ilk 100’e girmediğini yana yakıla bana anlattığı bile olmuştur. Ekranda “onu izlemek istemediğini” daha nasıl anlatsın millet?)

DARBE SEVEN YAZILAR

Bu yenilgiyi hazmedemediği için o günden sonra fırsat buldukça intikama yöneldi.. Örneğin “12 Eylül tartışması” yapılıyorsa o en ilkesiz şekilde ve en alakasız konulara saparak filan vuracağını sanıp kaçmayı böyle denedi. Baktı ki “darbe öven yazıları” ortaya çıkarılınca bu yolla olmuyor, Ümre’ye gidiyorum diye köşeyi günlerce kapattı.

ANKET YOKMUŞ!

Şimdi de; TRT’de bir programın “Bilkent, Boğaziçi, Koç, Marmara, İstanbul Üniversitesi gibi birçok üniversitenin öğrencileri arasında anket yaptıklarını ve benim ‘en beğenilen, ekranda en çok görmek istedikleri kadın yazar’ çıktığımı” bildirerek beni davet etmesi”ni konu yapma, aklınca beni yıpratacağını sanma hatasına düşmüş.

Neymiş efendim, “kendisine de söylemişler ama ‘sadece üç aday’ arasında seçim yapıldığı için ciddiye almamış ama çekime de gitmiş, meğer bana da söylemişler ama ben ciddiye aldığım için medya mahallesinde anlatılacak fıkraya dönüşmüş, TRT programı kaldırmış” ve daha neler.. Ben “kendimi hep üniversiteli hissederim, herhalde bu yüzden bana oy vermişlerdir” demişim vs. vs.. Kendine, mesleğine, meslektaşına saygısı olan önce yazıyı okur ama okumamış bile, kıskançlığının peşinde yuvarlanmış öylece..

Yazıda “Ben doğallığımı, içtenliğimi, heyecanımı kaybettirecek bir profesyonellik noktasına ulaşmayı hiç istemedim. Büyüklük, bilmişlik taslamadım. Halkın içinden geldim, onlardan biriyim ve hep öyle kalacağım. Bu nedenle o sevgili öğrenciler de bende ‘kendi duygularının yansımasını’ görüyorlar” demiştim. Ki bu gerçektir ve başka bir nedenle de yazabilirdim, o üniversitelerin hepsi hiç atlamadan her yıl eksik olmasınlar “öğrenciler sizi dinlemeyi çok istiyorlar, lütfen bizi kırmayın” diyerek konuşma yapmam için yazarlar, ararlar ama zaman bulup hiç birine katılamadım maalesef..

Öte yanda bu hanım “programı ve anketi yeterince ciddiye almış” ki çekime katılmış, bu bir.. İkincisi bana gönderilen anket istatistiğinde “sadece üç isim” yoktu, başka kadın yazarların da isimleri vardı ama onları üzmemek için yazmaya gerek görmedim. Nazlı Ilıcak’ın “yüzde 20”de kaldığı ise kesinlikle vardı. Benim dikkatim ve zekam (bu konuda tevazu gösteremeyeceğim) Hamfendi’den eksik olamayacağına göre “defalarca sordum, araştırdım, emin olmak için verileri istedim ve aldım” elbette.. Üçüncüsü; programa daha önce katılanlar listesinde kendisinin adı olmadığı gibi, benim katıldığım programda da “öğrencilerin bana oy verdiği” konuşuldu.

Gelelim son konuya, TRT programı kaldırmış.. Hiç şaşırmadım, akıllı okurlarımızın da şaşırmayacağını sanıyorum, zira bana bu anketten söz ettikleri anda “herhalde deneyimsizler, yoksa bu kanalın ‘tercih edeceği’, iktidarı hiç eleştirmeyen ve hatta partili gibi savunan isimler dışında biri ‘seçilse bile’ aramazlardı, bu program yayınlanmaz” diye düşünmüştüm zaten (Tansu Çiller döneminde de yaşandı benzer durumlar). Ayrıca Genel Müdür’ün yaptığı hataları da yazmış bir gazeteciyim ben, kim bilir programcılar nasıl pişman edilmiştir ama bunların hepsi kurum ile programının sorunları, beni ilgilendirmez.

TERCİH ORTADA ZATEN..

Gelelim sonuca.. Sanki karşılarında “tercih sıralamasında nerede olduğu belirsiz ve anketlere gerek duyan” biri var yanılgısında garipler.. Daha önce söyledim bunları, Nazlı Ilıcak’ın veya benzerlerinin “halkın ekranda en çok görmek istediği isimler” konusunda bir endişesi varsa az bir şey sabretsinler, ben nasılsa yeniden ekrana çıkacağım bir gün .. O gün geldiğinde veya istedikleri her anda, istedikleri her isimle karşı karşıya gelmeye hazırım. Kısacası; denemesi pek kolay, buyursunlar “er meydanı”na, ölçümleri de mümkünse yalnız Türkiye’de değil, Kanada, İngiltere, Almanya, Avustralya’da filan da yapsınlar.. Bu kez “birkaç haftaya” da gerek kalmaz söylemiş olayım, bir daha ağızlarına alamazlar bu tartışmayı. Ve.. Kesinlikle kendini övmek değil bu, yalnızca toplumun tercihini görmüş ve hala görüyor, biliyor olmaktır.. Kazan kaynatmıyor, milletvekili yapsınlar diye veya başka çıkarlar için parti yağcılığı yapmıyoruz biz, dürüst gazetecilik yapıyoruz, milletin özlemi de bu!

YAŞAYARAK GÖRDÜN YA!

Kendi yaşadığı deneyimle, “karşıma aynı saatte ve aynı konuklarla çıkıp sonuncu bile olamayarak” gördüğü halde ekranda kimin tercih edildiğini anlamamakta israr eden ve yenilgiye doymayan bu hanım yıllar önce Reha Muhtar’ın bir programına konuşmacı olarak katıldığımızda stüdyodaki konuklar onu yuhalayıp beni alkışladıkları için programın sonunda “Ruhat Mengi gelirken izleyicileri de beraberinde getirmiş” diyerek herkesi güldürmüştür. Şimdi destekçisi, aynı “klan”dan bazı isimler (kim oldukları da bellidir) Twitter’da, Facebook’ta faaliyete girişirler. Hadi rast gele, ötmenin sonu yok!

NOT; Sevgili okurlarım, meslektaşlarını TV’lerden hedef gösteren, diğer gazetecilerin cezaevinde olmasından bile mutluluk duyan (hava değişirse 180 derece dönüverir ama yanılmayın), başka insanların-ailelerin sıkıntısına zerre üzülmeyen, çıkarı için her şeyi yapabilecek, ilke tanımaz insanlara saygım yok benim, meslektaş kabul etmediğim için asgari saygıyı bile gösterme gereği duymuyorum, bağışlayın! Bu yenilgiye doymaz kişiyle hala aynı programa davet eden kanallar var, bir daha asla olmayacak bu!

Yazının başlığı ise kendisinin benimle ilgili yazısı “Ruhat Mengi’nin birinciliği” başlığı ile yazıldığı için seçildi (ne kadar doğru bir başlık seçtiğini yakında tekrar görecek sanıyorum), yoksa ben insanların sonunculuğunu yüze vuracak kadar kırıcı olmak istemem.

Yazının devamı...

Gül bir konuda haklı, diğerinde haksız!

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM’de yeni yasama yılının açılışında yaptığı konuşma Başbakan Erdoğan’la onu karşı karşıya getirmiş. Gül konuşması sırasında salona bakarak “Bu Meclis’te bir noksanlık var” dedi; “Milletvekilliğini hakkıyla kazanmış, seçimlere yasal olarak katılmış, halkın oyunu almış, milletvekili sıfatını taşımaya hak kazanmış herkesin, kesin yargı kararı çıkana kadar yasama faaliyetine katılması gerekir.

“Hatırlatayım, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da aynı görüşte olduğunu söylemiş; “Serbest bırakılmalı ve Meclis’te olmalılar” demişti.

ARAZİDE ÇALIŞARAK MI?

