Şampiy10
Magazin
Gündem

AB’ye neden girecektik biz?

Bugünlerde “AB projesi çöktü mü” tartışmaları yapılıyor, anketler yapılarak “yüzde kaç AB’yi istiyor” sorusuyla isteyen sayısındaki düşüş aranıyor vs, vs.. AB Bakanı Egemen Bağış “bu oranın yüzde 17’ye düştüğünü gösteren” anketin doğru olamayacağını söylerken düşüşteki nedenleri de “AB’yi sorumlu tutarak” anlatmış. Kıbrıs’ta Türk toplumunun dışlanıp Rumların AB’ye alınması, “terörle mücadelede işbirliği için adım atmamaları” gibi..

AB ne zaman kendi ülkeleri ve “kendi çıkarları” dışında bir ülkenin sorunlarına çare oldu ki şimdi Türkiye için olacak?. Türkiye’de kendi istediklerinin gerçekleşmesi yönünde arka arkaya açıklamalar yaparken, direktifler verirken“Anayasa Mahkemesi”ne hakaret bile ettiler, referandumda AB ülkelerinde kaldırıldığı ve yargı bağımsızlığı sağlandığı halde “Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu”nun başında Adalet Bakanı ve müsteşarın olmasını desteklediler. Referandum sonunda yargı bağımsızlığının tümüyle kalkacağı açık olduğu halde bunun aksini söylediler. Sonra da raporlarına “Türkiye adil yargılamaya dikkat etmeli, yargı bağımsız olmalı” gibi eleştiriler yazdılar.

ÜÇ MAYMUNLAR

Biz “PKK terörü”ne sivil-asker kurbanlar verirken onlar Diyarbakır’a gönderdikleri heyetlerle neredeyse “terör sahiplerine” cesaret verdiler. Şu Suriye meselesinde bile ABD Türkiye’yi ateşin içine iterken onlar bir kenarda 3 maymunları oynadılar, gıkları çıkmadı, uluslararası politika uzmanları (ABD’li tarihçi kadar bile) bir uyarı yapmadı.. Kuzey Suriye’nin PKK kontrolüne geçmesi de, Türkiye’de PKK’nın son haftalarda işlediği cinayetler de onları ilgilendirmedi.

Ama Mehmet Altan’ın Türkiye’nin gidişatı ile ilgili “maalesef endişeli Kemalistler AB konusunda haklı çıkıyor” sözündeki “endişeli Kemalistler” vurgusuna katılmıyorum. Olup bitenler gelecek hakkında fikir verir ve ülkedeki gidiş de, demokrasinin-ifade özgürlüğünün- en doğal insan haklarının adım adım kısıtlanması da bugün olacakları gösteriyordu, AB’nin samimi olmadığı ise Türkiye konusundaki açıklamalarından, faaliyetlerinden, çelişkilerinden belliydi.. Bunları “Kemalist olmayan” ama “yeterince akıllı ve birikimli” olan, “laikliğin önemini ve Türkiye’nin tek ‘demokratik Müslüman çoğunluklu ülke’ olmasındaki rolünü” bilen herkesin görmesi, AB ümidi sürdürülürken öte yanda yürütülen dönüşümü de fark etmesi gerekirdi.

ARAPLAR DAHA ÖNCE ANLADI

Din devleti baskıları altında yaşayan Arap ülkelerinin gazetecileri bile bu rolü yazdılar ve “bizde de Türkiye gibi laiklik olsaydı bunları yaşamazdık” dediler. Yoksa acaba “endişeli Kemalist” dedikleri laik rejimin korunmasını ve bu nedenle laiklik kurallarının da korunmasını isteyen kesim “Kemal gibi” geleceği daha iyi mi okuyordu? Bilemem.. Ben Kemalist filan anlamam çünkü, bana göre dünyanın gelmiş geçmiş en zeki liderlerinden biri olan “Atatürk’ün çizdiği yol” vardır, başkasını bilmem.

YÜZÜMÜZ BATI’YA DÖNSÜN DİYE..

Ayrıca.. Biz AB’yi neden istiyorduk? Ülkenin yüzü Batı’ya dönsün, çağdaş değerlere sahip olsun, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, eğitim ve adalet sistemi ve de tüm diğer sistemleri evrensel ölçülere uygun olsun diye değil mi?

Bunların hepsi hayal olunca, Ortadoğu’nun ve Doğu’nun baskılarla yönetilen ve mezhep çatışmalarına düşmüş ülkelerine benzeyince AB olmuş olmamış ne fark eder artık? AB neyi değiştirebilir ki?

Evet, AB projesi çökmüştür ama inanın bana yıllar öncesinden belliydi çökeceği!



Cenaze marşı

Turizm Bakanı Günay’ın Antalya’daki şehit cenazesinde “Her yerde cenaze marşı olur mu? Halk tekbir getirecek kesin” diyerek askeri bandonun çaldığı marşları susturması dün en çok konuşulan konuların başında geliyordu. Ailelerinin ve halkın cenaze kalkarken şehitleri tekbirle uğurlamak istemesi gayet doğaldır ama şehit olmuş bir askerin askeri bando eşliğinde uğurlanması, askeri törenle “onurlandırılması”nın da bir bakan tarafından bu şekilde bağırarak, bir suç havasına sokularak, tepki yaratacak şekilde önlenmesi yanlıştır.

Bunu sıradan bir vatandaş veya acılı ailesi yapsa anlaşılabilir ama aynen “şehit cenazesinde ağlamak” gibi bakanlar yapınca olmuyor.

Ve ayrıca.. Tabii ki “her yerde cenaze marşı” olmamalı.. Ama bunu sağlaması, askerlerimizin şehit olmaması için “doğru adımları” atması, yıllar öncesinden “gerekeni” yapması gereken de hükümetlerdir. Sayın Günay’ın içinde olduğu hükümet on yıldır iktidarda, eğer terör ve şehitlerin sayısı eksilmek yerine kat kat arttıysa bağırmak yerine “hiç değilse susmak” lazımdır değil mi?



‘Çapsız’ hakaret sayılmaz!

Cüneyt Ülsever görüşlerine saygı duyduğum, yorumlarını ilgiyle okuduğum, demokrasiyi gerçekten kusursuz şekilde özümsemiş, değerli bir meslektaştır benim için.. Basın özgürlüğü sınırlarını da çok iyi bilecek kadar deneyimli bir gazetecidir..

7 Ağustos’taki yazısında (o günlerde başkaları tarafından sık sık kullanılan “en çarpıcı-en çapsız” tanımlarından yola çıkarak) kendisine “gelmiş geçmiş en çapsız Genelkurmay başkanı kim” sorusunu sorduğunu söylemiş ve altına “Uludere” olayından başlayıp Suriye’de düşürülen uçağa, Suriye’de PKK’nın kontrolü aldığı kentlere, Şemdinli’yi de “kurtarılmış bölge” haline getirme çabasına kadar tüm olayları dizmiş.

Yazdığı olaylarda bir eksik, fazla, yanlış, iftira filan yok.. Olanları yazmış ve Orgeneral Özel’in aleyhine bir sonuç çıkmış. Şimdi herhangi birinin kendi alanında “gerekeni yapacak kadar” veya “görevini kusursuz yapacak kadar çapı; yani yeteneği, zekası, bilgisi olduğu” sonucu çıkmıyorsa “o kadar çapı yok” demektir ki herkes ve tabii öncelikle “basın” kendi görüşünde serbesttir. (Yani öyle olmalıdır, eskiden öyleydi, hukuken de öyle sayılırdı demek istiyorum.)

Genelkurmay Başkanı’nın bu yazı nedeniyle neden “suç duyurusunda” bulunduğu anlaşılır gibi değil.. Mesele “imajın zarar görmesi” ise ya gazeteciler (bu güne kadar öyle hakaretler dinlediler ki “çapsız” yanında iltifat kalır) ne yapsın?. Nedeni bile bilinmeden içeri tıkılmış askerler ve Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ, diğer generaller ne yapsın?

Orgeneral Özel bunları düşünmeli ve kendisi de “baskı” sayılacak bir girişimde bulunmamalıydı bence.. Tarih ilerde her baskıyı hatırlatabilir!

Yazının devamı...

‘Bütün okulları imam hatip yapma şansı..’

