Şampiy10
Magazin
Gündem

Rüzgar gibi geçti!

Sevgili VATAN’ımızın kurulmasının üzerinden tam 10 yıl geçmiş.. Ne yıllardı ama.. Bakmayın siz ‘Rüzgar gibi geçti’ başlığına, aslında “fırtına gibi geçti” desek daha doğru olabilir..

Biz 10 yıl önce “Bağımsız Gazeteciler” grubu olarak başlamıştık bu serüvene. Türkiye’ye “siyasi güçlerden tam bağımsız, basın özgürlüğüne, basın ilkelerine ve halkın doğru haber alma hakkına olabildiğince saygılı” bir gazete kazandırma heyecanıyla ve bundan büyük mutluluk duyarak.. Köprülerin altından çok sular aktı sonra, değişen siyasi ortamın yanında VATAN da iki kez el değiştirdi, Demirören-Karacan ortaklığında çıkan ciddi sorun koca bir yıl gazetemize büyük sıkıntı yaşattı..

Ama bunların hepsi sabırla ve büyük bir gayretle aşıldı. Çok şükür ki şimdi 10 yaşındaki VATAN daha huzurlu ve güvenli şekilde yoluna devam ediyor. Bununla birlikte kendi adıma söylemeliyim ki genel olarak hissedilen siyasi baskılarla Türkiye’de artık hiçbir basın organı ve hiçbir gazetecinin kendini gerçekten huzurlu ve güvende hissetmesi mümkün değildir.

UTANÇ!!

Bu mesleğe aşkla bağlı bir yazar olarak medyanın geldiği noktadan, keskin ve adeta düşman kutuplara ayrılmasından veya halkın gözünün içine baka baka gerçekleri saptıran, yalan söylemekten-iftira atmaktan bile çekinmeyen gazetecilerden üzüntü duyuyorum..

Değerli meslektaşlarımızın en olmayacak, en haksız şekilde “bir darbe hazırlığına yardımcı olmak vs” gibi garip nedenlerle tutuklanmasından ve “ağır ceza” şartlarında küçücük hücrelerde yaşatılmasından, spor yapmalarına bile ayda iki kez izin verilmesinden, aileleriyle telefonda dahi çok nadiren konuşturulmalarından, çocuklarının büyümesini görmekten mahrum bırakılmalarından adalet ve medya özgürlüğü adına hatta artık insanlık adına utanç duyuyorum.

Gerçek teröristler, katil ve tecavüzcüler bile yargı paketleriyle onar yirmişer bırakılırken onların inatla içerde tutulmasından dehşete düşüyorum.

SÖZÜMÜZÜ TUTTUK!

Her şeye, bu antidemokratik gelişmelere, yaratılan korku ortamına rağmen şunu rahatça söyleyebilirim ki; bütün o sıkıntılı süreçlerde biz VATAN olarak size ilk gün verdiğimiz sözlerden ne pahasına olursa olsun hiç dönmedik. Kendimize ve size olan saygımızla her zaman gerçeklere bağlı kaldık.

Siz sevgili okurlarımızın bugüne gelmemizde büyük katkınız var, hepinize ilginiz, yazdığınız yorumlar ve mesajlarla verdiğiniz destek için çok teşekkürler.. Daha nice yıllar birlikte olmak dileğiyle..



10 askerimiz şehit!

Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde pazar gecesi yapılan terör saldırısında 10 askerimiz daha şehit oldu, 8 güvenlik görevlisi yaralandı.

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise “Ne yazık ki ‘ölümler’ devam ediyor, bu ölümleri tasvip etmiyoruz.. Herkesin ders çıkarması lazım, herkesin elini taşın altına sokması lazım.. Hükümet bu ‘savaşı’ yok göstermeye çalışıyor. Anadil, özerklik, yer isimlerinin değişmesi bunlardan hangisini yaptı” diyor.

“Ölümler” değil, terör örgütünün “cinayetleri, katliamları” devam ediyor.. Ve BDP de bunları onayladığını milletvekilinin ağzından son olarak Dünya Barış Günü’nde “gerillaya selam duracaksınız” sözleriyle gösterdi. “Herkesin elini taşın altına sokması lazım” derken, “Eller taşın altına gitmeden önce PKK’nın silah bırakması lazım, saldırılarından vazgeçmesi lazım” demek nedense hiç akıllarına gelmiyor.

Onlar “özerklik” diye tutturdukları için her gün onlarca insan ölecek ve bu onları hiç rahatsız etmeyecek mi? “Gerilla” demek için bir ülkenin işgal altında olması lazım, daha önce PKK ile BDP’ye ait olan ve işgal edilmiş topraklar mı var ortada?

BDP’lilerin PKK’lılarla kucaklaşması konusundaki soruya da “Siz karşılaşsanız ne yapardınız? Belki kucaklamayabilirdiniz ama ‘sana silah doğrultmayan’ bir insan var karşında” cevabını vermiş. Oysa “sana silah doğrultması” şart değil, kucaklaştıkları terörist daha önce kanlı bir saldırıya katılmış , başka masum insanlara silah doğrultmuş.. Öyle olmasa bile “katılmak üzere” PKK’nın içinde.. Devletten “özerklik” istiyor, gidip vatan görevini yapan gençlere saldırıyor. Varsa şikayetin, bir yandan “müzakere olsun” derken bir yandan cinayet işleme, “Meclis’teki siyasi uzantınla sorumlusuna ilet, orada hallet”, onlardan ne istiyorsun?

Kanlı eylemlerin arkasından yapılan o gülücüklü kucaklaşma sözün bittiği yerdir ve Batı ülkelerinde “suç olduğu için” hiçbir parti bunu yapamaz.. O nedenle bari mazeret aramasınlar!

Yazının devamı...

Çuvalcı Petraeus Türkiye’yi sevdi!!

ABD’nin istihbarat kuruluşu CIA’in Başkanı Org. Petraeus (namı diğer “çuvalcı Petro” ) 6 ay aradan sonra yeniden Türkiye’ye geliyormuş.. Önce askerimizin kafasına çuval geçirmişti, sonradan bizi pek sevdi canımın içi!!

Bu CIA’in ne yaptığı, hangi ülkede ABD’nin keyfine ve çıkarlarına göre ne dolaplar çevirdiği belli değildir, sağ gösterip sol vurması, tongaya düşürmesi, provokasyon düzenlemesi ise bellidir, bilmeyen yoktur.. Kısa süre içinde bu beklenmedik ikinci ziyaretin nedeni “Suriye’de son gelişmeler ve terörle mücadele” imiş..

MART’TA NİYE GELMİŞTİ O?

6 ay önce Mart başında geldiğinde de Hükümet’le “terörle mücadelede işbirliği” konuşmuş, o günden bu yana nasıl işbirliği yaptıysa-yaptılarsa (ki yapmadıkları ortadadır) terör bugüne kadar olmadığı kadar azdı, kaç gencecik askerimizi, sivilleri, çocuk ve bebekleri kaybettik. Suriye deseniz o günden bu yana tam bir iç savaşa sürüklendi, hayatını kaybeden halk kitlelerini saymak mümkün değil. İyi de gelmesi, gitmesi felaket getiren bu “samimiyetsiz ülkenin samimiyetsiz ajanı” neden bu kadar itibar görüyor nasıl açıklayacağız?

