Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Özel yetkili’ kabusu!

Bu ülkenin ordusunun bir albayı “28 Şubat soruşturması nedeniyle” denerek tutuklandıktan sonra cezaevinde midesinden ağır hastalanarak ameliyat oluyor, onun arkasından safra kesesi iltihabı oluyor ve vatanının güvenliğine adadığı yaşamının son günlerini “mahkumdan farksız” geçirerek hayatını kaybediyor. Neymiş efendim “aslında 10 Ağustos’ta 28 Şubat soruşturmasından tahliye olmuş ama GATA’da yoğun bakımda olduğu için bunu bile öğrenememiş”.. Oyuncak mı bu, insanların sağlığıyla, yaşamıyla, ailelerinin düzeni mutluluğuyla top gibi oynama, onlara aylar-yıllar boyu mahkum hayatı yaşatma ve sonra “Pardon, bir suçunuz yokmuş, serbestsiniz” deme hakkını hangi hukuktan alıyorlar acaba? Var mı yeryüzünde bu rezaletin bir benzeri daha? Nerede varsa göstersin bu mahkemeler bakalım!

HAKSIZ YERE ÇALINAN HAYATLAR

Eşi onun “üzüntüden hastalandığını ve bu psikolojik savaşı kaybettiğini” söylemiş, yerden göğe haklı değil mi yani? Bu soruşturmalar kapsamında (soruşturmaların hepsi aynı zincirin devamı) tutuklanan diğer asker ve siviller, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ ve diğer generaller “dik durmaya, psikolojik zafiyet göstermemeye” gayret ediyorlar ama bir insan bedeni ve beyni “haksız yere hayatının çalınmasına” ne kadar dayanabilir?

Bir yanda kapı gibi 12 Eylül darbesi ve 27 Nisan muhtırasının sahiplerine hiç dokunulmaz ve korunurken “altında dönemin Başbakanı ve Bakanlar Kurulu’nun imzaları olan, MGK kararı olan” ve bu nedenle darbe sayılmayan 28 Şubat olayı nedeniyle o albay ve diğerlerinin tutuklanmasının anlamı nedir? Bu “özel yetkili” dendiği için her istediğini yapabileceğini sanan mahkemelerin kalkması için daha kaç insanın hayatını kaybetmesi gerekecek?

HERKES KARŞI AMA ORADALAR

Başbakan Erdoğan’ın “PKK ile Oslo görüşmelerini yapan” MİT’çilerle ilgili olarak “Özel Yetkili Mahkeme” kararına karşı çıktığını ve sırf bu karar uygulanmasın diye “özel kanun” çıkarıldığını biliyoruz.. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in ÖYM’lerin yaptırdığı tutuklamalar konusunda onları kastederek “Yargı bağımsızdır ama sorumsuz değildir” dediğini (her ne kadar o “bağımsız” tanımı artık geçerli sayılmaz ise de) biliyoruz.. Son olarak Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Bu nasıl şey her geleni içeri atıyorsun, Özel Yetkili Mahkemeler nerede duracağını bilmiyor” dedi, bunu da ekleyelim.. (Gerçi o milletvekili seçilen tutukluların da serbest kalması gerektiğini söyledi, oysa “milletvekili seçilenlerin tahliye edilmesine” Meclis’te karşı çıkan, tutukluluklarının devamını isteyen AKP.. Arınç kendi partisine anlatmalı..)

Altına mahkemeler, hakim ve savcılar hakkında karar veren HSYK’nın tamamen Adalet Bakanlığı kontrolünde olduğunu yerleştirelim. Peki Hükümetin, Meclis’in en yetkili kişilerinin şikayet ettiği ve “işini bitirip ortadan kayboluveren bir hahamın iddialarıyla başlatılan” soruşturmada yıllardır “en tanınmış gazetecilerden, bilim adamlarından başlayıp terörle mücadeleye ömrünü vermiş askerlere ve Genelkurmay eski Başkanı Başbuğ’a kadar” ülkenin saygın isimlerini terörist suçlamalarıyla cezaevine atarak onurları, meslekleri, hayatlarıyla oynayan bu mahkemelere o “özel yetki”yi kim ve nasıl veriyor acaba?

Basın Konseyi Başkanı Orhan Birgit tarafından 8 Ağustos’ta gönderilen yazının ve gazeteci-yazar Soner Yalçın’ın cezaevinden yazdıklarının herkes tarafından duyulması gerektiğine inanıyorum.

TUTUKLU DEĞİL ‘TUTSAK’..

