Şampiy10
Magazin
Gündem

Alan ve Balbay Meclis’te olmalı!

Balyoz davası ismi verilen davada MHP Milletvekili Engin Alan’a da 18 yıl hapis cezası verildi. CHP Milletvekili Mustafa Balbay’ın tutukluluğu da devam ediyor.. Oysa suç dosyaları “milletvekili seçildikleri için” rafa kaldırılmış yüzlerce milletvekili yıllardır TBMM’de görev yapmaktalar ve bunca zamandır kimse de bu dosyalara değinmedi bile..

TUNCEL NEDEN BIRAKILDI?

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da daha önce söylediği “milletvekili seçilen isimler serbest bırakılmalı, Meclis’te olmalı” sözünü iki gün önce tekrarlayarak “5 yıl önce milletvekili seçildiğinde tahliye edilen BDP’li Sabahat Tuncel gibi Balbay ve arkadaşları da bırakılmalı.. Seçilmiş vekillerin çalışma yerinin parlamento olduğunu söylüyorum ve ‘Sabahat Tuncel bile tahliye edildiyse niçin bu arkadaşlarımız tahliye edilmiyor’ diyorum. Şimdi o noktaya gelindiyse benim bir sene öncesinden söylediklerim tekrar ediliyor demektir” dedi.

Tuncel daha önce de “PKK ile ilişkisi” nedeniyle hapis cezası almıştı, bırakıldıktan yıllar sonra da aynı suçtan mahkum oldu. Arınç’ın dediği gibi o bile bırakılıyorsa bu ülkeye yıllarca hizmet etmiş, bir terör örgütüyle somut ilişkisi, onları açıkça övmek gibi bir durumu söz konusu olmayan, somut bir suçu görünmeyen bu milletvekilleri neden hapiste?

NEREYİ BOMBALAMIŞ, KİME ZARAR VERMİŞLER?

Mesela Balbay bu azabı hak etmek için ne yapmış? Engin Alan ne yapmış? Birilerine zarar mı vermişler, bir siyasetçiyi mi kaçırmış ya da karargahları-karakolları-cephanelikleri bombalamışlar?

Bir darbe girişimine kalkışmış ve suçüstü ellerinde silahlarla filan mı yakalanmışlar? Nedir yıllarca hapse tıkılmayı gerektiren suçları? “Darbeye eksik teşebbüs” ne demektir? Bugüne kadar Türkiye’de (veya başka bir yerde) yapılan darbelerde ordular önce “seminer adı altında darbe provası” mı yapmışlar, nerede görülmüştür böyle bir şey?

Başbakan Erdoğan’ın “yaptıkları inceliktir” diyerek yurt dışında görevdeyken dönüp teslim olmalarını örnek gösterdiği iki general de 16 ve 18 yıl hapis cezası aldılar. Bu insanların hepsi “eğer bir suç işlemiş olsalar, ceza alacaklarını düşünseler” koşarak gelirler miydi? Mesela Çetin Doğan da TV programlarına katılıp “söz konusu seminer” hakkında açıklamalar yaparken, bir seminerin “gerçekmiş gibi” yansıtılmasını espri konusu yaparken, o dönemde rahatça yurt dışına çıkamaz mıydı?

YARGI İSTEYİNCE İYİ DİNLİYOR

Bu sorular orta yerde durmaktadır ve yargının “iktidar partisi yöneticileri”nin bazı yorumlarını “onlar söyleyince gereğini yapacak kadar” dinlemesi oysa örneğin Bülent Arınç’ın milletvekili seçilmiş tutuklular hakkında söylediklerini duymuyor gibi davranması da dikkat çekmeyecek gibi değildir.

İnsan o zaman “bu olumlu yorumlar acaba ‘yargı bağımsız, bakın bizi de dinlemiyor’ havası yaratmak için” mi söyleniyor şüphesine kapılıyor.. Sonuç olarak “darbe iddiasıyla” ve teröristlermiş gibi tutuklanan ve bazıları mahkum edilen insanlar konusunda sayısız soru işareti var ve bunlar cevaplanmadan, “gerçek darbeci ve muhtıracılar” da aynı şekilde yargı önüne çıkarılmadan bu davaların bitmiş sayılması imkansızdır, biz saysak bile “tarih” saymayacaktır!



Yargıtay’dan doğru ‘ensest’ kararı!

Aslında “Yargıtay Ceza Genel Kurulu’ndan doğru karar çıktığını” söylemek lazım.. Bu kurul “18 yaşındaki kızına defalarca tecavüz eden” babanın cezasını “Adli Tıp’tan yeniden rapor alınsın” diyerek bozan Yargıtay 14’üncü Ceza Dairesi’nin kararını kaldırarak 16.5 yıllık cezayı onamış.

Helal olsun, nihayet haklı ve doğru bir karar çıktı. İkinci bir raporla suç vasfı ve cezanın değişmeyeceği yönündeki yerel mahkeme kararı doğru bulundu ki bu “aile içi tecavüz” gibi en korkunç bir olayın mağduru olmuş çocukların, gençlerin bir yetmezmiş gibi “birkaç kez” Adli Tıp muayenesine gönderilmesini engellemek açısından çok yerinde bir karardır.

ÜSTÜNÜ ÖRTME, CEZALANDIR!

Ve tabii bugüne kadar üstü örtülen ve mahkemelerin de “kendi öz evladına, yakınına tecavüz” eden ağır suçlulara hak ettikleri “ağır ceza”ları vermediği ülkemizde 16.5 yıl hapis cezası verilmesi önemli bir gelişmedir.

Adli Tıp bu olayda mağdur olan kız için “babasının cinsel saldırısı nedeniyle ruh sağlığı kalıcı olarak bozulmuştur” raporu vermiş. Zaten böyle dehşet verici bir olayı yaşamak zorunda bırakılan hiçbir genç veya çocukta daha farklı bir durum söz konusu olamayacağına göre aslında bu raporlar için “çocuğu muayene etmek, ruh sağlığı araştırması yapmak” bile anlamsızdır.

‘RIZASIYLA’ SAÇMALIĞI

Bir mahkeme daha önce Mardin’de 26 kişiye satılan 13 yaşındaki N.Ç’nin bu kişilerle “rızasıyla birlikte olduğu” yorumuyla suçlulara “alt sınırdan ve iyi hal indirimi yaparak” ceza vermiş, Adli Tıp ise “ruhsal yönden bu olaylara karşı koymaya muktedir” raporu vermişti. Bir çocuğun, hatta 18 yaşında bir kızın “babası veya başka erkek gücüne, saldırısına” böyle bir durumda karşı koyabilmesi mümkün değildir ve bunu hakim de, doktor da gayet iyi bilmek zorundadır. Bu nedenle o mahkeme ve o Adli Tıp hukuk önünde suçu paylaşmış sayılmalıdır.

N.Ç’nin ve ondan sonra daha birçok çocuğun hayatını mahvedenler “mahkeme kararlarıyla” kurtuldukları gibi, vicdanlarını da rahatlatıyorlar, bir de yakınları tarafından utanmazca alkışlanıyorlar.. Böyle dev bir haksızlığı yaratmaya kimin izni ve hakkı olmalıdır acaba?

“Ensest”e dönecek olursak, öyle olaylar duyuyoruz ki anneler çocuklarını babanın saldırısından kurtarıp kaçırıyor, baba tekrar almaya çalışıyor ve mahkeme de (babaların baskısı ve yalanları ile) geri veriyor. Artık bu “çağdışı kararlar” asla olmamalı, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun kararı örnek sayılmalıdır. (Bazı olaylarda tacizci babalar bir de üstüne “öğretmenlik” gibi mesleklerde oluyorlar, diğer çocuklar için tehlikeyi düşünün.)