CİRİT ATAN AJANLAR

Konuyu iyi bilenler “Türkiye’ye dağılmış ve ne yaptığı belli olmayan ABD ajanlarının ülkede elini kolunu sallayarak dolaştığını” son yıllarda tekrarlar dururlar, TV’de de kaç kez gündeme gelmiştir. Ve şimdi Hatay eski Milletvekili ve eski TBMM Başkanı Murat Sökmenoğlu “Hatay’da başta ABD’liler olmak üzere yabancı ajanların gazeteci veya yardım gönüllüsü kılığında cirit attığını, hatta ABD’li ajanların her gece aynı restoranda kafa çektiğini, Hataylıların bu durumdan rahatsız olduğunu” anlatıyor ve “Bu ABD’liler kimdir ve Hatay’da ne yapıyorlar” diye soruyor.

MEZHEP ÇATIŞMASI İÇİN..

“Hatay’da 80 bin Suriyeli olduğunun söylendiğini, bu rakamın doğru olmadığını ve sayının 100 bini geçtiğini, devletin rakamının sayıyı az gösterdiğini, kaçak geçişlerin olduğunu ve kayıt yaptırmayan binlerce kişi bulunduğunu” bildirdikten sonra bu mültecilerin “Mezhep ayrışmasını kaşımak için çalıştıklarını ve Alevi-Sünni çatışması çıkarmayı hedeflediklerini” bildiriyor. “Askere ‘karışma’ emri verilmiş, gelen geçiyor. Suriye sınırı delik deşik.. Çeçenistan ve Libya’dan Hatay’a gelip savaş için Suriye’ye geçenler bile var.. Atı alan Üsküdar’ı geçti maalesef, Türkiye dış politikası iflas etmiştir” diyor.

(VATAN’dan Mert İnan’ın haberi)

SURİYE’DEKİ SAVAŞTAN ÖNEMLİ!

Tüm Hataylılar (tabii ben de) takdir eder ki Murat Sökmenoğlu’nun Hatay’la ilgili her konuyu en iyi bilenlerden biri olduğu şüphe götürmez. Ayrıca eğer durumu ciddi görmese, aktif siyaseti bıraktıktan sonra Hatay Reyhanlı’ya yerleşen Sökmenoğlu bu konuda uyarı yapmaz; “Bizim şu anki asıl endişemiz ne Suriye’deki iç savaş, ne de Esad rejimi, Hatay’ın içinde bulunduğu durum” demezdi. “Asıl endişe bu” diyor çünkü biliyor ki bu güne kadar mezhep çatışmalarından ve Arap ülkelerindeki karışıklıklardan uzak kalmayı laik rejimi sayesinde başarmış olan Türkiye’de eğer “Suriye’deki kaostan yararlanarak benzer bir mezhep çatışması yaratmayı” başarırlarsa kısa sürede bunun daha büyük alanlara yayılması ve bizi Ortadoğu bataklığına tam çekmeleri hiç de zor olmaz.

SIFIR SORUNDAN ‘ÇOK SORUN’A..

O zaman;

- Hatay’ı mesken tutan ve istediği karışıklığı yaratmakta usta olan ajanlar 1’inci sorun..

- Delik deşik olmuş sınır ve yolgeçen hanına dönmüş Hatay’a canı isteyenlerin“mülteci veya turist gibi gelip savaşmaya giderek geri dönmeleri” 2’nci sorun..

- Yaptığımız politika hatasıyla kendi vatanımız ve vatandaşlarımız için tehlike ortaya çıkmışken hala; Suriye’de rejimle savaşan muhaliflere her türlü desteği ve kolaylığı sağlıyor oluşumuz 3’üncü sorun..

- ABD’nin, AB’nin ve BM’nin Suriye’deki durum karşısında “arazi olmaları” ve bir yandan da Türkiye’yi “Suriye iç savaşına müdahale ettiği için” dökülen kandan sorumlu tutmaları veya en azından “ileri gitti” demeleri de son sorun..

ABD bizi hep Suriye olayının içine itmeye çalıştı, biz de kolayca tufaya geldik ve şimdi bakın nelerle karşı karşıyayız...

Bir yanda Suriye ile bağlantılı olarak artan ve şekil değiştiren “PKK sorunu”, diğer tarafta karmaşadan yararlananların bizi “mezhep çatışmasına” itme gayretleri ve 2’nci Dünya Savaşı’na girmemeyi bile başaran Türkiye’nin yakın gelecekte Ortadoğu’da çıkabilecek herhangi bir savaşa mutlaka dahil olacak gibi görünmesi..

Çuvalcı Petraeus bunların hepsini (ve tabii ki en iyi de “cirit atan ajanlarını”) bildiğine göre acaba bizi ittikleri bu çıkmaz sokaktan nasıl çıkılacağını da söyler mi dersiniz? Ama lütfen geçen sefer geldiğinde vaat ettiği “terörle mücadelede işbirliği” gibi olmasın!!

Yazının devamı...

Barış için tek çare..

Kadıköy’de 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle toplanan bazı sivil örgütler ve siyasi gruplar PKK terörünün bitmesi için (onlar karşılıklı bir savaştan söz ediyor ki Suriye’de bizim de katkımızla değişen dengeler “tek taraflı terör” olan saldırıları bu hale getirdi) tek çözümün “müzakere” olduğunu seslendirmişler. Ve o arada bu grupların içinden Atatürk anıtına çıkan maskeli saygısızlar da olmuş.

Bu nasıl “barışçı” gösteridir ki ülkenin kurucusuna, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyen Atatürk’e bu şiddet gösterisinin, bu saygısızlığın yapılmasına göz yumulur? Bir yandan bu yapılırken diğer tarafta on binlerce masum insanı katleden terör örgütü için saygın bir müzakere istenebilir? Çelişki serbest tabii, Ata’ya saygısızlığın da cezası yok, siz de buyurun!

MÜZAKERE DEDİĞİNİZ NE?

Peki bu “müzakere” dediğiniz şey Oslo’da yapılmadı mı, MİT ve PKK bir arada masaya oturulmadı mı? Ve hatta daha ötesi “Habur”dan gelen PKK’lılar “silah bırakmıyoruz” demelerine rağmen serbest bırakılmadı mı? Ülkenin seçilmiş ama eften püften nedenlerle, yıllardır yeterli deliller hala toplanamadığı halde tutukluluğu sürdürülen milletvekilleri, gazetecileri, terörle mücadeleye ömrünü vermiş askerleri bırakılmazken daha dün 3’üncü Yargı Paketi ile yüzlerce terörist (ve tecavüzcü ve diğer katiller) serbest bırakılmadı mı?

Bunların hepsi yapıldı ama terör azalacağına azdı.. Hele Suriye olayından sonra artık niyet açıkça ortaya konarak Güneydoğu’da sivil-asker-Türk-Kürt ayırmadan aralıksız katliamlara dönüşmedi mi? O zaman siz hangi müzakereden söz ediyorsunuz?