Orhan Birgit “İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinde ‘terör örgütü oluşturmak’tan sanık olarak yargılanan meslektaşlarımız” ve diğerleriyle ilgili açıklamasında şöyle diyor:

“Sayıları 90’ı aşan tutuklu gazetecilerin ortak görüşü ‘ülkemizde bugün bağımsız adalet olmadığı’ noktasında toplanmaktadır (...) Kamuoyu yoklamalarında da ‘adalet kurumunun en az güvenilir’ olarak değerlendirildiği gerçeğini dikkate alarak, kendilerini ‘tutuklu değil, tutsak olarak’ gören meslektaşlarımızın seslerini dikkate almanın bir insanlık ve doğal olarak sorumlu yurttaşlık borcu olduğunu unutmamamız gerekiyor.

(...) Her gece başınızı yastığa koymadan önce lütfen bir dakikanızı ayırın ve kendinize sorun; Bu gazetecilerin tutukluğu ne zaman sona erecek? Onları tutuklayan irade ne zaman ‘haklarındaki kanıtları toplayarak değerlendirme’ aşamasına geçecek? Yanıtını kendi vicdanlarınızdan alabilirseniz uykuya dalabilirsiniz...”

EMPATİ NEDİR SİZCE?

Bu satırları okurken zaten baştan beri tutuklu gazetecilerin büyük kısmının eğer kitaplarından değilse “gazete veya internet sitelerinde yazdıklarından ya da muhalif görüşlerinden dolayı” tutuklandıklarına inandığımı, bunları defalarca yazmış olduğumu ve son zamanlarda görüşümün iyice haklılık kazandığını düşündüm. Yani o “insanlık ve sorumlu yurttaşlık” borcunu ödemeye elimden geldiğince çalışmıştım ama yetmez ki.. Bırakın “meslektaş” olmalarını “hiç tanımadığınız bir insan”ın hak etmediği halde “tek bir gün” bile hapiste kalmasının korkunçluğunu, yaratacağı yıkımı ve isyanı düşünün bakalım yeter mi?

Sadece bir an için bu haksızlığın size yapıldığını, sevdiklerinizden, hayatınızdan koparılıp taş bir hücreye yalnız başınıza veya tek bir kişiyle hapsedildiğinizi ve o ana kadar yalnızca filmlerde gördüğünüz gibi “günleri saymak için duvara çentik attığınızı”, çocuklarınızı üzmemek veya utandırmamak için yalanlarla oyalamak zorunda kaldığınızı düşünün.. Bir yanda katilleri, çocuk tecavüzcülerini salıveren bir yargının; “evinde 19 boş çakmak bulunan adama 7.5 yıl hapis verdiği” ve o katil ve tecavüzler aralarına karışırken ama çakmak yüzünden bir insana 7.5 yıl verilirken gık çıkarmayan bir toplumun olduğu ülkede her şey olabilir değil mi? (Devam edecek)

Yazının devamı...

‘Şeref ve ahlak’ meselesi..

Hani o kovboy filmi vardı ya; “Birkaç dolar için” isimli (İngilizcesi “For a few dolars more”), sanki ondan söz ediyoruz, bu toplumun kanı, canı, geleceği, ailelerinin direği, bir ömürlük emeği, umudu ve herşeyi olan, geride hayat boyu gözyaşı dökecek evlatlar-eşler-ana babalar bırakan aslanlardan değil.. “For a few Mehmets more”..

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bu sözü söylemekle ciddi bir hata yapmış ve keşke artık alışkanlık haline geldiği gibi o da suçu medyaya atarak “şeref ve ahlaktan nasibini almayanlar” diye hakaret edeceğine “kastetmediğim bir söz çıktı ağzımdan” diyerek özür dileseydi.. Olabilir zira konuşma sırasında Başbakan gibi konuşmasını “şeffaf prompter”dan okumayanların ağzından yanlış bir söz de kaçabilir. Özür yerine bu tür konuşmalar yapıldığında o yazıyı yazanlar açısından “demokrasiyi can damarından vurarak medya özgürlüğünün geri kalanını da ortadan kaldıran ve son yıllara kadar görülmemiş” bir durum çıkıyor ortaya.. Daha önce medya patronlarına yapılan uyarılar ister istemez devreye giriveriyor..

MESELE ‘PANİK’ DEĞİL!