Başbakan Erdoğan ise çıkışta bu konu kendisine sorulduğunda; “Sayın Cumhurbaşkanımızla bir polemiğin içine girmek istemem ama tutuklu vekiller konusunda bizim bu düşünceyi paylaşmadığımız ortada zaten.. Çünkü bu insanlar ‘arazide çalışarak’ milletvekilliğini kazanmış değiller. Onlar zaten o dönemde içerdeydiler... Bakın şimdi bir tanesine mahkemenin verdiği karar 18 yıl.. Dışarda olsaydı durum farklı olurdu” cevabını verdi.

Öncelikle hiçbir milletvekili “bu mevcut seçim sistemi ile” arazide çalışarak milletvekili seçilmiyor (değiştirin seçim kanununu, öyle olsun).. Hatta yerlerinden kıpırdamalarına bile gerek yok, partinin genel başkanı istediği ismi “seçilebilecek bir sıraya” yazıyor, otomatik olarak o kişi seçiliyor. Yani “millet isterse” değil, “üç-dört lider kimi isterse” o milletvekili oluyor. Ve eğer siz her fırsatta “millet iradesi bizi seçti” diyorsanız, aynı millet iradesinin seçimine “içerde ya da dışarıda olsun” saygı göstermek durumundasınız. Sabahat Tuncel içerde iken seçilip çıkarılmıştı, yıllardır milletvekili olan yüzlerce kişinin suç dosyaları rafa kaldırıldı.

Yargıya saygıdan söz ediliyorsa hepsi için edilmelidir, “Anayasa’nın eşitlik maddesi” adına.. Bu nedene Gül ve Arınç haklıdır, hukukta siz istiyorsunuz diye “dışarıda olsalar yasalar uygulanmazdı, içerdeler diye uygulanacak” denemez.

SURİYE’DE HAKSIZ!

Gül, Suriye iç savaşında taraf olmamız konusunda ise “Orada kendi halkının meşru taleplerine karşı çıkan, ağır silahlarla mukabele eden bir rejim var.. Bizim duruşumuz tarih önünde haklıdır” diyor ki burada kesinlikle haksız.. Biz daha BM, AB, ABD haftalar, aylar boyunca bir taraf belli etmeden bekler ve ihtiyatla izlerken Esad muhaliflerine açık destek vermekle hata yaptık ve bugün bu hatayı Batı bile yüzümüze vuruyor.

Dış politika inceden inceye ve “önce kendi ülkenin-kendi halkının güvenliğini, çıkarlarını düşünerek” başarıya ulaşır. Bizim hükümetin verdiği kararlar kendi vatandaşlarımız için hayati tehlike yarattı, yeni şehitlere yol açtı ve PKK’nın bu nedenle güçlenmesi ve saldırılarını arttırması “yeni Oslo süreci” kararına mecbur etti (tabii eğer yine seçim öncesi “eylemsizlik” başlatsınlar diye değilse)..

‘FÜZE VERİRİZ’

İngiliz gazetesi Independent “Suriye’deki muhaliflere silah tedarikini Türkiye ve Katar yapıyor” diye yazdı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad Ankara’dan gelen “PKK’ya desteği kesin” uyarısına “Siz de Suriye’nin içişlerine karışmayın, yoksa elimizdeki ‘Cornet-E anti tank füzeleri’ PKK’ya veririz” cevabını vermiş. Suriye Dışişleri Bakanı ise Türkiye’den her gün 300’den fazla savaşçı geliyor. Silahlı grupları Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan finanse ediyor, eğitiyor, silahlandırıyor” diyor. Suriye bunu yıllarca PKK için yaptığında kızıyorduk, şimdi onlar da aynı şeyi bu gruplar için söylüyor.

Durum bu iken biz “tarih önünde haklıyız” desek de haklı sayılmayız, bizi bu savaşın içine iten ABD dahil uluslar arası toplumdan destek alamayız, nitekim alamıyoruz ve üstelik kendi başımıza yeni dertler açarız ki açtık.

Konuşmalarda durumu kurtarmaya çalışmak bize bir şey kazandırmıyor, tam aksine.. Hata kabul etmez bir durum var ortada!



MKYK üyeliği az bile!

Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Osman Can AKP kongresinde MKYK üyeliğine seçilen, yani Erdoğan’ın en güvendiği isimler arasına girmiş. İşte size “şaşırtmayan” bir haber daha..

“Referandum”dan çok önce başlayarak ve “tarafsız olması kesinlikle şart olan” görevini tümüyle yok sayarak milletin “Evet” demesi için öyle bir çalışma ortaya koydu ki aksi düşünülemezdi. Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun başında Adalet Bakanı ile müsteşarının bulunması ve “yargı tarafsızlığını” ortadan kaldırıp hükümetlere bağlayacak birçok maddeyi “doğru” göstermek için aylarca seferber oldu.

AB’de olmayan, ortadan kaldırılmış uygulamaları “varmış gibi” empoze etmekten de çekinmedi. Sonuç alınır, AYM ve diğer yüksek mahkeme üyeleri de en kısa zamanda değiştirilirken o da ortadan çekiliverdi, kapağı bir üniversiteye attı. Şimdi MKYK üyesi yapılması az bir ödüldür ona, milletvekili olmak da az gelir, “bakan” olmayı hak etti artık!

Hayat ne kolay olabiliyor bazıları için.. Sen benim sırtımı kaşı, ben senin, ne ala!

Yazının devamı...

Barzani’yle gurur duymak mı?

AKP Kongresi dün bütün ekranlarda gün boyu yayınlandı, yankıları ve tartışmaları da gece programlarına bırakıldı. Hemen bütün TV sohbetleri de Başbakan Erdoğan’ın yaptığı 2.5 saatlik konuşma üzerineydi..

Bu konuşmanın dikkatle izlenmesinin en önemli nedenlerinden biri “Türkiye’nin başına sarılmış olan büyük sorunlar, özellikle de ‘Suriye ile savaş noktasına gelmemiz ve zirve yapan PKK terörü’ hakkında daha net bir açıklama beklenmesi idi.. Bu noktada yaşanan hayal kırıklığını Kongre’yi izleyen ve konuşan hemen herkes dile getirdi, sıkça eleştirildi.

ATATÜRK’ÜN SÖZÜ

Başbakan Erdoğan terör şehitleri için nedense Atatürk ’ün Çanakkale Savaşı sonrasında bu savaşta hayatını kaybeden yabancı askerler için söylediği “Analar gözyaşınızı durdurunuz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Onlar bu topraklarda can verdikten sonra artık bizim çocuklarımızdır” sözünü birebir hatırlatan “Kanlarıyla bu toprakları sulayana kadar sizin yavrularınızdı, şimdi bizim yavrularımızdır” sözünü seçmişti. Oysa o şehitler kanlı terör eylemlerine kurban verilmeden önce de bu vatanın, bu toplumun evlatlarıydılar.

Ve keşke “canlı evlatlar” olarak kalabilseler, gençliklerini yaşayabilseler, yeni doğmuş çocuklarını, ana babalarını hayat boyu acılara düşürmeden hayatlarını sürdürebilselerdi. Yapılan hataların onların kaybında büyük rolü vardır.

Daha önce terörün sıfırlanabildiği görülmüşken, ciddiyetle, TBMM’de alınacak kararlarla çözüm aramak yerine, orduyu zayıflatarak değil, güçlendirerek ülke topraklarını korumak yerine “silah bırakmayan terör örgütüyle” masaya oturmak gerçekten büyük hataydı ki İngiltere eski Başbakanı Tony Blair Türkiye’ye geldiğinde “kendilerinin bunu asla yapmayacaklarını” söylemiştir. Özellikle son seçimden bu yana verilen şehitler konusundaki büyük hatalardan biri “PKK’ya açılım ve Oslo-İmralı görüşmeleri süreçlerinde devlet adına verilen sözler”dir.

Bu hata sonucunda terör örgütü “ne kadar çok saldırır ve öldürürse Türkiye’ye taleplerini o kadar çabuk kabul ettirebileceği” düşüncesine sahip oldu.

