Şampiy10
Magazin
Gündem

AB kaygı duyarsa ne olur acaba?

ABD karşıtlığında Avrupa birincisi çıkmışız.. Üstelik ABD merkezli bir Alman fonunun yaptığı araştırmanın sonucuna göre Türkler ne ABD’ye, ne AB’ye, ne de NATO’ya güveniyormuş.. Bu gidişle “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözü doğru çıkacak zaten, kısacası böyle düşünmekte hiç de haksız değiliz..

AB onlarca yıldır bizi üyelik için oyalayıp durdu, Türkiye’yi oyalar ve kusur üstüne kusur bulurken aday olan her ülkeyi almakta sakınca görmedi, Türkiye’nin zararına olacak, hatta ifade özgürlüğünü ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldıracak her gelişmeye göz yumdu ve hatta “referandumda yaptığı gibi” destekledi.. Türkiye’de onlarca yıldır süren terör eylemlerini görmezden gelirken neredeyse terör örgütüne destek verdi..

PKK TERÖRÜNDE PARMAĞI VAR

ABD deseniz kendi BOP’u uğruna, Orta Doğu ülkelerine istediği şekli vererek daha kolay kontrol edilecek hale getirmek uğruna ve tabii aklınca Türkiye’nin laik-demokratik rejimini onlara örnek “ılımlı İslam rejimi” haline dönüştürerek İslami terör korkusundan kurtulmak uğruna Türkiye ile istediği gibi oynadı.. PKK’ya ve Barzani’ye el altından destek verir, Kuzey Irak’ta onları güçlendirirken bir yandan da Türkiye’yle “teröre karşı işbirliği” yapıyor göründü.

CİRİT ATAN MÜLTECİLER, AJANLAR

Büyük oyunlarının sonuncusunu Suriye iç savaşında Türkiye’yi piyon yapmaya çalışarak oynadı. Kendisi kenara çekildi, “Siz bu işi daha iyi yaparsınız” diye Türkiye’yi öne sürdü.. Kendi gazeteleri, kendi tarihçileri bile “Türkiye bu tuzağa düşmemeli” diye uyardı ama dinlemedik.

NATO deseniz, kime ne yararı dokunmuş ki bize dokunacak? Ve bu durumda biz hala Suriye’den, Afganistan’dan, Irak’tan, İran’dan mülteci almaya, bu on binlerce sığınmacıyı Hatay’dan başkentimizin göbeğine kadar yığmaya, isteyenin “kaçak olarak” bu ülkede cirit atmasına, isteyenin Suriye’ye gidip savaşarak geri dönmesine izin veriyoruz.. ABD ve diğer ülkelerin ajanları deseniz onlar için cennet bir başıboş ülke burası..

Peki bu durumda başka bir toplum olsa kime güvenirdi ki biz güvenelim? Ama artık şöyle de bir durum mevcut; güvensek ne olacak, güvenmesek ne olacak, atı alan Üsküdar’ı geçiyor zaten..

HANGİ ÖZGÜRLÜK PARDON?

Dün Avrupa Birliği Komisyonu’nun gelecek ay açıklayacağı “Türkiye İlerleme Raporu”nda yer alan “basın özgürlüğünün teminat altına alınması en önemli koşullardan biri. Bu konuda Türkiye’deki durumdan duyduğumuz kaygı artıyor” vurgusunu görünce gülmekten kendimi alamadım.. Sanki bu konuda Türkiye’de ne sıkıntılar yaşandığını bilmiyormuş gibi, sanki raporlarını yıllardır uzaydan yazıyorlarmış gibi aynı sözleri tekrarlayıp duruyorlar.

Kaygıları daha hangi noktaya kadar artabilir acaba? Son noktaya artarsa örneğin, ne yapmayı düşünüyorlar? Referandum öncesinde kendi ülkelerinin hiç birinde izin vermedikleri “HSYK’nın ve dolayısıyla mahkemelerin tümüyle siyasi gücün kontrolüne geçmesi, başında bir bakanın olması” halini Türkiye’de teşvik eden bir AB’nin artık konuşmaya hakkı bile yoktur.

Biz kendimize güvenelim ve aklımızı kullanalım, AB ve ABD’den hayır beklemeyelim, gelmeyecek çünkü.. Bence şu garabet raporlarını da kendilerine saklasınlar artık!



Bu kadınlar evinde otursun!

Erzurum Girişimci Kadınlar Derneği Başkanı Zekiye Çomaklı “Çalışma Hayatında Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi” konulu konferansta eşitlik geliştirmiş!! Hem de nasıl.. Dinleyenlerine hayretten küçük dillerini yutturarak..

“Belli makamlara kadının oturması hatadır” buyurmuş.. “Kadın vali, kaymakam olmamalı. Yumruğunu vurdu mu ses getirmeli. Her makam kadının makamı değil” buyurmuş.. Öncelikle kendisine derhal istifa edip veya üyeler tarafından ettirilip evine dönmesini önerebiliriz.

Zira ona ve onun kafasındakilere “efendim bu ülke ne çekiyorsa yumruk vurduğunda ses getirenlerden ve onları bir şey yapıyor sanıp destekleyenlerden çekiyor. Önemli olan yumruk değil, başarılı, akıllı çalışmalar ve uygulamalardır” demenin..

“Zaten bu ülkenin en büyük sorunu şiddet, ne konuşuyorsunuz? Yumruk demeden önce kadınların, küçücük kızların başına gelenlere bakın” demenin de bir yararı yoktur.. Bu dersleri Zekiye Çomaklı ve benzerlerine kim veriyor bilmem ama söz konusu konuşma onun başında olduğu derneği de bağlıyor, bu nedenle eğer “başkanlarını” değiştiremiyorlarsa bari “isimlerini” değiştirsinler.



Utanmazlar!

Samsun’da koruyucu ailesiyle birlikte otobüse binerken 10 yaşındaki A.T’yi elle taciz eden 43 yaşında ve 3 çocuklu adam 3 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılmış. Hiç değilse ceza vermişler diye sevinmek zor, çünkü büyük ihtimalle nedenler bulunarak serbest bırakılacak ve yaşına, 3 çocuğuna bakmadan, utanmadan rezaletlerine devam etmesine izin verilecektir.

Aynen diğer çocuk taciz ve tecavüzlerinde olduğu gibi.. Aynen “aile içi tecavüz”lerin lafı bile edilmediği, 21’inci yüzyılda mağara devri ilkelliğini sürdürmemiz gibi.. Bir yanda bu olaylar, diğer yanda “maganda kurşunu”yla hayatını kaybeden çocuklar ve ceza verilmeyen magandalar “yuvarlanıp gidiyoruz” işte..

Ve öte yanda “cinsiyet eşitliği, kadın istihdamı vs vs” toplantıları yapılıyor. Bırakın Allah aşkına, kimi kandırıyoruz ki? Kadınlar “önce şiddeti çözeceğiz” demeden bu iş asla yürümez, bilelim bunu!

Yazının devamı...

Suriye’de taraf olmak Meclis kararı olmalıydı!