Çelik’in konuşmasının videosunda bu sözü söylemiş olduğu görülüyor; “PKK bomba patlattı diye, bir yeri bastı diye, birkaç Mehmet’i şehit etti diye Meclis açılamaz.. Bu durum karşısında panik yaparsak, elimiz ayağımız birbirine dolaşırsa ülke gündemini PKK belirlemiş olur” diyor. (o arada Odatv’yi suçlaması ise tam “vurun abalıya” durumu yaratmış. Aynı tepkiyi her gazeteci gösterebilir çünkü normal olarak..)

Acaba bu lafı Çelik yerine Kılıçdaroğlu söyleseydi Başbakan Erdoğan nasıl bir konuşma yapardı bunun üstüne, merak konusudur. Hakkaniyet önemli ise bunlar akla geliyor doğrusu.. Zira mesele sadece “birkaç Mehmet’in şehit olması ve birkaç yoksul yuvanın daha yıkılması” da değil, milletin içinin kavruluyor olması da değil artık.. Meclis’in hemen toplanması için sayısız neden var. CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün PKK tarafından kaçırıldı ve 2 gün tutulduktan sonra serbest bırakıldı..

PKK “çatışma ortamına son verilmesi için daha çok çaba harcanmasını” istemiş vs.. Sanki çatışma ortamı dedikleri cehennemi kendileri isteyerek yaratmıyormuş gibi, masum insanları arka arkaya katleden kendileri değilmiş gibi bir de bu talebe ne demeli bilinmez ama öte yanda asıl önemli olan PKK’nın cüretini “TBMM üyelerine kadar ilerletmesi” ve dünyaya da bunu yapabildiğini göstermesidir. Tabii arkasından da “devlet havasında” hukuki işlemler tamamlanınca bırakacaklarını söylemeleri cabası..

‘KÜRT KÖKENLİ ALEVİ’

Açıkça görülüyor ki “Kuzey Suriye’de bölge kazanmış” olmaları onlara bu “devlet havası verme” cesaretini kazandırmış. Dün Yüksekova’da 11 işçiyi de kaçırdıkları haberi vardı. Mevcut tablo Başbakan’ın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’ın CHP Milletvekili’nin kaçırılması konusunda söylediği “Kılıçdaroğlu CHP’nin başına geçince bölgedeki oyları arttı, Kürt kökenli Alevilerin oyları onları rahatsız etmiş” sözünün hiç de doğru olmadığını gösteriyor. Her ne kadar AKP genellikle (bir yandan mezhep ayırımına karşı görünürken) devamlı olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nu “Kürt ve Alevi olmakla adeta suçluyor, bunu her fırsatta bir kusur gibi empoze ediyor”sa da Alevi oylarının çoğu zaten yıllardır, Kılıçdaroğlu’ndan önce de daha çok CHP’ye gider, bu biliniyor.

OLAY BUDUR

Ancak “aynı bölgeden biri”ne daha kolay anlatabileceklerini düşünmüş olabilirler ki bu kişi bir Güneydoğu’lu AKP Milletvekili de olabilirdi. Mesele ve konuşurken vurgulanması gereken mesele “PKK’nın bir parlamento üyesini kaçırmış olması”dır, ülkenin karar merciinden bir üyeyi..

Aslına bakarsanız insan bu olayı duyar duymaz CHP’nin de toplumun büyük kısmı gibi “Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi”ne karşı çıkması, bu gün PKK’nın cesaretini artırmasında o hatanın rol oynadığına inanması olduğunu” düşünüyor. Türkiye o kadar büyük sorunlarla ve şimdi bir de “İsrail’in İran’a birkaç hafta içinde savaş açması ve bize İsrail’den önce tehlike yaratacak olması”yla karşı karşıya ki artık TBMM’nin açılmaması olacak şey değil.

Bunda ısrar yeni hatalar yaratıyor, iktidar partisi inattan hemen vazgeçse ülke kadar kendi yararına olacak!

Yazının devamı...

Bir şehit daha.. Meclis toplanmalı!

İzmir Foça’daki bombalı PKK saldırısında şehit olan er Özkan Ateşli’den sonra, ağır yaralanan askeri araç şoförü uzman çavuş Hasan Furkan Özmen de kurtarılamayarak şehit oldu.. Nur içinde yatsınlar..

Ama ruhlarının huzura ermesi için “hayatlarını verdikleri terör”ün kangren olmuş yara gibi kökünden kazınması ve artık başka şehitler olmaması, asker ve sivil bu toplumun insanlarının korunması gerekiyor.

‘BÜTÜNLÜK KORUNMALI’ DERKEN..