Keşke bu konularla “bizim kadar ve bizden önce” Kadın Bakanlığı ilgilense ve mahkemeleri “doğru ceza vermeye, mağdur çocukları kurtarmaya ve başka çocukların mağdur olmasını da önlemeye” teşvik etseydi. Maalesef henüz bunu göremedik! Bakalım TKDF’nin “Türkiye Ensest Atlası” çıktıktan sonra konuşacaklar mı?

Yazının devamı...

Aytaç Yalman ‘Biz biliriz’ demişti!

Balyoz ismiyle anılan ve Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde yapılmış olan bir seminerin aslında “darbeye teşebbüs provası” olduğu iddiasıyla açılmış olan davada karar çıktı; generallere 20 yıla varan hapis cezaları..

Dava sürecinde tutuklu sanıkların “bilirkişi raporlarının göz ardı edildiği, dikkate alınmadığı, kendilerinin ve avukatlarının yeterince konuşturulmadığı” yönündeki şikayetleri, protestoları bilindiği için bu kararın ne kadar “tarafsız bir karar” olduğu yönünde hukuk açısından yeterince soru işareti olduğunu kabul etmek gerekir. Sonuçta henüz dava süreci devam ediyor, Yargıtay’ın vereceği karar çok daha önemli ama orada da “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” gibi bir karar çıkar mı bilinmez..

NEDEN İFADEYE ÇAĞRILMADILAR?

Ortada çok büyük başka soru işaretleri de var, mesela dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın “Eğer bir darbe hazırlığından söz ediliyorsa bunu en iyi bir biliriz, konuşması gereken biziz. Ve ben de Askeri Savcılığın araştırması bitince konuşacağım, onu bekliyorum” dedikten sonra konuşmaması.. Kendisi sözünü tutmadığı gibi “tutuklu silah arkadaşları”nın defalarca “Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök ifade vermeli” demesine rağmen, açıkça çağrıda bulunmalarına rağmen de ifadeye çağrılmamaları..

Eğer bir dönemde, sık sık yapılan seminerlerden birinde, çok sayıda generalle astları olan askerlerin (ki bazıları o tarihte Türkiye dışında veya öğrenci olduklarını bile söylediler) katılmış olduğu iddia edilen büyük çapta bir “darbe hazırlığı” varsa böylesi bir çalışma dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ile Genelkurmay Başkanı’nın bilgisi dışında, onlar hiç mi hiç fark etmeden nasıl yapılabilir? Onlar bu yoğun faaliyeti hiç fark etmeyecek kadar neyle meşgul olabilirler?

TOPLUM VİCDANI RAHAT ETMEZ!

Hilmi Özkök kendisine “nasıl fark etmediği” savcı tarafından sorulduğunda da tatmin edici cevap verememişti, neden bunun üstüne gidilmedi ve Yalman da sustu? Bu soruların cevabı halen verilmiş değil.. İnsanlar bu şekilde suçlanıp, olaylar tamamen açığa çıkarılmadan mahkum edilirse fazla sorgulamadan “demek ki ortada bir şeyler var ki böyle bir karar çıktı” diyenler de olabilir ama mantığını çalıştıran, sorgulamayı bilenlerin vicdanı kesinlikle rahat etmez.

DARBECİLER SERBESTKEN..

Özellikle de “darbelerin, muhtıraların hesabının sorulacağı” söylenerek yapılan referandumdan sonra bile 12 Eylül darbesini yapan, 27 Nisan muhtırasını yazan isimlere dokunulmayıp, hatta her fırsatta konuşmalarda “muhtıra” olarak kullanılan 27 Nisan’ı ortadan tamamen silip “bir teşebbüs olduğu iddia edilen, gerçekleşmemiş bir eylem” için 18-20 yıl hapis cezaları kesilirse böylesi bir çelişki, haksızlık karşısında hiç etmez.

Şimdi bakıyorsunuz “gerçek darbeleri alkışlamış, muhtıraları ağzına hiç almayan” kişiler TV’de “Balyoz da Balyoz” diye suçlamalar yapıyorlar. Ben Türkiye’de yapılmış tüm darbelerin mağduriyetini yaşamış, kaç kez “hakkıyla kazandığı görevi elinden alınmış” bir siyasetçinin kızı olarak, darbe ve muhtıralardan nefret eden biri olarak bile bu tabloda haksızlık olduğunu görüyor ve söylüyorum.

Umarım (üyeleri değiştirilmiş olmasına rağmen) Yargıtay da görecektir!

Sorun benim değil, TRT ile programın!

Efendim TRT Okul’da yayınlanan bir programın üniversitelerde yaptığı anket sonucunu bildirerek beni araması ve benim de programa katılmam yazıldı, çizildi. Bana ilk gönderilen mesajda “TRT İstanbul’dan aradıkları, Genel Müdür İbrahim Şahin’in saygı ve selamlarıyla beni bilgilendirmek istedikleri” yazıyordu. Altında da “TRT yapım koordinatörü”nün ismi..

Daha sonra arayarak konuştuk, TRT’den arattık, “dış yapım” program olduğunu da öğrendik. Ama ne fark eder, sonuçta bir TRT programı ve eğer bir anket yapıyorsa bunun (1989 yılından beri, 23 yıldır TV programı yapan bir gazeteci olarak söylüyorum) artık “iç yapım, dış yapım” olmasının bir farkı yoktur. Yani sonucuna inanmanız için bir anketin mutlaka “devletin kurumu tarafından resmi şekilde” yapılması gerekmez.

SİYASİ ANKETLERE NE DEMELİ?

Eğer bu anlayışla hareket edeceksek bütün o özel firmalar ve dahi “çoğu siyasi partilere pek yakın” firmalar tarafından yapılan siyasi anketler neden gazete manşetlerinden halka yutturulmaktadır sorusu çıkar ortaya.. Neden onlara anında inanmamız gerekiyormuş gibi devamlı önümüze sürülüyor ve belli yüzdeler beyinlere kazınıyor?

Bırakalım bunları.. TRT’nin bu konuda bir açıklama yayınlaması birçok kişi için şaşırtıcıdır ama benim için değil. Tam aksine, ben zaten duyduğum anda “bir TRT programında bu sonuç çıksa bile aranmış olmamı” yadırgamış, onlarca kez soru yağmuruna tutmuştum, onlar da defalarca yaptıkları anketi, çizdikleri ve bize yolladıkları grafiği anlattılar, çıkıp açıklasın yapım ekibi.. Eğer konuklarınızı anketle öğrencilere seçtiriyorsanız arada anketsiz çıkardığınız konuklar da olabilir ama bana bu anketler gönderildi ve nasıl yapıldığı da açıklandı.

SONUÇ DOĞAL ZATEN!

Öte yanda TRT programının yaptığı anketin sonucu, benim “üniversite öğrencilerinin en beğendiği ve ekranda görmek istediği kadın gazeteci” çıkmam uzak bir ihtimal olmadığına, sıkıştırdıkları için söylüyorum; yaptığım TV programı yayınlandığı sürece zirvede yer aldığına, baskı sonucu yayından kaldırılmasının üzerinden iki yıl geçmesine rağmen hala büyük bir kitle tarafından beklendiği bilindiğine göre kurum neden bu kadar zahmete giriyor aksini göstermek için asıl şaşırtıcı olan budur..