Artık kural, kaide, yasak, suç, demokrasi, insan hakkı ve dahi tüm kavramlar tepe taklak döndü ya ağzı olan ağzının dolusunca canının istediğini söylüyor, isteyen “asker-sivil-bebek demeden katliam yapan” teröristi övüyor, isteyen teröriste sarılıyor, isteyen Atatürk’e veya devlete sövüyor, ohh ne ala memleket bu böyle.. Mumla arasan daha kuralsızını, daha başıboşunu bulamazsın.. İşin enteresan tarafı “kurallara saygılı olduğu halde mağdur edilmiş olanlar” yerine bunları yapanların bir de dönüp “daha çok demokrasi” istemeleri.. Arkadaşım git bir dolaş da gör, hiçbir ülkenin vatandaşı, hele de milletvekili sizin bu yaptıklarınızı yapamaz. “Adil” yargıları suçsuzun değil “suçlunun” yakasına yapışır ve o dakikada gerekeni yapar çünkü.. Bunu da her vatandaş bilir.

‘BEN DAHA ÇOCUĞUM’ DEMEDEN

Her neyse, bunlar AKP Milletvekili Ali Boğa’nın konuşması nedeniyle aklıma geldi. “4+4+4’le bütün okulları imam hatip yapma şansı yakaladık” dediği konuşmada “Kuran’ı Kerim’in okunmasının yasak olduğu günlerden geçtiğimizi”, “bütün okullar imam hatip olunca üç kuruşluk menfaat için memleketin geleceğini satmayan, tarihine, kültürüne, inancına saygılı diplomat ve yöneticilerin yetişeceğini” de söylemiş.

Öncelikle artık bu tür açıklamalarla sanıyorum “çocuklar 4+4+4 sistemiyle 5 yaşında okula başlayacak, bu sakıncalı, tartışılmalıydı” diyenler de “artık çok geç” olduğunu fark ediyorlardır. Çocuklar erken başlayacak, böylece imam hatip eğitimini de çok küçük yaşta alacak, kız öğrencilerin din-Kur’an eğitimi sırasında tesettüre girmesi öyle erken olacak ki bunları anlayıp sorgulayacak hali olmayacak.. Ve tabii “ama Kur’an’da ‘mümin kadınlara söyle; örtülerini omuzlarından indirsin’ diyor, ben kadın değilim ki, çocuğum” diyecek kadar bilgisi de.. (Artık bunlar konuşulmuyor ama Nur Suresi 31’inci ayette başka bazı ayetlerde de olduğu gibi “emir” değil, “tavsiye”yi anlatan “söyle”nin kullanıldığını ve bunun birçok din bilimci tarafından açıklandığını not etmek isterim.)

Yani eskiden “ağabey, eş, baba veya kapıya gelen ablalar”ın baskısıyla tesettüre giren kızlar konusundaki zorluk ortadan kalkacak.. “Kendi tercihi”yle karar vermesi de.. Çekirdekten, çocukken, okul üniforması olarak bitecek mesele.. Ve tabii o kadar küçük yaşta “kadın yerine konan” çocukların kadın gibi evlendirilmesi de mesele olmaz artık. İhtiyarlarla evlendirilen çocuk gelinler konusunda yükselen cılız tepkiler de fısıltıya dönüşür ve kalkar.

İRAN’DAN GERİ KALMAYALIM

İran’da da şimdi “10 yaşın altındaki kızlar evlendirilebilir” söylemi çıktı ortaya, biz daha çabuk yol almalı zaman kaybetmemeliyiz (!), geri kalacak değiliz ya İran’dan.. Sonra aynı kafadaki Suudi Arabistan var, arkadan diğer Arap ülkeleri, Malezya, Endonezya filan gelir, sonunda ortak bir kararla 5-6 yaşta evlendirerek bitirirler işi..

Her neyse, görülen o ki zaten her şey kararlaştırılmış. Ama bununla da bitmiyor, milletvekili Ali Boğa (daha önce partisinden başkalarının söylediği gibi) imam hatipe gidenlerin “tarihine, kültürüne, inancına daha saygılı” olduğunu ve “üç kuruşluk menfaat için memleketini satmayan diplomatlar, yöneticiler olarak yetişeceğini” söylüyor.

Böyle yavaş yavaş (veya gayet hızlı olarak), bir yandan imamlar-müftülerle cami hutbelerinde, bir yandan siyasi açıklamalarla beyin yıkama yapar gibi aynı şeyin tekrarlanması önemlidir. Demek ki bugüne kadar ve bugün “imam hatip dışındaki okullarda” okuyanlar tarihine-kültürüne-inancına saygılı değil ama diğerleri saygılı.. Onlar üç kuruş için memleket satar, bunlar satmaz.. Peki isim ver bakalım, kimler saygısız, bugüne kadar kimler memleket satmış?

Mesela vatanı için canını veren şehitlerimizin kaçı imam hatipli?

BİRAZ SORUMLULUK ARTIK!

Bu memlekette ne zaman Kur’an okumak, camiye gitmek yasak olmuş, kim okuyamamış, kim Hacca gidememiş, kim oruç tutamamış, namaz kılamamış? Benim anam, babam, dedem, ninem de bunları rahatça yaptı, yapamayanların nedeni neymiş?

Milletvekilleri topluma karşı büyük sorumluluk taşırlar ve eğitim, ibadet gibi konuları siyasi olarak istismar etmemek de bu sorumluluk içindedir. ‘Her şey ters yüz, oy uğruna kural kaide kalmadı’ ama her şeye rağmen bu kadarı olmamalı!



Pes yani, ABD önceden biliyormuş!

Dün Hürriyet’in manşetindeydi; ABD’deki önemli düşünce kuruluşları iki ay önce yaptıkları toplantıda “Suriye senaryosunu” işlemişler ve orada “Gaziantep’te patlayan bomba” da yer almış. Yaptıkları simülasyonda “Ağustos 2012’den Nisan 2013’e kadar” bölgede yaşanacak olaylar tartışılmış ve “Türkiye’deki bombalamaların ardından Türkiye’nin Suriye’yi kısman işgal ederek Esad rejimini düşüreceği” öngörülmüş.

Bu düşünce kuruluşlarının yorumları, görüşleri ABD medyasında yer alır, peki bunları acaba Başkan Obama hiç mi duymadı? Yani ABD “kendi projeleri kapsamında” Türkiye’yi Suriye’deki iç savaşa müdahaleye iterken (biz de kuzu kuzu atladık ama) olayların varacağı noktayı ve kuruluşlarının nasıl olmuşsa çok önceden görebildiği bu bombalamaları bilmiyor muydu?

OBAMA’NIN PLANI

Yoksa biliyordu ve hatta kendisi de parçasıymış gibi “çok iyi” mi biliyordu? Yani o düşünce kuruluşları “Obama’nın planlarını bilerek” mi simülasyon yapmaktaydılar? Ben Güneydoğu ve PKK terörü konusunda da, Türkiye ile ilgili diğer konularda da ABD’nin baştan beri ikiyüzlü oynadığına inananlardanım. Gaziantep ve diğer Güneydoğu illerinde PKK’nın savaş gibi yürüttüğü eylemlerin hepsinden haberleri olduğunu ve asla “istihbarat alışverişi” filan yapmadıklarını düşünüyorum. Şimdi de 2013’e kadar Suriye’deki işlerini bize gördürmenin, Irak’ta düştükleri başarısızlıktan sonra Suriye’de tereyağından kıl çeker gibi bizi kullanmanın planı içindeler. Gerçi “onların sınırları içinde ne işimiz vardı” sorusu haklıdır ama “düşürülen uçağımız” konusunda bile parmakları olması ihtimali yüksek..

İyi de ABD’nin düşünce kuruluşları 2 ay öncesinden her şeyi bilirken biz nasıl oluyor da bu tuzaklara balıklama düşüyoruz ve Suriye ateşine atlıyoruz? Nasıl oluyor da bir PKK’yı ve uzantılarını etkisiz hale getirmek bu kadar zor oluyor? Hani Atatürk’e kusur bulanlar, o imkansız dönemden, en güçlü ülkelerin işgali altındaki tablodan bile yüz akıyla çıkmasını yeterli görmeyenler bugünkü tabloya bir baksalar diyorum.