BARZANİ VE SURİYE

PKK’nın diğer güçlenme nedeni ile ilgili ikinci büyük yanlış Suriye’de yapıldı. Birleşmiş Milletler, AB ülkeleri, ABD hepsi bir kenarda durup izlerken Türkiye öne atılarak “Esad’ın karşısında, muhalif güçlerin yanında” yer aldı. Onları kendi topraklarımızda barındırıp, silahlandırarak Suriye devlet güçleriyle savaşmaya yolladık. Önce yüz binlerce Suriyeli mülteciyi alıp bazılarının savaşarak tekrar dönmesine bile göz yumduk. (Kongrede de bir kez daha bu “taraf olma hatası” üstelik vurgulanarak sürdürüldü.)

Şimdi de Dışişleri Bakanı Davutoğlu “Suriye kaynaklı mülteci krizinin büyüdüğünü, doğru zamanda doğru önlemler alınmazsa büyük riskle karşılaşacağımızı, güvenli bölge oluşturulmasından başka çare kalmadığını” İngiliz ve Amerikan TV’lerine açıklıyor. “Ne yazık ki uluslar arası toplum bizi yalnız bıraktı” diyor. İyi de onların hepsi Suriye’deki iç savaşta ihtiyatlı dururken bizim acilen taraf olmamız şart mıydı? Bu kimin hatası?

“Doğru zamanda doğru önlemi” almayan kim? İşte şimdi itiraf edilen bu büyük hata sonunda Esad da “siz bu isyancıları koruyorsanız ben de PKK’yı korurum” diyerek Kuzey illerini onlara bıraktı, terör eylemlerine de destek verdi. Irak Federe Kürdistan Bölge Başkanı Barzani ise bu oyunların hepsinin baş aktörüdür, Suriye’de PKK’yı yöneten de kendisidir. (Davutoğlu aynı konuşmada “Eğer Suriye nedeniyle Türkiye’ye karşı herhangi bir terör, güvenlik riski ortaya çıkarsa her adımı atmak hakkımızdır” diyor. Yani “savaş”tan söz ediyor. Tamam da “terör-güvenlik riski” daha nasıl çıksın?)

Ve şimdi bu kadar şehit veren, her gün onlarca şehidinin cenaze törenlerini yapan bir ülkeyi yöneten partinin kongresinde bu Barzani’ye “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye tezahürat yapılıyor, çok acı değil mi? Niyetini bu kadar iyi bildiğimiz, Suriye’den sonra gözünü daha da kararlı olarakTürkiye’ye diktiği açık seçik ortada olan bu adamı kongrede konuşturmak bile hatayken bir de tezahürat yapılmasına başka ne denebilir ki?

‘DESTEK VERMEYİN’ DERKEN..

Şimdi bir yanda bu durum, bir yanda “Oslo süreci yeniden başlayacak” diyerek PKK ile “silah bırakmadığı, saldırılarına devam ettiği halde” masaya oturulacağı söylenirken diğer tarafta Başbakan Erdoğan’ın Kürt vatandaşlara “Terör örgütüne destek vermeyin, o sizi temsil etmiyor” demesi, “Terörün bir piyasası oluşmuştur” demesi çelişki değil mi?

Koskoca devlet, askerlerine saldırıp öldürmeye devam eden bir örgütle anlaşma yoluna girerse bu piyasa başarılı olmuş demek değil midir? Devlet, Hükümet (“yeni Oslo süreci” Başbakan’ın ağzından söyleniyor) o örgütü “muhatap” kabul ediyorsa Kürtlere “siz etmeyin” demek ne anlama gelir?

MEDYAYA AYIRIM!

Bu siyasi konularda gerçeklerin es geçilmesi dikkat çekerken AKP Kongresi’nde bazı gazetelere uygulanan ambargo da demokrasi ve hatta “İLERİ” demokrasi adına olmayacak bir çelişkiydi. Nitekim parti sözcüsü Hüseyin Çelik’in TV’de “Bu olay düğüne istediğiniz kişileri davet etmek gibi” sözüyle açıklamaya çalışması pek ilgisiz kaldı.

Soruyu soran TV sunucusu “Ama efendim Genel Başkanınız ‘Biz yüzde 99 oyla da gelsek yüzde 1’in hakkını savunuruz” dedi, bu açıklama pek uymuyor, düğünle davetle bunun ne alakası var” sorusunu ekleyemedi. Kurultaya katılan diğer medya temsilcileri de bu konuda “bir demokratik ülkede yapılacağı gibi” bir tavır ortaya koymadılar. “Daha da ileri, en en ileri” demokrasiye geçtiğimizde yapacaklardır herhalde!



Katliam yasasına ‘Hayır’

Dün bence günün olayı “Sokak hayvanlarının yasa yardımıyla topluca katledilmesi”ni önlemek için on binlerce vatandaşın birçok şehirde eş zamanlı olarak yaptığı yürüyüşlerdi. Sözüm ona “Hayvanları Koruma Yasası” denilen 5199 sayılı yasada “hayvan bakımevlerinde yer bulunamayan sahipsiz hayvanların ‘doğal hayat parklarına’ bırakılması” şeklinde yapılacak değişiklikle ülke genelinde milyonlarca sahipsiz kedi ve köpeğin topluca ölüme terk edilme planına halk büyük tepki gösterdi..

Hayvan severler onların “toplama kamplarında olduğu gibi” ölüme terk edileceğini veya ilaçla “uyutulacağını” düşünüyor. Oysa daha yasa değişikliğinin tarifinde bile “aldatmaca” var. Belediyelerin hayvanlar konusunda en iyi çalışanlarında bile çok sayıda hayvanı barındıracak bakımevi yok.. Söz ettikleri “doğal hayat parkları” ise hiç yok.

Olsaydı yıllardan beri “boş alanlar var, gelin açın şunları, özel veterinerlerle de yardımlaşarak 50’şer 100’er kısırlaştırıp çoğalmalarını önleyin, yavaş yavaş azaltın sayılarını” diyerek yaptığımız teklifleri kabul ederlerdi. İstanbul Büyükşehir ve Şişli bile söz verdikleri halde açmadılar.

Bu nedenle benim tahminim ya ormanlara atılacak ve açlıktan ölecekler, ya da “zehirli yiyecek” atılarak öldürülecekler. İşte bu ülkenin duyarlı insanları bu vahşete göz yummayacağını gösteriyor ve tüm illerde sokaklara dökülerek tepkisini haykırıyor. Birçok belediyenin tembelliğinin, Anayasa ile kendilerine verilmiş olan “hayvanları koruma ve kısırlaştırma” görevini yapmamalarının bedeli hayvanların hayatı alınarak ödetilemez. Bu konuda asla taviz verilmemeli, tepkiler aralıksız sürmelidir.

Yazının devamı...

Balyoz giderek karışıyor!

Balyoz denilen “darbe hazırlığı iddiası ve suçlamaları” sonunda yüzlerce kişiye “katillere bile verilmeyen” ağır cezalara mal oldu.. Daha bir Yargıtay süreci iyi ki var ama belgelerdeki fahiş hatalara ve bu hataları ortaya koyan TÜBİTAK dahil bilirkişi raporlarına, saygın üniversitelerin raporlarına itibar edilmeden Yargıtay nasıl gerçeği bulacak o da soru işaretidir.

Bu cezalar verildikten sonra dönemin “kesin sorumluları” Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman açıklamalar yaptılar. Özkök bir yandan “Yargı kararlarının adil olmadığını söyleyemem” derken diğer yanda tamamen çelişkili şekilde “o dönemde soruşturmaya değer bir şeye rastlamadığını” hatta MİT raporuna bile önem vermediğini açıkladı.

ŞÜPHELENECEK ŞEY YOKSA..

Hatta bir sanık general eşine “sözlerinin çarpıtıldığını, eğer şüphelenecek bir şey olsa o zaman işlem yaptırmış olacağını” söyledi. Aytaç Yalman ise bir yandan “darbeyi Özkök’ün değil, kendisinin önlediğini” söylerken diğer tarafta “O seminerde olanları yıllar sonra, 2010’da duyduğunu” bildirdi. Ve yine aynı zamanda “o seminerde kendisinin emirlerine aykırı şekilde çalışma yapıldığını” da söylemekteydi.