Ben nedeni tahmin ediyorum ama burada yazmayacağım. Halkın tercihi zaten yıllar boyu ortaya konmuştur, bana ve çalışmalarıma gösterilen sevgi ve ilginin, reytinglerle tescilli olması dışında “en önemli sivil toplum kuruluşları”ndan aldığım ödüllerin sayısını ben bile bilmiyorum çok şükür. Eğer bulunduğum noktada olmasam küçük bir şüphe veya rahatsızlık duyardım ama kusura bakılmasın “o noktaları çoktan aşmış” olduğumu iyi biliyorum.

Kendime ve izleyiciye, okuyucuya olan güvenim tamdır. Bir şüphe varsa çözümü kolay; hemen TRT kanallarından birinde program yapmaya hazırım, tek bir programla sadece üniversitelerin değil, tüm toplumun tercihi ortaya çıkar.

Sonuç olarak arkadaşlar, bu konu “TRT ile kendi programı” arasındaki sorundur, beni hiç ilgilendirmiyor. Yapmam gerektiği için yaptım bu açıklamayı, bu da bilinsin!

Yazının devamı...

Mahkemeler tecavüzü serbest bırakamaz!

Sizi bilmem, bu dehşet kararları veren hakimleri, savcıları bilmem, ben utancımdan ‘yer yarılsa da içine girsem’ diyorum, ötesi yok.. Bu ülkenin yargısı adına, adalet adına, insanlık adına öyle büyük utanç içindeyim ki yazarken boğazıma yumrular tıkanıyor.

Çocuk yaştaki Ö.Ç’ye tecavüz edenleri de, N.Ç’ye tecavüz edenleri de, bütün diğer çocuklara tecavüz eden alçakları da, hepsini serbest bırakan, neredeyse alkışlayacak bir yargı çıktı ortaya.. Utanmaz suçlular, çocuk sahibi olan evli tecavüzcüler, genci, yaşlısı ailelerinin alkışlarıyla serbest bırakılıyor, bir de üstüne “tecavüz bebeklerine devlet bakar” diyen bir cehalet sarıyor ortalığı..

ALKIŞLAYIN, UTANMA KALMADI YA..

Son olarak Zonguldak’ta 14 yaşındaki S.B’ye tecavüz davası rezaleti vardı haberlerde. Önce üvey amcası tecavüz etmiş, kızcağız evden kaçınca başka ahlaksızların eline düşmüş, 3 vicdansız daha tecavüz etmiş ve mahkeme hepsini “ALKIŞLAR ARASINDA” bırakmış.

Neden bırakılmış; mahkeme heyeti “mevcut delil durumunu, suçun vasfını, niteliğini göz önüne almış” efendim. Helal olsun size be, helal, işte adalet bu (!), vicdan bu, siz hakimlerin bu kararları. Ne delili, ne niteliği, ne vasfı? Bir çocuğa tecavüzden söz ediliyor, insafınız yok mu sizin?

Adli Tıp raporu yok mu, çocuk anlatmıyor mu olanları, yetmez mi? Dedim ya öyle utanıyorum ki bu kararlardan, hepsine yeter inanın o utanç..

KARNINDA BEBEĞİYLE ÖLEN ÇOCUK!

Bu haberleri bile öyle kanıksadık ki vahşete alıştırıldık adeta.. Öylesine okuyup unutuyoruz.. Ağrı Doğubayazıt’ta “16 yaşındaki zavallı bir kızın karnında bebekle öldüğü” haberi de bunlardan biriydi. Çocuk yaşta “imam nikahıyla” kendisinden 10 yaş büyük Mehmet Ali Kaya ile evlendiriliyor. Ve 8.5 aylık hamile iken kalp krizi geçirerek ölüyor. Nikahsız koca ise “evlendiğimde 15 yaşında olduğunu bilmiyordum” mazeretini öne sürüyor. Demek evlendiği çocuğun nüfus kağıdını bile görmemiş, nasıl işse?

YARGI ‘GEREĞİNİ YAPACAK’ İSE..

Şimdi tabii bu mazeretle koca serbest kalacak, kızcağız ise hayatına doyamadan gittiğiyle kalacak.. Olacağı bu.. Ve öte yanda efendim Yargıtay “yetişkin insanların nikahsız birlikteliğinin ahlaka aykırı olduğuna dair” kararlar veriyor. İki yetişkinin aynı evde yaşamaya karar vermesi “gayri ahlaki” ise, “çocuklarla imam nikahı kıymak” ne, Yargıtay veya bir hakim, bir mahkeme, herhangi bir yargı mensubu, Adalet Bakanı, Kadın Bakanı neden hiç bu konuda bir karar açıklamıyor?

Kadın ve çocuklara karşı “aile içi ve dışında” şiddet böylesine alıp başını gitmişken, örneğin Başbakan Erdoğan’ın bu konuda bir konuşma yaptığı neden hiç duyulmadı? “Yargıya söyledik, gereğini yapacaklar” demek mümkün olduğuna göre, yargıya neden hiç “kadın ve çocuk tecavüzleri, çocuk evlilikleri en ağır şekilde cezalandırılsın” talimatı da verilemiyor?

İmam nikahı olsun olmasın “çocuk ve kadın tecavüzü” en ağır şekilde cezalandırılmadığı takdirde tecavüzcülerin cirit atmasına yardım edilmiş olur ve yapılan da budur. Ne bir siyasetçi, ne eşleri, ne STK’lar olanlardan rahatsız olup öne çıkmıyor, olan zavallı çocuk ve kadınlara oluyor.. Yazıklar olsun!



Suriye’de akrabalarım var!

Arada nadiren “Bizim Suriye halkıyla yakın bağımız var, siz ise mültecilerden ve Suriye’ye verilen öncelikten rahatsız oluyorsunuz. Tabii sizin orada yakınlarınız yok, ondan böyle rahatsınız” vs diyen mektuplar geliyor.

Var efendim, hem de canım, ciğerim teyzemin (bir Suriyeli ile evliydi) kızları; İlhem, İtimet ve Lemis ablalarım Şam ve Halep’te yaşamaktalar. Sık sık onları arayarak durumlarını soruyor, tehlike içindelerse yanıma gelmelerini söylüyorum.

Ama; 1-Bu ülkenin gazetecisi olarak, akrabalarım tehlikede olsa bile önce kendi insanlarımızın ve ülkemizin geleceğini düşünürüm. 2-Tehlike altındaki Suriye vatandaşlarının sığınmasına izin veriliyorsa onların kamplar dışına çıkmamasını, belli bir sayının üstünde “yüz binler”le alınmamasını uygun görürüm (Batı ülkeleri veya Ortadoğu ülkelerinin hepsi alıyor mu, yüz binlerle alıyor mu), alınanların kendi illerimizde huzuru kaçırmamasının sağlanmasını, mülteci maskesiyle giren muhaliflerin “gündüz Suriye’ye gidip savaşarak gece Hatay’a dönmemesini” isterim.

Yazdıklarıma kızarak bu ve benzeri suçlamaları yapanlara cevabım budur. Diğer konularda aynı haksızlığı, saygısızlığı sürdüren, örneğin dinle bağlantılı bir tartışma yapılıyorsa “dinime, inancıma” bile dil uzatmaya cesaret edebilenler ise cevabı hak etmiyorlar. En uygunu onları “günahlarıyla baş başa bırakmak” bence!



Bu gurur bana yeter!