TALEP BELLİ!

Diyelim ki bir kez daha oldu, masaya oturulduğunda neyin pazarlığı yapılacak? Türkiye “hangi tavizi” verecek ki bu “barış” sağlanacak? Yıllardır “Kürt sorunu” diye tekrarlanan ve şimdi “barış şartı”na dönüşen sorunun ne olduğu, “özerk bölge” ile başlayıp “bağımsız devlet”e varacağı artık açıkça ifade edilmektedir, o zaman vazgeçin lafı yuvarlamaktan da müzakerenin hedefini de söyleyin değil mi?

Terör sorunu ne PKK’nın “İRA örneği” dediği İrlanda da, ne de “ETA örneği” dediği İspanya’da tavizlerle bitmedi.. Şimdi İRA’nın yeniden eskiye döndüğü, sorunun İngiltere’de de hortladığı söyleniyor, İspanya’da ise hala “bağımsızlık” talebi noktasındalar. Görüldüğü gibi terör örgütleri terörden vazgeçmiyor. “Toprak talebi” ile ortaya çıkıyor ama o toprak verilse de sonu yine belli değil..

Hele de kaynayan bir Ortadoğu içinde, perde arkasından Barzani önderliğinde bir terör örgütünün nereye kadar gideceğini, neler yapacağını iyi düşünmek lazım. Kadıköy’de gösteri yapanların “müzakere” dediği şey bu nedenle çözümün hiç de kendisi değildir. Çözüm halkın kendini terörden ve teröristten kesin şekilde soyutlaması, teröre şiddetle karşı çıkması, bu örgütlerin uzantısı partilere de uzak durmasıyla gelebilir.

Tabii devletin de vatan topraklarında güvenliği sağlayacak gücü göstermesi, kendi sorunu dururken bir de komşu ülkelerin savaşlarına atlamamasıyla!



Hüseyin Aygün zarar verdi!

PKK tarafından kaçırılan CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün serbest bırakıldığında yaptığı konuşmada ciddi hatalar vardı ve zaten kendisi de daha sonra bunu kabul etti.. Ama ne yazık ki onun kabul etmesi, Kılıçdaroğlu’nun ise sadece “konuşmana dikkat et” demesi siyasette yeterli değildir.

Aygün’ün açıklamasının ertesi günü ‘Bu konuşma mutlaka partisinin aleyhinde kullanılacaktır, hem de seçimde bile.. Kendisi bunu bilmez mi’ diye yazmıştım. Nitekim her türlü kullanılıyor. Ve sanki her partide “hata yapan, yolsuzluk yapan” milletvekilleri tüm partiyi bağlarmış gibi “partisinin görüşü” olarak, sanki “PKK’yı hep birlikte korumuşlar gibi” kullanılıyor. Oysa PKK’lıları yargı paketiyle kurtaran kendileri değilken böyle bir yakıştırmanın partilerine yapışıp kalmasına izin vermemeliler. (Referandum ve seçimde MHP ve CHP’nin hiç alakası yokken, tam aksine PKK bu süreçte pazarlık beklediği için eylemsizlik kararı almışken ters çakma yapılarak “BDP ve PKK ile aynı çizgide” gösterildiğini unutmasınlar.)

Aygün de, Kılıçdaroğlu da bu konuya mutlaka ve en ufak tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklık getirmek zorundadırlar.. Susmaları olayı unutturmuyor, ülkenin 2’nci büyük partisi olarak sorumluluklarını yerine getirmek görevleridir, tercihleri olamaz !

Yazının devamı...

‘Atatürk milliyetçiliği’ değil, çağdaşlık!

Atatürk’le ilgili ne varsa hızla kaldırılıyor, artık bunu görmemek için görme özürlü olmak lazım.. Milli bayramlardaki törenler kaldırılıyor, hatta bir mucize, bir efsane sayılacak kadar imkansızın başarıldığı koca zafer 30 Ağustos önemsizleştiriliyor, “yok”tan koca bir Cumhuriyet ve özgür bir ülke kuran Atatürk’ün adı bile anılmıyor ve çok gerekiyorsa “Mustafa Kemal” deniyor, o yokluk-yoksulluk içinde atılan onlarca adıma “ne yapmış ki, biz daha iyisini yaptık” deniyor..

Çağdaş eğitim veren okulların (din dersi de var) hepsi “din eğitimi veren okul”a çevriliyor..

NE ZARARINI GÖRDÜNÜZ?

Ve son olarak da YÖK’ün üniversitelerden “Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi” dersini kaldırmak üzere çalışma yaptığı duyuluyor.. Arkadan da ”liselerden” kaldırılmasının gündeme gelmeyeceğini kimse iddia edemez. Bunu duyunca doğal olarak “bugüne kadar kim, ne zararını gördü bu derslerin? Bir ülkenin gençleri Cumhuriyet tarihlerini neden öğrenmesin, neden rahatsız oluyor YÖK bundan, zaman mı eksik üniversitede” sorusu geliyor ki buna da bir kılıf bulmak üzere yarışanlar hemen atılıyor:

“Ama efendim hangi Avrupa ülkesinde ‘milliyetçilik’ öğretiliyor ki bizde öğretilsin, ne demekmiş Atatürk milliyetçiliği?”

BENZERSİZ VİZYON VE ZEKA!

Bu işgüzarlığa, bu komik açıklamalara verilecek tek cevap şudur;

“Ama efendim, o ülkelerin hiçbirinden bir ATATÜRK daha çıkmadı, çıkamadı ve bunu o ülkelerin liderleri kendi ağızlarıyla itiraf ettiler.. Onun yaptıklarını, ölümünden 72 yıl sonra bile hala ‘bugünleri görebilmiş olduğu’nu gösteren inanılmaz vizyonundan, zekasından yararlanmak sizi neden korkutuyor? “Benzersiz’ olduğu daha iyi görülür ve kuşaktan kuşağa aktarılır diye mi? Ayrıca ilkeleri arasında yalnız ‘milliyetçiliğe’ takılmanız garip değil mi? Orada ‘cumhuriyetçilik, devrimcilik (yenileşme, çağdaş değerlere ulaşma), Türkiye’yi ayrıcalıklı kılan ve bugüne kadar din-mezhep çatışmalarından koruyan laiklik, halkçılık” da var örneğin, neden bunlara değinmiyor da onu seçiyorsunuz? Ve Atatürk ilkeleri içindeki ‘milliyetçiliğin’ bağnaz, katı, yanlış bir milliyetçi anlayış (bir ideoloji gibi) değil tam aksine Batı toplumlarında olduğu gibi ‘toplumu bütünleyici, birleştirici’ bir anlayış olduğunu neden unutuyor ve unutturmaya çalışıyorsunuz?”

Batı ülkelerinde yaşayanlar, inceleyenler o toplumlarda da milliyetçi duyguların olduğunu gayet iyi bilirler. Bu yıl Londra’da yapılan olimpiyatlarda mesela işte o duygularla binlerce İngiliz ülkelerini dünyaya kusursuz göstermek için el ele ve gönüllü olarak yer almış, aylarca 24 saat çalışmıştı.