Hakkari’nin ilçeleri PKK’nın, Hatay Suriyelilerin işgali altındaymış gibi cirit atıyorlar.. Kendi topraklarımızda güvenliği sağlayamıyoruz, şehirlerin göbeğinde bile her gün şehit veriyoruz ve hala Kara Kuvvetleri Komutanı Kıvrıkoğlu “Halkımız endişelenmesin, görevimize devam ediyoruz” diyor. Halk ne zaman endişelensin peki, daha ne beklesin bunun için söyler misiniz?

Yazının devamı...

Gençler ve sınır karakolları!

Önceki akşam bir arkadaşıma yemeğe davetliydim.. Masada çocukları ile onların arkadaşı gençler var ve biz Güneydoğu’daki olaylardan, kentlere yayılan saldırılardan söz ederken onlar da aralarında konuşuyorlar, bir yandan duyuyorum.. Bir üniversite öğrencisi (erkek) şöyle dedi; “Benim askerliğim geldiğinde eğer Türkiye hala bu durumdaysa kesin bir çare düşünürüm. Ya yurt dışına giderim veya bedelli yapmaya çalışır parasını öderim”.. Kız arkadaşının cevabı da ondan farksızdı; “Valla ben de çocuğum olsa göndermem” dedi, “Şu şehit cenazelerine bak, Güneydoğu’ya gönderilen geri gelmemek üzere gidiyor gibi, o aile buna nasıl dayansın? Ben dayanamam çocuğumu da kesinlikle göndermek istemem”..

Konuşmaya dışarıdan sızma gereği duyarak onlara döndüm ve ‘iyi de sen gitme, o göndermesin, vatanı kim koruyacak çocuklar?’ dedim. Dedim de onların ne diyeceğini de tahmin ediyordum için için.. Nitekim tahminim aynen çıktı, önce erkek atıldı; “Herhalde sınır karakollarının durumunu biliyorsunuz Ruhat Hanım, büyük kısmı gayet ilkel vaziyette duruyor, bir saldırı durumunda o karakoldaki askerler kaderine terk edilmiş durumda.. Diyelim ki karakolda 20 asker var, PKK 40 teröristle gelse işleri çok kolay değil mi? Kaldı ki icabında 200 tanesi bile sınırı ağır silahlarla geçiyor ve kimse durdurmuyor. Siz ‘o karakollardaki askerlerin gözünü uyku tutuyor mu’ diye hiç düşündünüz mü? Ben niye gitmek isteyeyim bu şartlarda canımı sokakta mı buldum, yoksa aptal mıyım”..

(O karakollardaki askerleri devamlı olarak düşünüyorum ve defalarca yazdım, karakolların durumunu da, ‘TSK son teknolojiye sahip ise, karakolların çevresini önceden izleyebiliyorsa bu saldırıların nasıl amacına ulaştığını’ da, ABD’nin ‘önceden istihbarat sözü vermesine rağmen tutmadığını’ da yazdım, TV’de sordum, tartıştım ama gençler herkese öfkeli..)

‘BEDELLİ’NİN YAPTIĞI..

Kız olanı atıldı; “üstelik kimsenin de umurunda değil, herkes tatilini, eğlencesini bile bozmuyor, sahiller tıka basa dolu.. Sanki her gün o askerler şehit olmuyor gibi hayat aynen devam ediyor. Bir de üstelik hep yoksul ailelerin çocukları, siz hiç gördünüz mü zengin çocuklarına bir şey olduğunu? Onlar kendi çocuklarını garantiye alıyorlar. Çoğu bedelliyle kurtuldu askerlikten, parası olmayana yazık değil mi? Ben de borç almam gerekse bile göndermem doğrusu.. Ya herkes yapsın veya benim çocuğum da yapmasın”..

‘Nasıl da dikkatle izliyor ve her detayı düşünüyorlar’ diye geçti aklımdan ve ne yazık ki çok da haklı olduklarını düşündüm ama yine de; “Üzülmez olur mu toplum, elbette herkes çok üzgün ama bedelli konusunda ve karakolların durumu konusunda haklısınız, ben de Türkiye’nin bu durumunda bedelliye kesinlikle karşıydım ve karakolların tümü şimdiye kadar hızla yapılmış olmalıydı, bunun mazereti filan olmaz” diye devam edecek oldum.

TV’DE EĞLENCE

Bu kez üç beş genç birlikte konuşmaya başladılar, biri susuyor diğeri başlıyordu; “Üzüntüyü ne gösteriyor acaba? Vatandaşı ve askeri korumakla görevli olanlar şehit cenazelerinde açıklama yapıyor, “terör mutlaka bitecek” filan diyor, biz bu laflarla büyüdük hep aynı hikaye.. Ama sonra unutup devam ediyorlar, giden gittiğiyle kalıyor. Şehitler ölmez diyorlar ama ölen de ölüyor işte, geri gelen var mı? En basit örnek TV’lere bakın. 10-15 şehit verildiği gün TV’lerde eğlence programları, komedi film ve dizileri devam ediyor, onu bile kesmiyorlar. Neymiş ‘terör kazanmış gibi olmasın’mış, iyi de bu kadarı olmaz ki. Milletvekillerinin veya zengin ahbaplarının çocukları Şemdinli’de, Şırnak’ta olsaydı bu kadar rahat olabilecekler miydi? O ailelerin sesi çıkmıyor diye kimse karakol filan düşünmüyor, hani terör bitecekti, analar ağlamayacaktı?”..

BIRAKILAN BOMBACI

Aralarından biri “bu gün haberlerde elinde bomba patlayan bir teröristin yakalandığı ve serbest bırakıldığı söylendi. Daha önce de yakalanıp yine bırakılmış, neden bırakıyorlar gidip başkalarını bombalasın diye mi? Ayrıca cezaevinde o kadar insan suç işlemiş bile olmadığı halde hapis tutulurken böyle adalet mi olur” dedi.. Diğeri “evet, ben de gördüm, 15 yaşındaymış” diye devam etti, “Ama 15 yaşında da olsa mutlaka cezalanmalı, yoksa onu ne durduracak” ..

Bu kez kızlardan biri “ilköğretim çağındaki küçücük kızları başlık parası için evlendirenlere de ceza verilmiyor, o zaman yetişkin sayılıyor da bomba atınca neden ‘yaşı müsait değil, çocuk’ deniyor, hakikaten acaip bir memleket oldu burası” dedi ki benim daha fazlasını dinleyecek halim kalmadı. Zaten beynimi kemiren düşünceleri bir kez de onlardan ve streslerini, öfkelerini görerek dinlemek dayanılmaz geldi, masadan fırlayarak balkona çıktım.

CİDDİ İHMAL VE HAKSIZLIKLAR

Bunları sizinle paylaşmak istememin nedeni artık kimsede kalıplaşmış laflara, bugüne kadar kulağa-göze inandırıcı gelen, insanların “nasılsa bitecek” diye beklemesini sağlayan siyasi konuşma ve davranışlara tahammül kalmadığını, artık inanmadıklarını anlatmak.. Bu gençlerin vurguladığı her nokta doğru ve ortada ciddi haksızlıklar ve ihmaller var.

Yapılan haksızlık ve yanlışlar arasında “terörle mücadelede başarılı olmuş” askerlerin hala, terörün savaşa çevrilmeye çalışıldığı ortamda bile gençlerin de söylediği gibi “sebebini bilmeden” hapis cezası çektirilmesi önemli yer tutuyor. Dev çelişkilerle daha nereye varacağız bakalım!



Cenazede gözyaşı!

Kadın ve Aile Bakanı Fatma Şahin ile Emine Erdoğan Gaziantep saldırısında hayatını kaybedenlerin cenaze töreninde bebek ve çocukların tabutlarını görünce birbirlerine sarılarak ağladılar. Bakan Şahin kısa süre önce annesini de kaybettiği için zaten fazlasıyla duyarlı halde olmalı ama zaten öyle olmasa da bir bebeğin hayatını bu şekilde kaybetmesine hiç kimsenin, hele de kadınların, annelerin yüreği asla dayanamaz.

Ama.. Buna rağmen bir “ama” var ve şimdi yine birilerinin “bu gayet insanca bir davranış” diyeceklerini bilmeme rağmen var.. Nedenini söyleyeyim; bunca şehit cenazesi kalktı, o şehitlerin teneke evlerde oturan ve yavrularını gözü gibi büyütmüş anaları, yırtık pabuçlu yoksul babaları bile “ağlayıp o terör örgütünü sevindirmeyeceğiz, zafiyet göstermeyeceğiz” diyerek gözyaşını içine akıttı.