Sadece bunları alt alta koysanız; ne diyorsunuz siz, bu konuda bir bilginiz var mı, yok mu? Varsa niye zamanında açıklamayıp hala şu anda, emrinizdeki yüzlerce kişi ağır hapis cezaları aldıktan sonra bile konuşmuyor ve Yalman gibi “vakitsiz öten horozun boynunu keserler, zamanı gelince konuşurum” diyorsunuz? Yoksa bu “darbeyi biz önledik komedisi nedir” soruları açıkça görülüyor.

‘VARDIR’ DEDİĞİ NEYDİ?

Böylesine ciddi ve yıllar süren bir davada, “Vardır da diyemem, yoktur da”, “Kasaptaki ete soğan doğramam” gibi incilerle tarihe geçecek olan Hilmi Özkök için Başbakan Erdoğan da gayet koruyucu, iltifatlar içeren bir konuşma yapmış ve “Haftada bir rutin görüşmelerimiz olurduÖ Tabii bize böyle bir şey hissettirmediler, böyle bir şeyi yaşamış olsa inanıyorum ki bunu bizimle paylaşırdı” demiş..

Bu dava madem ki yüzlerce insanın ve ailelerinin hayatını bitirmek anlamına geliyor, o zaman tüm detaylar önemlidir. Madem ki dönemin en büyük sorumlusu, TSK’nın başı Özkök ve ikinci sorumlu Aytaç Yalman darbe hazırlığı iddialarıyla ağır cezalar verilen bu seminerle ilgili somut bir açıklama yapamıyor ve kaçamak cevaplar veriyorlar, “bir şey biliyor gibi konuşup arkasından bilmediklerini söylüyorlar”, o cezalar nasıl bu kadar emin şekilde verildi?

Özkök madem ki bilmiyordu, neden “Vardır da diyemem, yoktur da” gibi “var olabileceğini” ima eden sözler söyledi, “vardır” dediği neydi? Tek mesele zeytinyağından kıl çeker gibi kendilerini konunun içinden sıyırmak ise, hiçbir sorumlulukları olmayacaksa o mevkilerde oturmalarına ne gerek vardı? Yani onların ikisinin de fark etmediği, hatta Hilmi Özkök’ün “asıl sorumlu semineri yapan Yalman’dır” dediği bir büyük çaplı hazırlık ya da prova yapılabilmişse, bunların komutanlığının ülkeye ve orduya ne yararı vardı?

UNUTULAN DETAYLAR

Acaba burada önceden bir “orduyu cezalandırma-susturma” projesi hazırlanmıştı da her detay, sonradan çıkacak pürüzler mi hesaplanmamıştı? O pürüzler çıkınca çelişkiler de ortaya mı döküldü?

Özkök çok sayıda hatanın yer aldığı ve AB’nin bile üzerinde durduğu bu yanlış yargı kararları herkes tarafından eleştirilirken o nasıl oldu da sonuçtan memnun kaldı? Bu davadaki ve iki komutanın ifadelerindeki çelişkiler, soru işaretleri mutlaka inceden inceye tartışılmalıdır.



Öcalan’a rağmen eylem yapılıyorsa..

Artık anlaşılıyor ki “Öcalan’lı bir yeni Oslo süreci” mutlaka başlayacaktır. Yalnız burada da anlaşılmayan şey “İmralı ile resmi görüşme olmaz, gayriiresmi yazışmalar, görüşmeler olabilir” sözleri.. Daha önce de Oslo’da “MİT-PKK” görüşmeleri sanki devletin kurumu “devletten, Hükümetten bağımsızmış” havasında sürdürülmüş, bir yandan reddedilirken diğer yanda kararlar alınmıştı.

Nitekim hep yazdığım gibi “referandum öncesinden başlayıp seçim sonrasına kadar devam eden” PKK’nın eylemsizlik kararının nedeni de bu görüşmelerde alınan kararların sonucuydu. Ama maalesef bu büyük bir hata olmuş, silah bırakmadığı halde, tehditler gölgesinde devletle masaya oturabilen terör örgütü “silahı, terörü, daha fazla cinayeti” istediklerini hemen kabul ettirmek için avantaja çevirmişti. O günden bu yana yüzlerce genç asker ve ailesinin hayatı söndü.

BİR TBMM VAR!

Şimdi Başbakan Erdoğan “yeni Oslo süreci başlayacak” derken CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun “Yeniden Oslo süreci başlayabilir ama içeriği bilmeliyiz” sözlerini “Ne dediği belli değil, içeriği herhalde onunla planlayacak halimiz yok” sözleriyle değerlendiriyor.

Oysa Kılıçdaroğlu’nun ne dediği belli, “masaya oturmadan önce ne pazarlığı yapılacak, bilmek istiyoruz” diyor, zira PKK-BDP’nin hangi pazarlığın peşinde olduğu, terörü ancak “ne karşılığında” kesecekleri neredeyse harfiyen bilinmekte.. Ve böylesine önemli bir tartışma “devletle terör örgütü” arasında yapılmadan önce (tabii öncelikle “silah bıraktık” derlerse) bu ihtimaller TBMM’de partiler arasında tartışılmalı ve ne cevap verileceği kararlaştırılmalıdır.

Yoksa gerçekten yine “seçim bitene kadar oyalayalım” taktiği ile hareket edilecekse bu daha çok sayıda gencimizin hayatına mal olacak demektir. Ayrıca, Öcalan sanki “PKK eylemleri kendisi istemediği halde, ona rağmen” yapılıyormuş gibi bir hava da yaratıyor. Durum böyleyse, sözü geçmiyorsa onu sürece dahil etmenin ne yararı olacak acaba?

Ah be arkadaşlar, ne çilemiz varmış ki bu karışık ‘puzzle’ların, ülke üstündeki oyunların içinde geçti hayatımız?



Kadınlara da hapis!

Teröristlerle masaya oturma ihtimalleri konuşulurken “kürtaj eylemi yapan” 27 kadın hakkında 6 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldığı haberi de ortada.. Kadın Bakanlığı önünde eylem yapan kadınlar gözaltına alınmış.. Demek ki bu “özgür ve de demokrat” olduğu hala iddia edilen ülkede kadınlara, çocuklara tecavüz eden ve öldürenlere “iyi hal” indirimleri yapılıp hafif cezalarla kurtarılırken “kürtaj kararı kadına aittir” demek için Bakanlık önüne gelen kadın vatandaşlar tutuklanacak.

Valla “helal olsun size” demekten başka söz yok arkadaşlar. Baş ağrım başladı yine, midem de bulanıyor devam edemeyeceğim, yuh be!

Yazının devamı...

‘Silah bırakıyoruz’ dediler mi size?

Sevgili okurlarım, dün yazımı göremediniz çünkü birkaç saat hastanedeydim, kafama bile iğneler yaptılar.. Biliyorsunuz “bir yere yetişme” stresi ile “taşınma stresi” zarar veren stresler sıralamasında ilk iki sırada bulunuyorlar. Bunların birincisi biz köşe yazarlarında zaten her gün mevcut, zamanla yarışarak çalışırız, son haftalarda (hatta “aylarda” desem daha doğru) bir de taşınmak ve evde gün boyu çalışmayı sürdüren ustalarla işleri takip etmek, aynı anda kolileri boşaltıp evi yerleştirmek, çok önceden bitmesi gereken işlerin bitmeyip hala sürmesine üzülmek derken strese alışkın olduğunu düşünen yazarınıza bile fazla gelmiş bunlar.. (Aslına bakarsanız bu streslere ülkemde olup bitenlere aşırı üzülmeyi de eklemeliyiz.)

Gece gündüz baş ağrısından duramayınca hemen doktora koştum.. “Doktorlar Merkezi”nde Doç. Dr. Serdar Dağ isimli süper bir doktor ve Selin hemşire beni hemen muayeneye aldılar, Doktor Dağ “İlaç filan tesir etmez buna, aşırı yorgunluk ve gerginlik var, sinirlerinize lokal anestezi uygulamamız lazım” dedi. Önce kafama iğneler, sonra iğne ile ağrı kesici, kan tahlilleri filan derken önce uyuyakaldım, sonra da akşama kadar sütlaç gibi gezdim. Şimdi biraz daha iyiyim çok şükür..

KANA DOYDULAR MI?