YÖK her şeyi bitirdi, eğitimin geri kalanını kusursuz yaptı, üniversitelerden yetişenler dünya çapında buluşlar (!) yapıyor, bilim yarışmalarında birinci (!) geliyorlar, sanat ve sporda Batı’ya yetişiyorlar da bir bu mu eksik kaldı? O çalışmaların zamanını mı çalıyor bu ders?.. Güldürmesinler adamı Allah aşkına ve yalnız onlar değil, YÖK’e kızıyor gibi yanıltmaca yapıp bu karara arka çıkanlar da..

Niyetinizi açık söyleyin de bari dürüst olsun!



Foça’daki şehidimiz için..

Dün Foça’daki bombalı saldırıda şehit olan er Özkan Ateşli’nin baba evine elektrik borcu için haciz gelmesini yazmış ve ‘devlet bu ayıbı yapıyor ve şehit ailelerini koruyup gözetmiyorsa ben öderim’ demiştim. Hemen araştırdım ve ödeyeceğimi bildirdim. Ama Foça Belediyesi’nin iki şehidimiz için bir kampanya açmak istediğini, bunun makbuz meselesinden dolayı engellendiğini, bunun üzerine Kızılay ’ın kampanyayı açarak 18 bin TL’-nin üstünde para topladığını öğrendim.

Ayrıca Foça Belediyesi iki şehidimizin adını da iki sokağa vermeyi kararlaştırmış (ki bence harika bir karar, diğer şehitlerimizin de adı yaşatılmalı). Yani bu parayı ailenin ödemesine izin verilmeyecek. Bu arada düzelteyim, şehit babası “250 TL borç çıkardılar” demişti, oysa borç sanıyorum 1500 TL’nin üstündeymiş.. Fark etmez, kaç TL olursa olsun hepimiz devletin yaptığı hatayı düzeltiriz..

Ama böylesi de olmaz, acı içinde iki bebeğiyle kalan şehit eşi ve ana babasına bir de bunlar yapılmaz. Lafın bittiği yer burası değilse neresi yahu? Sözcü gazetesi şehidin derme çatma evinin fotoğrafını koymuştu, hiç değilse şehitlerimizin ailelerinin evlerini onarsınlar, donatsınlar .. Çok zenginleştiğimiz söylendiğine göre hiç de zor olmamalı!



Haşimi geç söyledi!

Irak’ın sürgündeki Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi “Türkiye’nin Suriye halkına verdiği desteğin bedelini PKK saldırılarıyla ödediğini ve önümüzdeki dönemde Türkiye’deki PKK saldırılarında artış olacağını tahmin ettiğini” söyleyerek eklemiş; “Suriye bölgede diğer bazı güçlerle birlikte PKK’yı Türkiye’ye karşı şantaj olarak kullanıyor” .. (Hürriyet Daily News )

Irak’ın en üst düzey Sünni yetkilisi imiş Haşimi ve Irak’ın Şii Başbakanı Nuri El Maliki tarafından “Şii yetkilileri hedef alan ölüm timleri kurmakla” suçlandığı için Türkiye’ye sığınmış (suçlamaların benzerliği enteresan, bizde darbe iddiası davalarında neden mezhep değildi ama suçlama benziyor).. Ve halen Türk hükümetinin koruması altında. Buna rağmen gerçeği olduğu gibi söylüyor.

Üstelik Türkiye “Esad’ın isyancılar dediği muhaliflere” yardım ediyor. Askerleri koruyor, bizim topraklarımızda kalıp Suriye’ye geçerek savaşmalarına yardımcı oluyor (bu nedenle bizim muhalefet partileri o kamplara giremiyor).. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri bile “bu yapılanın yanlış olduğunu, dökülen kanın böylece arttığını” İran’da Hameney’e anlatıyor.

Aslında Haşimi geç kaldı, söylediklerini; “bedeli PKK saldırılarıyla ödediğimizi ve Esad’ın PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanacağını, bu savaşa asla karışmamamız gerektiğini” çok kişi ve biz de baştan söyledik ama umursanmadı, onun sözleri umursanacak mı belli değil. Haşimi’nin “bölgedeki diğer güçler” dediği de Barzani ve ABD’dir.. Barzani’nin niyeti ise “şantaj” filan değil, Kuzey Suriye’de yaptığının aynısı.. Bakalım ne zaman uyanacağız?

Yazının devamı...

Şemdinli ve Çukurca’ya Hükümet’ten kim gidecek?

Önce PKK lideri Karayılan “Şemdinli ve çevresindeki yolların kontrolü PKK’nın elinde, oradan asker de geçemiyor” dedi.. Bir süre sonra (PKK ile aynı çizgide konuşmayı ve açık ilişkiyi sürdüren) BDP’nin Genel Başkanı Selahattin Demirtaş aynı sözü tekrarladı. Aradan birkaç gün geçti, bir daha söyledi ve bu kez “Benim söylediklerime inanmayan bir bakan, hükümet yetkilisi varsa gelsin, gidip yerinde görelim. Yolları asker mi, PKK mı denetliyor” dedi.

Bir terör örgütüne bu kadar yakın bir siyasi partinin açıklamaları, hele de mutlu bir ifadeyle yaptığı açıklamaları ne kadar ciddiye alınmalıdır insan karar veremiyor.. Zira tüm konuşması PKK propagandasıyla dolu, Hükümet’in merkez medya patronlarına brifing verip “Örgüte son darbeyi vurmak üzereyiz, bu süre zarfında eylemleri görmezden gelin” dediğini, buna rağmen örgütün güçlendiğini ve yaz aylarında son 30 yılın en etkili haline geldiğini, ordunun ilk günden beri “kara operasyonu” yapmadığını, asker kontrol noktalarının kaldırıldığını söylüyor. Ve sonunda da “Şemdinli-Çukurca hattında 400 kilometrelik alanın PKK denetiminde” olduğunu ..

ÜÇ PARTİ DE GİTMELİ!

Evet, hiçbir Batı ülkesinde, gerçek bir hukuk devletinde görülmeyecek şekilde “terör örgütü propagandası yapan ve paralel çalışan” bir partinin ifadelerine inanmayabiliriz ama.. Yine de uzunca bir süredir tekrarlanan bu iddianın yalan olduğunu açıkça gösteren bir kanıt verilmesi gerekirdi.. Nitekim CHP Milletvekili Adnan Keskin aynı soruyu Başbakan Erdoğan’a sormuş. O ise “BDP’nin PKK ile aynı çizgide olduğu ve propaganda amaçlı konuştuğu” cevabını vermiş.

BDP’nin propaganda yapmadığını kimse söyleyemez ama bu çok ciddi bir iddia ve o kadar genç bu toprakları korumak için canını verirken “doğru olmadığının” halka gösterilmesi de son derece gerekli.. Bunun en kestirme yolu AKP, CHP ve MHP milletvekillerinden (Milli Savunma ve İçişleri Bakanları da) bir grubun TV kameralarıyla o bölgeye giderek araştırma yapması ve durumu açıklamasıdır. Örneğin Şemdinli-Çukurca hattında (Irak sınırından 15 km içerdeymiş) sözü edilen yollarda dolaşsınlar..