Dün VATAN’da da haberi çıktı, beni mutlu eden bir gelişme yaşadım sevgili okurlarım.. TRT Okul TV’de ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent, İstanbul Üniversitesi gibi önde gelen üniversitelerin de arasında bulunduğu üniversitelerde 15 bin öğrenciyle yapılan bir ankette “En beğendiğiniz ve televizyonda görmek istediğiniz kadın gazeteci kim” sorusuna cevap olarak “yüzde 70”e yakın oy oranıyla benim adım öne çıkmış.

Birçok sinema filminin de sanat yönetmenliğini yapan Sırma Bradley’in hazırlayıp sunduğu “Sırma ile Bugün” programının yaptığı ankette genç üniversitelilerin beni seçmiş olması gurur verici elbette, hepsine çok teşekkür ediyor ve başarılar diliyorum. Umarım bir gün onlar da benzer mutluluklar yaşar ve benim bugünkü duygularımı yaşayarak anlarlar.

ONLARDAN BİRİYİM!

Ben hala kendimi zaman zaman “üniversite öğrencisi” gibi hissederim, sanki zaman hiç geçmemiş, sanki onlardan biriymişim gibi.. Bu meslekte de hiçbir zaman “doğallığımı, içtenliğimi, heyecanımı, duygusallığımı kaybettirecek bir profesyonellik noktasına ulaşmayı” istemedim, büyüklük, bilmişlik taslamadım.. Halkın içinden geldim ve onlardan biriyim, hep de böyle kalacağım.

Bu nedenle o sevgili öğrenciler de bende “kendi duygularının yansımasını” görüyorlar, beni beğenmelerinin, seçmelerinin nedeni bence budur.. İnşallah bir gün yine “ekranda da” buluşacağız, “hak” diye, “adalet” diye, “basın özgürlüğü” diye bir şey varsa bu mutlaka gerçekleşecektir. Onlara en içten sevgilerimi sunuyorum!

Yazının devamı...

Şehit Anneannesi’nin isyanı!

O henüz 21 yaşındaki, ilk gençlik yıllarındaki sevgili torun sivil hayatında “müzisyenlik ve eczacı kalfalığı” yapıyormuş.. Şiddetten tamamen uzak işler ikisi de.. Kendi halinde, ailesinin tek erkek çocuğu bir gençmiş şehit Yusuf Vural.. Ailesiyle geçirdiği bir haftalık izinde iyi ki onları son kez kucaklayabilmiş, onlarla gülmüş, belki gizli gözyaşları dökmüş..

Ve tatil dönüşü Bingöl’de kahpe bir terör saldırısına hedef olarak hayatını kaybetmiş. Babası haberi alınca fenalaşarak hastaneye kaldırılmış ve anneanne.. Anneannesi “Gaztecilerin hepsine vebal ediyorum, söylediklerimi yazın” diye haykırmış acıyla.. “Torunumu koyun sürer gibi yola çıkarmışlar, daha üç gün önce polisleri şehit ettiler. Askerler böyle gönderilir mi?”..

SURİYELİ MUHALİFLERİ KORURKEN..

Her gün onlarca genç askerimiz ana baba, anneanne, kardeş, evlat yüreğini yakarak, yuvaları yıkarak şehit veriliyor. Son günlerde arka arkaya polis ve askerlerin bulunduğu araçlara PKK saldırıları yapılıyor ve hala o asker ve polisler “aynı şekilde, konvoylar halinde, zırhsız, korumasız araçlarla” yola çıkarılıyor. Sanki bir gün önce o olaylar yaşanmamış, sanki o gençlerin hayatının pek de önemi yokmuş gibi.. Suriyeli (sınırımızda savaşmakta olan) muhaliflerin sağlığı için Sağlık Bakanlığı ve her tür destek seferber ediliyor, ayaklarına araçlar gönderiliyor, bu milletin paralarıyla onların savaşması sağlanıyor ama kendi askerlerimiz anneannenin içten ifadesiyle “koyun sürer gibi” tehlike kaynayan yollara atılıyor.

BUNA ‘HATA’ DİYEMEZSİNİZ ARTIK!

Bu güne kadar şehit ve asker ailelerinden; askerlerimizin zırhsız, korumasız şekilde, hiç sakınmadan, önlem almadan yollara sürüldüğünü anlatan çok sayıda mektup geldi. Sık sık bunlardan söz ederek uyardık, “koruyun onları, böyle olmaz” dedik ama hiçbir şey değişmedi. Hem tecrübesiz, yeni asker olmuş gençleri bir-iki ay eğitimle “hayatını çekirgeler gibi dağlarda geçirmiş, silahla-mayınla arkadaş olmuş” ve gözünü kan bürümüş teröristlerin arasına yollayacaksınız, hem de yollarken bile aracına dikkat etmeyecek ortaya salıvereceksiniz.

Buna hata bile denemez artık; umursamazlık, sorumsuzluk, iş bilmezlik ne isterseniz o denir ama hata denmez. Genelkurmay Başkanı valilerden hediye alıp gülümseyerek gazetecilere poz vereceğine bu fahiş sorumsuzlukların hesabını versin millete. Ya da isterse “ondan biz sorumluyuz, bizim haberimiz olmadan kuş uçmaz” diyen kurumu da yanına alarak versin. Veya istifa etsin, zaten çoktan etmeliydi!

‘AKILLICA BİR HAREKET’ Mİ DEDİNİZ?

Bingöl’de önce 8 polisin şehit olduğu yere yakın bir mesafede ertesi gün “izinden dönen 200 silahsız askerin bulunduğu” konvoya yapılan PKK saldırısında 10 asker şehit olup 70 asker yaralandıktan sonra Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Teröristler açısından akıllıca bir hareketle son otobüse ateş açmışlar. İlk otobüse açsalardı daha iyi tepki verilirdi” demiş.

Doğru, onlarınki “akıllıca bir plan”, peki koskoca ordu, koskoca devlet “topraklarında cirit atan sayılı terörist”ten daha akıllıca plan yapmak zorunda değil midir? Ne işi var “200 silahsız asker”in o yollarda? Yazık değil mi, onlar ana baba evladı değil mi, onları yollara sürenler “KENDİ EVLATLARINI VEYA KENDİLERİNİ” aynı şartlardaki yollara atarlar mıydı?

BİR ORDU ASKERLE..

Atmazlardı, eğer gideceklerse yine “bir ordu sayısındaki askerler” tarafından, yerden-gökten korunarak, helikopterlerle izlenerek giderlerdi. Şehit anneannesinin vebali altında ben kalmak istemem, acısını da yüreğimde hissediyorum onun için yazdım. Ama bu ailelerin gencecik evlatlarını korunmasızca ateş içine gönderenler o vebalin altındadır, ilahi adalete de hesap verme vakti gelene, yani son nefeslerine kadar!



Suriye’deki savaş bize sıçrıyor!

Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine yakın Tellebyad sınır kapısında “Esad muhalifleri ile Suriye askerleri” arasında Salı gecesinden Çarşamba sabahına kadar şiddetli çatışmalar olmuş. Tehlike nedeniyle Akçakale ve sınır köylerimizdeki okullar tatil edilmiş.

Dün de muhalifler çatışmayı “sınır kapısını ele geçirmek için” sürdürmüşler, yine çok sayıda Suriyeli Türkiye’ye sığınmış.. Çatışmalar sırasında Suriye’den gelen kurşunlar “Akçakale’de evinin damında bulunan 3 kişinin yaralanmasına” neden olmuş..

Bombalar patlıyor, kurşunlar atılıyor, her yer duman içinde, millet korkusundan “ilçe merkezine” kaçıyor, sokaklar boşaltılıyor, okullar kapatılıyor, insanlarımız kurşunlardan yaralanıyor.. Hepsi bu kadar da değil.. Yaralanan muhalifler için “112 Acil Servis” ambulansları çatışma yerine gönderiliyor, ambulanslar yaralıları alıp Türkiye’ye hastaneye götürüyor.