Türkiye şu anda dışarıda Rusya’dan İran’a, Suriye’den Irak ve İsrail’e kadar her taraftan tehlikeyle kuşatılmış halde, içerde ise bu kez “dış sorunların da desteğiyle” PKK saldırılarını, cüretini arttırmış durumda.. Irak Başbakanı Nuri El Maliki “Türkiye’nin Kuzey Irak’a bağımsız devletmiş gibi davranmasını” kabul etmediklerini söylüyor ki orada da ciddi bir yanlış var.. Kuzey Irak’ta ve şimdi bir de Kuzey Suriye’de “bağımsız Kürt devleti” istemiyoruz der ve ABD ile bunu konuşur açıklarken Kuzey Irak’a Maliki’nin söylediği gibi yaklaşma çelişkisine başka ne denebilir?

Barzani’nin Kuzey Suriye kentlerini alan PYD’yi bizzat kendisinin örgütlediği bilinirken onu ziyaret edip, ondan yardım ummak nasıl açıklanabilir? Sadece Kuzey Irak’ta yapılan ekonomik yatırımları korumak uğruna “terörün oradan ve Suriye’den Türkiye’yi sarmasına” göz yumulabilir mi?

CHP’NİN ÇAĞRISI VE RET!

Bu arada Başbakan Erdoğan Cumartesi iftarda yaptığı konuşması boyunca yine “Meclis’in toplanmasını isteyen” Kılıçdaroğlu’na yüklendi.. Zaman kavga zamanı değil ve belki son haftalarda “yapılan dış politika hataları”na birlikte çözüm aranabilir ki bu da iktidar partisi için olsa olsa “sorumluluğunu paylaşmak” olur. Oysa Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun talebi için hangi nedenle söylüyorsa “tam bir basiretsizlik ve teröre teslimiyet” diyor.

“Terörün TBMM içinde, hem de Ana Muhalefet Partisi nezdinde Türkiye’de siyasete şekil vermesine asla izin vermeyeceğiz” diyor. Böyle bir durumda ne alakası var? Meclis, muhalefet partileri daha önce de terör için toplanmadı mı, şehitler verirken, dört yandan sorun içindeyken toplanmak neden teröre teslimiyet olsun ve bu şartlar altında artık “siyasete şekil vermenin”, güç tartışması veya kompleksi yapmanın lafı mı olur. Kimden daha iyi çözüm çıkıyorsa o versin ama bir an önce verilsin artık.

TENEKE EV, YIRTIK PABUÇ..

Foça şehidi er Özkan Ateşli ve ailesinin yaşadığı teneke evi, çöp atıklarını satarak geçinmeye çalışan ailenin dramını dün VATAN ’da okuduk. Babasının yırtık pabuçlarının fotoğrafını da görmüştük.. Yaşlı anasıyla babasının güç bela asker oğullarına harçlık diye toparladığı 50 lirayı bile Özkan Ateşli harcamamış ve Bayram iznine gelince “çocuklarına elbise almak üzere” saklamış. İçimiz kan ağlıyor, dün de bir şehit verdik, yeter artık..

Terörle mücadele için ateşin içine atılan askerlerimiz ve aileleri bu yoksulluğun pençesindeyken hala “IMF’ye borç verecek hale geldik” lafları dinlemek de dayanılır gibi değil.. Nerede bu bolluk, neden onlar hiç yaşamıyor, görmüyor da bir kesim Maşallah “kralların lüksü” içinde? O kesim en keyifli bayramları yaşar ve hiçbir sorun hissetmezken bu kesim (ve birçok kesim) neden boğazına kadar yoksulluk içinde ve üstelik gözyaşı hiç dinmiyor?

İSRAİL-İRAN SORUNU

Bu soruların cevabı yok, hiçbir zaman da olmayacak, “süper ekonomi” açıklamalarını terör konuşmaları içinde bile dinleyip gideceğiz.. Ama hiç değilse artık bu inadı bırakıp ne karar alınacaksa “Meclis’in alması” sağlanmalıdır. İsrail medyasının bu hafta ki ana gündemi “İsrail’in sonbaharda İran’a saldırma kararı alması”ymış. O gün geldiğinde İran da füze kalkanı nedeniyle “önce Türkiye’ye saldıracağını” açıklamıştı. Meclis’in toplanması için daha ne sebep beklenebilir ki, haydi siz düşünün onu da!

Yazının devamı...

Hillary hanım yine ne buyuruyor?

Efendim “gelmişler” yine, oradalar.. Bizi Suriye savaşının içine itmek için aylardır verdikleri uğraşın “meyvesini toplama” zamanı, boru değil.. Yüzdüler, yüzdüler kuyruğuna geldiler, bir fiskelik işleri kaldı. Onu da hallettiler mi tam ortasında olacağız savaşın.. Hem de yalnız “dış savaş” olsa yine iyi, bir de “iç savaş” tehdidi altındayız şimdi..