ÇOCUK YAŞTA GENÇLER GİDİYORSA..

Tabii ki onları (son zamanlarda her şekilde itilip kakılan) TSK koruyacaktır.. Gencecik askerler o bölgelerde sırtlarında 40 kiloluk yükle dolaştığına, derme çatma sınır karakollarında kaldığına göre “milli iradenin ülkeyi yönetmek için seçtiği” bu grup da arabayla dolaşabilir..

Her ne kadar CHP’liler (yine vatan toprağı olan) Hatay’daki Suriyeli askerlerin kampına sokulmadıysa da, TBMM’de teröre çözüm aramak için 3 parti yan yana gelemediyse de belki bunu başarırlar.

Bekliyoruz.

NOT: Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu Özgür Suriye Ordusu’nun İngilizce internet sayfasında ordunun ana üssü “Hatay” olarak gösteriliyormuş, buna kaç puan?



Şehit ailesine ‘haciz’ rezaleti!

Bu memlekette olanlara insanın yüreği dayanmıyor artık.. 20 gün önce Foça’daki bombalı saldırıda şehit düşen er Özkan Ateşli’nin baba evine haciz gelmiş..

Hani 2 çocuk babası olan ve cebinden çıkan son 50 lirasını “bayram kıyafeti almak için” yavrularına saklamış olan askerimiz bu.. Ailesiyle teneke barakada yaşayan, çöpten hurda ve plastik toplayıp satarak ailesini geçindiren kahraman Özkan Ateşli..

Her gün oğlunun mezarına giden, hala öldüğüne inanamayan babacığı ise “Elektrik sayacı bozulmuştu, kaç kez arayıp bildirdim, sonunda 250 TL borç çıkardılar. Ben oğluma para gönderemedim, bunu nasıl ödeyeyim” demiş. Ekonomisinin şahane olduğu, kişi başına düşen gelirinin kat kat arttığı, IMF’ye borç verecek hale geldiği” devamlı söylenen ülkede buna “skandal” denmezse neye denir? Hiç değilse terör içine gönderilen askerlerin aileleri rahat yaşatılmayacaksa bu refah nereden anlaşılır?

BEN ÖDERİM

Sadece parayla top oynayan zenginlerin ve siyasetçilerin yaşantısından mı? Benim param onlar kadar bol değil ama o borcu ödemeyi seve seve kabul ediyorum, yarın müracaat edeceğim.. Yeter ki şehidimizin ruhu ve ailesi incinmesin, helal olsun onlara!



Zeytport yolgeçen hanı mı?

Dün Nişantaşı Sanat Parkı’ndan göz göre göre, belediyenin hiçbir kontrolü olmadan ve daha önce de yaşandığı gibi yok edilen yüzlerce kediyi yazmıştım. O parkla ilgili hayvanseverler karakoldan halledemeyeceklerini anlayınca (o kameralar ne işe yarar acaba) daha önce Zeytport ismi verilen limana gitmişler. Ve içeri girişin de son derece kolay ve kontrolsüz olduğu, üst arama, X ışını cihazı bulunmayan limanda 21 “gemi tedarik acentası”nın kendilerine ait teknelerle yabancı teknelere canlarının istediği her malzemeyi veya onların istediği siparişleri koli koli taşıdıklarını görmüşler.

Kutulara bakılmıyor, malzemenin ne olduğuna bakılmıyor, yurttan neyin çıkarıldığı, neyin getirildiği belli değil.. Sadece “fatura ve beyannamelere” bakarlarmış. İstediğin gemiye çık, onlar insinler, elmas, fil, maymun, kaçak et, her tür gıda maddesi, hasta hayvanlar, satılmak üzere kedi, köpek ne istersen Türkiye’ye getir veya götür..

Hatta isteyen, mesela PKK silah da sokar, kanun kaçağı da kim anlayacak.. Hayali ihracatlar da böyle yapılmıyor muydu? Düzenle faturayı, beyannameyi olsun bitsin.. Bir gümrük alanına bu kadar kolay girilebiliyorsa herkes canının istediğini yapar.. “Güvenlik görevlileri neden limanları korumuyor” sorusunun cevabını vermek acaba hangi bakanın görevi, Ulaştırma Bakanı değil mi?

OLAY AÇIKLANMALI!

Hayvansever vatandaşlar o yüzlerce kedinin de bu limandan bir Uzakdoğu gemisine yüklenmiş olabileceğini söylüyor ve Emniyet’ten yardım istiyorlar. Bakanlık ve Emniyet bu kontrolü yapmak, kameralardan izleyerek olayı aydınlatmak zorundadır. Bekliyoruz!

Yazının devamı...

Hakkını helal etmeyen şehit babası!

Sezai Okay’ın oğlu bundan tam 6 yıl önce Hakkari-Çukurca ilçesinde Köprülü Jandarma Taburu’na yapılan terör saldırısında şehit olmuş.. Daha sonra Çukurca’da 2011’de 24 şehit verdik, 18 yaralı vardı, 2012’de daha Ağustos ayında 8 şehit verdik, 16 yaralı vardı.. Bunlar dışında da Hakkari civarında, Şemdinli ve diğer ilçelerinde o 6 yıl boyunca başka şehitler verildi..

Sezai Okay oğlunu kaybettikten sonra diğer birçok şehit ailesinin cenaze törenlerinde yaptığı konuşmaların tam aksine; “Vatan sağ olmasın, hakkımızı helal etmiyoruz” demiş.. Şimdi “1 Eylül 2006’da şehit düşen oğlunun 6’ıncı ölüm yıldönümünde” mezarı başında düzenlenecek mevlit için de yakınlarına “Hakkımızı ölünceye kadar ve öldükten sonra da helal etmiyoruz” mesajı göndermiş ve bunun nedenini de açıklamış..

ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR

Şöyle diyor;

1- Ülkemizi bölüp parçalamak isteyenlere

2- Şehit kanları ile sulanmış bu toprakları ona buna satanlara

3- Yetim hakkı yiyenlere

4- Sudan sebeplerle çocuğunu askere göndermeyenlere hakkımızı helal etmiyoruz..

Tabii şehit ailelerine kimse “bunu neden söyledin” diye soramaz, zira evlatlarını bu yolda kaybetmiş insanların “dünyanın en büyük ordularından birine sahip olmamıza rağmen” yıllardır bitirilmeyen, hata üzerine hata yapılan terör konusunda her tepkiyi göstermeye hakları vardır. Eğer bu ülkede kanlı terör saldırıları sürmekteyken, arka arkaya şehitler verilirken ve terör örgütü “silah bırakmayacağını” kesin bir dille açıklarken bu örgütle masaya oturuluyor ve onlarla pazarlık yapılıyorsa..

MUCİZE!

Öte yanda kanlı saldırılar yapan teröristlerin karşısına çıkarılan askerlerin eli bu anlaşmalar, açılımlar nedeniyle tutuluyor ve operasyonlar durduruluyor, sınır karakolları “kümesten biraz hallice” durumunda yıllarca bırakılıyorsa.. Terör örgütüne arka çıkanların asla söylenmeyecek her sözü ve yapılmayacak her davranışı sineye çekiliyorsa, sınırlardan geçerek gelen teröristler “silah bırakmadık, sadece liderimizin isteğine uyarak geldik” demelerine rağmen serbest bırakılıyorsa o ana babaların bu kadar sabırlı davranmaları bile mucizedir.