Dün önemli haberlerden biri Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit’in Konsey üyeleri tarafından Hatay’da yapılan incelemelerin sonucunu açıklamasıydı.. Hatay’daki gelişmeleri ve kendilerine gelen şikayetleri yerinde görüp incelemek üzere Antakya’ya giden Basın Konseyi Yüksek Kurul üyeleri orada düzenledikleri basın toplantısında “Özgür Suriye Ordusu” adı altında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a karşı savaşan muhaliflere ‘Sağlık Bakanlığı’na ait ambulanslarla silah taşındığını’ gösteren fotoğrafların ellerinde olduğunu söylüyor.

GECE TÜRKİYE, GÜNDÜZ SURİYE..

Hatay’da bulunan kampta kalan Özgür Suriye Ordusu mensuplarının gece kampta kalıp gündüz savaşmak için Suriye tarafına geçtiklerine dair duyum aldıklarını belirten Yüksek Kurul Üyesi Tufan Türenç; “Oynanan çok büyük bir oyun olduğunu, bu oyunun hem Hatay’ı hem de Türkiye’yi kapsadığını, Suriye halkının mevcut rejimin korunması için çabaladığını çünkü rejimin sona ermesinin Müslüman Kardeşler’in ülkeye şeriat getirmesi demek olduğunu ve ‘Suriye politikasını gözden geçirmediği’ takdirde Türkiye’nin başının çok ağrıyacağını” söylüyor.

Suriye’de neler olduğu, rejiminin ne olacağı bizi belli bir noktaya kadar ilgilendirir.. Zaten daha ilk anda ABD’nin gazıyla öne atılarak, sanki onca dünya ülkesi arasında sadece biz Suriye’de olaylara yön vermek zorundaymışız gibi başımıza dert açacak adımlar attık. Kendi vatandaşlarımız PKK’nın mevcut halinde yeterince terör tehlikesiyle karşı karşıya değilmiş gibi kendi işimize yoğunlaşacakken “Suriye, Suriye” diye tutturduk. Açıktan açığa Esad muhaliflerinin yanına geçerek Esad’ın da PKK’ya Kuzey illerini teslim etmesini ve böylece kat kat güçlenerek Türkiye’de eylemlerini arttırmasını sağladık.

Hatay’da bulunan muhalifler “gece kamplarda kalıp gündüz Suriye’ye geçerek savaştıklarını” kendi ağızlarıyla anlattılar, “Türkiye’nin onlara silah sağladığı ve hatta eğitilmelerine yardımcı olduğu” defalarca haber oldu.

UYARILARI DİNLEMEDİK

Birçok uzman “Türkiye’nin Suriye savaşına karışmasının kendisi için felaket doğuracağını” söyleyerek bizi uyardı ama hiçbir yararı olmadı, aynı şekilde devam ettik, ediyoruz. Bu yaptığımız büyük hatayla “2’nci Dünya Savaşı’na girmekten akıllıca kaçınmış olan” ülkemizi neredeyse savaşın eşiğine getiriyoruz.

Basın Konseyi’nin inceleyerek gördükleri, açıklama ve uyarıları son derece yerindedir ve önemlidir. Eğer Esad muhalifi güçlerin “Suriye’de savaşıp Türkiye’yi üs tutmasına” destek verilmesi düşünülmüşse, Sağlık Bakanlığı’na ait ambulanslarla silahlar gizlice taşınacağına bu mutlaka TBMM’de tartışılmalı, karar öyle alınmalıydı.

Türk askerlerinin şehit olmasına, tehlikenin şehirlere kadar sıçramasına neden olan PKK terörünü arttıracak adımların sadece Hükümet kararıyla atılması, yapılanların halktan gizlenmesi doğru değildir. Geri dönüşü ne kadar mümkündür bilemeyiz ama Hükümet’in Suriye politikasını hemen değiştirmesi ve Hatay’daki muhaliflere yardımı da kesmesi gerekiyor. “Afyon’daki cephanelikte gece sayılan silahlar acaba onlara mı gidiyordu” diye gerçekten merak ediyor insan şimdi!



İşte hayran olunacak siyasetçi tipi!

Babam da sözünü sakınmayan ve “particilik” yerine ve önüne “ülke çıkarını, vatandaşların geleceğini” koyan bir siyasetçi olduğu için bu konu hep dikkatimi çeker. Parti liderinin sözünden çıkamayan, o ne diyorsa kabul eden ve görüşlerini açıklamaktan da “aman bir daha seçilemem” diye korkan kişi siyasetçi değil “memur” sayılır bana göre..

Ve bu devletin, bu milletin parasını “bir veya birkaç dönem” milletvekilliğini liderinin kararıyla kazanması da hiçbir anlam ifade etmez. Aslında böylelerinin o maaşları ve sağlık imkanlarını ömür boyu alacak olması da ayrıca haksızlıktır.

‘TARTIŞILMAZ DEĞİLİM’

TBMM Başkanı Cemil Çiçek memur değil “siyasetçi” olduğunu “görüşlerini özgürce ve gerektiği gibi” açıklayarak gösteriyor. Son konuşmasına bayıldım.. “Teröre karşı milli mutabakat” önerisi ile ilgili olarak; “Türkiye’nin alışkanlığı konuya değil, konuşana bakarlar. Ben tartışılırım, tartışılmaz değilim ama yürek yakan olaylar olmaya devam ediyor. Beni tartışmakla ne geçecek elinize” demiş.

Öncelikle Başbakan Erdoğan’ın terörle ilgili bir “milli mutabakat” istemediği, tüm kararları kendisinin vermesini tercih ettiği TBMM’yi toplayarak muhalefet partileriyle bile konuyu tartışmaya karşı çıkmasından belli ve Çiçek bu çıkışıyla “aynı fikirde olmadığını” göstermiş oluyor. Sonra “Ben tartışılırım” diyerek eleştirilere açık olduğunu, bunları tepkiyle karşılamayacağını, gücünü kullanarak eleştirenlere zarar vermeyeceğini anlatarak “demokrasiye saygılı” bir siyasetçi olduğunu anlatıyor.

Ve bir de Afyon Valisi’nin 25 şehitten hemen sonra Genelkurmay Başkanı’na plaket vermesi için “Hoş olmadığında herkes hemfikir. Valiler plaket yağcılığını bıraksın” diyor ki bu sözler de yine Başbakan Erdoğan’ın “Vali ile Genelkurmay Başkanı’nı eleştirenlere” kızmasının tam aksi bir tutum..

Son yıllarda özlenen siyasetçi örneği değil mi sizce de?

Yazının devamı...

Paris’ten Başbakan’a mektup!

Suriye’deki iç savaşa herkesten önce müdahale ederek, açıkça taraf alarak ve böylece PKK’nın gücünü ve özgüvenini arttırarak yaptığımız hata Türkiye’yi daha da büyük sıkıntıya soktu.. ABD ve Birleşmiş Milletler bizi yalnız bıraktı, PKK ile diğer terör örgütleri eylemlerini aralıksız sürdürür hale geldi..