ABD denen ortalık karıştırıcı, bencil güç son hedef olarak aslında bizi seçti, bakmayın o “en iyi müttefik” masallarına.. Hele bir atsınlar bizi de ateşin ortasına bakın müttefiklik kalıyor mu? Bunların Pentagon’unun paralı adamı Samuel Huntington dünyayı kapı kapı dolaşarak Türkiye’nin “Batı’ya değil, Ortadoğu ülkelerine dahil olduğunu” yıllarca boşuna mı anlattı, kitaplar yazdı, Türkiye’ye gelerek bizi de “AB’ye nasılsa almayacaklar, siz en iyisi Arap ülkeleriyle birlik olun” diye iknaya boşuna mı çalıştı? Bu günlere hazırlıktı o işte ve Türkiye’ye gelip yazarlarla toplantı yaptığında bunu yüzüne de söylemiştim, herkes şahittir, şükürler olsun.

İLGİMİZ OLMAYAN SAVAŞTAN NEREYE?

Türkiye’yi karışmaması gereken, en azından önce ABD, AB VE BM’nin müdahalesini beklemek zorunda olduğu bir savaşa “Sizin dininiz de aynı, ayrıca Türkiye’ye bizden çok güvenirler” masalıyla (Afganistan’da da aynı hikaye, hep aynı) soktular. Bu tuzağa düşmemeye çalışmamız, iyi düşünmemiz, “Meclis’imizle karar almamız” mutlaka şart iken Hükümet kendi kararıyla “Esad muhaliflerine tam gaz destek” verdi. Bunu gören ve muhaliflerin saldırılarıyla Suriye’nin kuzeyinden çekilen Esad karşılık olarak “PKK’yı kuzey kentlerine yerleştirdi”..

Sınırı geçen Türk uçağı (herhalde kararı pilot tek başına vermedi) Suriye topraklarında düşürüldü, pilotlarımız hayatını kaybetti. Arkasından Halep’te bir “Türk generali”nin Esad muhaliflerine komuta ederken yakalandığı haberi verildi. Dün ise İran devlet televizyonu “Halep’te bazı Türk subaylarının yakalandığını ve ‘Suriye’deki muhalif silahlı grupların faaliyet ve hareketlerini denetlemekte’ olduklarını” bildirmiş.

KENDİ ZARARIMIZI DÜŞÜNMEDEN..

Esad “muhalifleri” için “isyancılar” tanımını kullanıyor ve onları “terör örgütü PKK’dan farksız” görüyor. Bunu da Türkiye’nin muhaliflere verdiği desteğe karşılık “ben de PKK’ya yardım edeceğim” diyerek açıklamıştı.. O zaman neden israrla, kendimize vereceği zararı düşünmeden, başımızda zaten yeterince terör sorunu varken askerlerimiz hala Halep’e kadar girerek bu savaşa dahil oluyorlar?

Böylesine “en hayati” kararlar TBMM’de tüm partilerin görüşü alınarak verilmeliyken niçin Hükümet “Meclis’i yok sayarak” kendi karar veriyor? Ülkenin savaşa girmesi, hele de işin içinde İran ve Rusya varken az sorumluluk mudur?

TUZAK VE İÇ SAVAŞ TEHDİDİ..

İşte bu tuzağın öbür ayağı da bir yandan Suriye batağını etrafımıza sararken diğer yanda “Türkiye’yi bölünme tehlikesi altına hızla sokmak”tı ve inadımız yüzünden tuzağa düşmüş bulunuyoruz maalesef.. PKK Suriye’nin kuzeyinde illere yayılırken ona paralel olarak ve hiç zaman kaybetmeden Hakkari çevresinde “yeni PKK taktiği” ile başlatılan çatışmalar ve operasyonlar sürüyor. Bu kez PKK “çekilmeme kararı” aldığı için de kolay bitecek gibi görünmüyor.

Bu arada artık “PKK ile göbek bağı”nı saklamaya gerek görmeyen BDP onların da adına Türkiye’ye “iç savaş” tehdidi yapmaya başladı. Geçen hafta Karayılan’ın yaptığı “şehirde terör” tehdidi dün BDP Hakkari Milletvekili Adil Kurt tarafından yapıldı.

ŞEHİRLERE SIÇRATACAKLAR!