Eh buna da “pes artık” denmezse neye denir? Bırakın “dış politika”yı, akıllı politikayı ve her şeyi bir yana en basit mantık bile (eğer mantık ise, içine çıkar karışmamışsa tabii) bu yapılanları haklı göremez.

NE BU, BİZİM SAVAŞIMIZ MI?

Tamam anladık, yardım edelim filan da bu bizim savaşımız mı yahu? O muhalifler “geceleri Türkiye’deki kamplarda kalıp gündüz Suriye’ye savaşmaya gittiklerini” kendileri gazete manşetlerinden ve gülerek anlattı. Onları yedirip içirmek, yatırıp silahlandırmak, savaşmak üzere sınıra gönderip kendi köylerimizi, ilçelerimizi, okullarımızı, evindeki insanlarımızı tehlikeye atmak niye, neden yapıyoruz bunu?

Biz olsak kim yapar? Teröre on binlerce verdiğimiz yıllar içinde diğer ülkeler ve Suriye halkı da bizi düşündü mü, PKK’yı içinde besleyen yönetimlere isyan etti mi, tek kelime etti mi?

Kendi gençlerimiz ilgisizlikten art arda şehit olurken Suriye iç savaşında taraf olma ve açıktan yardıma devam ederek Esad’ın “PKK’ya desteği sürdürmesini sağlama” basiretsizliği ancak bu kadar olabilirdi. Söz bitmiştir arkadaşlar!

Yazının devamı...

Bu ‘terör’ ise ‘savaş’ ne?

İki gün önce Bingöl Karlıova’da PKK saldırısında 8 şehit vermiştik, dün yine Bingöl’de askeri araca yapılan roketatarlı saldırıda 9 şehit verdik, 71 de yaralı vardı ve yazımı yazdığım saatlerde “şehit sayısının artmasından” korkuluyordu.

Son haftalarda muhalefet partilerinin “TBMM toplansın, hep beraber terörü konuşalım, acil önlem arayalım” önerilerine iktidar partisi “terörü fazla önemsiyor görünmemek” adına karşı çıktı, hatta Ana Muhalefet Partisi’ni bu nedenle sanki toplantı istemekle bir hata yapıyorlarmış gibi eleştirdi..

TBMM BAŞKANI BİLE PİŞMAN OLDU

“Daha önce de görüşme istediler, öneri getirmediler” diye halka adeta şikayet etti. Önerileri liste halinde verdiler, yine olmadı, sözü bile edilmedi. TBMM Başkanı Cemil Çiçek dayanamayarak “milli mutabakat içinde çözüm aramak gerekir” dedi, onu da neredeyse konuştuğuna pişman ettiler.

Oysa hepsi de uyarılarında, telaşlarında haklıydılar.. Her gün en az 8-10 şehit verilen bir tablo varken artık susmak ve beklemek olamaz.. Teröristler aynı yerde bir gün arayla ve aynı kolaylıkla güvenlik güçlerinin araçlarına saldırı düzenleyebiliyorsa yine olamaz.. Ülkeyi yönetenlerin artık “sadece kendilerinin karar vereceği, bunda ısrar edeceği” nokta çoktan aşılmış demektir.

Eğer şu anda Türkiye’nin yaşadığı azaba, kayıplara hala “terör” diyebiliyor, “eskisinden farksız bir durum” varmış gibi hareket edebiliyorsak “savaş” nedir? Aradaki tek fark burada 10’ar, 20’şer, 30’ar şehit vermemiz, savaşta ise hepsini bir defada kaybetmemiz değil mi?

OSLO GÖRÜŞMESİNDE VERİLEN SÖZLER?

CHP Genel Başkan Yardımcısı Haluk Koç dün Oslo görüşmelerinde “AKP Hükümeti ile PKK arasında” imzalandığı öne sürülen mutabakat metnini göstererek bazı sorular sormuş. Başbakan Erdoğan’ın “O sözleşmenin altında benim MİT müsteşarımın imzası var mı” sorusuna karşılık “Hakem devlet iki taraf adına imzalanan mutabakatı muhafazası altına aldı mı, almadı mı” diyor ve “MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ‘Nasılsa orası özerk bölge olacak, öğretmen tayini dahil eğitim hizmetleri belediyelere, valilere devredilecek’ cümlelerinin Oslo tutanaklarında aynen yer aldığını” belirtiyor.

Şimdi, eğer bu iddia doğruysa ki Koç’un “Oslo tutanaklarına dayanarak” konuştuğu görülüyor, ortada çok ciddi, askerlerimizin ve terör tehlikesi altındaki herkesin hayatını ilgilendiren bir hata daha var demektir.

ÖCALAN’IN TEHDİDİ

PKK’nın “referandum öncesinden” başlayıp “seçim sonrasına” kadar devam eden süreçte “eylemsizlik kararı alması” ve seçimin hemen arkasından buna son verirken Öcalan’ın “Ben sizin hükümet kurmanızı bile bekleyemem, derhal sözlerinizi yerine getirin, yoksa..” tehditleri savurması akla gelince bu sözlerin verilmiş olması çok mümkün görünüyor.

Eğer verildiyse şu anda bunları “yok farz etmek, inkar etmek” yerine bir çözüm düşünmenin zamanıdır. Zira PKK “bu sözlerin uygulamasına bir an önce geçilmesi için” ve tabii şimdi bir de Suriye’de (yine bizim yanlış politikamız sonucu) güçlenmiş ve Esad desteğini almış olarak eylemlerine aralıksız devam edecektir. Ve zaten ediyor da..

OHAL VEYA SIKIYÖNETİM!

Türkiye koskoca ordusuyla kendi topraklarında ve normal hayat şartları içinde teröristi durduramıyor, her gün on-on beş şehit veriyorsa o zaman Hükümet’in (aslında Meclis’in) gerçekten “OHAL veya sıkıyönetim şartları” oluşturmayı düşünme ve derhal uygulama zamanı gelmiştir.

Geçmişte “kötüye kullanıldı” diye bu imkanı uygulamamak yerine bu kez “doğru ve hatasız” uygulanmasını sağlamak ülkeyi yönetenlerin görevidir. Daha fazla zaman kaybı “daha fazla şehit” demek olduğuna göre hemen, hiç ama hiç zaman kaybetmeden bu yapılmalı, bölge terör örgütünün fırsattan faydalanarak Türkiye’yi de “Suriye’ye çevirme” hayalinden kurtarılmalıdır!

Elbette bunu yapmak için “kendi ülkemizin geleceği”ni, “kendi vatandaşlarımızın canını” başka ülkelerin ve toplumların önüne almamız gerekiyor.



Bu katliam yasasını durdurun!

Günlerdir vicdanlı insanlardan, hayvansever vatandaşlardan mektup yağıyor. TBMM’ye sunulan “5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu Değişiklik Teklifi”nin çok açık şekilde “dışarıda hiç sahipsiz kedi-köpek kalmaması”nı hükme bağladığını ve dünyamızı güzelleştiren o sevimli hayvancıkların topluca katledilmesini sağlayacağını anlatarak “Ne olur bu yasa önlensin, bu da cinayettir, bu da katliamdır, Türk toplumu buna izin vermez” diye haykırıyorlar.

BELEDİYELERİN TEMBELLİĞİ YÜZÜNDEN..