Gelelim konumuza.. Son üç günde yine önce 7, arkasından 2 şehit daha verdik.. Gazetelerde şehitlerin bayılan eşlerinin, analarının haberleri yer alırken aynı anda “yeniden Oslo sürecine dönme” haberleri başladı. “Mehmet Öcalan İmralı’ya gitmiş ve ağabeyi Abdullah Öcalan’ın artık kanın durmasını istediğini” söylemiş. Demek ki aylardır yine su gibi akan kanlar yetti, yetmese böyle demezdi..

Başbakan Erdoğan da “İmralı ile görüşme yeniden başlayabilir” demiş.. BDP ise “onlarca gencimizi toprağa verdik. Keşke kanlı yaz öncesinde süreç başlasaydı”.. Oysa zaten “Türkiye’ye onlarca şehit verdirme”nin nedeni bu süreci en kısa zamanda başlatmaktı. Bunu da Öcalan “referandum öncesinden” başlattıkları ve “seçim sonrasına” kadar sürdürdükleri “eylemsizlik” kararını bitirmeden önce “Hükümetin kurulmasını bile bekleyemem, çabuk taleplerimizi yerine getirin yoksa terör daha da şiddetli başlar” sözleriyle açıklamıştı.

SÖYLEM DEĞİŞİNCE EYLEM DE..

Yani Oslo’da PKK ile masaya oturan MİT’çiler nasıl bir söz verdilerse Öcalan “o sözün zamanı geldi” demekteydi. Bu yapılmayınca, tam aksine konu “PKK ile mücadele sürecektir” temeline oturtulunca işi tekrar “masaya oturma” noktasına getirmek için terör aralıksız şekilde sürdürüldü, hatta PKK bunun artık “bir savaş” olduğunu söyledi.

Gelinen noktada açıkça “PKK-BDP politikası” başarılı olmuştur ve böyle olacağı da Oslo’daki “MİT-PKK” görüşmelerinin, açılım sürecinin “PKK silah bırakmadığı halde” başlatılmış olması hatası yapıldığında belliydi.

Bunları defalarca yazdık, İRA-İngiltere örneğini verdik, “terör örgütünün silah bırakması” ön şarttır, bunu yapmadan masaya oturmak yanlış dedik. Hiç umursamadan yola devam edildi ve sonunda aynen dediğimiz gibi “ne kadar çok ölüm, o kadar çabuk devleti karara zorlama” olduğu görüldü. Şimdi yeniden ve yine “silah bırakıp eylemlere son verme” sözü alınmadan sürecin başlayabileceği söyleniyor. Peki “teröristle (ve üstelik kanlı eylemlerini sürdüren bir örgütle) masaya oturulabiliyor ve çözüm böyle gelebiliyor”sa Oslo’da masaya oturmanın, İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşmelerin, o “avukatlarla devlete gönderilen yol haritaları”nın neden hiçbir yararı olmadı? Ne talep ettiler ki Hükümet bu görüşmelerden sonra da “terör örgütüyle mücadele sürecektir” söylemine döndü ve Güneydoğu’da onca saldırı oldu, onca şehit verildi?

ÇEKSİNLER ASKERLERİ..

Masaya oturmanın “teröre çözüm olmayacağı” görüldüyse neden tekrar aynı sürece dönülüyor? “Olacağı” düşünülüyorsa neden önceki olmadı? Ve olacağı düşünülüyorsa neden son aylardaki şehitleri vermeden, bütün o askeri araçlar bombalanmadan, mayınlar patlatılmadan, karakollara saldırılmadan önce bunlar söylenmedi?

Bütün bu soruların cevabını topluma açıklamak şarttır. Ve eğer şimdi Hükümet yeniden Oslo sürecine dönüp PKK ile görüşecek ve dahi Öcalan’ı açıkça muhatap alacaksa, en azından “bu süreçte arkadan vurarak kan dökmemelerini” sağlasın. Ya da orduyu Güneydoğu’dan çeksinler, gençlerimiz bu kan batağında kaybedilmesin.

Nasılsa “yeni anayasa” sürecinde de Öcalan başrolde olacak, görüşmeler sonunda da “bağımsız devlet”e gidecek olan “özerklik” talebi karşılanacak demektir. Bunlar yapılmadan PKK ile anlaşma söz konusu olmadığına göre!

NOT: Bu süreç kesinleşmeden önce (PKK ile BDP’nin örnek gösterdiği) İspanya’da ETA ve İngiltere’de İRA örgütlerinin hangi süreçte olduklarına bakılmalı. İngiltere ve İspanya’da devlet yapısı çok farklı olmasına rağmen sorun çözülmedi, giderek büyüdü. İRA da yıllar sonra “anlaştılar” denirken yeniden eskiye döndü. Önce incelesinler!



Öcalan eve çıkarsa..

Öcalan eve çıkarsa.. Memlekette Türk ordusunun yarısı “eksik teşebbüs” diye “yalan-yanlış iddialara dayandırılarak” cezaevinde, koca TSK’ya Genelkurmay başkanlığı yapmış olan İlker Başbuğ “internet sitesi açtın” suçlamasıyla cezaevinde, ülkenin saygın gazetecileri, milletvekili seçilmiş kişiler, dünya çapında cerrahlar hapiste.. Ve çoğu tutuklu, yani hüküm giymediği halde hapis..

Hepsi bir karış hücrelerde, spor yapmalarına bile ayda bir izin verilerek hapsedilmişler. Son olarak Balyoz davasında “15-20 yıl hapis cezası” verilen sanıklar için şu anda geçersiz olan eski yasa hukuka aykırı şekilde kullanılacak ve bu yasaya göre “aileleriyle açık görüş” bile yasaklanacak. Mesela 16 yıl kalacaksa ailesini, çocuklarını demir parmaklıklar arkasından görecek. Katillere bile yapılmıyor bu.. Ama efendim, şimdi “Oslo süreci yeniden başlayabilir, Öcalan da sürece katılabilir” dendiği için hemen “Öcalan eve çıkarılsın, herkesle görüşebilsin” telkinleri başladı. Öcalan evde rahat edemeyebilir, onu Bodrum veya Antalya’da “5 yıldızlı otel”e çıkarmaları ve otelin önüne de lüks bir yat çekmeleri daha uygun olur. Bunu yazmayı da unutmasın arkadaşlar!

Yazının devamı...

Ayıplanacak bir yarış!

Artık herkesin bildiği “yüzlerce subaya toplam binlerce yıl hapis cezası” verilen Balyoz davası isimli davada haksız ve eksik şekilde yargılama yapıldığında toplum hemfikir.. Ve bunun “delillerin sonradan üretildiği ya da o tarihte yurt dışında görevli olan subaylara bile ceza verildiği” gibi somut göstergeleri de, karar verilirken “göz ardı edilen bilirkişi raporları” da ortada..

Durum böyle iken ve büyük bir çoğunluk “adil yargılama”dan, “adil yargılanma hakkı”ndan söz eder ve cezaları adil bulmazken.. AB diplomatları “Basılmamış kitabın toplatılması, gazetecilerin hapiste tutulması Türkiye’nin imajına ne kadar zarar veriyorsa Balyoz’da yapılan hukuk hataları da aynı derecede zarar veriyor” derken.. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün “Adil yargılama yapılmadığını söyleyemem” demesi elbette dikkat çeker.

SİZ NEDEN SORGULANMADINIZ?

Öncelikle akla ilk gelen; “Siz hukukçu musunuz ki binlerce sayfalık dosyalarda, bütün o açıklanan çelişkilerde, 2003’te mevcut olmayan sokakların veya kurumların adının iddianamelerde ‘varmış gibi’ kullanılmasında hiçbir hata yapılmadığını görüverdiniz? Nasıl oluyor da başkaları bu noktalarda ihmal ve yanlış olduğunda hemfikir iken ve Hükümet üyeleri bile ‘daha Yargıtay süreci var’ derken siz verilen ömürlük hapis cezalarından memnun oluveriyorsunuz” sorusu olur.

Arkasından “sizin de sorgulanmadığınız, aynı mahkemede silah arkadaşlarınızın gözüne bakarak soruları cevaplamadığınız bir yargılama sonunda verilen kararı nasıl adil buluyorsunuz” sorusu gelir.