Sanıyorum dünkü yazımda da “şehirlerde derhal çok sıkı önlem alınmalı ve halk uyarılmalı” diye yazmıştım. BDP’li Kurt “bir çatışmada ölen PKK’lının” cenazesinde Başbakan Erdoğan’ı muhatap alan ve “Kürt halkının isteklerine cevap verilmemesi halinde bu savaş Kürdistan sokaklarına ve Türkiye’nin metropollerine taşınmak üzeredir. Bunun tanımı iç savaştır” dediği bir konuşma yaptı..

“Kürt halkının istekleri” sözündeki istekler yıllarca bazı Türk gazeteci ve akademisyenin “Kürt sorunu” tanımı altında ülkede beyin yıkama yaptıkları şeydir ki bu da “Güneydoğu’nun verilmesi”dir.. Ve artık Kuzey Suriye’de kolayca ele geçirdikleri bölgeden sonra Türkiye’de de beklemeye gerek kalmadığına inanıyorlar.

BAŞTAN BELLİYDİ

Aslına bakarsanız elbette “açılım” başlatıldığında da “onların açılımı” ile Hükümet’in kastettiğinin tamamen farklı olduğu, tek hedeflerinin bu nokta olduğu açıkça belliydi ve Öcalan (referandum öncesinden seçim sonrasına kadar terörü durdurmasının arkasından) AKP’ye “sizin hükümet kurmanızı bile beklemem, derhal taleplerimizi karşılayın, yoksa” demişti.. Şimdi asıl üzülmemiz gereken Güneydoğu il ve ilçelerindeki halka da bu yönde aşırı baskı yapılacağı ve onların da “istemeseler bile” BDP ve PKK’nın eylemlerine itiraz edemeyecekleri konusudur.

TUZAKTAN ÇIKMAK İÇİN..

Kısacası gelinen noktada Hillary hanımı dinlemek yerine tüm partiler birlikte TBMM’de oturup bu “kuşatma”dan, bu “tuzak”tan nasıl çıkacağımızı tartışmak zorundadır. Artık çekişme zamanı değil, hata yapıldı bari “nasıl telafi edebiliriz”i düşünelim, hem de acilen!

Yazının devamı...

Suriye kararını Meclis vermeli!

İzmir Foça’da 1 şehit verdiğimiz, 11 kişinin de yaralandığı PKK saldırısında bombaları koyarak insanları arkadan vuran alçak bir ağacın altına oturarak sebep olduğu felaketi izlemiş. Mübarek Ramazan gününde böyle bir kötülük yapan yaratık.

Bu saldırının ardından Başbakan Erdoğan “Bu maalesef terörün yayılma noktasındaki attığı adımların bir başka örneği” dedi.. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir kez daha “TBMM’nin toplanması gerektiğini” söyledi.. MHP Lideri Devlet Bahçeli ise “İzmir’deki hadise göstermiştir ki maalesef Türk vatanı PKK kuşatması altına alınmış ve soluk alamaz hale getirilmiştir” dedi.. Bu arada LDP Genel Başkanı Cem Toker’in “Öngördüğü tüm politikalar fiyasko çıkan, kendi kafasında yarattığı Ortadoğu politikasını uyarlamaya çalışan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun görevden alınması gerekir” sözleri de yabana atılacak gibi değil..

ŞEHİRLER KORUNMALI

Foça saldırısından sonra Terör Uzmanı Ercan Çitlioğlu durum değerlendirmesi yaparken “İzmir ve Kuşadası’nda daha önce de PKK bombalama olayları olduğunu, bu nedenle Foça’daki saldırıya ‘PKK’nın yeni bir taktiği’ olarak bakılamayacağını” söylemişti.. Çitlioğlu her zaman doğru değerlendirmeler yapar yalnız bu kez PKK Lideri Karayılan’ın Şemdinli’deki çatışmalar ve operasyon sırasında “Şehirlerdeki Kürt gençlerine hazır olmalarını söyledim” dediğini unutmamak lazım.

Bu kez artık “terörün yayılma noktasında atılan adım” filan değil durum.. Karayılan “Artık PKK sınırın ötesinde de, berisinde de var. Kaçmayacak.. Sınır ötesi diye bir şey kalmadı” demesinin üstünden de günler geçti. Bu nedenle Başbakan’ın ve Hükümet’in artık “şehirlerde güvenlik önlemlerini” iyice arttırmak için gerekli çalışmayı derhal yapması ve halka da “dikkatli olmaları” konusunda uyarılar yapılması gerekiyor bence.. Önemsemiyor görünecek ve “fazla farklı bir durum yok” diyecek şartlarda değiliz..