2004 yılında çıkan kanunda hükme bağlanmış olmasına rağmen binlerce belediye “kısırlaştırma” yapmadığı, bir “bakım evi, barınak kurma” zahmetine bile katlanmadığı için şimdi sayısı artan hayvanlardan kurtulmak için bu yasayı öne sürecekler.

Oysa bunu başaran ilçe belediyeleri kendi bölgelerinde hayvanseverlerle işbirliği içinde sahipsiz hayvan sayısını kontrol altına alarak, onları tedavi edip belli köşelere içinde “yem ve su” olan sığınaklar yaparak, hayvan bakımevlerinde özenle kısırlaştırma yaparak sorunu halledebiliyor.

ÜÇ BALİNA İÇİN..

Bütün medyayı ve vicdanlı insanları, vicdanlı siyasetçileri göreve çağırmaktan başka yapacak bir şey yok, lütfen elbirliğiyle bu katliam yasasını durduralım. 21’inci yüzyılda bu konuda da çaresizlik göstermeyelim, zavallı hayvancıkların, yeni doğmuş sevimli yavrucukların bile atılan zehirli yemlerle mideleri parçalanarak ölmesine izin vermeyelim. Lütfen katılın bu kampanyaya, siz de tepki gösterin, kurtaralım onları! Eğer Alaska’da “buzlar arasına sıkışan üç balina”yı (düşünün sadece 3) kurtarmak için tüm dünyanın TV’leriyle nasıl seferber olduğunu, birbirleriyle yarışarak kurtarmaya katıldığını gösteren ve gerçekten yaşanmış bir olayı anlatan “Büyük Mucize” filmini izlemiş olsanız bunu mutlaka yapardınız!

Yazının devamı...

Analar ağlıyor. Hem de nasıl!

Afyon’da şehit olan 24 askerin cenazeleri 10 gün sonra “baba evi”ne gönderiliyor.. Gözyaşları sel gibi.. Yalnız o anaların babaların değil, koca bir toplumun yüreği kan ağlıyor. Bu nasıl bir vahşettir, hangi insan evladı bu kadar canı acımadan, Allah korkusu olmadan alır ve oturup seyreder? İnsanı “insanlığından utandıran” bu hayasız saldırılar, arkadan vurmalar neden durdurulamıyor?

Şehit asker Onbaşı Burak Umut Gedik’in cenazesi evinin önüne geldiğinde anacığı “Bırakın beni, yavrum geldi” diye haykırarak tabuta sarılmış. Ablası “kardeşim” diye bağırdıktan sonra bayılmış. “Allah onlara bu acıyı yaşatanlara dünyayı dar etsin, intikamlarını kullar alamıyorsa O alsın” bedduasını etmeyen kaldı mı?

HÜKÜMET NE DÜŞÜNÜYOR?

Analar Afyon şehitlerine ağlarken Bingöl Karlıova’da Çevik Kuvvet ekibini taşıyan servis aracının geçişi sırasında terör örgütünün döşediği mayınların patlatılmasıyla 8 polisimizi daha şehit verdik, 9 polis de yaralı.. Yine 17 eve ateş düştü ve biz milletçe hala bu kanayan yara konusunda devlet, Hükümet nasıl bir çözüm düşünüyor, ne gibi projeler üretiyor hiç duymuyoruz.

Her hafta TV’lerden ne kadar konu varsa (başta medyaya sayıp söverek, sorumlulukları bile medyaya yıkarak) hemen her gün açıklamalar yapılıyordu, bunca askerimiz arka arkaya şehit olurken, yuvaları yıkılırken “terörün en öncelikli konu olarak ele alındığı” açıklamalar ise bir türlü yapılmıyor.

‘AÇILIMLA OLACAK’TI..

“Kürt Açılımı” adıyla tepeden inme, Meclis’te tartışılmadan başlatılan adımlar ilk kez konuşulmaya başlandığında “Bu anlatılanların anlamı yok, çünkü karşınızda bu söylediklerinizden çok farklı amaçla hareket eden bir terör örgütü var. Onlarca yıl içinde on binlerce can kaybı yaratan bu örgüt sizin söyledikleriniz için bu kadar can almazdı, onlar ‘Kürdistan’ diyor, siz ‘illerin-ilçelerin adını değiştirmek’ten söz ediyorsunuz. Ayrıca ‘silah bırakmayan ve bırakmayacağını da açıkça söyleyen’ bir terör örgütüyle masaya oturmak yanlış” diyenlere “Onlar analar ağlasın istiyorlar” cevabı verildi.

Sanki toplumun referanduma ve seçime kadar oyalanması her şeyden önemli gibi hareket edildi, sonuçlara bakılırsa toplum da bu oyalanmayı pek ala yuttu doğrusu.. O arada Oslo ve İmralı’da terör örgütü ile masaya oturuldu. Habur’dan teröristler davul zurna eşliğinde kabul edildi. Peki hani bunlar yapılır ve herkes susar kabul ederse analar ağlamayacaktı? Neden hala ve eskisinden çok daha sık olarak ağlıyorlar?

VE HALA MÜLTECİLER..

Bu toplumun içi de kan ağlarken ülkenin İçişleri Bakanı Angelina Jolie’nin karşısında eğilip bükülerek ve kahkahalar atarak Suriyeli mülteciler hakkında konuşacak vakti ve insafı nasıl buluyor?

Bizim kendi sorunumuz başımızdan aşmışken ve Suriye’de yaptığımız (halen de yapmaya devam ettiğimiz) ciddi hata ile terör problemi “oradaki karmaşadan ve Esad desteğinden yararlanarak Türkiye’yi de en kısa zamanda bölme” saldırılarına dönüşmüşken bu hatadan dönmek yerine israrla sürdürmek, Suriyeli isyancı orduları koruyarak kendi topraklarımızdan oraya savaşmaya göndermek olacak şey değildir.

Kimse kusura bakmasın, artık öyle gergin şartlarda, öyle huzurdan uzak yaşıyoruz ki her şeyin açık açık konuşma zamanıdır. Hükümet en kısa zamanda TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in de söylediği gibi bir “milli mutabakat” oluşturarak bu şehit cenazelerini durdurmak zorundadır.

Bunu yaparken binlerce askerin operasyon yaptığı Güneydoğu’da PKK’nın hala nasıl bu kadar özgürce saldırılar düzenleyebildiğini de açıklamaları iyi olur, esaslı bir merak konusu zira!



‘Bebek-çocuk tecavüzü’ vahşetini kim çözecek?

Yine bir okur mektubu; Korhan Korman “Sizden başka bu ülkede kadına şiddete, çocuk istismarına ve tecavüze dikkat çeken yok. Boncuk yuttu denilen ama cinsel organında kanama olan, muhtemelen tecavüze uğramış olan 3 yaşındaki ‘...’ bebeği yazar mısınız ? Neyin üstü örtülüyor, bu rezalete nasıl sessiz kalmamız isteniyor” diye sormuş.

CANAVARLAR!

Bebeğin adını yazmıyorum çünkü eğer CANAVARLAR tarafından tecavüze uğramışsa bile hiç değilse o melek gibi bebeğin adı tekrarlanmasın. Maalesef toplumun içine karışmış öyle iğrenç yaratıkların da yaşadığı bir ülkedeyiz ki o bebeklerin yanında küçücük hayvanları bile kan revan içinde bırakarak tecavüz eden pislikler var. Diyorum ya Allah korkusu yok bunların, cehennem ateşinden bile korkmuyorlar.

AİLE İÇİ TECAVÜZ VE TKDF!