Evet “bebek farklı” diyebilirsiniz ama ne olursa olsun “sıradan vatandaşların tepkisi ile bir devlet bakanının ve başbakan eşinin tepkisi” aynı olmamalıdır. “Her şeyden önce vatandaşlarının canını korumakla görevli” devleti temsil edenlerin bu şekilde zafiyet görüntüsü vermeleri terör örgütü ve “arkasındakiler”i fazlasıyla mutlu eder ve amaçlarına ulaştırır, cesaretlerini arttırır. TBMM’nin toplanmasına bile bu nedenle; terör telaşlandırdı, hedefine ulaştı dedirtmemek için karşı çıkmıyor mu Hükümet?

O bebeklere, çocuklara, gençlere hepimizin içi yanıyor, Allah ailelerine sabır versin, sebep olanları da hak ettikleri gibi cezalandırsın İnşallah, ama ağlamakla ilgili durum da böyle maalesef! Şehit analarının davranışını, sabrını hatırlayarak dikkat etmeliler.

Yazının devamı...

Buna terör diyen yanılır!

Gaziantep’te verdiğimiz şehitlerden sonra dün de Urfa’da, Diyarbakır’da PKK’nın aynı kanlı eylemlerin devamını getirme çabası ortaya çıktı. Dün Şemdinli’nin İran sınırına yakın Tekeli Jandarma taburuna saldırı oldu. Yine dün akşam saatlerinde Şemdinli’de askeri konvoyun geçişi sırasında arka arkaya meydana gelen mayın patlamalarında 4 şehit daha verdiğimiz haberi duyuldu.. Eylemlerin Güneydoğu illerinde hızını daha da arttıracağını görmek için başka ne gerekiyor?

Bu alçakça saldırıları yapanların gözünü öyle kan bürümüş ki sivil-asker-çocuk-bebek demeden katliam yapıyorlar artık.. Dün nereye gitsem, hangi taksiye binsem herkesin artık feveran halinde olduğunu gözlemledim. 8 askerimizin şehit olduğu karakol baskınında yer alan teröristlere gülerek sarılan, onlarla “kanlı baskınlarının yıldönümünü kutlayarak” halay çeken BDP’li milletvekillerini korumak üzere yoldayken şarampole yuvarlanan (bakalım arkasında bir mayın veya bomba yok mu) araçta 10 askerimizin şehit olması da milletin sabrını taşırmış artık..

İRAN AÇIKLIYOR!

Bu tablo ortadayken hala durum analizi yapmak, “acaba bu da PKK mı” sorusu sormak bile anlamsız.. PKK’nın Kandil’deki lideri Karayılan “şehirlerdeki militanlarının hazır olması için çağrı yaptıktan ve, artık olayın ‘devrimci savaşa döndüğünü’ söyledikten” kısa süre sonra başladı kent saldırıları ve sürüyor.

Gaziantep saldırısı ve diğerlerinin “Suriye ile bağlantısı” konusunda Hükümet “bu ihtimal de düşünülüyor” demişti, oysa son olayların Suriye desteğiyle yapıldığı ve üstelik kuzey Suriye’de PKK’nın mevzi kazanması sonucunda cesaretini arttırdığı bir “ihtimal” değil, Esad’ın daha önce defalarca yaptığı tehditleri de hatırlayacak olursanız “gerçeğin ta kendisi”dir. Nitekim İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Sözcüsü Hüseyin Nakavi Gaziantep’teki terör saldırısı için şöyle dedi;

“Türkiye Suriye’ye müdahale edeceğine kendi iç meselesine yönelsin. Türkiye’nin muhaliflere verdiği destek sadece ‘Suriye’de günahsız insanların hayatını kaybetmesine’ neden olmuyor, belki Türkiye bu destekle kendi güvenliğini tehlikeye sokmuş oluyor. Şimdi Türkiye de bir iç krizle karşı karşıya, kendi işine baksın”.. Bu sözleri kafasından, Esad’ın PKK ile yaptığı işbirliğini bilmeden söylüyor değil elbette, tam aksine Esad böyle olduğunun bilinmesini istiyor .

BÜYÜK HATA..

Daha ilk anda, Türkiye’nin “Esad muhaliflerine destek verme niyeti” ortaya çıkar çıkmaz, Beşar Esad “silahlandırıp bana saldırtıyorsunuz, ben de PKK’ya destek veririm” dediği gün birçok kişi gibi biz de uyardık. ‘Aman üstümüze vazife olmayan bir iç savaşa müdahil olmayalım. Bakın Birleşmiş Milletler, ABD, AB ülkeleri bile kenarda duruyor, biz öne atılmayalım, zaten başımızda yeterince terör derdi var, önceliği kendi vatandaşlarımızı korumaya verelim’ dedik ama Hükümet maalesef hiçbir uyarıyı dinlemedi.

Bunun artık “eski terör” değil, “savaş” şeklinde süreceğini, Karayılan’ın “şehirlerdeki militanların hazır olmasını söylediğini” hatırlattık, ‘bari Meclis toplansın, terörü arttıracaklar, daha yoğun önlemler alınmalı, köklü çözüm üretilmeli’ dedik, yine kimse umursamadı, Bayram tatili devam etti. Şimdi artık “silahlı terörist”le pazarlığa girmenin yarar sağlamayacağı, teröristin (üstelik hedefine yaklaştığını düşünen teröristin) Ramazan veya Bayram da dinlemeyeceği görüldü. Hükümet “TBMM toplanmalı” diyenlere kızmadan, sorumluluğu-suçu diğer partilerin veya medyanın üzerine atmadan derhal Meclis’in toplanmasını sağlamalı ve CHP ile MHP’yi de katarak, belki “terör uzmanlarını” dinleyerek bu savaş provalarına acil çözüm ve önlem bulmalı, ayrıca “Suriye’de yapılan büyük hata”yı ve Kuzey Irak’tan sonra başımıza sarılan Kuzey Suriye sorununu en az zararla nasıl atlatabileceğimize karar verilmelidir.. Terör örgütü daha fazla sivil ve askerimize zarar vermeden harekete geçsinler. Tablo tek bir hata bile kabul etmez artık!



Programlar kaldırılınca..

Böyle durumlarda bizler yaptığımız programlarda en iyi terör uzmanlarını, siyaset bilimcileri, terörle mücadelede başarılı olmuş askerleri konuşturuyor ve çözüme katkı sağlamaya çalışıyorduk. Gerçekçi ve büyük kitleler tarafından izlenen programlar bu dönemde kaldırılınca bu yapılamaz oldu, bari kendileri bulup dinlesinler!



Şehitlere paket bandı!

Gaziantep saldırısında şehit olan askerlerin tabutlarındaki bayrakların paket bandı ile sarıldığını görünce kanı donuyor insanın.. O kahramanlar bu vatanı korurken kahpe bombaların, mayınların kurbanı oluyor ve üstelik “40 yılda bir olup da boş bulunacak” durum da yok ortada.. Mazeret yok yani..

Daha önce de “meşrubat reklamlı şemsiyeler” altında yapılmıştı bir tören..

Ayıptır, günahtır.. Sadece ailelerine değil tüm topluma saygısızlıktır. Bir kez daha olmamalı!

Yazının devamı...

Ağrı’lı Melek konusu ne oldu, bilen var mı?

İngiltere’nin Cheshire kentinde yaşayan Pakistanlı Şafilea Ahmed 2003 yılında 17 yaşındayken kaybolmuş ve 6 ay sonra cesedi bir dere kenarında bulunmuş. Şafilea’nın küçük kardeşi Alesha’nın 2010 yılında yaptığı ihbar sonucu annesi Farzana ve babası İftikhar Ahmed cinayetle yargılanmaya başlamış. Ailenin, batılı kızlar gibi kot pantolon giydiği için Şafilea’yı sık sık dövdüğü öğrenilmiş.