BAKANLAR KURULU KARARIYLA MI?

Esad’ın Türkiye’den intikam almak için özel olarak PKK’yı çağırması sonunda ve Barzani’nin organizasyonuyla Suriye’nin kuzeyindeki tüm illerde yönetimi ele geçirdiklerini açıklayan PYD şimdi o bölgede giderek güçleniyor ve “Türkiye’deki terörün artmasında” da büyük rol oynuyor. Bu durumda artık “ne gerekiyorsa yapmak”tan başka çare kalmadığı için Hükümet “TBMM kararı olmadan, tezkereye gerek kalmadan, Bakanlar Kurulu kararı ile askerin Suriye’ye gönderilmesi”ni gündeme almış ve bu da bir Hükümet yetkilisi tarafından açıklanmış.

Bir yanda Ana Muhalefet Partisi Lideri Kılıçdaroğlu “Meclis toplansın, durumu tartışıp karar alalım” derken Hükümet’in bir kez daha muhalefet partilerini devre dışı bırakarak böyle önemli bir kararı tek başına alması “yanlış” bir adımdır. Ayıptır hatırlatması ama ne zaman “yanlıştır” dediysek (örneğin açılım aynı şekilde kendi kararlarıyla, muhalefet dışlanarak başlatıldığında da) kısacık süreler sonunda haklı olduğumuz görüldü, hükümetler biraz başka görüşlere de kulak kabartmalı, muhalefet partilerinin, medyanın nelere dikkat çektiğine de dikkat eder. Her ne kadar bu dönemde onlara “sadece rakip” olarak bakılıyorsa da sonunda artık bu vatan sorunu haline geldi.

ASKERİMİZİ SAVAŞIN İÇİNE GÖNDERMEYİN!

Bu kadar şehit yeter.. Eğer sınırda PYD’nin faaliyetleri tehlikeli hale geldiyse bu “yanlış dış politika”mızın sonucu oldu.. Ve bu yanlış kararların cezasını asker “ateşin içine” gönderilerek çekmemeli.. Meclis toplanırsa belki “kendi sınırımızın içinde iyi desteklenen ve her önlemin alındığı tampon bölgeler oluşturmak” gibi çözümler bulunabilir.

Meclis mutlaka toplanmalıdır! Sahi, bizi Suriye’de öne itip duran ABD ne oldu? Birleşmiş Milletler ve AB nerede? Tevazuya gerek yok, böyle olacağını da ilk başta söylemiştik değil mi?



Şehidimiz Alevi imiş!

Son zamanlarda Alevilere yönelik psikolojik ve her tür saldırılar o kadar arttı, öyle haksız konuşmalar yapıldı, sanki “Alevi olmak” ayıp veya eksikli bir şeymiş, sanki Allah yerine birileri (mesela başka mezhepten olanlar) karar verebilirmiş gibi öyle günah içine girildi ki Foça’da şehit olan erimizin Alevi olduğunu öğrenince inanın kızardığımı hissettim.

Buyrun işte şehit mertebesine erişti, vatanı için canını verdi ve herhalde yeri de cennet olacaktır. Peki nedir bu “Allah’ın kullarının inancını, ibadetini, ibadethanesini takdir hakkı”nın kendilerine de verildiğini sanmak? Ve böylece “Yaradan’a eş koşarak” en büyük günahı işlemek?

Bana geçen Pazartesi bir okurumuzdan gelen mesajda “geçen Cumartesi akşamı Kayaşehir cem evine kalabalık bir grup saldırıp camlarını kırdılar, Malatya’daki duruma önem veren gazeteler neden bundan hiç söz etmedi” sorusu vardı. Bu olayları kim önleyecek, Alevi vatandaşlarımızı kim koruyacak?

Bu arada, Foça’da yaralanan askerlerimiz için İzmirlilerin “kan vermek üzere” hastanelere akın etmesinin bile bir TV kanalında istismara uğradığı konuşuluyordu. “Oruçlu olmadıkları için kan vermişler” diye geçmiş haberlerde.. Duyunca “el insaf” diyor insan, bu kadarı olabilir mi?.. Ölüm kalım halindeki askerlerin veya her hangi birinin hayatını kurtarmak için orucunu da bozabilir insan.. (Ki böyle bir durumda “bozulmuş sayılacağına” asla inanmam).. Ama diyelim ki, kan verenler oruç tutmuyordu, Allah’ın “vatanı için gövdesini siper eden askerlerine yardıma koşanlar”a oruçtan daha çok sevap yazmayacağına” hangisi emin olabilirmiş acaba?