Çoğunlukla “yoksul ailelerin çocukları” tehlikeli bölgelerde askerlik yaparken, zengin veya güçlü olanlar “bedelli” imkanını kullanarak veya buna bile gerek kalmadan askerlik yapmamaları sağlanıyorsa susmaları da..

CAN GÜVENLİĞİ VE EŞİTLİK!

Bana sınır karakolları konusunda oralarda bulunmuş ya da bunlar hakkında bilgisi olan askerlerin yolladığı mesajlarda öyle şeyler anlatılıyor ki öfke duymamak mümkün değil..

Şehit Astsubay Zeki Burak’ın babası Sezai Burak vurgularında haklıdır, insanlar evlatlarını “vatan hizmeti”ne güle oynaya gönderiyorlar ama onların hayatını korumak ve askerlik yapması gereken diğer gençlerle ve onların aileleriyle eşitliği sağlamak devletin, hükümetin görevidir. Bunlar yapılmadığı gibi başımıza bir de “hiç alakamız olmayan” bir iç savaşa müdahil olarak yeni tehlikeler çıkarılması giderek daha da büyük tepkiler yaratacaktır. Güneydoğu’daki askerlerimizin korunması için acil önlemleri almak üzere Meclis’in toplanması ve “Türkiye’nin her karışında uçan kuş bile bizden sorulur” iddiasının bir an önce gerçeğe çevrilmesi şarttır!



30 Ağustos’ta Köşk resepsiyonu..

Dün “Cumhurbaşkanı Gül’ün kulak rahatsızlığı nedeniyle” 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yapılacak resmi kabulün iptal edilmesi konusunu yazmıştım. Bu konuda gelen tepkiler arasında “Cumhurbaşkanı hasta olsa da bu tören yapılmalı, her yıl farklı bir nedenle törenler, kabuller iptal edilmemeli, giderek alışkanlık haline geliyor” diyenler çoğunluktaydı.

Aynı gün yanıma gelerek konuşan bir okurum ise “Bu bir doğum günü kutlaması değil, Cumhurbaşkanı seyahatteyken onun yerine kim görev yapıyorsa aynı şekilde 30 Ağustos’ta da yapabilir ve yapmalıdır. Bunlar hepimizin gurur duyduğu zaferler ve toplum olarak bu görüntü bizi çok üzüyor” dedi. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu “vatandaş tepkileri”ni değerlendirmek isteyeceğini düşünüyor ve umuyorum



Yok edilen 300 hayvan..

Birkaç gün önce (Şişli Belediyesi sınırı içinde olan ve daha önce benzer bir “hayvanlara saldırı” olayının yaşandığı) Maçka Sanat Parkı’ndan bir gecede yüzlerce kedinin ortadan yok edildiğini yazmış ve olayı yakından izliyorum demiştim.. Maçka’da oturan hayvanseverler ve “Hayvan Hakları İçin Birleşim Hareketi”nin kurucusu, hayvan arama-kurtarma aktivisti Mehtap Özer 23 Ağustos Perşembe akşamı saat 20 civarında Lütfü Kırdar’daki konser yoğunluğu nedeniyle kalabalıktan yararlanan üç erkeğin bir araçla “küçücük bebekleri ve hamile kedileri bile ayırmadan 300’e yakın kediyi kolilere doldurarak götürdüklerini ve her nedense mobese kameralarının da bu sırada yukarı doğru çevrildiğini, bu nedenle görüntülerden yararlanılamadığını” anlatıyorlar.

Hayvan sevmeyenler veya “ilgilenmeyi gereksiz bulanlar” için bu ilgi anlamsız gelebilir (bir tas suyu bile esirgeyeni ayağıyla vurup deviren sevgisizler bile var) ama neyse ki böyle olmayan, tüm canlıların korunması gerektiğini düşünen insanlarımız da var. Neyse, bu 3 sersem o hayvancıkları taşırken kimse “nereye götürüyorsunuz, necisiniz” diye sormamış, Şişli Parkı’nda bir tek görevli olsa belki o sorardı ama nedense o da yok..

ZEYTPORT’TA GÜVENLİK ZAFİYETİ

Karakol yardımıyla bir şey bulunamayınca bölgedeki hayvanseverler daha önce duydukları bir konuyu; “hayvanların Zeytinburnu Limanı’nda, Zeytport’ta gemilere yüklenmesi ve hatta aynı şekilde yurt dışından Türkiye’ye kaçak hayvan ithali yapılması” konusunu araştırmak üzere oraya gitmişler. Ve “böyle bir başıboşluk görmediklerini, bunun ülke güvenliğine karşı bile kolayca kullanılabileceğini” anlatıyorlar. Hala o hayvancıkları ölümden kurtarma ümitlerini de kaybetmediler. Devam edeceğim.

Yazının devamı...

Yeni sistem; mektuplaşarak ülke yönetimi!

Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in “Cemil Çiçek olarak ben yazdım” dediği “Teröre Karşı Mutabakat” metninde akıllı öneriler var ve zaten kendisi de “ortak akılla” çözülmesi, “ortak politikaya” dönüştürülmesi gerektiğinden söz ediyor.

Ama daha ilk anda, ilk baktığınızda bile hatalar ve çözümsüzlük nedenleri var.. Mesela, Cemil Çiçek her ne kadar “ben Cemil Çiçek olarak yazdım” dese de o “sade” bir Cemil Çiçek değil, Meclis Başkanı ve bu unvanı istediği zaman gömlek gibi çıkarıp atamaz.. Yani, bir girişimde bulunacaksa bunu (aslında Cumhurbaşkanı’nın yapması gereken şekilde) toparlayıcı, yol gösterici bir Başkan olarak yapar, TBMM’nin toplanması ve o söz ettiği “ortak aklın” oluşması için gayret gösterir, bu önerilerini de orada paylaşır. Yapılması gereken budur.

BU MUHTIRA İSE..

Nitekim Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan hemen “Bu bildirinin muhatabı Hükümet değildir.. Sayın Başkan bu çağrıyı kime yapmıştır? Bu 11 maddelik muhtırayı açıklasın” şeklinde bir tepki geldi.. “Muhtıra” diyor Arınç.. Peki bu öneri paketi “muhtıra” ise Yaşar Büyükanıt’ın 27 Nisan’da yazdığı na ne diyor acaba, onu da bir sonraki konuşmasında açıklar belki, tarihi önem taşıyor zira!

ORTAK AKIL NASIL OLUŞACAK?

İkinci nokta zaten bu güne kadar “ortak aklın oluşması”na Başbakan Erdoğan tarafından izin verilmemesidir. Ana Muhalefet Partisi CHP’nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu uzun süre önce, Suriye’de kendi yaptığımız ciddi politika hatamızla PKK’nın bir “Kuzey Suriye” elde etmesine yol açtıktan ve PKK Türkiye’de katliamlarına hız verdikten hemen sonra “Meclis’in toplanıp birlikte çözüm araması” için defalarca çağrıda bulundu ve bu haklı çağrı bile iktidar partisi tarafından “rol çalma veya provokasyon” gibi değerlendirilerek reddedildi. Ülke her yandan tehlike altında olmasına rağmen TBMM açılmadı..