EN KAHRAMAN KİM?

Şimdi de bakalım dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve Hilmi Özkök’ün “Ben 2’nci derece sorumluyum. Asıl sorumlu o” dediği Aytaç Yalman Akşam gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’ya ne demiş. Bunca yıldır “zamanı gelince konuşacağım, benim de söyleyeceklerim var” diye topluma söz veren ama konuşmayan Yalman şimdi Hilmi Özkök için “darbe girişimini o önledi” denmesine pek bozularak konuşmuş.

“Türk ordusu tek kişi değildir. Tek Genelkurmay Başkanı da değildir” demiş..

“Ucuz kahramanlık kimseye yakışmaz” demiş..

HOROZ NE ZAMAN ÖTECEK?

“Türk ordusu Kara Kuvvetleri Komutanlığı’dır, Hilmi Paşa’nın kaç tane tankı, tüfeği vardı ki” demiş.

İsmail Küçükkaya ısrarla “darbeyi siz mi önlediniz” diye sorunca “Ben demiyorum, iddianame öyle diyor. ‘Darbeyi Aytaç Yalman önlemiştir’ diyor” cevabını vermiş. Vee, ve iyice “pes yani” dedirten cümleyi eklemiş;

“Erken öten horozun kafasını keserler, zamanı gelince konuşurum, bizim de kafamız gitmesin” ..

Şimdi bu ilkinin konuşmalarına bakınca aralarında bir “kahramanlık yarışı” olduğunu görüyoruz.. Her ikisi de “bir darbe hazırlığı yapılmış, kendileri ne olup bittiğini biliyormuş ama zamanı gelmediği için konuşmamışlar ama darbe girişimini de önlemişler” havasını yansıtıyorlar..

İşin ilginç tarafı Özkök aynı zamanda “seminerden ben sorumlu değildim, 1’inci derecede sorumlu Kara Kuvvetleri Komutanıdır” derken, Yalman da “Ben o seminerde konuşulanları 2010’da öğrendim” diyor.. Yani aslında ne dediklerine, diyeceklerine karar veremiyorlar, hem gayet iyi biliyor havadalar, hem “işin içinden sıyrılma” havasındalar.. Tam da didik didik sorgulanması gereken bir tablo var ortada....

Bir çelişki daha.. Emin Çölaşan’a yazdığı mektupta Aytaç Yalman “Söz konusu senaryo emrime aykırı olarak icra edilmiştir” diyor. Ortada Kara Kuvvetleri Komutanı’nın bir emri var, seminer buna aykırı icra edilmiş, sağır sultan bile duymuş ama Komutan bunu 7 yıl sonra mı duyuyor, nasıl iş bu? Eğer durum böyleyse kendisi “darbe girişimini” nasıl önlemiş oluyor?

ORDU ‘KKK’ DEMEK İSE..

Türk ordusu Yalman’ın dediği gibi “Kara Kuvvetleri Komutanlığı demek” ise orduda “söz konusu senaryoyu emrine aykırı icra edenler”in sorumluluğu kendisine ait demek değil midir? Övünmeye gelince bu laflar söyleniyor, sorumluluk almaya gelince “Ben çok sonra öğrendim” veya “asıl sorumlu ben değilim, o” filan..

Hem “iddianame darbeyi Yalman önledi diyor” sözü, hem “ama ben 2010’da duydum”.. Dinleyenleri mi salak zannediyorlar, yoksa söylediklerini mi hemen unutuyorlar belli değil.

ŞÜPHELENSEYDİ..

Hilmi Özkök son olarak Koramiral Kadir Sağdıç’ın eşine “Gazeteler sözlerimi çarpıtıyor. Şüphelenseydim o zaman soruşturma açtırırdım, söylenenleri avukatlarımla düzelttireceğim” demiş. (Cumhuriyet gazetesi, Ali Açar’ın haberi). Acaba hangi sözünü, kim çarpıttı merak ediyor insan, malum sıkışınca basına vurma modası var ya..

BİLDİĞİNİ YARGIYA AÇIKLAMALI

Görüldüğü gibi ne dedikleri belli değil, bir gün bir güne uymuyor.. Neden bu ifadeleri cezaların verildiği mahkemede alınmıyor, şimdi daha da çok merak konusu.. Örneğin Yalman’ın “Konuşmamakla kimseyi üzmemeyi tercih ettim.. Zamanı gelince konuşacağım, şimdi vereceğim ifade ve açıklamalarla bazı kişilerin üzülmesini istemem” sözleri.. “Erken öten horozun kafasını keserler, zamanı gelince konuşurum, bizim de kafamız gitmesin” sözleri yüzlerce kişinin hayatının söz konusu olduğu bir dava için son derece anlamsız, keyfi sözlerdir.

Ne demek “zamanı gelince”? Kendi komutasındaki askerler 18-20 yıl hapse mahkum edilmişken zamanı gelmemişse neyi bekliyor? Ne demek “bizim de kafamız gitmesin”, kendisini de hapsedebilecekleri bir bilgiye sahip de ondan susuyor gibi nasıl bir konuşma bu? “Birileri üzülecek” diye bildiklerini yargıdan saklama hakkına sahip midir?

Ayrıca Özkök’ün hem “adil bir yargılama yapılmadığını söyleyemem” demesi, yani bir anlamda “bu kadar ağır cezaları hak ettiklerini” ima etmesi, hem de “şüphelenseydim o zaman soruşturma açtırırdım” demesi yargı tarafından sorgulanmalı değil midir?

Tam bir bilmece var ortada, hem de en zeki kişilerin bile içinden zor çıkacağı kadar çapraşık bir bilmece.. Ben “yalan söylemek için bile çok zeki olmak gerekir” sözüne inanırım, maazallah yakalanıverir insan, bu bilmece de aynen öyle işte, pek düz gitmiyor, zeki olanlar çözecek!



Babalık ve kocalık hakkı!

Balyoz kararları verildikten sonra “saplanan bıçağı kanırtmak gibi” arkasından “babalık ve kocalık haklarından men etme, eşleri isterse hemen boşanabilir” benzeri laflar da söylendi biliyorsunuz. Son derece rahatsız edici ve kulağa gereksiz gelen sözler..

Hatta birçok kişi “daha önce neden bunları hiç duymadık, daha çok can yakmak için mi söylendi” dedi.. Çoğu kadın olan hukukçularla bu konuyu konuştum, hepsi de kızgındı..

BU YASA KALKTI

Bu TCK maddesinin “suç tarihi olduğu söylenen 2003’te geçerli olmasının anlam ifade etmediğini, hüküm tarihinde kaldırılmış olduğunu” söylediler. En önemlisi de “İki yasa arasında çelişki varsa sanık lehine olan yasanın kullanılması”.. Bunun “evrensel hukuk kuralı” olduğunu ve “Türkiye’deki ceza davalarında uygulandığını” özellikle vurguluyorlar. Peki bütün avukatların bildiğini acaba Balyoz davası hakimleri nasıl bilmez? Garip değil mi?

Yazının devamı...

‘Virüs’lü adalet!

Yani gerçekten insanın “duydukça küçük dilini yutası gelen” olaylar yaşanıyor bu ülkede.. Sadece bununla da kalınmıyor, toplumun hukuk, demokrasi, insan hakları, güven duygusu gibi temel tüm değerleri, hayatı “yaşanmaya değer” kılan tüm duyguları yok oluyor. Göz göre göre bir “düşüş”, bir “erozyon” yaşanıyor.

MIŞ GİBİ..

Nasıl yaşanmasın ki? “Demokrasiye, düzene karşı bir suç işlemişsem kendimi Taksim’in ortasında yakarım” diyen “zeybekçi Paşa”dan, bilgisayarlarına dışarıdan gönderilen virüsleri “bilirkişi raporlarıyla, TÜBİTAK raporlarıyla belgelenmiş” gazetecilere, subaylara, iddianamelerde yer alan ve “2003 yılına ait” denen bilgilerin “aslında o tarihte mevcut olmayan” veriler içerdiğinin belgelenmesine kadar neler duyuluyor ama sanki “duyulmamış gibi” yapılıyor..