Sonunda ortaya çıkmış ki anne ile baba erkeklerle konuşmasına da kızdıkları Şafilea’yı “Pakistan’da yaşayan ve hayatında hiç görmediği kuzeni” ile evlendirmek istedikleri için çıkan bir tartışma sırasında öldürerek cesedini dere kenarına atmışlar ve kızları için “kayıp” başvurusunda bulunmuşlar (Haber, 5 Ağustos Sözcü gazetesi)..

Okurken “bir kızın öz ana-babasının bu kadar basit nedenlerden dolayı onu öldürebileceğini” aklı almıyor insanın değil mi? Aslında “aklını kaçırmamış olan” bir anne ve babanın hangi nedenle olursa olsun kendi çocuğunu öldürebileceğine inanmak mümkün değildir..

9 YIL SONRA ‘MÜEBBET HAPİS’

Ama işte buyurun, “namus” diye başlayıp “kendi çocuğu bile olsa” bir başka insanın ve özellikle kızların-kadınların “pantolonuna, gittiği sinemaya, dinlediği müziğe, konuştuğu arkadaşa, evleneceği kişiye kadar” her adımını hatta düşüncelerini kontrol etmeye kalkan yobaz kafalar sonunda sapıtıyor ve o noktaya varabiliyor. İngiltere gibi demokrasi, insan hakları, adalet kavramlarını yerine oturtmuş, modern, güvenli, saygılı bir toplumun içinde yıllarca yaşasalar bile o kafalar değişmiyor.

Bu olayı neden anlattım; kızlarını öldüren karı kocaya olaydan tam 9 yıl sonra verilen ceza nedeniyle.. MÜEBBET HAPİS.. Ne hafifletici neden, ne “iyi hal”, ne “tahrik”, hiçbir ceza indirimi yok.. Ve asla hiç kimse onları affedemez.. Hak ettikleri cezayı sonuna kadar çekecekler.

BİZDE İSE KATİLE ‘AF’

Türkiye’de ise bugüne kadar Şafilea’yla aynı sonu paylaşmış olan ve aileleri tarafından ya öldürülen veya intihara zorlanan kızların hiçbirinin katilleri “ömür boyu hapis” cezası almamıştır (nihayet yıllar süren çabaların ardından son bir yıldır bazı kadın cinayetlerine ağır ceza verilir oldu ama binde bir).. Alanları da “oy hatırına” çıkarılan aflarla bırakıyorlar zaten.. Düşünün, evladını, eşini öldürene ya da çocuk tecavüzcülerine af olur mu, Türkiye’deysen herşey olur kardeşim, “yok” yok.. Bir yanda katili affeder, toplumu da yeniden tehlikeye atar, öte yanda yıllar boyu hiçbir suç bulamadığı insanları zindanda çürütür..

Ağrı’da 16 yaşında evlendirilen ve cani kocası ile onun ailesi tarafından sürekli dayak ve işkence gören, hamileyken sokağa atıldığı için bebeğini karlar üzerinde ölü olarak doğuran, uğradığı şiddet nedeniyle aklını kaçıran.. O cani koca-kayınpeder ve kayınvalide tarafından 6 ay tuvalete zincirlenip aç bırakılarak öldürülen “çocuk gelin” Melek’i ilk olarak haberin çıktığı 27 Temmuz’da yazmıştım.

KADIN BAKANLIĞI’NIN GÖREVİ

Sonra 29 ve 31 Temmuz’da aynı konuya devam ederek “şiddetin bu boyutuna Kadın Bakanlığı’nın, Adalet Bakanlığı’nın, sivil toplum kuruluşlarının ve tüm toplumun sessiz kalamayacağını” tekrar yazdım.. 1 Ağustos ve 2 Ağustos’ta yazı konum yine “Melek ve onun gibi şiddetle yaşatılıp öldürülen” kızlar, kadınlar ve tabii “suçlulara en ağır cezaların verilmesi”ydi. Ülkenin onlarca yıldır ve yoğun olarak son iki yıldır devam eden bu büyük sorununa, kadınlar açısından bu dehşet haksızlığa, adaletsizliğe karşı çıkması ve “şiddetin azalması için her önlemi-yöntemi düşünmesi” en çok gereken kurum ise tabii Kadın Bakanlığı olmalıydı.

TÜM TOPLUM DUYMALI

Ben Bakanlıktan Melek olayı ve suçluların ağır şekilde cezalandırılmasını sağlamak için topluma bir açıklama, tepki beklerken Taha Akyol Hürriyet’te “Melek için bakan devrede” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda Bakan Şahin’le telefonda konuştuğunu, onun “Melek davasına Bakanlık olarak ‘müdahil’ olduklarını anlattığını, hayatını kaybeden Melek’in 2 küçük çocuğunun uzman raporuna göre ‘annelerinin ölümüne sebep olan dedeyle nineden alınacağını” yazdı.

İyi, güzel de Bakan Şahin’in bu açıklamayı (hem de 27 Temmuz’dan sonra günlerce Bakanlığa yapılan uyarılara rağmen) bir basın toplantısıyla veya en azından devlet televizyonu TRT’de bir açıklamayla direkt topluma yapması gerekmez miydi? Bunun yerine neden Taha Akyol’a yapıyor? O sormasaydı toplum öğrenemeyecek miydi? Açıklama yaptığı gazeteyi okumayanlar örneğin öğrenme hakkına sahip değil midir?

AİLE İÇİ TECAVÜZ

Daha sonra Bakan Fatma Şahin’in Ağrı’ya giderek Melek’in ailesini ziyaret ettiğini okuduk ama yine “Melek ve onunla aynı şiddeti yaşayan binlerce çocuk gelinin, kızın, kadının hayatını zindan eden canavarlar”a verilmesi gereken “en ağır cezalar”ı filan duymadık. Aynen Bakanlığın binlerce çocuğa zindanı yaşatan “aile içi çocuk tecavüzü” konusunu hiç ağzına almaması gibi.. Sadece “üzerine gideceğiz, peşlerini bırakmayacağız, en ağır cezalar verilecek” dense bile caydırıcı etkisi olabilir ama nedense “kadına karşı şiddet ve çocuk tecavüzü”ne ağır ceza bir türlü söylenemiyor..

SUÇ ‘ÖLÜME SEBEBİYET’TİR

Melek’in çocukları o insanlardan hayat boyu kurtarılmalıdır ama başka Melek’lerin olmaması için çalışmak en az bunun kadar önemlidir. Kadın Bakanlığı bu olayların takibini mutlaka toplumla paylaşmalıdır. Ve tabii öncelikle Ağrı Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturmayı neden “işkence, ölüme sebebiyet” değil de cezası sadece 3-8 yıl olan “eziyet suçu” üzerinden yürüttüğünü soruşturmalıdır.

Zira böyle giderse canavarlar yine kurtulacak ve yargı şiddet suçunu değil azaltmak iyice arttıracak!

Yazının devamı...

Diyanet nerede yahu?

Şimdi, bir tarafta iki gün önce bir bakanın konuşması sırasında yaptığı “Okulları camiyle barıştırmanın sırası geldi” açıklaması var. Çocukların, gençlerin dinini yeterince öğrenmesi elbette güzel bir şey ama zaten değiştirilen yapı ile okullarda din eğitimine yeterince ağırlık verildiği biliniyor. Ayrıca ibadet mutlaka okulda, işyerinde yapılacak diye bir şey de yok, isteyenin evinde yapamayacağını, bunun “dinen kabul görmeyeceğini” hiçbir kul iddia edemez.

Öte yanda Müslüman-Sünni okul çocukları camiye gönderildiğinde “her dinden, inançtan vatandaşı olan” laik-demokratik denilen devlet acaba diğer mezhep ve dinlere sahip öğrenciler için ne düşünecek, Sünni öğrenciler “camiye gitmeyen” diğer inanıştaki arkadaşlarına nasıl bir tepkiye sahip olacak, bunları hesaplayarak mı yapılıyor bu açıklamalar belli değil. Ama aşağıdaki “camideki konuşma” benzeri konuşmalar devam edecekse o öğrencilerin nasıl bir anlayışla yetişeceği gayet açıktır.

ERKEKLER ‘DEYYUS’SA KIZLAR NE?