Biz Güneydoğu’daki PKK yayılmasıyla, saldırılarıyla uğraşırken terör İstanbul’a sıçradı.. Dün İstanbul Sultangazi Polis Merkezi’nde bir canlı bomba tarafından patlatılan bomba sonucunda 1 polis memuru şehit oldu, 8 kişi yaralandı. İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın olayı anlatırken neden gerek duydu bilinmez “Hangi terör örgütü olduğunu şimdilik söylemeyelim” demiş ama DHKP-C isimli örgüt saldırıyı üstlenmekten çekinmemiş.

MODASI GEÇMİŞ YA DA GEÇMEMİŞ..

Aslında tabii Emniyet Müdürü örgütün adını gizlemeye kafa yoracağına İstanbul’un göbeğindeki karakollarda en iyi önlemleri nasıl alacağına kafa yormalıydı.. Bu saldırılarda artık enteresan şekilde İçişleri Bakanı veya Milli Savunma Bakanı yerine başkaları açıklama yapıyor, nitekim Cumhurbaşkanı Gül saldırıyı “Modası geçmiş ideolojiler peşinde koşan terör grupları tarafından yapılan bu menfur saldırıyı kınıyorum” sözleriyle kınamış..

Oysa eğer ortam müsait hale gelmişse, devlet kendi toprakları, illeri, ilçeleri içinde güvenlik zafiyetine düşmüşse o grup, bu grup, o ideoloji, bu ideoloji fark etmez.. Kim nerede eylem yapmak istiyorsa oraya saldırır, kaldı ki bu örgütlerin işbirliği yapma ihtimali de hiç az değil..

İSTİFA ETMELERİ GEREKİR

Haydi sorumlular sınır karakolları için mazeretler öne sürüyor “hepsini yenileyemedik” benzeri sızlanmalarla veya başkalarını suçlayıp dikkatleri dağıtarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor, Afyon’daki cephanelik patlamasında daha inceleme yapılmadan bir bakan çıkıp “terör değil, kaza” diyor. Peki ülkenin mega kenti İstanbul için ne diyeceğiz?

Mesela PKK lideri büyük şehirlerdeki militanlarına açıkça terör çağrısında bulundu, bu durumda büyük kentlerde ve tabii öncelikle güvenlik güçlerinin karakollarında, araçlarında, tabii ki cephaneliklerde had safhada önlem alınmalı değil midir?

DHKP-C daha Haziran ayında İstanbul’da iki ayrı polis merkezine saldırıda bulunarak başka şehitler vermemize neden olmuştu, 2 ay sonra yine aynı olay yaşanıyor, yine can kaybı oluyor. “Afyon’daki saldırı ve 25 şehit” nedeniyle nasıl ki Genelkurmay Başkanı’nın istifası gerekiyor ise İstanbul’da üç ay içinde üç saldırıda verilen şehitler nedeniyle de İstanbul Emniyet Müdürü’nün istifası gerekir, bunun lamı cimi yoktur ve bir başka ülkede asla koltuklarında oturamazlar.

KINAMAKLA OLMUYOR!

Hükümetin “terörle ilgili çözüm ve önlemlerini, uyarılarını halka açıklama zamanı” gelmiştir, Bakan veya Cumhurbaşkanı yerine asıl sorumlular bu açıklamayı gecikmeden yapmalıdır. Yıllardır, bugüne kadar “kınayarak” geldik, hiçbir şey değişmedi, zarar daha da arttı, artık kınamayı bırakıp çözüme gelelim.

SİZ DE ÖNDE SAVAŞIN!

Paris’te yaşayan okurumuz Abdullah Emiroğlu “Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektubun” kopyasını bana da göndermiş. Son derece ilginç ve güzel bir önerisi var. Uzunca mektubun bir kısmını alıyorum;

“Sayın Başbakanım;

Savaşlarda padişahlar, komutanlar en önde savaşırlardı. Gelin siz de önde savaşın, Doğu’ya askerimizi, polisimizi göndermek yerine Ankara oraya gitsin. Diyarbakır’ı başkent yapalım. Madem orası bizim, gelin oraya yerleşelim. Her şehre bir bakanlık kuralım. Düşünün Diyarbakır’ın başkent olması ne demek, bu sayede Doğu’nun, Doğulu’nun nasıl değiştiğini göreceğiz (...) Önerimi tartışın, Arap ülkelerini tek tek yediler, sonra sıra bize gelecek (...) TV’ye çıkan laf ebelerine boş verin, lafla peynir gemisi yürümüyor.”

Nasıl, sizce de iyi değil mi? Hem böylece iktidar ve muhalefet partileri arasındaki “Sivas’ın ötesine ben geçtim, sen geçtin” söylemleri de biter, TBMM’de, Hükümet’de kimler geçiyor görülür, yalnızca gencecik askerlerin bebeklerini beşikte bırakarak Güneydoğu’ya gönderilmesi haksızlığı son bulur.. Acaba Başbakan bu mektubu alınca “hiç de fena fikir değil” demiş midir?



Bu nasıl esirlik?

Her PKK saldırısında onlarca masum asker (masum çünkü çözüm onların elinde değil ve saldıran taraf da onlar değil) hayatını kaybederken bir siyasi partinin PKK’ya arka çıkması çok acı doğrusu.. Bunun tutar tarafı da yok..

“Gerilla” diyorlar, bu da baştan ve toptan yanlış, gerilla “bir toplumun kendine ait toprakları işgal edilmişse o işgale karşı mücadele veren savaşçılar”a denir (mesela IRA için belki geçerlidir), Türkiye’de bir işgal durumu hiç olmadı, tam aksine Türkiye topraklarında durup dururken hak iddia edenler ortaya çıktı. Suriye olayından ve orada ele geçirdikleri kentlerden sonra da bu talep yükseldi.

Bu nedenle ben “terör iki tarafın birbirini anlamamasından kaynaklanıyor” yorumunu da doğru bulmuyorum, zira her şey ortada, anlaşılmayan yok.. Bugüne kadar “Kürt sorunu” adı altında getirlen sorunun ne olduğu artık açıkça ifade ediliyor. Nitekim herhalde Oslo’da da ifade edilmiş olmalı ki bir anlaşma sağlanamadı.

Pazartesi günü “Hampiri Kumpiri” adıyla yazan yorumcumuz şöyle diyordu; “VATAN haber portalında Diyarbakır’da düzenlenen sözde Kürdistan İslam Konferansı’nın haberi var. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve BDP Milletvekili Ahmet Türk ‘Kürt halkı esir yaşıyor, bir gün mutlaka özgür Kürdistan kurulacak’. Birisi Atatürk’ün Meclisi’nde vekil, diğeri belediye başkanı.. Bu nasıl esirlik?”

Olayın özeti bu işte, değilse ne istediklerini ve hangi hakla istediklerini açıklasınlar!

Yazının devamı...

Milletvekili TBMM demektir!

Başbakan Erdoğan yine son konuşmasında da “medyaya ve ana muhalefet partisine” kızmış.. Artık “demokrasilerde medya da, muhalefet partileri de aynen iktidar partileri gibi ‘düşündüğünü ifade etme’ özgürlüğüne sahip olmalıdır. Onların konuşamadığı, görüş bildirmelerine açıkça karşı çıkılan bir rejime demokrasi denmez” gibi hak aramaların da anlamı yok, çünkü hiçbir şeyi değiştirmiyor bu..