Bu da yetmedi Başbakan “Kılıçdaroğlu görüşme istediğinde de çözüm önerisi getirmemişti, öneri yoksa Meclis’in toplanması neye yarar” şeklinde özetlenebilecek konuşmalar yaptı.. Aslında çözüm önerilerini, planlarını üretmek ve getirmek öncelikle iktidar partisinin görevidir, hele de Suriye’de yapılan yanlış (ve PKK’ya silah bırakmadığı halde verilen sözler, tavizler) iktidara ait ise.. Buna rağmen Kılıçdaroğlu “Suriye ile ilgili çözüm önerilerini” bir mektupla Başbakan Erdoğan’a iletti.

Bu mektupta TBMM’nin olağanüstü toplanarak bir deklarasyonla; Birleşmiş Milletler’in, AB’nin, Arap ülkelerinin, İran’ın, Suriye rejimi ile muhalefetinin davet edileceği bir konferans düzenlenmesi için çağrıda bulunması önerisi vardı. CHP Genel Başkanı “Suriye’de olanlardan ülkemizin güvenliğinin, ekonomisinin, huzurunun olumsuz etkilendiğini” belirterek acil bir ortak akıl üretilmesini istiyordu..

400 KİLOMETRE PKK’NIN ELİNDE..

Kılıçdaroğlu “Suriye’deki son durumun Türkiye’nin toprak bütünlüğüne de zarar verecek noktaya geldiğini” belirtmemişti sanıyorum ki bunu PKK’nın son saldırıları, önce PKK lideri Karayılan’ın “Şemdinli’ye giden tüm yollar PKK’nın kontrolünde” sözü, Şemdinli civarında bitmeyen saldırı ve bunlara karşılık operasyonlar, son olarak da BDP Genel Başkanı Demirtaş’ın “Çukurca-Şemdinli arasında 400 kilometre PKK’nın elinde” açıklaması net şekilde gösteriyor. (Demirtaş bu haberi adeta sevinçle veriyor, gerçekten de bir terör örgütüne açık destek veren bir parti veya siyasetçinin bu rahatlığını hiçbir AB ülkesinde göremezsiniz.)

Şimdi memleket bu haldeyken TBMM (sanki kapris gibi) toplanamadığı ve ülkenin partileri keyfi değil zorunlu olarak, görevlerinin gereği olarak sorunları tartışamadığı için Kılıçdaroğlu’nun “öneri” mektubuna Başbakan Erdoğan da bir mektupla cevap verdi. Kılıçdaroğlu (yapılan dış politika hatasını dile getirmemesine rağmen) öneri yaptığında da yaranamamış, tam aksine iktidar partisi sanki hata kendisine ait değilmiş gibi dış politikasıyla övülürken “Suriye’de mazlumların yanında yer almamakla” suçlanmış, CHP’nin bu yönüyle ahlaki ve insani zafiyet içinde olduğu söylenmişti. (Ki eğer bu da parti içi bir manevra değilse Cemil Çiçek de yapılan hatanın farkında görünüyor.)

İNSANİ ZAFİYET Mİ?

Demek ki “Suriye’nin iç meselesine karışmayalım, dikkatli olalım, kendi sorunumuz bize yeter” diyenler “ahlaki ve insani zafiyet” içinde sayılıyor.. Peki Suriye’ye müdahale ettiğimiz için ve hala inatla muhalifleri Türkiye’den oraya savaşmaya gönderdiğimiz için PKK’nın orada saf kazanması, Barzani’nin tam istediği olayların gerçekleşmesi, kendi masum insanlarımızın, bebeklerimizin, askerlerimizin yeni saldırılarla öldürülmesi, Güneydoğu’da da PKK’nın gücünü arttırması, yolları ele geçirdiğini ilan etmesi, bunlar ne zafiyeti oluyor o zaman?

Başbakan “Hükümetin Suriye halkının yanında olmaya devam edeceğini” söylüyor. Mazluma yardım iyidir ama önce kendi halkımızın yanında olmak daha doğrudur. Nasıldı söz; “Maymunu ateşe atmışlar, yavrusunu ayağının altına almış”, unutmayalım bunu..

Türkiye yaptığı yanlışı sürdürmemeli ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun önerdiği gibi en kısa zamanda “uluslararası desteği” sağlamalıdır. Yoksa gerçekten geç olacak!



Tören nihayet kalktı!

Geçen yıl “terör nedeniyle” denerek 30 Ağustos Zafer Bayramı için Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yapılacak resepsiyon iptal edilmişti. Bu yıl da önce “smokinsiz olacak” dendi, sonra iki gün kala “Cumhurbaşkanı Gül’ün kulak rahatsızlığı nedeniyle” iptal edildi.

Bu muhteşem başarıya imza atan, zaferi kazanan Başkumandan ve “Cumhurbaşkanı” kutlamaları “smokinle” yapıyordu ve bir gelenek, bir saygı olarak da her yıl smokin giyiliyordu. Demek tek bir gün birazcık zahmet çok zor gelmiş olmalı ki önce bu kalktı, sonra “teröre rağmen her faaliyet devam eder ve TBMM’nin açılması bile gereksiz görülürken” geçen yıl bu nedenle tören kalktı.

Bu yıl ise Cumhurbaşkanı “zirveye katılmasına rağmen” töreni kulak rahatsızlığı nedeniyle iptal etti. Bence hiç değilse 1 saat, doktorları söylüyorsa bile katılabilir ve sonra dinlenmeye çekilebilirdi. Her yıl ayrı bir nedenle törenin iptali gelecekte de bu zafere ve kutlamalarına gösterilecek ilgi ve önem konusunda soru işaretleri yaratıyor, umarım yanılıyorumdur..

Ata’mızın ve Türk ordusunun geçmişteki olağanüstü zaferleri de unutturulmaz herhalde!

Yazının devamı...

ABD’de savaş oyunu oynanırken..

Washington’da ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşları HER NASILSA Türkiye’de kısacık süre sonra aynıyla gerçekleşmiş “Gaziantep PKK saldırısı”nın simülasyonunu yapar ve 9 şehit, 64 yaralının olduğu olaya “savaş oyunu” denirken, Türkiye’de TSK’nın bir seminerde senaryo üzerine oynadığı oyun yüzlerce askerin tutuklanmasına sebep oldu..

Ne iddia ettiler buna gerekçe olarak; “O seminer bir darbe planıydı”..

Balyoz davasında yüzlerce asker tutuklanırken onları yönetmiş, kumanda etmiş olan ve böyle bir ihtimal olmuşsa doğal olarak “en iyi bilmesi gereken” dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’e ise hiç dokunulmadı, o “sanık” olmadı... Yıllar sonra “tanık” olarak dinlendiğinde ise “kendi döneminde araştırıp işlem yapacak kadar önemli bulduğu bir olay, belge olmadığı”nı söyledi.