Düşünün, “2003’te yazıldı” denen raporda “kriptolu (emniyetli) telefon” geçiyor, Genelkurmay “bu telefonlar 2008’de dağıtıldı” diyor ama yargı dinlemiyor. Belediye “İddianamede ismi geçen sokak ve caddelerin adı o tarihte farklıydı, 2007’de değişti. Eminönü-Vezneciler hattında o tarihte söz edilen tramvay mevcut değildi” diyor, mahkemenin umurunda bile değil.. Belgelerde “normal şartlarda olması imkansız imla hatalarının benzer şekilde tekrarlandığı” ispatlanıyor, hiç fark etmiyor.. Bunca hata ve bilgisayar saldırısından sonra mahkeme hala en ağır suçlamalarla ya “tutukluluğun devamına” veya 16 yıl, 18 yıl hapis cezalarına karar veriyor.

BASKI VAR MI?

Balyoz davası isimli davaya bakan mahkemenin başkanı “kimse bize baskı yapamaz, telefonum yanımda bile değildi” demiş. Bu baskının “kimler tarafından” yapıldığı öne sürülüyor bilmiyorum, hemen karar anında telefonla mı yapılmalıdır, önceden olamaz mı ve hatta “sadece hissedilmesi” yetmez mi bu da tartışılır ama asıl mesele bu kararların “adalete güven”i iyice sarsmış olduğudur. Ve sanıyorum, “toplumun büyük çoğunluğunun kesinlikle aynı fikirde olduğunu, toplum vicdanının rahatsız olduğunu” da görmemek mümkün değil. Bu rahatsızlığa bir de “Hilmi Özkök ile Aytaç Yalman’ın nedense ısrarla mahkemede konuşmaya davet edilmeme-si”ni ekleyin, o da unutulacak gibi değil.

Balyoz’da da, Odatv davasında da çok fazla ihmal ve hata göze çarpıyor. Ve hepsi o kadar önemli, gözden kaçmayacak gibi olmasına rağmen “kaçırılan” hatalar ki Türkiye aynen yıllar sonra 27 Mayıs darbe döneminde olanları, 12 Eylül darbesini, 27 Nisan muhtırasını tartıştığı gibi yargının bu davalardaki “görme bozukluğu”nu, yaptığı haksızlıkları asla unutmayacaktır.

Bakın mesela, Odatv davasında diğer görevli gazeteciler “bilgisayarlarına virüsle dışarıdan gönderilen dosyalar” anlaşıldığı için tahliye olmalarına rağmen aynı nedenle tutuklanmış olan Soner Yalçın bırakılmıyor. Yalçın’ın avukatları TÜBİTAK’a özetle, tahliye olan “Müyesser Yıldız ve Barış Pehlivan’ın bilgisayarlarına ‘aynı tarihte, aynı kaynaktan, aynı yöntemle, aynı virüsle, aynı kabiliyete sahip zararlı yazılımla (uzaktan yönetim ve dosya atma) özel hedefli sosyal mühendislik saldırısı yapılması.. Ve bu dosyalar üzerinde ilgili bilgisayar kullanıcıları (Yıldız ve Pehlivan) tarafından hiçbir işlem gerçekleştirilmemiş olması toplu olarak düşünüldüğünde ilgili dosyalardaki tüm delil bilgilerinin zararlı yazılım aracılığıyla gönderilme ihtimalini güçlü kılar mı” sorusunu sormuşlar. Toplam 6 soru içinde bu da var.

ÇELİŞKİLİ ADALET

Dava devam ettiği için sanıyorum açıkça “Odatv davasından tutuklanıp uzun süreler sonunda serbest bırakılan Yıldız ve Pehlivan’ın bilgisayarlarına dışarıdan gönderildiği ispatlanan virüsle ne yapılmışsa diğerlerine de aynı şey yapılmış. O zaman Soner Yalçın neden hala tutuklu” diye sorulamıyor ama görülen o ki durum aynen böyle.. Peki düpedüz mantıkla, fazla kafa yormadan bile bu nasıl adalet, nasıl çelişkidir diye sormaz mısınız?

SİZE DE ÇIKABİLİR

Eğer bu adalet diye kabul ettirilecekse “bundan sonra bilgisayar kullanan hiç kimse kendini güvende hissedemez, piyango gibi kim istenirse ona da çıkabilir” demez misiniz? “Tak diye virüsü gönder, şak diye tutukla, fazla kolay değil mi” diye sormaz mısınız?

Toplumun aydın ve adil insanları bu soruları sormak ve “adalet”i istemek zorundadır. Hiç vazgeçmeden!



TDH şu soruyu sorsun!

Mustafa Sarıgül’ün “Türkiye Demokrasi Hareketi”nin Genel Sekreteri Hasan Aydın “AB devleti oluyorsa, Türkiye Birliği Devleti de olur. Federal Almanya oluyorsa Federal Türkiye de olur. Türkiye Birleşik Devletleri olsun” demiş. Kürtlerin yaşadığı bütün sınırları içine alarak Türkiye’nin büyümesinin mümkün olduğunu da söylemiş.

Herhalde son cümleyle de Irak Kürdistanı ve şimdi Suriye’de PKK’nın ele geçirdiği (ilerde Batı Kürdistan diyecekleri) illeri filan kastediyor. Tabii buna gelecekteki İran planlarını da dahil etmesi mümkün.

Ama aslında bu teklifi getirmeden önce Hasan Aydın’ın PKK’ya “Türkiye’de nereden nereye kadar bir bölgeyi istiyorsunuz? Hangi sınırlar için binlerce Türk vatandaşını öldürdünüz” diye sorması lazım. Her şeyi eksik yapmakta üstümüze yoktur ama artık burada olmaz değil mi?



VATAN’ın 10. yaşı!

Sevgili VATAN gazetemizin 10’uncu yaşı İstanbul Boğazı’nda “Suada”da kutlandı. 10 yıl önce onu kurmak için yola çıkıldığında neler yaşadık, ne zorluklarla bunu başarıp o günden bugüne geldik.. Okuyucu bunların çoğunu bilmez, sadece gördüğüne göre karar verir ve bence gazeteciliğin zor taraflarından biri de budur..

VATAN gecesindeki Erol Evgin konseri de her konseri gibi unutulmayacak kadar güzeldi. Adeta “zamanla alay eden” Evgin aynı gençlikle (sevgili Melek Baykal’ın deyimiyle “buza yatırılmış gibi”), aynı enerjiyle en sevilen şarkılarını aralarda esprilerle, fıkralarla süsleyerek söyledi ve kalabalık bir davetli korosu da ona eşlik etti. Sizi bilmem ama ben onu dinlemeye doyamıyorum.

Müzik yeteneği kadar “fıkra anlatma” yeteneği de var Erol Evgin’in.. Karadenizliler’den söz ederken anlattığı fıkra mesela. Temel’e sormuşlar; “Türk kadınları mı, Rus kadınları mı” diye.. “Hiç düşünmeden Türk kadınları” demiş. Ve eklemiş “Düşünürsem Rus kadınları”..

Ülkemizin içinde bulunduğu sıkıntıları, teröre verdiğimiz şehitleri düşündükçe insanın canı eğlenmek filan istemiyor. Ama VATAN’ın yıldönümü gecesi gayet ölçülü, sakin ama hoş bir kutlamaydı. Daha nice yıllara (ve umarım daha özgür bir toplum ve basın olarak) siz sevgili okurlarımızla inşallah!

Yazının devamı...

‘Eksik teşebbüs’e ‘eksik yargılama’..

Bu Balyoz davasındaki en önemli kilit nokta “dönemin sorumlu komutanlarının mahkemede tanıklık etmek üzere davet edilmemesi”-dir ve bu eksik giderek daha çok dikkati çekiyor. Sonuçta eğer bu ülke yargısı “katillere, çocuk tecavüzcülerine” bile vermezken, tam aksine bu ağır suçlara “iyi hal indirimi” bile yapar ve çoğunu ilk anda salıverirken, bir seminerde söylenenlerle 15-20 yıl gibi neredeyse ömürlük hapis cezaları veriliyor ve gerekçe olarak “darbeye eksik teşebbüs” gibi anlamsız bir neden gösteriliyorsa bu da tam anlamıyla “eksik yargılama” hatta “yok yargılama” değil midir?