Türkiye böyle bir dönemi yaşayacak demek ki, konuşmanın, uyarmanın yararı da olmayacak.. Ama en azından hakaret ve “olmamış şeyleri olmuş gibi gösterme”den vazgeçilmeli, en kötüsü bu.. Mesela bir başbakanın ağzından TBMM’nin onurunu, vatan sevgisini, bağlılığını bir kalemde yok edecek şekilde particilik yapılarak; “Bakıyorsunuz terör örgütünün başında olanlar sürekli olarak AK Parti’nin yetkililerini tehdit ediyorlar, neden? Çünkü biliyorlar ki terör örgütü ve uzantısının ‘siyasette bölgedeki karşısında olan tek parti’ AK Parti’dir” dendiği anda CHP ile MHP direkt olarak terörün yanında gösterilmiş olur ki bu çok büyük bir haksızlık, çok büyük bir hatadır.

BU KONUDA ‘POLİTİKA’ OLMAZ

Başbakanlar “Erdoğan’ın da seçim akşamı yaptığı konuşmada söylediği gibi” herkesin başbakanı olmalı, politika yaparken bile ülkenin çıkarlarına, diğer partilerin ve Meclis’in saygınlığına zarar vermemeyi gözetmelidir. Her zaman hatırlattığım gibi “CHP ile MHP’yi PKK ile aynı çizgide göstermeye çalışma, böylece AKP’nin “teröre karşı olan tek parti” olduğunu topluma empoze etme gayreti “referandum öncesi”nde başladı, “seçim öncesi”nde devam etti, şimdi ise henüz seçim yaklaşmış olmamasına rağmen ortada “Suriye ve PKK konusunda ciddi siyasi yanlışlar” bulunduğu için, dikkatleri diğerlerine çekme amaçlı olarak yine yapılıyor.

Oysa referandum ve seçim sürecinde PKK ile MİT görüşmeleri, terör konusunda ortak bir çözüm arama çalışmaları “Hükümet’in isteğiyle” yapılmaktaydı ki Başbakan MİT’in yargıyla sorunu sırasında bunu söyledi. Habur’dan gelen ve serbest bırakılan PKK’lılar da yine Hükümet’in isteğiyle geldiler.

GERÇEKLE İLGİSİZ SUÇLAMALAR

Durum böyle iken dönüp yukardaki sözü söylemek veya Ana Muhalefet Partisi için hiçbir dayanağı olmayan, olması da mümkün olmayan ama zihinlere “yanıltma olarak” kazılmak istenen “Terörün uzantısı bir partiyle el ele, kol kola miting yapan Ana Muhalefet Başkanı” suçlamasını yapmak gerçekten hiçbir siyasetçiye yakışmaz.

Başbakan Erdoğan “CHP Milletvekili kaçırıldığı zaman konu medyada çok fazla işleniyor. AK Parti il başkanı veya il başkan yardımcısı şehit edildiği zaman, ilçe başkanı kaçırıldığı zaman gazetelerin kenar köşesinde haber çıkıyor. Onlar siyaset yapmıyor mu, benim il başkanım siyaset yapmıyor mu” demiş. Elbette her vatandaşın, her siyasetçinin olduğu gibi bir partinin il başkanının veya yardımcısının hayatı da, kaçırılması da çok önemlidir. Cezaevlerine atılarak orada unutulan insanların hayatı da çok önemlidir, bu toplumun her bireyi aynı önemde olmalıdır.

Ama.. Başbakan takdir etmeli ki; bir milletvekili kaçırıldığında o eylem “TBMM’ye yapılmış, terör örgütü artık doğrudan Türkiye’nin Meclis’ini hedeflemiş” demektir ve elbette medya açısından farklı bir önem taşır.

Aynı konuşmada PKK liderlerinin “Ak Partili milletvekilleri bölgeye giremeyebilirler” sözüne değinirken söylediği “Bu tür kuru tehditlere pabuç bırakmayız. Biz şu anda Eyüp sabrındayız. Bir yere kadar sabrederiz, ondan sonra şapkaları farklı olarak değişiriz” sözü ise insana “Eh artık Eyüp sabrını bırakmanın zamanı çoktan geçti, bu örgüt kanlı eylemlerine ve Güneydoğu’da savaş havası yaratmaya ara vermiyor. Dün de Diyarbakır’da bomba alarmı verilmiş, daha ne bekliyorsunuz”u düşündürüyor..

Kısacası; Konuşurken hatta suçlama yaparken bile adil olmak çok önemlidir, siyasetçiler başkalarını suçlamadan önce özeleştiri yapmalı ve tenkitleri olgunlukla karşılamalıdır, hele de ülkenin bu ağır şartları altında!



Genelkurmay Başkanı eleştirilir!

Afyon’daki cephanelik patlaması ve 25 şehit askerimizle ilgili olarak Afyon’a giden Genelkurmay Başkanı Özel’in böyle acılı bir zamanda ve olayın yaşandığı ilde “Vali’yle yaptığı görüşme ve hediye alması” herkes tarafından eleştirildi, zaten Özel’in kendisi de “hatasını kabul etti”. Başbakan bu konuda ve daha önce Genelkurmay Başkanı ile ilgili “olumsuz değerlendirmeler” konusunda da yine medyaya kızıyor.

Kızınca da maalesef hep söze hakaretle başlıyor ki herhalde medya bundan önce hiç böyle “şamar oğlanı” muamelesi görmemişti.. Neyse söylenecek çok şey var ama “yerim mi dar, yenim mi” bilmem söylemek, yorum yapmak bile gelmiyor içimden..

YIPRATILMIŞ BİR ORDU

Bir tek noktayı vurgulayacağım, Başbakan Erdoğan Genelkurmay Başkanı’na arka çıkmış, güzel tabii, devletin önemli kurumlarını yönetenlerin birbirlerini ve o kurumları korumasına diyecek yok.. Ama son yıllarda bu ülkenin ordusunun yine bugüne kadar görülmemiş şekilde yıpratıldığı, ona olan güvenin “kanıtlanamayan iddialarla” yerle bir edildiği saklanamaz. Bu yetmezmiş gibi Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ “açmadığını hatta kapattığını” söylediği internet siteleri için kaç aydır cezaevinde ve onun “bütün hayatını adadığı mesleği ve onuru” hiç de gözetilmedi, gözetilmiyor..

Hal böyleyken Orgeneral Özel’i eleştiren gazetecilere “Ya senin ehliyetin ne? Yani 40-45 yılını ordunun değişik kademelerinde geçirecek, ondan sonra Genelkurmay başkanı olacak insana sen kalkıp laf edeceksin. Böyle terbiyesizlik olmaz” demek nasıl değerlendirilmelidir?

Genelkurmay başkanları eleştiriden muaf değildir (hakaretsiz olarak elbette), demokratik ülkelerde hiç kimse değildir, eleştirilirler, haklarında yorum yapılabilir, hele bu şekilde hapislere atılmış olanlar varsa diğerlerine eleştirinin lafı bile olamaz. “Hakaretsiz” sözcüğünün altını bin kez çiziyorum!

Yazının devamı...