DARBE VE MUHTIRA CEZALANDIRILMADI

Nereye baksanız o kadar çok çelişki görüyorsunuz ki içinden çıkmak zor.. Mesela Hilmi Özkök’e “komutanlarınızla yaptığınız konuşmalarda hiç ‘muhtıra’dan söz edildi mi” diye soruluyor.. O da cevap veriyor, bu medyada günlerce manşetlerden tartışılıyor.. Öte yanda generallerden başlayarak o kadar asker içeri atılıyor, hepsinin hayatı “bir seminere katıldınız, o seminer darbe provasıydı” gibi suçlamalarla karartılıyor.. Bir cümle söyleseler “hah, tamam işte, itiraf sayılır bu” diye üstüne atlanıyor.

Oysa ortada zirveden, o sırada iktidarı hedefleyen büyük bir partinin genel başkanı tarafından yapılmış “kanlı mı olacak, kansız mı” gibi konuşmalar varsa, böyle bir gelecek açıktan açığa işaret ediliyorsa bırakın orduyu, halk bile bir çare aramak zorunda kalır. Her neyse, söylemek istediğim asıl şey şu; Madem ki “konuşması, oyunu bile” tutuklama nedenidir, o zaman darbenin ve muhtıranın kendisi neden hala cezalandırılmadı?

Referandumda “darbe ve muhtıralardan hesap sorulacağı” söylenerek “Evet” oyları alınmasına rağmen neden hala “12 Eylül darbesi” ile “27 Nisan muhtırası”nın hesabı kesilmedi?

BU SORULAR CEVAPLANMALI!

Cezaevinde yaşlı ve hasta askerler, siviller var.. Orada “tutuklu” adı altında mahkum hayatı yaşatılırken ağır hastalanan ve hayatını hücrelerde kaybedenler oldu, bu bile umursanmadı. O takdirde 12 Eylül ve 27 Nisan’ı yapan kişiler neden farklı muameleye tabi tutuluyor?

Cezaevine konmasalar bile neden “bu suçlardan mahkum” edilmiyorlar? Her iki olay da tüm delilleriyle açıkça ortada olmasına rağmen daha ne bekleniyor? Gerçek darbe ve muhtıranın sahipleri ortada gezerken “darbe yapmamış, muhtıra vermemiş” askerler ve yıllardır hayatları çalınan tüm o siviller, gazeteciler neden hücrelerde? Onlar serbestken, hiçbir anti demokratik eylemi-söylemi görülmemiş olan İlker Başbuğ “internet sitesi açtınız” diye ve suçlamayla ilgili somut deliller gösterilmeden, hatta son duruşmada avukatına söz hakkı bile verilmeden neden hala israrla hapiste tutuluyor? Bu tablo adaletsizliğin ta kendisi değil midir?

Cevaplaması gereken “yargı” ise yargı cevaplasın, çünkü Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in dediği gibi “Yargı sorumsuz değildir”.. Yani “sorumlu” kendisidir ve yargı da kararlarının hesabını vermelidir.. Referandum sonrasında yargı “siyasi güce tamamen bağımlı” hale geldiğine göre soruyu “diğer sorumlular” da cevaplayabilir.. Ama bu soru hiç şüphe yok sonsuza kadar peşlerini bırakmayacak.



Tarih önünde mahkumiyet!

12 Eylül darbesinin sahibi 95 yaşındaki Kenan Evren “Bu yaşa kadar yaşamamalı” demiş.. Orasını Allah bilir ama 12 Eylül darbesi yüzünden yüzlerce genç insan hayatının baharında yaşama veda etmiş, bir çoğu sakat kalmış, işini kaybetmiş, hayatı kararmıştı.. İdam edilmesi için “yaşı büyütülenler” bile vardı malum..

Ama Evren’i mahkum etmek için yaşını küçültmediler.. Cezaevine girmese bile eğer bugün mahkemelerde “darbe yapmamış, hukuka-demokrasiye saygılı” insanların avukatları bile dinlenmeden, bilirkişi raporları bile göz önüne alınmadan tutuklulukları devam ettiriliyorsa diğer tarafta Cumhuriyet tarihindeki en büyük iki darbeden biri olan 12 Eylül’ü yapanların cezasız kalması tam bir hukuk rezaletidir.Aksini de hiç kimse, Evren’in kendisi bile söyleyemez!

Hatay’da neler oluyor?


Ben de anne tarafından Antakyalı’yım, doğum yerim Hatay’dır, bu nedenle de Hatay’da olanlarla herkesten daha fazla ilgiliyim.. Türkiye’nin en tarihi, en önemli şehirlerinden biri olan Hatay’da bugüne kadar yabancılardan rahatsız olunduğu görülmemiştir. Ama şimdi şehir halkı “Çocuklarının sakallı Suriyeli’lerden korktuğunu” söylüyor, rahatsızlıklarını, huzursuzluklarını haykırıyor.

Ki bu korku sadece “sakal” nedeniyle değil tabii, “terörist” kılıklı, güven telkin etmeyen insanların kenti doldurmasıyla ilgili. Ve bu sığınmacılar kendi ağızlarıyla “geceleri sınırı geçip Suriye’ye çatışmaya gittiklerini, gündüz geri döndüklerini” söylüyorlar. Suriye’nin Kuzey kentleri PKK’nın elinde, Esad muhalifleri de Türkiye’ye gelip giderek savaşıyor.. Kısacası bu adamların PKK’lı olup olmadığı bile belli değil.. Öyle olmasalar da biz hala “Esad muhaliflerini besleyip, silahlandırıp savaşa gönderen ülke” durumunda görünüyoruz.

O sığınmacılar sözüm ona “Esad zulmünden kaçıyoruz” diye bize sığınmışlardı, “savaşırken sizin ülkenizi kullanacağız” diye değil.. Ayrıca bu kadar “terörle başı dertte bir ülke”de, terör olmayan bir kentimizin halkı neden huzursuz olsun ve buna göz yumulsun? Suriyelilerin kamplarından çıkmamasını sağlamak “onları kabul eden” Hükümet’in görevidir, sorumluluğudur ve bunun yapılması gerekir!

300 kediye ne yaptılar?

Dün haber verdiler ve duyunca yine başımdan aşağı kaynar sular döküldü.. Daha önce defalarca yazdığım Nişantaşı’ndaki Maçka Sanat Parkı’nda bir gün içinde 300 kediyi ve köpeği bir araca doldurup götürmüşler, geride şüphe çekmesin diye sadece 15 kadar kedi bırakılmış.

Aynı olay geçen yıl bir kez daha yaşandı ve onlarca kedi yavrusu bir gecede yok edildi. O zaman “belediyenin veterineri” tarafından alındıklarını gören olmuştu, bu kez henüz ortaya çıkmadı. Bu ülkede hayvancıklar da “sevgisizlikten, insafsızlıktan, bencillikten, tembellikten ve nefretten” nasibini yeterince alıyor. Onlara yapılanlara ise (öyle çok acımasızlığa şahit oldum ki) benim artık kalbim dayanmıyor..

Bu olayı ( ilgili karakoldan da) dikkatle izlemekteyim, bakalım altından kim çıkacak?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.