ÇAĞIRSALAR GİDERLERMİŞ!

Söz konusu dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök konuşmuş ve “Cezalardan dolayı üzüntü içinde olduğunu ama yargı kararlarını yargılayamayacağını” söylemiş. Kendisine sanıklar tarafından “tanıklık etmemeleri” konusunda gelen tepkiler hatırladığında ise; “Sitem etmelerini anlıyorum. Beni çağırsalar yine giderdim. Sitem etmelerini anlıyorum.. Ben o dönemde 2. üst komutandım. 1. Derecede komutan ‘semineri yapan’ Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’dı” demiş.

Şimdi öncelikle semineri K.K.Komutanı yapsa bile dönemin Genelkurmay Başkanı “emrindeki ordu”nun attığı her adımdan sorumludur. Hatta bağlı olduğu ve “orduya emirleri biz veririz, bizim kontolümüzdeler” diyen Başbakanlık ve Milli Savunma Bakanlığı’nın da sorumluluğu vardır. Yani yüzlerce subayın, generalin katıldığı bir darbe provası yapılacak, oradan buradan yüzlerce belge çıkacak ve böyle bir hazırlıktan “ordunun başı” hiç habersiz olacak. “Ne naif başkanmış bu, neyle meşgulmüş” denmez mi?

BU DA ‘EKSİK’ GÖREV..

İkincisi; Hilmi Özkök’e savcı tarafından “Bu iddialar ilk duyulduğu ve medyada bile yer aldığı zaman neden araştırma yapmadığı” sorulduğunda “gerek görmediği, dikkate değer bir sorun fark etmediği” gibi cevaplar vermişti. Hatta MİT raporunu bile önemsememiş, dikkate değer bulmamış.

Oysa eğer görevini tam yapsaydı belki de o dönemde gerçeği daha kolay bulacak ve bugün yüzlerce kişinin aileleriyle birlikte mağdur olmasını engelleyebilecekti. Savcının o sorgudaki cümleleri bu ihmali açıkça göstermekteyken neden bu konudaki sorumluluğu üzerinde hiç durulmadı, bu da bir soru işaretidir.

YALMAN VE BÜYÜKANIT

Hilmi Özkök’ün bu konudan sanki kendisi o dönemde TSK’yla ilgisizmiş gibi sıyrılması aynen Yaşar Büyükanıt’ın bugün hala her fırsatta “27 Nisan muhtırası verildiğinde medya ne yaptı” gibi sorularla “muhtıra” olduğu ortaya konan girişiminden zeytinyağından kıl çeker gibi çekilmesine benziyor.

Ve tabii ülkeye (27 Mayıs’tan sonra) en çok mağduriyeti yaşatan 12 Eylül darbesiyle bu “eksik teşebbüs” kadar ilgilenilmemesine..

Hilmi Özkök’ün “1. Derecede sorumlu odur” dediği Aytaç Yalman da konuşmuş ve tesadüfe bakın ki o da “Mahkeme beni çağırsaydı giderdim, ben tanıklık yapmak istedim ama mahkemeden davet almadım” demiş. Bir kez daha hatırlatma gereği duyuyorum ki tutuklamalar başladıktan ve bir günde onlarca askerin (seminer sırasında yurt dışında görevde olanlar veya askeri okul öğrencisi olanlar bile) tutuklanırken Aytaç Yalman’ı TV programına davet etmek üzere aramıştık.

Ona “bu kadar askerleri tutuklanırken kendilerinin de bir açıklama yapmalarının beklendiğini” söylediğimde “yapmalıyım çünkü böyle bir iddia varsa bunu en iyi ben, Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ biliriz. Biri konuşacaksa bu ancak biz dördümüz olabiliriz” demişti. Bu sözünü yıllar içinde defalarca TV’de tekrarladım, köşemde yazdım ama bir itirazı olmadı.

Peki Yalman’ın adını verdiği Yaşar Büyükanıt ne biliyor ve ona neden sorulmuyor? Özkök ve Yalman hala “mahkeme istese biz tanıklık yapardık” demelerine ve dönemin sorumluları olmalarına rağmen mahkeme neden israrla buna gerek duymuyor?

HAYATLAR SÖZ KONUSU!

İnsanların bir ömür verdiği mesleklerinin ellerinden alındığı, bir de “rütbelerinin alınması” gibi hapisten beter hakarete uğradıkları, 15-20 yıl özgürlüklerini de kaybettikleri bir davada “eksik yargılama” olabilir mi, bunu hukukçular ve o mahkeme hakimleri cevaplamalıdır. Ve tabii Yargıtay da bu noktaların üzerinde durmalıdır.

Sorumlu isimler bir kenarda durur izlerken diğerlerine reva görülenler inanılır gibi değil çünkü!



Mültecilere iş de bulalım tamam olsun!

Üniversiteler müsait olsa sınava giren tüm Türk gençleri bir üniversiteye kaydolabilirdi ama olamıyor. Yeterli puanı alamamışsa onların bir yılı rahatça yakılıyor. Oysa Milliyet’in dün verdiği habere göre YÖK birçok üniversiteye genelge göndererek Suriyeli mültecilere “özel öğrenci” statüsünde yer açmalarını istemiş.

Kayıt için belge bile gerekmiyormuş, istemeleri yeterli.. Valla iyi iş diye düşünüyor insan, bizim çocuklar yıl boyu dershanelerde dirsek çürütüp, paralar yatırıp sıkıntı çekmelerine rağmen dışarıda, mülteciler rahatça içerde.. Yurtlarda da onlara öncelik verilir, sorun tamam..

Bir de “mezun olanlara iş” teklif etsinler bari.. Nasılsa bu kadar rahat şartları bulanlar geri dönmek de istemeyeceklerdir, Türk gençleri önemli değil, onların işleri eksik kalmasın.. Milletin vergileriyle sayısı yüz binleri bulan mültecilerin her türlü rahatları sağlansın.. Tamam tehlikeden kaçanlara el uzatalım da, hiçbir şeyi tadında bırakamaz mıyız biz?

TUVALET İZNİ VERİLMEYİNCE

Bir de “bizden” örnek verelim, dün haberdi. KPSS (Kamu Personel Seçme) sınavına giren 36 yaşında bir kadına “tuvalet izni” verilmeyince altına kaçırmış. Herkes kaçırabilir, eğer hayatınızı kazanacağınız sınavda “yanınıza bir görevli vererek” bile tuvalete göndermezlerse, aylar boyu göz nuru ile hazırlandığınız, stresini yaşadığınız sınavı kaybedeceğinize altınıza kaçırmayı tercih edebilirsiniz.

Kendi insanımıza gelince kurallar bu kadar katı.. Ama mültecilere can feda, sınavsız, belgesiz, tuvaletsiz istedikleri yere girsinler. Ne ala değil mi?



Profesör hapiste, diğeri neden dışarıda?

Dün “Engin Alan ve Mustafa Balbay Meclis’te olmalı” başlıklı yazımda CHP Milletvekili Prof Dr. Mehmet Haberal’ın adını unutmuşum, yazımı okurken fark ettim. Dünyanın en ünlü cerrahları arasında olan, ülke adına çok büyük başarılara imza atan ve bugün yapılan “organ nakli” ameliyatlarının alt yapısını Türkiye’de ilk hazırlayan kişi olan Prof Mehmet Haberal’a toplumca minnet borçlu olduğumuz halde yıllardır mahkumiyet gibi tutukluluk yaşatılıyor.

PKK’ya yardım ve yataklık yapma suçuyla cezaevinde olanların “milletvekili seçilir seçilmez” bir günde tahliye edildiği ülkede o ve diğerleri nedense edilmiyor.. Dün bir okurumuz yorumunda; “Sabahat Tuncel şimdi aynı suçtan 8 yıl 9 ay hapse mahkum edildi ama serbest dolaşıyor. Diğer milletvekilleri neden hapiste tutuluyor” diye sormuştu. “Kanun karşısında her vatandaş eşit haklara sahiptir” deniyor ama acaba bazıları neden “daha eşit” haklara sahip anlayan var mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.