Yozgat Müftü Yardımcısı Nasuh Yaylagül Cuma namazı vaazında “düğünde, eğlencede karısının, kızının oynamasına tepki göstermeyen, sokaklarda kızlarla konuşan erkekler” için “bunun adı deyyusluktur” demiş. “Konuşma” derken de “Lise caddesinde kızlarla oğlanların bir araya gelip konuşması”nı kastediyormuş. Yani öğrenciler aralarında sokakta konuşuyorlarsa erkekler “deyyus” kızları da siz düşünün nedir.. Onu söylemeye utandı artık herhalde.. Bu kafadaki müftü ve imamlar camileri kullanarak böyle baskılar ve “erkekleri bir düğünde danseden karısına, kızına bile namus bekçiliği yapmaya mecbur bırakan” hakaretlerle yakında gülmeyen, eğlenmeyen, her adımın suç olduğu, İran’dan, Afganistan’dan, Suudi Arabistan’dan beter, gençleri bile dengesiz ve mutsuz bir toplum yaratacaklar.

Vaazı dinleyenler İl Müftülüğü’nü arayarak şikayet etmişler ama kimi kime şikayet ediyorsunuz, zaten bir başkası da kısa süre önce iftardan bir grup genci kovmuş ve o şikayet de bunların eline gidecek.. Yozgat’taki olay münferit bir olay değildir, daha önce başka camilerde Cuma hutbelerinde neler söylendiğini, insanlara nasıl bir saygısızlık ve baskı yapıldığını duyduk. Çoğu da yazıldı.

Peki Diyanet İşleri yönetimi neyle meşgul acaba, bu müftüleri, imamları kendileri uyarmayacak ve “bir daha olmamasını” sağlamayacaksa kim yapacak bu işi? Devamlı olarak “duymaz ve görmez”i oynamaktalar ama kurumun başındaki soyadı “Görmez” olan Başkan aslında herşeyi gören, bilen biri, bunları da gördüğüne şüphe yok. Diyanet bu toplumun kurumu olduğunu göstermeli ve görevini yaparak topluma ve o işgüzarlara hitaben “bu tür saygısızlıklara, yobazlık aşılayan, hakaret içeren, ibadete gitmiş insanları rahatsız eden vaazlara izin vermeyeceğini” yaptırımıyla birlikte hemen açıklamalıdır. Sayın Mehmet Görmez’den bekliyoruz!



Suriye’de büyük yanlış içindeyiz!

Daha baştan itibaren üstümüze vazife olmayan bir iç savaşa müdahale edip (Batı ülkelerinden, ABD’den, BM’den bir hareket gelmeden önce) taraf olarak, Esad muhaliflerine açık destek vererek bize büyük tehlike yaratacak bir hata yaptık. Bu hata nedeniyle Esad Kuzey Suriye’den kaçarak orayı PKK’ya teslim etti ve bunu “Türkiye’yi cezalandırmak için yaptığını” da açıkladı. Daha önce “Siz bana isyan edenlere yardım ederseniz ben de PKK’ya ederim” demişti.

Suriye’deki durum Türkiye’de PKK’nın cesaretlenerek hedef büyütmesine ve “devrimci savaş başlıyor” diyerek Güneydoğu’daki saldırılarını arttırmasına neden oldu. Ve Türkiye hala aynı hatayı sürdürmekte.. İsrail basını Suriye Devlet Başkanı Esad’ın Türkiye’yi “muhaliflerinin elindeki Stinger uçaksavar füzeleri için” suçlayarak “muhaliflere silah yardımını kesmezlerse bende sınırdaki PKK militanlarına Rus yapımı SA-8 uçaksavar füzelerinden veririm” dediğini yazmış. Haberde Ankara’nın da “böyle bir durumun savaş anlamına geleceğini” bildirdiği yazıyor.

SINIRDA TEHLİKE

MHP Hatay Milletvekili Şefik Çirkin ise “En çok Hatay’ın risk altında olduğunu, Suriye’deki muhaliflerin elindeki uçaksavar füzelerin PKK’nın eline geçmesi halinde ise Türkiye’nin Güneydoğu’dan helikopter ve uçak kaldıramayacağını” söylemiş. O füzelere gerek yok, Esad Rus uçaksavar füzesi vereceğini açıklıyor. Rusya’da yanında olduğuna göre baştan düşünmemiz gerekmez mi zaten? Bir de üstüne Suriye’nin sınırdaki petrol kuyularını kapatmasına rağmen bizim aynı hızla devam etmemiz var (radyasyonlu çay içmiş ülkeyiz, korkmayız vesselam)..

Hükümetin hala olaylara “eski terörün aynısı” gözüyle bakmaktan vazgeçerek Suriye’deki hatalı dış politikaya son vermesi, Suriyelilerden önce kendi toplumunun, askerinin hayatını gözetmeye başlaması gerekiyor. Artık bu uyarıları Davutoğlu’na yapmanın anlamı yok ama geriye kalanlar bunu anlamak için daha nasıl bir işaret bekliyorlar ki?



Hayırlı bayramlar!

Sevgili okurlarım, hepinize ağız tadıyla geçecek hayırlı bayramlar diliyorum. Şehitlerimizin aileleri ve cezaevinde “tutuklu” olarak bekletilme haksızlığına uğrayan insanlarımızla aileleri, aile içi ve dışında şiddetle karşılaşan ve kendini yalnız-çaresiz hisseden yavrucuklarla kadınlar için asla “bayram” olmayacak biliyorum. Onlara da sabır diliyorum, Allah yardımcıları olsun!

Yazının devamı...

Pardon, hangi barıştan söz etmekteydiniz?

Güneydoğu karmakarışık, Şemdinli ve çevresinde, Tunceli’de PKK resmen “bağımsız bölge” uygulamalarına başlamış, asker, işçi, milletvekili kaçırmalar, yol kesmeler sıradan olaya dönüşmüş ve birileri hala “onlar aslında barış ve kardeşlik mesajı veriyor, anlamayanlar var” nakaratını tekrarlayıp durmakta.. Onlar mı çok romantik ve iyimser, biz mi aşırı gerçekçiyiz belli değil..

PKK’nın 15 Ağustos 1984’te başladığı kanlı saldırılarının 28’inci yıldönümü BDP milletvekillerinin de katılıp halay çekmesiyle kutlanmış. Şırnak-Cizre’de gösteri yapanlar polise ses bombaları ile saldırıda bulunmuş. Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde “Köylere Hizmet Götürme Birliği Başkanı” Ubeydullah Sancar PKK tarafından kaçırılmış (Kürt halkının temsilcisi olduğunu iddia eden PKK köylere hizmete karşı demek ki..) PKK bu kez de “Şemdinli çevresinde olanları izlemeye giden” BDP milletvekillerinin 50 araçlık konvoyunun önünü kesmiş ve “Burada ciddi savaş var, bu görülmeli, duyurulmalı” demiş. Gazetecilere de “çekin, herkes duysun” denmiş vs vs.. Fotoğraflarda BDP’liler bu “yol kesme” eyleminden hiç rahatsız görünmüyorlar, tam aksine pek eğleniyor gibi gülmekteler..

‘DEVRİMCİ HALK SAVAŞI’

Kısacası öyle bir tablo ki “at izi, it izine karıştı” sözü adeta bunun için söylenmiş, her şey karmakarışık.. Net olan bir şey var ama; CHP Miletvekili Hüseyin Aygün’ü kaçıran PKK’lılar ile Kandil’deki elebaşılardan Bahoz Erdal’ın konuşmaları.. İstihbarat birimleri konuşmaların şifrelerini çözmüş, Kandil şöyle diyor; “Artık yeni bir hamle süreci başlıyor. Zafere ulaşma ve Kürt özgürlük hareketinin en önemli aşaması olan ‘Devrimci Halk Savaşı’nı başlatıyoruz. Bu süreçte tüm birimler eylem yapmada kendi inisiyatifini kullanabilir”.. Ve mesajda “özellikle örgütün Tunceli ve Ovacık’ta daha etkin olmasının istendiği” de var..

Yani efendim, kim ne derse desin, hangi süslü lafların arkasına saklanırsa saklansın PKK “Türk devletiyle resmen savaşa girdiğini” söylüyor ve bunun adını koyuyor. Zaten son üç haftadır Hakkari’nin ilçeleri ileTunceli’de olanlar da, artık kanlı saldırıların yıldönümlerinin alenen şehirlerde yapılması da açıkça bu savaşı ortaya koyuyor.