Durmak gerekiyorsa Bakan niye konuştu?

Beytüşşebap’ta 10 askerimizin şehit olmasının hemen arkasından Afyon’da tam 25 aslanı daha (bence kesinlikle teröre, saldırıları PKK kadar iyi bilen BDP Genel Başkanı bunu söylemiştir) şehit vermişiz.. Ve demek ki hala TBMM’nin toplanmasını gerektirecek kadar önemli bir durum yok ki bu konuda bir adım atılmıyor, tam aksine muhalefet partileri “Sivas’ın ötesine geçmemekle” suçlanıyor..

Geçseler ne olacaksa.. Geçenlerin ne faydası oluyorsa.. Maksat suçlama olsun. Başbakan Erdoğan Afyon felaketinden sonra konuşmamıştı, “Çayırbaşı tüneli ve yol açılışı” töreninde konuşmuş.. Bakın şimdi, bu iktidar partisinin yerinde hangi parti olsaydı şu günlerde yapılan tüm eleştiriler, sorulan tüm sorular “sağlıklı bir demokrasi” de mutlaka sorulurdu ve hiçbir iktidar da buna kızma hakkına sahip olmazdı..

SÖZDE DEMOKRASİ

O kadar çok ve hepsi büyük önem taşıyan hata ve tabii soru var ortada.. Mesela; 35 şehidi 3 gün içinde veren, pırıl pırıl üniversite öğrencilerini (bir aylık acemi askerler) Afyon’daki patlamada yitiren bir ülkede her soru sorulur, her şüphe yazılır. Eğer hükümet bunlara kızıyorsa demokrasinin “sözde demokrasi”ye dönmüş olduğuna başka bir işaret gerekmez bile..

Başlayalım tartışmaya; dünyada benzerine çok az rastlanacak bu kadar acı olayın yaşandığı günlerde bir hükümet “sadece bu olaya yoğunlaşmak, olayları sorgulamak ve bir daha benzerinin yaşanmamasını sağlamak” yerine hala tünel ve yol açılışı yapar mı? Bu ertelenemeyecek bir olay mıdır? Tünel ve yol kullanıma açılır, resmi açılışı ise en azından 10 gün sonraya bırakılır.

BARİ GÜLÜMSEME!

Bizde ise hiçbir şey ertelenmiyor.. Hatta bir başka ülkede olsa kendi konumundaki General’in “Milli Savunma Bakanı’yla ve hatta kendi topraklarında vatandaşlarının can güvenliğini koruyamadıkları için İçişleri Bakanı ve Vali’yle birlikte” derhal istifa etmesi gerekirken Orgeneral Özel Afyon’da inceleme yapıyor ve “gülümseyerek hediyeler veren” Vali’yle sohbet edip “gülümseyerek” plaketini alıyor.

Başbakan Erdoğan ise açılışta yaptığı konuşmada ağırlığı yine “Cumhuriyet dönemi ile kıyasladığı” açılışlara, KGS’nin kaldırılmasına, İTÜ’nün eski yönetimine yüklenmeye, hiç durmadan çalışmalarına verirken muhalefet partilerine yüklenme alışkanlığını unutmuyor.. Kıyaslamalarını eleştirenlere “Bugünkü açılışın yatırım tutarı 430 milyon TL.. Biz cumhuriyet tarihi boyunca yapılan kavşak ve yol kadar kavşak ve yolu 8 yılda yaptık. E anla diye söylüyorum” diyor. E anlasınlar da peki Cumhuriyet döneminde, savaştan çıkmış yoksul ülkede harcayacak 430 milyon TL’ler vardı da mı harcamadı dönemin yönetimi? O fakirlik içinde yaptıkları “harikalar yaratmak” değil miydi?

KARA KOYUN MEDYA VE EMEKLİ ASKERLER!

Başbakan açılış konuşmasında Afyon’daki patlamaya değinirken bu patlamada ciddi soru işaretleri olduğunu yazan ve anlatan “medyaya ve bazı emekli askerlere” tepki göstererek “Bazı askerler geldikleri ocağa ihanet ediyorlar. Bazıları da köşelerinde bu açıklamalara yükleniyor. Ya bekle, dur bakalım, bu işin incelemesi yapılacak” demiş.

Bu “ihanet” sözcüğü çok ağır bir hakarettir ve bu dönemde sorumsuzca her kızılan kişiye veya kitleye fazlasıyla yapılmakta.. Acaba aynı sözcüğü örneğin medya “bu ağır ve açıklamasız olaylar için” siyasetçilere yönelik kullansa nasıl bir tepki verirlerdi? Ne edepsizlikleri kalırdı, ne alçaklıkları..

DUR, BEKLE..

Ve tabii bu “dur ve bekle, incelemesi yapılacak” sözünü hak eden medya ve emekli askerler değil, olayın hemen arkasından “sabotaj değil kaza.. Pakistan ve Hindistan’da da bu kazalar oluyor” diyen Orman Bakanı’dır. (Niye Milli Savunma Bakanı değil de Orman Bakanı? Kulağa Hindistan ve Pakistan alakasızlığını kim fısıldamış?)

Beklenmesi gereken durumda bir bakan ortaya fırlayarak (Tokat saldırısını PKK üstlenmeden önce aynı şey yapıldı, Ergenekon soruşturmasıyla bağlantı kurma çabası ortaya çıktı ve sonuçta büyük bir yanlış oldu) böyle bir açıklama yapmaz. Afyon olayında “mühimmat deposundaki sayımlarda erler yerine çoğunlukla uzman subayların bulunması ve sayımın gece değil gündüz yapılması gerektiğini” yazan çok sayıda asker var.. Bakan’ın açıklamasına gelen tepkiler de en az o kadar..

9 AY VE 9 DAKİKA!

LDP Genel Başkanı Cem Toker ise “Uludere’de 34 vatandaşın savaş uçakları ile bombalanarak ölmesini 9 aydır izah edemeyen Hükümetin, Afyon’daki 25 askerimizin ölümüne sebep olan patlamayı 9 dakikada neticelendirerek ‘terör değil kaza’ demesi takdire şayandır” şeklinde bir basın açıklaması göndermiş.

Dün Emin Çölaşan Sözcü’de bir uzmandan aldığı mesajı yazmıştı. Uzman bu patlamadaki soruları cevapladıktan sonra olayla “Suriye’deki İslamcı militanlara gönderilen silah ve mühimmat” arasında bağlantı kuruyordu.. Bu ihtimalin ne derece doğru olduğunu tahmin edemeyiz ama o silahların muhaliflere nasıl gittiğini de kimse bilmiyor. Umalım da onlarca gencimizin kaybıyla Suriye’nin ilgisi olmasın!



Bombacılar dışarı, Levent Kırca içeri!

Artık bilmeyen kalmadı ki ülkemizde hukuk da “sözde hukuk” haline gelmiş, toplumun adalete-yargıya güveni maalesef büyük ölçüde kaybolmuştur. Hastanelere “kürtaj ve sezaryen korkusu” salınıyor, kadınların kürtaj yaptırması iyice zorlaştırılıyor ve tecavüz sonucu hamile kalan ve nefreti yüzünden tecavüzcünün kafasını kesen kadının “asla doğurmam” demesine rağmen tecavüz bebeğini doğurması isteniyor.