İçinde tüm ülkelerin uluslar arası temsilcileri de bulunan “Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu” Başkanı Canan Güllü’nün gönderdiği basın açıklaması çok önemli.. Canan Güllü Türkiye’de bugüne kadar hiç değinilmeyen, yıllardır tüm uyarılarımıza rağmen “yokmuş gibi” davranılan “aile içi çocuk tecavüzü” konusunda TKDF olarak ülkenin bütün illerini kapsayan bir “Türkiye Ensest Atlası” çalışması yaptıklarını, böylece artık devletin önlem alması için harekete geçeceklerini anlatıyor.

Ensesti “Ülkemizin kanayan yarası ve insanlık ayıbı” olarak vurgulamış ki 21’inci yüzyılda buna göz yumulması, derhal harekete geçerek en ağır cezaların verilmesinin sağlanmaması kabul edilir bir ihmal değildir.

Kadın Bakanlığı’nın “kadın istihdamı” toplantılarından önce bu konuları ele alması gerekmektedir.

‘DEVLET BAKAR’

Canan Güllü 12 Eylül’de Habertürk televizyonunun Haber Hattı programında AKP Milletvekili Zeynep Karahan Uslu’nun “Tecavüz bebeğine devlet bakar” sözünü “olaya uzaktan bakan ve tecavüz gerçeğini bilmekten uzak bulduklarını” da yazmış. Bu tür sözlerin ne kadar yanlış olduğu, tecavüzü sıradan bir olay haline soktuğu, en ağır cezalar ve “mağdura kürtaj hakkı” yerine “kürtaja izin verilmemesine mazeret yaratma ve birilerine yaranma” gayreti taşıdığı ortadadır.

Ve ayrıca tecavüzcüsünün kafasını kesen ve kürtaj yaptırması engellenince “ölsem de doğurmam” diyen kadına tecavüzcü ailesi tarafından söylenen “doğursun, çocuğa biz bakarız” sözünden de farkı yoktur. Devlet veya o aile bakacak da çocuk ana babasını sorduğunda ne cevap verecekler, yazık değil mi ona?

Ancak en ilkel ülkelerde, hatta kabilelerde rastlayabilirsiniz bu anlamsızlığa ve fütursuzluğa, oradayız demek ki!

Yazının devamı...

Oda TV mahkemesinin ifadesi kabul edilemez!

Oda TV davasından tutuklanmış olan iki gazeteci daha; Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan da tahliye oldu.. Mahkeme “Üzerlerine atılı suçların niteliği ve tutuklu kaldıkları süreyi dikkate alarak” tahliye etti onları. Daha önce; Nedim Şener, Ahmet Şık, Müyesser Yıldız da serbest bırakılmıştı ama neden ve nasıl oluyorsa aynı mahkeme hala “Oda TV’nin sahibi” Soner Yalçın ile diğer sanıkların “tutukluluğunun devamına” karar verdi.

Terkoğlu ve Pehlivan “TÜBİTAK’ın bilgisayarlar virüslü” raporu ile savunma yapmışlar ve Mahkeme Başkanı “Rapor yazıyorsun tam yaz yani.. Yarım yamalak yazma.. Bu dosyalar virüsle gönderildi de.. Sorun buradan kaynaklanıyor, biz bilgisayar mühendisi değiliz” diyerek TÜBİTAK’a kızmış.

ORGANİZE KOMPLO DEĞİLSE NE BU?

Barış Pehlivan ise tahliye öncesi yaptığı savunmada “Organize komplo sonucunda 20 aydır sanık sandalyesinde karşınızdayım, delil karartma yok, deliller toplandı, ben neden hala tutukluyum” diyor. Bir (ve birçok) insanın hayatından, özgürlüğünden, ailesinden, mesleğinden çalınan 20 ay.. Demir parmaklıklar arkasında, berbat şartlara sahip küçücük hücrelerde geçen 600 gün, yaklaşık iki yıl.. Bunun ne demek olduğunu “kendinizi o haksız yere hayatı çalınan tutukluların yerine koyarak”, empati yaparak anlayabilirsiniz ancak.. Kaldı ki suçu olmadığı halde bundan çok daha uzun süre “tutuklu”luk çektirilen onlarca kişi var.

Şimdi durum buyken ve “bilgisayarların virüslü olduğu” raporlarla ortaya konmuşken bu insanları hapis halde bekletmenin sorumluluğu öyle TÜBİTAK’a çıkışmakla filan bağışlanacak sorumluluk değildir. Ne demek “Tam yaz, virüsle gönderildi de, vs”, ne demek bu? Hangi hukukta insanları ülkenin “bilim kurulu” yanlış rapor yazıyor diye hapiste tutabilirsiniz ve bunu mazeret gösterebilirsiniz? Ayrıca TÜBİTAK’ın yapısı da diğer tüm kurumlar gibi baştan aşağı değiştirilmemiş miydi, kim seçti bu “yarım yamalak rapor yazan” bilimcileri?

Eğer Mahkeme Başkanı böyle söylüyorsa Yalçın Küçük’ün TÜBİTAK için söylediklerine kim ne diyebilir? Ve bu tabloda Barış Pehlivan’ın “organize komplo” sözünü kim haksız bulabilir?

GENEL YAYIN YÖNETMENİ BIRAKILINCA..

Durumun garabetine bakın ki Barış Pehlivan Oda TV’nin Genel Yayın Yönetmeni, Soner Yalçın ise sahibi.. Bir gazete veya internet sitesinin asıl sorumlusu sahibinden önce genel yayın yönetmenidir, komuta ondadır. Eğer Pehlivan “üzerine atılı suçların niteliği”ne ve içeride kaldığı süreye bakarak tahliye ediliyorsa Soner Yalçın ve diğer isimlerin neden tutuklu bırakıldığının, tüm sanıkların 7 aydır neden bu raporu tutuklu olarak beklediklerinin hesabı topluma verilmelidir.

Müyesser Yıldız Oda TV davasından tahliye olduğunda “Beni neden tutukladılar, neden bıraktılar hala bilmiyorum. İçerdeki arkadaşlarıma üzüntümden kendi tahliyeme sevinemiyorum” demişti. İnsanların hayatı kimsenin oyuncağı olamayacağına göre “neden tutuklayıp, neden bıraktıklarını” sadece TÜBİTAK’a kızarak açıklayamazlar. Ve tabii “Balyoz” ve diğer davalarda da “bilirkişi raporlarına rağmen, onlar yok farzedilerek” sivil-asker yüzlerce kişinin hapiste tutulduğunu unutmayalım.

Eğer Türkiye’nin hukuk devleti olmasından tümüyle vazgeçildiyse onun için de konuşmaya artık gerek yok demektir ama “hukuk devleti” diyeceklerse bu mahkemelerin üyeleri yaptıklarının hesabını gerçekten hukuk karşısında vermek zorundalar. Çıkarılan “mahkemelerin yaptıklarının hesabını ancak devlete sorabilirsiniz” şeklindeki kanuna güvenerek bu toplumun saygın ve masum insanlarına bunlar yapılamaz!

Yazının devamı...

Silah vererek barışa katkı sağlanmaz!

İngiliz Times gazetesinde “Türkiye’den Suriye’ye gönderilen silahlar”la ilgili bir haber çıkmış. Bu haberde “İsyancılarla Suriye rejim güçleri arasında çatışmanın başladığı 18 aydan bu yana ‘en büyük silah sevkiyatı”nın Türkiye üzerinden yapıldığı..