FAŞİZAN BASKI

Hüseyin Aygün Savcılığa giderek kendisini kaçıranlardan şikayetçi olmuş ama onları “Kandil ve Öcalan’dan farklı gördüğünü” açıklamış. Şimdi daha önceki sözleri anlaşılır hale geldi ama öte yanda CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun kendisine arka çıkmasıyla ilgili olarak söylediği “İyi oldu, CHP nasıl bir yolda yürüyeceğini, ulusalcı, kafatasçı kişilerle, onların yapacağı eleştirilerle bir yol yürünmeyeceği görülmüş oldu” sözleri son derece anlamsız, yanlış ve aslında gayet faşizan bir baskı..

CHP “özgürlükçü” bir parti ise, milletvekilleri parti içinde ve dışındaki her eleştiriye saygı göstermek zorundadır. Herkes Aygün’ün söylediklerine katılmak zorunda filan değil, hele de böyle “kimin doğru söylediği” anlaşılmayan bir ortamda.. CHP’ye bu konuda mesaj gönderenlerin “sadece Aygün’ü destekleyen kısmına” mı itibar edecekler örneğin? Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır?

PKK’nın Kandil’den verilen mesajında “barış ve kardeşlik” değil, daha çok savaş var.. Bence tüm partiler ve siyasetçiler laf yarıştırmaya son verip derhal halkın ve askerlerin güvenliğine yoğunlaşmaları gerekiyor.



Bırakın da akıllarını korusunlar!

Perşembe günü başladığım “Özel yetkili kabusu” başlıklı yazıma dün devam ettim, bugün son bölümünü okuyacaksınız. Bu yazılarda “özel yetki” verilmiş bu mahkemelerin verdiği “MİT mensuplarıyla ilgili karara” Başbakan Erdoğan’ın karşı çıkarak özel yasa ile kararı geçersiz kılmasına, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “nerede duracaklarını bilmiyorlar, önlerine geleni içeri tıkıyorlar”, TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in “Yargı bağımsızdır ama sorumsuz değildir” demesine ve artık herkesin sabrı tükenmesine rağmen hala orada durduklarından söz etmiştim.

BULUNAMAYAN DELİLLER!

Bitmez tükenmez, aylar yıllar boyu sürmesine rağmen nedense hala “mahkum edecek deliller”in bulunamadığı bu soruşturmalar nedeniyle cezaevinde hayatını kaybeden insanlar olduğunu yazmış ve mahkemenin OdaTV davasında da (Balyoz’da olduğu gibi) iddiaları çürüten bilirkişi raporlarını hiç dikkate almamasını vurgulamıştım.

Soner Yalçın yine nefes almadan okunacak kadar ilgi çekici olan ve olayları detaylı şekilde anlatan son kitabı Samizdat’ta ancak “haftada bir 10 dakika telefonla görüşme, ayda iki kez kapalı spor salonunda 45 dakika spor yapma ve ayda bir kez ‘açık görüş’ hakları olduğunu” yazmış. Sanki tutukluların her biri bir “Öcalan”, kaldı ki ona bile çok daha fazla imkan tanınmıştır ve zaten İmralı’da olduğu dahi şüpheli deniyor.. Oysa bu insanların hepsi “iddialara dayanarak tutuklu”, hiçbiri “mahkum” edilmiş, bir suçtan hüküm giymiş, herhangi bir terör eylemiyle ilişkisi görülmüş değil.

Haydi yıllar boyu “hukuk dışı” şekilde onların özgürlüğünü alıyor, mahkum hayatı yaşatıyorsunuz ama hiç değilse “ayda değil haftada iki kez spor” yapma veya iki haftada bir “açık görüş” hakkı vermemenizin sebebi nedir? Böylesi bir haksızlığa uğramış olmalarının yanında bir de “akıl sağlıklarını koruma imkanı” bile tanımamak hangi hukukta yer alıyor acaba?

Yine bayram geliyor.. Şehit aileleri için olmadığı gibi “tutuklu”lar ve aileleri için de değil, dışarıda ve sorunsuz olanlara geliyor.. Özel yetkili mahkemelerin tutukladığı insanlar ve dahi (milli irade nin oylarıyla) milletvekili seçilmiş olanlar MİT mensupları gibi “özel kanun” çıkarılacak kadar şanslı değiller, o milletvekillerinin çıkarılması için de iktidar partisi milletvekilleri nedense MİT’çilere olduğu şekilde olumlu yaklaşım göstermediler. Geriye fazla seçenek kalmıyor, Bülent Arınç ve Cemil Çiçek’in eğer tepkilerinde samimi iseler- verdikleri ÖYM tepkisini artık “Adalet Bakanı” ile de konuşmaları çok iyi olacak..Bunu yapmak için de birkaç ay daha beklememeleri gerekiyor, zaman Silivri’nin susuz ve daracık hücrelerinde “özgür insanlarınki kadar” çabuk ve kolay geçmiyordur zira!

SAYGI DUYUYORUM

Bu arada, gerek Soner Yalçın’ın kitabını ve içerde yazılmış diğer kitapları okurken, gerek sivil-asker diğer tutukluların sessiz sabrını izlerken ve gerekse gittiğim “gazeteci duruşmaları”nda gösterdikleri metanete ve onurlu duruşlarına büyük saygı duyduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Karşılaştıkları dev haksızlığı bu şekilde, adeta “vatan görevi” sayarak karşılayabilmeleri inanılmaz bir başarı.. Helal olsun!

Yazının devamı...

Hüseyin Aygün olayı göründüğü gibi midir?

Çarşamba sabahından itibaren karşılaştığım herkes PKK tarafından kaçırılan CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonra yaptığı konuşmayı ve özellikle teröristlerden; “6-7 kişilik genç” veya “bu eylemi yapan genç arkadaşlar”, “onlar bu ülkenin çocukları” diye söz etmesini konuşuyor, okurlarım da aynı noktalardan rahatsız olduklarını belirtiyorlar.. Ben “ölüm tehlikesiyle karşılaşmış görünen biri”nin söylediklerine alışkanlık olarak fazla eleştirel bakmam, o nedenle ilk anda dikkat etmedim açıkçası ama biraz düşününce tepkileri ve sonra da MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural’ın vurgularını pek de haksız bulmadım..

Ayrıca “MHP böyle demiş, Şamil Tayyar şöyle demiş, “CHP’deki ulusalcılar tepki göstermiş”, “aman da ne ayıp ne ayıp” türü manşetler de beni hiç ilgilendirmez. Kendi sağduyum, görüşüm neyse odur, öylece yazarım.

KURGU, YAPAY GÜNDEM VS..

Bir de şu var tabii, son zamanlarda toplumsal bir paranoya yaratmaya yetecek kadar “göründüğünden farklı” gelişmeyle karşılaşmaktayız.. Bazı siyasi açıklamalar örneğin “gerçeğin tam aksi”ne inandırmak üzere yapılıyor ve tekrarlanıp duruyor. Bazı olay ve konuşmalar “yapay gündem” yaratıp dikkatleri başka noktaya kaydırmak üzere “kurgu”lanıyor. Bazıları “danışıklı dövüş” olarak ya da “danışıklı dövüş olmasına rağmen öyle değilmiş gibi” gösterilerek, bazıları ise “zaten olacak gelişmelere toplumu hazırlamak üzere”, mesela “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” gibi filan.. Sonuçta her halükarda “izleyenler” aptal yerine konmuş, sanal bir alemde yaşatılmış oluyor o başka.. Bu nedenle Aygün olayının arkasında da “partisinden bağımsız yapılan velakin partisini ister istemez okka altına gönderecek” şeyler aramak ya da “detayları incelemek” eleştirilemez. Eleştirilse de kendi bilecekleri iş..

ÇELİŞKİLER..

Öncelikle; Aygün’ün “CHP’yi bırakmamı ve bağımsız siyaset yapmamı istediler” sözü iktidar partisinin devamlı olarak “PKK’yı son derece alakasız şekilde CHP’ye yakın gösterme çabası”nı çürütüyor.. Ama arkasından gelen “Benden parlamentoda Kürt sorununun çözülmesi konusunda daha fazla rol üstlenmem için ‘ricacı’ oldular. CHP’nin izlediği politikaları beğendiklerini, Kürt sorununun çözümünde olumlu olduğunu ama bütün partilerin daha çok çaba harcaması gerektiğini söylediler” cümleleri ilk cümleyle tamamen çelişki içinde.. Asker olsun, dağdaki olsun ölen bütün çocukların, bu ülkenin çocukları olduğunu ve bu savaşı başta kendilerinin anlamsız bulduğunu söylediler. Çatışma ortamına son verilmesi için emek sarf etmemi istediler. Bu eylem aracılığıyla Türk kamuoyuna barış ve ateşkes mesajı vermek istediklerini söylediler” cümleleri ise ayrı bir olay..