DİRENDİĞİ İÇİN HAPİS VERİN!

İlaçla uyutularak tecavüze uğrayan bir genç kız kürtaj yaptırıyor, tecavüzcüye ceza verilmiyor, kıza “kürtaj yaptırdığı için” 3 yıl, yapan doktora 2 yıl hapis cezası veriliyor. Saçmalık, adaletsizlik o kadar sınırsız ki neredeyse tecavüze uğrayan kadınlara “direndikleri için” bile birkaç yıl yazacaklar.

3’üncü Yargı Paketi ile darbe döneminde toplu katliam yapanlar, 2010’da Halkalı’da askeri servis otobüsüne bomba koyarak 6 askeri şehit eden ve üniversite öğrencisi Buse’yi öldüren teröristler, Ö.Ç isimli genç kıza tecavüz eden 19 kişi birden serbest bırakılıyor ve öte yanda suçu belirsiz insanlar hapse tıkılıyor. Ya da vatandaşlar eften püften nedenlerle yıllarca hapis cezası alıyor.

SORUMSUZ MU?

Tiyatro sanatçımız Levent Kırca’nın evinde “aradıkları bir isim için duyum aldıklarını söyleyen” polisler arama yapmaya kalkınca Kırca sinirlenmiş, tepki göstermiş ve tartışma çıkmış. “Görevliye görevi sırasında saldırı” suçunun erteleme veya affı olmadığı için eğer davayı kaybederse Kırca hapis cezası alabilirmiş. Yukarıda okuduklarınızdan sonra kulağa nasıl geliyor bu haber?

Örneğin daha iki yıl önce Halkalı’da katliam yapan teröristler affedilirken, “bu suçun affının olmaması” ne demek? İnsanların sabrının da bir sınırı vardır, durup dururken evinin kapısına polis dayanan vatandaşlar, hele de tüm toplumun tanıdığı ve bir suçla ilgisi olamayacak kadar dürüst olduğu iyi bilinen bir sanatçı buna ağır tepki de gösterebilir.

Teröristlerin, tecavüzcülerin, katillerin alkışlarla affedilip bırakıldığı ülkede bu olamaz. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in “Yargı bağımsızdır ama sorumsuz değildir” sözünü unutmasınlar!

Yazının devamı...

Terör gerçekleri gizleniyor mu?

Dünkü yazımın başlığı; ‘Konumuz 10 şehit’ idi ve yazımda Beytüşşebap’taki PKK saldırısında da üç gün önce 10 şehit vermemize rağmen hala Hükümet’in bu hayati konuda bile “politika” hesabı yaparak dikkatleri diğer partilere çekme, onları suçlayacak neden arama çabasında olmasının kabul edilemeyeceğini belirtmiştim.

Meğer ‘10 şehit’ yerine ‘35 şehit’ demem lazımmış, zira hemen arkasından Afyonkarahisar’daki cephanelik patlaması geldi; “25 şehit”le.. Dile kolay, tam 25 tane aslan, 25 ana-baba kuzusu, 25 evin direği.. Daha ne kadar sabır gösterecek ki bu millet?

Bu patlamayı duyan herkes sanıyorum anında olayın “bir terör saldırısı” olduğunu düşündü, çünkü özellikle Suriye’de PKK’nın alan kazanmasından sonra Türkiye’de de arkası kesilmeyen (ve artık tam “savaş” amacıyla sürdürdükleri) terör saldırıları bunu akla getiriyor.. Hükümetin olaydan çok kısa bir süre sonra yaptığı “patlama kazadır” açıklaması bile büyük çoğunluğun “saldırı, suikast” düşüncesini değiştirmedi..

‘PKK YAPMADI DİYEMEYİZ’

Nitekim dün Emekli Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, Bakan Veysel Eroğlu’nun “kazadır” açıklamasını eleştirerek “Mühimmatın dayanıklı sandıklarda taşındığını, bir düşmeyle el bombalarında patlama olamayacağını, akşam saatinde yorgun insanların mühimmat değiştirmeyeceğini ve ayrıca 25 askerin bir arada olmasının düşünülemeyeceğini” söyledi..

Çıkardığı sonuç şu; “PKK yapmadı diyemeyiz, aynen ‘kazadır’ diyemeyeceğimiz gibi”..

Hiçbirimiz bu olayları Solmaztürk gibi deneyimli, hayatını orduda geçirmiş generaller kadar bilemez, anlayamayız.. Ayrıca, o bile iyice düşünerek, hesap kitap yaparak bu sonuca varırken, daha ilk dakikalarda yapılan “kazadır” açıklaması gerçekten de soru işareti yaratır..

SALDIRI OLDUĞUNU SÖYLÜYOR

Ki “PKK’nın her yaptığını onlar kadar iyi bilen parti”nin genel başkanı da bu olayın “sıradan bir olay olmadığı, hükümetin olayı örtbas etmeye çalıştığı” açıklamasıyla bunun bir saldırı olduğunu zaten söylemiş sayılır.. Bu durumda ortada çok önemli bir sorun daha var demektir; Hükümet oturup tüm partilerle bu “Suriye ile bağlantılı ve büyük ihtimalle Barzani’nin içinde (ya da başında) olduğu” saldırılar için çözüm araması gerekirken.. Sadece bir ay veya üç ay eğitim almış askerler yerine TSK’nın terör konusunda deneyimli diğer askerlerini atılmış oldukları cezaevlerinden çıkarıp göreve çağırması gerekirken.. Acaba gerçekleri hakikaten gizleme yoluna mı gidiliyor?

Gazete yöneticilerinden “terör olaylarını fazla vurgulamamaları, duyurmamaları” da istenmiş olduğu için akla her şey geliyor doğrusu.. Umarım durum onların dediği gibidir, 25 şehitli bir felakette bundan daha korkunç bir şey düşünülemez çünkü!

Yazının devamı...

Konumuz; son 10 şehit!

Gazetelerin manşetinde “ağlamayan, şehit oğlunu kınalı ellerini sallayarak ve gülümseyerek uğurlayan” bir şehit anası var.. Bakarken bile insanın gözyaşlarını tutması mümkün değil.. O ana şehit oğlu gibi bir kahramandır, bu toplum ve bu ülkeyi yönetenler ona ve onun gibi kahraman şehit ailelerine büyük borç altındadır..

Onlar ve “evlatları sınır boyunda askerlik yapan, siyasetçilerin veya başkalarının dolaşamadığı yerlerde sırtında 40 kilo yükle dolaşıp terörist kovalayan” tüm ana babalar, kardeşler, eşler, evlatlar ateş üstünde otururken toplumun geri kalanı o kahramanlar sayesinde hala “hiçbir şey olmuyormuş gibi” yaşamlarına devam ediyorlar, edebiliyorlar..

DAHA DÜN 10 ŞEHİT!

Ve bakıyorsunuz bir yanda analar şehitlerini uğurlarken, öte yanda terörü bitirmekle, vatandaşlarının can güvenliğini sağlamakla, vatan topraklarını “düşmanlık eden herkesten korumakla” görevli siyasetçilere bakıyorsunuz hala toplumu “gereken her şeyi yaptıklarına ve ortada hiçbir hata olmadığına” ikna için özeleştiri yapacaklarına suçlayacak birilerini arıyorlar.