Bu 400 tona yakın silah içinde ‘uçaksavar füzeler ve roket güdümlü bombalar’ bulunduğu.. Silahların Libya’daki iç savaş sırasında ortadan kaybolan binlerce silahtan bir kısmı olabileceği” bildiriliyor. Times muhabiri İskenderun’da Libya bandıralı “İntasaar” isimli gemiyi gördüğünü, kaptanla konuştuğunu anlatıyor.

İSKENDERUN VE HATAY’DA FAALİYET..

Anlatılanlara göre Suriye’de iki ayrı “Esad muhalifi” grubun; Müslüman Kardeşler ile Özgür Suriye Ordusu’nun arasında çekişme var ve Türkiye’de bağlantıları olduğunu söyleyen Müslüman Kardeşler gücünü artırmak için bu gemideki silahları ele geçirmek istiyor.

Şimdi, zaten başından beri Hükümet’in kararıyla Türkiye muhaliflerin yanında yer aldı ve her tür yardım sağlandı.. Basın Konseyi “Hatay’da Sağlık Bakanlığı’na ait araçlarla Suriyeli muhaliflere silah taşındığını fotoğrafla belgeledik” dedi.. Times da aynı şeyleri belgeledi, bu durumda iddiaların doğru olmadığı söylenemez. Ve eğer doğru iseler bu “ilk başta aldığımız tavrı hiç değiştirmediğimiz, bu nedenle PKK’nın güçlenmesi sonucunda başımıza açılan daha büyük dertten hiç ders almadığımız” anlamına geliyor.

ONLAR MASUM DEĞİL!

Biz “Esad’ın kendi vatandaşlarını, masum insanları öldürmesine” karşıydık, bunu önlemek istediğimizi söylüyorduk. Oysa bu iki grup “devleti ele geçirerek kendi istedikleri düzeni kurmak üzere” Esad güçleriyle savaşıyor, yani onlar masum halk filan değil ve eğer kontrolü ele geçirmeyi başarırlarsa ne yapacakları, bugünkünden daha iyi bir rejim sağlayıp sağlamayacakları da belli değil. Ayrıca bu bizi “kendi güvenliğimizden daha fazla” ilgilendiremez.

Beşar Esad muhalifleri “isyancılar” olarak görüyor, tablo da böyle ve Suriye’de büyük kitlelerin Esad yerine Müslüman Kardeşler’in yönetimi ele geçirmesine karşı olduğu da biliniyor. Öte yanda Esad Türkiye’nin bu hatası nedeniyle “İsyancılar da benim için terör örgütüdür, siz onlara destek veriyorsanız ben de PKK’yı destekleyeceğim” diyerek PKK ile işbirliği yaptı ve o günden beri biz terör yerine adeta savaşla uğraşıyoruz.

ŞEMDİNLİ’DE SALDIRI

Dün 4000 askerimiz Şemdinli’de PKK operasyonu yaparken PKK bir karakola saldırı düzenledi. Yani o kadar korkusuzlar ve Suriye’deki kargaşayı Türkiye’ye taşımakta, bu durumdan yararlanmakta da kararlılar.

Bugüne kadar “Türkiye’nin muhalifleri desteklemesi dökülen kanı artırdı” diyen çok oldu ama biz hala bütün bu aleyhimize gelişmelere rağmen aynı kafada devam ediyoruz. Savaşma kararında olan gruplara, ordulara taraf olarak, gemiler dolusu silah sağlayarak barışa katkı sağlanmaz ve insan ölümü durdurulamaz. Bu hatalar Türkiye’yi hızla bataklığa çekiyor, fark edelim ve duralım artık. Yoksa Batı’yı da karşımıza almamız uzun sürmeyecek.

Ve ayrıca, bugüne kadar gözyaşları hiç kurumayan bir topluma yeni acılar yaşatmaya, keyfi hareket etmeye hiç kimsenin hakkı yok!



Angelina bu rolü sever!

Sinemada en sevdiği rol budur, ben en azından beş ayrı filmde onu “ajan olarak” hatta “iyi niyet elçisi kılığında eli silahlı ajan” olarak bile izlediğimi sanıyorum. Suriye olayı çıkıp da Türkiye on binlerce mülteciyi “asker-sivil-ajan vs farkı gözetmeden” topraklarına (hatta başkentin göbeğine kadar) aldıktan sonra Angelina Jolie ikinci kez Birleşmiş Milletler İyi Niyet Elçisi (bir de Mülteciler Yüksek Komiseri filan) olarak Türkiye’ye geldi.

NEDEN GİZLİ?

Son gelişinde İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’le basına kapalı bir görüşme de yapınca CHP Kırklareli Milletvekili Mehmet Kesimoğlu Meclis’e bir önerge vererek “Neden basına kapalı görüşme yapıldığını, neler konuşulduğunun halka açıklanıp açıklanmayacağını” sormuş. Bir de “Jolie’nin CIA ajanı olduğuna ilişkin istihbarat raporu olup olmadığını”..

Biliyor musunuz, bu ihtimale kesinlikle “komplo teorisi” denip geçilemez. ABD nasıl Samuel Huntington isimli ünlü yazarını (ki kendisi Pentagon’a bağlı çalıştı) dünya ülkelerine istediği şekli vermek için “Medeniyetler Çatışması” kitabını ve sonrakileri yazdırdıysa, nasıl Huntington’ı ülke ülke (özellikle de Ortadoğu) dolaştırıp konuşturarak toplumları etkilemesini sağladıysa benzer şekilde Angelina Jolie’den de yararlanabilir ve o da bu canlı rolü severek oynar.

BİR GÜLÜCÜKLE..

Mesela “mültecileri görüyorum” diye sivil-asker hepsinin aralarına girerek (ona kamp yasağı uygulansın da görelim) Esad muhaliflerinin neler yaptığını ilk ağızlardan öğrenir, hiç gerek olmadığı halde İçişleri Bakanı’yla görüşerek “Türkiye’nin muhaliflere nasıl bir destek sağladığının, ne kadar silah verdiğinin bilgisini alır, Suriye olayı ile ilgili ABD’nin planlarını aktarır, daha ne olsun?

Koca dudaklarını yayarak bir gülücükle de herkesi mest eder, kimsenin aklına şüphelenmek filan gelmez. Bence bunlar olabilir, CIA ajanlığı mümkündür. Ama biz yine de yalnızca ağzına bakmaya (Oscar törenindeki gibi bacağını boydan boya açmayacağına göre) devam edelim derim!



Beni göremeyince..

Uzunca bir süredir taşınmaktayım arkadaşlar.. Size açıklamadan yapabilirim sandım ama öyle zormuş ki bitmek bilmiyor.. Şimdi taşındım, bu kez de evin her tarafı koli, eşya dolu; nereye dönsem dev bir kutuyla burun buruna geliyorum ve bilin bakalım o “20 yıl yaşadığımız önceki evimizden” gelen yüzlerce koliyi kim açacak? Bir yandan hiçbir şey olmuyormuş gibi alışveriş, yemek, temizlik, gelip giden onlarca işçi, usta arasında yazıları kim yazacak?

Tabii ki biyonik yazarınız, “super woman” Ruhat! Şaka bir yana, oldukça zor bir dönemde yazılarımı aksatmamaya çalıştım ama son günlerde geç kaldığım için büyük şehirler dışında bazı illere yetiştiremediğim birkaç gün oldu.. Sevgili okurlarımın derhal harekete geçerek “nereye gitti, yoksa yazmayacak mı” şeklindeki tepkilerini alıyorum ve duyuyorum. Hepsinden “bağışlanmayı” diliyorum, ilgileri için de çok teşekkürler. Bundan sonra olmamasına çalışacağım ama kısacık bir süre daha olursa nedenini biliyorsunuz artık!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.