CHP’nin bu konuda bir politikası duyulmadı, hatta Başbakan Erdoğan “Teröre çözümü birlikte konuşalım, önerileri getirin doğru bulursak biz de destekleriz” diyen Kemal Kılıçdaroğlu için defalarca “görüşme istediler, görüştük, bir öneri getirmediler” dedi. Bu durumda PKK hangi “politika”yı beğenmiş ve olumlu bulmuş oluyor? “Bütün partilerin daha çok çaba harcaması” derken AKP’nin tek başına başlattığı “açılım”ı, görevlendirdiği MİT’in Oslo’da PKK ile görüşmelerini, bu nedenle ve herhalde “yeni anayasa için verilen sözlerle” referandumdan önce PKK’nın “eylemsizlik” başlatıp seçim sonrasına kadar devam ettirdiğini nereye koymuş oluyor?

Demek istediğim şu ki PKK birinin politikalarını beğenecekse daha çok AKP’nin politikalarını beğenmesi beklenirdi, zira tüm kontrol onların elindeydi..

TESADÜF MÜ, HİLE Mİ?

Tesadüfe bakın ki Hüseyin Aygün’ün “Bu kaçırma eylemini yapan genç arkadaşlar bu ülkenin çocukları” sözüyle, yine kendisinin “Beni kaçıranlar ‘asker olsun, dağdaki olsun ölen bütün çocukların bu ülkenin çocukları olduğunu’ söylediler” sözü birbirinin tıpatıp aynı.. Aygün iki gün içinde birebir onların ağzına mı sahip oldu ya da ‘baştan beri zaten görüşleri bu kadar, ancak bir BDP’lide görülecek kadar mı örtüşüyordu, yoksa gerçekten garip bir tesadüf ya da hile mi var ortada? Zira bu sözler bal gibi (zaten şimdiye kadar partisiyle PKK bağlantısı kurmak için gayret göstermiş olan) rakip siyasetçiler, rakip parti tarafından kullanılacaktır. Seçimde bile mutlaka kullanacaklardır. Bunu bilmez mi Aygün?

Yetmiyor, arkadan (Oktay Vural’ın “Dersim değil, Tunceli” dediği) Dersim vurgusu geliyor. “Yeni CHP’nin Dersim Milletvekili olmaktan gurur duyması”.. Bunun milliyetçilikle filan alakası yok ama Neden Tunceli değil de Dersim, böyle deyince PKK’nın hoşuna mı gidiyor, ondan mı? Sonra madem ki bu PKK “çatışmayı anlamsız buluyor, Kürt sorununun çözümü için Meclis’te 4 partinin ‘medeni’şekilde bir araya gelmesini istiyor, barış ve ateşkes mesajı veriyor” da kesintisiz olarak yollara mayın döşemeleri, karakollara saldırmaları , yollardan geçen askeri araçları bombalayıp insanları öldürürken bir de seyretmeleri, bunlar nedir?

AYGÜN ‘KÜRT SORUNU’NU AÇIKLASIN

Ya PKK lideri Karayılan’ın “Şemdinli yolları bizim kontrolümüzde, dediklerimiz yapılmazsa terörü Kuzey Kürdistan’ın (Güneydoğu için diyor) şehirlerine, metropollere yayarız” tehditleri, çizdikleri haritalar ne? Yani Hüseyin Aygün’ün hala, hele de Suriye’nin kuzeyi PKK’nın (ve Barzani’nin) eline geçtikten sonra değişen durumda “Kürt sorunu” dediği nedir, o sorunun çözülmesi için şartları neymiş ülkenin “devamlı şehit vermemize sebep olan ve asla silah bırakmayacaklarını her fırsatta söyleyen” çocukları bunu açıklamamışlar mı? Aygün’ün kendisi bilmiyor mu?

“Barış istemek” tabii ki güzel bir şey de “neyin savaşı” bu, onu kim söyleyecek? Hüseyin Aygün’ün ve şimdi tam bir kara mizah örneği olarak PKK’nın söz ettiği “barış ve ateşkes”in karşılığı ne, Türkiye terörden kurtulmak için hangi bedele zorlanıyor?

Artık hiçbir duyduğuma inanmıyorum ben, inanlar varsa kutlarım hepsini!



‘Özel yetkili’ kabusu! (devam)

1 Ağustos’ta Cumhuriyet’te Hikmet Çetinkaya sütununu Soner Yalçın’ın “İddianamede silah yok, bomba yok, cinayet yok, eylem yok. Mahkemede hakimler bana sadece ‘o haberi nasıl yaptınız’ veya ‘o röportajı niye yayımladınız’ sorusunu yöneltti” dediği ve meslektaşlarına yazdığı mektuba ayırmıştı.. Şöyle devam ediyordu mektup: “İşte suçum bu... Soru sormak, gerçeği aramak, hakikati yazmak. Yani mesleğimi yapmak(...) Sevgili dostlar, evet siz benim ‘suç’ ortağım sınız! Sizi harekete geçmeye çağırıyorum. Yalnız olmadığımı gösterin. Sessizliğe mahkum edilişime son verin. Sesim olun, kalemim olun. Yıkın yalanlarla örtülü şu zindanın dört duvarını. Yoksa... Ben yine; toprağa, çiçeğe, ağaca ve en dayanılmazı 12 yaşındaki oğlumun kokusuna hasret; insani niteliklerimi kaybetmem için yoğun tecrit uygulanan cezaevindeki koğuşumda kendimle konuşmaya devam edeceğim: Kimse var mı orada? ..”

Ve mektup şu cümleyle başlamış: “Günde 17 saat su verilmeyen, 24 saat aydınlanma lambalarının açık olduğu ve her anımın 2 kamerayla izlendiği cezaevindeki koğuşumda bazen kendimi bu sözü söylerken yakalıyorum: Kimse var mı orada?”

SIRADIŞI OLAN CEZALANACAK !

Onu şahsen tanımıyorum, hiç tanışmadık ama yazılarından ve kitaplarından elbette iyi tanıyorum.. 2 yıl önce tutuklandığında Hürriyet gazetesinde olağanüstü güzellikte yazılar yazmaktaydı ve ben bu yazılardan köşeme ve TV programıma defalarca alıntı yaptım.. Soner Yalçın’ın (bazı yazı veya kitaplarını eleştirebilir, hatta kızabilirsiniz ama) mesleki yeteneği ve birikimi bence tartışılamaz, zira bunları tartışmak için “daha iyisi” olmak gerekir ki biraz zor..

Peki bir devlet “normal şartlar ve normal bir yargı olsa” böyle sıra dışı insanlarını (ki örneğin Mehmet Haberal gibi dünya çapında bir profesör, Fazıl Say gibi dünya çapında bir sanatçı da nasibini aldı) özellikle başarısına pişman etmek ister gibi cezalandırır mı?

Soner Yalçın’ın Ergenekon adlı gizli örgütün üyesi olduğuna delil olarak “sahibi olduğu odatv.com bilgisayarında devlet güvenliğini ilgilendiren Word dosyalarının bulunması” gösterilmiş.

Bunların “odatv’ye ait olmadığı, bir virüsle gönderilmiş olduğu” ise bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş. Ve aynen “askerlerle ilgili Balyoz davasında olduğu gibi” bu raporlar göz ardı edilerek her duruşmada “TUTUKLULUĞUN DEVAMINA” karar veriyor hakimler, işkence sözüm ona yasak ama bu işkence serbest.. Bilirkişi raporları yok sayılacaksa neden isteniyor, kafadan mahkum edin gitsin..“Masumiyet Karinesi” tersyüz edildi ya, artık “iddia eden ispatla mükellef” değil (her ne kadar Başbakan bunu tekrarlasa da), tam tersi ve üstelik ispatlasan da dinleyen yok. (Devam edecek)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.