İktidar Partisi ile Ana Muhalefet Partisi’nin ve diğer partilerin bir araya gelerek çözüm araması için CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı teklif ve gönderdiği çözüm önerileri bile hala bir suç gibi öne sürülüyor. Daha iki gün önce 10 şehit verdiğimiz bir saldırı daha yapılmışken Başbakan Erdoğan’ın “terörü bitirmek için neler düşündüklerini” konuşmak yerine, Meclis’i toplayıp çözüm aramak yerine hala “CHP ile BDP aynı” gibi sözler sarf ederek bir de bunlara kanıt araması kendini ve partisini zor duruma düşürmekten başka yarar sağlamıyor.

MİT, OSLO, HABUR..

Başbakan önce BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve PKK’lı teröristlerle kucaklaşan BDP milletvekilleri için “Meclis’e geleceklerine Kandil’e gitsinler” diyor ki burada haklıdır.. BDP’nin özellikle Suriye’de PKK tarafından kontrol altına alınan Kuzey illeri sonrasında yaptıkları her eylem ve her konuşma açık ve net olarak “terör örgütünü desteklediklerini hatta aynı amaca hizmet için orada olduklarını” gösteriyor ki kendileri de bunu saklamıyorlar zaten..

Eğer bir parti “teröre açık hizmet veriyorsa” bu hiçbir demokratik ülkede hukuken karşılıksız kalmaz. Ama Başbakan CHP’nin “PKK ile aynı çizgide” olduğunu söyleyince dinleyenlerin hepsi haklı olarak “İyi ama MİT’i Oslo’ya PKK’lılarla görüşmek, anlaşmak için CHP mi gönderdi? Habur’dan gelen teröristlerin ayağına mahkemeyi CHP mi gönderip serbest bıraktırdı” diyor.

YARGIYA İZİN VERİLMEDİ

Başbakan Erdoğan’ın referandum öncesi ve seçim öncesinde de aynı yolu izlediği biliniyor. Oysa PKK’nın o süreçte aldığı “eylemsizlik kararı ve referanduma katılmama kararı” da tamamen bu “PKK ile anlaşma süreci”ne, yeni anayasada onların taleplerinin gerçekleşmesi ihtimaline bağlıydı ve onlarla MİT’in görüşmesini sağlayan da iktidar partisiydi..

Nitekim birçok masum insan cezaevlerinde terörist gibi tutulurken “terör örgütüyle görüşme yapan MİT’çilerin yargı tarafından soruşturulması engellendi ve Başbakan “o konunun kendi sorumluluğunda olduğunu” söyledi.

TERÖR VE ESAD DESTEKÇİSİ!!

Ortada böyle bir durum var ama olmasa da iktidarı terör konusunda eleştiren her ana muhalefet partisi “terörün suç ortağı olmakla” suçlanabilir mi? Hüseyin Aygün bir milletvekili olarak hata yapmışsa (ki bence kendisinin de “hata yaptığını kabul ettiği” bir durumda istifa etmeliydi) her fırsatta partisi bu hatanın sorumlusu olarak gösterilir mi? O zaman örneğin “yolsuzluk dosyası olan” milletvekilleri için tüm partileri o yolsuzluğa ortak mı gösterilmeli?

Kılıçdaroğlu “Suriye iç savaşına müdahale etmemizi ve Hatay’da muhalifleri silahlandırıp korumamızı” haklı olarak eleştiriyor, ona “Esad yanlısı, Baas’çı” diyorlar, terör konusundaki yanlışları eleştirince “PKK ile aynı çizgide” veya “ateşin üstüne körükle gidiyor” diyorlar. Bir ülkede ikinci büyük parti konuşmayacaksa, medya konuşmayacaksa, sivil toplum örgütleri ve aydınlar - bilim adamları konuşmayacaksa kim konuşacak?

DIŞARIDAN GELEN TEPKİLER

O zaman işte bir tarafta terör örgütü, diğer tarafta “iktidar terörü” ile memleketin karanlıktan kurtulması imkansız hale gelir. İktidar Partisi muhalefet ve medyayla çekişmeyi, onları kötüleyerek dikkatleri dağıtma çabasını bir tarafa bırakmalıdır. Bunu yapmak için önce işe “Birleşmiş Milletler, AB ve ABD” den Suriye konusunda gelen tepkilere bakmalı.. O kadar yalnız bırakıldık ki neredeyse Suriye’deki iç savaşın tek sorumlusu olarak bizi gösteriyorlar.

Zaman şu anda hayati önem taşıyor, bütün dikkatimizi ve enerjimizi bu olayların çözümüne vermeliyiz. Ana Muhalefet Partisi’ni suçlamak “olayları iyi anlamayan” kesimlerin gözünde “oy kaybetmeme” anlamına gelebilir ama bu sonuçta ülkenin çok şey kaybetmesini önlemeyecek.

Şu anda oy düşünecek durum değil artık, unutmasınlar!

Yazının devamı...

Yeni bir parti kurulsaydı..

Kamuoyu araştırması adı altında yapılan anketlerden hiç hoşlanmıyorum bilirsiniz, sık sık yazarım bunların özellikle seçim yaklaşırken aralıksız olarak “beyin yıkama yapar gibi” ortaya sürüldüğünü.. Bir kere anketleri yapanların bir ikisi hariç hemen hepsi “güçlü” partilere o ya da bu nedenle angaje olmuş durumda.. Kimin kimle dostluk veya çıkar ilişkisi olduğu belli değil..

Sonra ortam “demokratik” olmaktan koptuğu için, tehditler duyulmuş olduğu için kimsenin kendini “özgür” hissetmesi de pek mümkün değil.. Buna; elektronik oy toplama, her tür kimlikle oy verme, fazladan basılan milyonlarca oy pusulası (fazlalıkların sonradan ne olduğu, nereye gittiği de bilinmez), parmak boyasının kaldırılmış olmasını, kapı kapı dolaşıp seçmene hediyeler filan dağıtılmasını, rakip partilerin belediyelerine para verilmemesini de ekleyin.. Sonuca güvenenleri kutlarım.

DİN FAKTÖRÜNÜN KULLANILMASI..

Neyse, son olarak Andy-Ar Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin 21 ilde yüz yüze yaptığı ankete göre AKP ile CHP’nin oyları son 1 yılda düşmüş. AKP yüzde 8’lik azalma ile yüzde 46.7’ye, CHP yüzde 19.5’e inerken MHP yüzde 16.1’e yükselmiş. Bu sonucu “Türkiye’de seçmenin yeni bir parti beklentisi yüksek” olarak değerlendirenler var ki her ne kadar bizim millet en kusursuz parti bile ortaya çıksa futbol takımı tutar gibi bildiğinden şaşmaz olsa da mevcut partilerin hepsini telaşlandıracak, milleti “Evet, buna gönül rahatlığıyla oy verebilirim” dedirtecek bir partinin kurulması, yeni bir alternatifin yaratılması ne iyi olurdu.

Türkiye’de siyasi hatalar hep yapıldı ama; kazanmak uğruna her şeyin göze alınması, hatta yalan, iftira, tutulmayacak vaatler, kendi hatasını bile karşıdakine yıkma, bırakın laik bir rejimde dinin siyasete her şekilde alet edilmesini “mezhep” çekişmesi bile yaratma hiçbir zaman bu denli alıp başını gitmemişti.

YENİ PARTİDEN BEKLENTİLER

Bu şartlar altında ve “terör” ile “dış politika” konularındaki bağlantılı ve ciddi yanlışlar bizi sıkıştırırken yeni ümitler verecek bir parti kurulsa neler yapmasını beklerdik? Açıkçası ben şunları beklerdim ve hatta o yeni partinin genel başkanının yerinde olsam halka bunları söylerdim;

1- Bundan sonraki seçimlerin daha güvenli olması için elektronik toplama kalkacak, parmak boyası geri gelecek, hiç kimse fazladan oy pusulası bastıramayacak, seçmen sayıları çok dikkatle hesaplanacak.

2- Biz iktidar olursak; sözde değil, gerçekten “herkesin hükümeti”ni kuracağız, mesela TV röportajı yapılıyorsa sadece bizim gazetemiz gibi davrananları değil, karışık olarak her gazetenin yazar veya genel yayın yönetmenlerinin sorularını bekleyeceğiz. Ve dış seyahatlere de “bizi eleştirenler” dahil hepsinden gazeteci götürecek, eleştiriye açık olacak, medyanın görevini ancak böyle yapabileceğine inanacağız.

3- Halka her bakımdan açık ve net olacağımızdan, her soruya verecek net cevaplarımız olacağından o gazetecilerin soru ve eleştirileri , yazı ve TV programları bizi rahatsız etmeyecek. Yalnızca “bizden” olanların değil, “tarafsız-bağımsız” olanların programlarına da katılacağız.

4- Aslında “bizden” olan bir medyanın varlığını da istemeyecek, gerçek demokrasilerdeki gibi medyayı özgür bırakacak, medya patronlarına asla baskı yapmayacak, gazetecilerin işlerine son verilmesine katkı sağlamayacak, gazetecilerin hapse atılmasına izin vermeyecek, “mahkum” olmadığı halde hukuk dışı şekilde özgürlüğü alınmış herkesin tahliye edilmesi için diğer partilerle birlikte çalışacak, bu konuyu unutturmayacağız. Böylece demokrasinin ilk şartı olan “halkın haber alma ve tartışma özgürlüğü”ne saygı gösterilecek.

5- Hakim ve savcıların da yaptıkları yanlışlardan dolayı “yargıya hesap vermesi” geri gelecek. Onların hatalarına AİHM’nin keseceği cezaları milletin ödemesine engel olacağız.

6- Hiç kimsenin ve tabii hiçbir siyasetçinin yakınları “HİÇBİR İŞTE” hak etmediği yere gelemeyecek, her vatandaş eşit şartlarda ve sadece bilgisi ve yeteneği kadar yükselebilecek. Bugüne kadar yasalara en ufak saygısızlıkta bulunmuş, yasa dışı bir işe karışmış hiç kimse bu partinin milletvekili olamayacak ve dokunulmazlıktan yararlanarak paçayı kurtaramayacak. Şehit ailelerinin ve büyük halk kesimlerinin yoksullukla mücadele içinde yaşadığı ülkemizde; iktidarda olduğumuz süre içinde bu partinin hiçbir milletvekili “olmaması gereken şekilde” zenginleşemeyecek, her adımını izleyeceğiz.

7- “Maganda kurşunu”, “töre cinayeti”, “aile içi ve dışı çocuk-kadın tecavüzü”, “yaşlı erkeklerle evlendirilen çocuk gelinler”, “kadın ve çocuklara karşı şiddetin her türlüsü” benzeri haberleri artık duymamanızı sağlayacağız. En ağır cezaların affa uğramadan verileceği bu suçlar için günün her saatinde tüm TV kanalları (başta TRT) zorunlu olarak eğitici-öğretici ve cezaları anlatan yayın yapacaklar. Eğer hala bu suçların mağduru olanlar varsa devlet o anda tereddütsüz olarak müdahil olacak ve gerekenin yapılmasını sağlayacak.

8- Bütün okulların dini okul olması yanlış olduğundan hepsi eski haline dönecek. Çocuklar Batı’da en başarılı eğitime sahip ülkelerde kaç yaşında okula gidiyorsa aynısı olacak, kendi ideolojimiz yönünde ülkenin sistemlerini altüst etmeyeceğiz.

9- Eğitimle ve diğer konularla ilgili her sınavın tüm vatandaşların en ufak şüphesine izin vermeyecek kadar dürüst yapılması mutlaka sağlanacak.

10- Siyasete din-inanç konularını kesinlikle karıştırmayacak, bu konuları vatandaşın yerine biz düşünmeyecek, baskı yaratmayacak, yaratanlara izin vermeyecek ve onların iradesini özgür bırakacağız.

11- Terörü önlemek değil “bitirmeyi, sıfırlamayı” hedefleyecek ve bunun için ne gerekiyorsa “tavizsiz” yapacağız. Batı ülkelerindeki gibi “terör örgütünü öven, birlikte çalışan partiler” bunun yasal yaptırımıyla karşılaşacak.

12- Hayvanların da bu dünyada şiddete uğramadan ve korunarak yaşama hakları olduğunu unutmayacak ve bu yönde belediyelerle, veterinerlerle ortak çalışarak onlara “şiddetsiz ve sağlıklı” ortamlar sağlayacağız. Her belediye “kısırlaştırma ve parklarında güvenli ortam yaratma” görevini yerine getirecek, getirmeyenler halka duyurulacak. Sokak hayvanlarının milyonlarla artmasına göz yumup sonra da onları yok ederek kurtulmaya çalışan ilkel, bencil ve sevgisiz bir topluma dönüşmememiz için elimizden geleni yapacağız.

13- Siyaseti dürüst yapacak, rakiplerimizden söz ederken de saygıyı elden bırakmayacağız. “Balık baştan kokar” sözü doğru olduğundan toplumun bozulmaması için önce biz saygılı ve yalandan, iftiradan uzak olacağız.

14- Ekonomi ve dış politika konuları da dahil bu saydıklarımızın hepsi için yalnızca kendi bildiğimizi okumayacak, çok deneyimli bir danışman grubu ve aktif ekiplerle çalışacak, devlette israfa veya bir eksiğe izin vermeyeceğiz.

Benden bu kadar, unuttuklarımı da siz ekleyin.. Yukarıdakiler size “fazla ideal, fazla kusursuz” geliyor değil mi? Ama inanın ben yurt dışında yıllarca yaşadım ve bütün bunların gerçekten olduğu ülkeler var.. Hem de çok önce başlamışlar bu kusursuzluğa.. (Ama vatandaşlar da bizdeki gibi vurdumduymaz değil tabii, hatalara-haksızlıklara hemen tepki gösterirler.)

Haydi darısı başımıza.. Dua edelim de piyango bize de çıksın!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.