Yeter artık, saçmalamayalım yahu!

Yazının devamı...

‘Öldürmeye gelen’ teröristi koruyacak mısınız?

Hani “değerlerin ters yüz olması”nı, “aklın yolu”nun bile yolunu şaşırmasını bundan daha iyi ne anlatabilir bilmiyorum. PKK terör örgütü “Suriye’nin kuzeyinde kazandıkları fırsatla ‘Batı Kürdistan’ yapmak üzere ele geçirdikleri kentler”den sonra kazandığı moralle elini daha israrlı ve planlı şekilde Türkiye’nin Güneydoğu’suna atmış. Haftalardır Şemdinli’ye giden yolları tutmuş, çevre köyleri kendine kalkan yapmış, orada yaşayan köylüleri “bizi destekleyecek ve silahlanacaksınız. Her aileden en az bir elemanı bize vereceksiniz” diye sıkıştırıyor. Çukurca’da karakola saldırıp 6 gencecik askeri ve 2 korucuyu şehit ediyor. Bu durum karşısında elbette hangi ülkede olsa yoğun operasyonlar yapılacağı gibi bizde de yapılıyor ve teröristlerle çatışmalar yaşanıyor..

Üstelik artık PKK’nın bu son saldırıları, katliamları ve planları daha öncekiler gibi “terör yapalım da devlete taleplerimizi kabul ettirelim” diye de yapılıyor değil, açıkça “burası da Kuzey Kürdistan olacak” diye söylüyorlar..

HER GÜN ONLARCA ŞEHİT!

Ve hala, bu tabloya rağmen birileri çıkıp operasyonlara (sanki durup dururken yapılıyormuş gibi) karşı çıkıyor, öldürülen teröristler için neredeyse ağıt yakacak konuşmalar yapıyor. İşte diğer olaylar başka ülkelerde de yaşanabilir ama bu yapılana asla rastlayamazsınız. Böyle bir durumda; her gün onlarca can kaybederken bile “ordu terörist öldürerek kazanamaz” benzeri tepkiler duyamazsınız.

Ama örneğin AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu sanki Kuzey Suriye’deki durumdan sonra (ki yanlış dış politikamız büyük rol oynadı) sanki hala “açılım”ın başladığı, BDP ve PKK ile görüşmelerin yapıldığı günlerdeymiş gibi; “Devlet fazla adam öldürdüm diye sevinemez. Öldürerek bu işleri bitirmek mümkün değil” diyor. Peki “bu işler” nasıl biter, haydi söylesin çözümünü.

‘SİLAH BIRAKMAYACAĞIM’ DEMESİNE RAĞMEN..

Yeni anayasada birçok şeyin değişeceğini söylediler, “silah bırakmam, bırakmayacağım, teröre devam, bu benim gücüm” diyen PKK’yı devletle masaya oturttular, örgüt silah bırakmadan ve terör bir yandan sürerken başlatılan “açılım”la Güneydoğu’ya daha da fazla imkan sağlanacak, Kürtlere ilave haklar tanınacak dediler, buna rağmen terör eksilmedi, tam aksine arttı..

‘BAĞIMSIZ DEVLET’ İÇİN TERÖR

Ki “silah ve terör tehdidinin işe yaradığı” gösterilince başkası düşünülemezdi aslında. Çünkü mesela; PKK’nın örnek gösterdiği “İRA eğer silah bırakmasaydı İngiltere’nin masaya oturmayacağını” eski başbakanları Tony Blair Türkiye’ye geldiğinde anlatmıştı.. İspanya’da silahlı terör örgütü ETA’nın ise aynen PKK’nın izlediği yollardan gittiği ve sorunun “bağımsız devlet” istekleri cevaplanmadan bitmeyeceği görülmüştü. Kısacası artık Güneydoğu’daki terör tamamen PKK ve BDP’nin (tabii Barzani’nin, büyük ihtimalle ABD’nin de) o bölgedeki “bağımsız devlet” amacına açıkça yönelmiştir ve eğer kesin olarak bitirilmezse daha yıllar boyu sürecektir.

Peki Ensarioğlu ve hala operasyonları eleştirenler bunu görmüyorlar mı, yoksa gelişmeleri yakından izleyecek zamanları filan mı yok? Bazıları örneğin; “şimdi terörle mücadeleyi başarısız bulanlar, açılıma da karşı çıkmışlardı benzeri iddialarda bulunuyorlar. Aynı kişilerin karşı çıkmış olması çok doğal, zira “koskoca bir devletle masaya oturmak için bile teröre son vermeye yanaşmayan” bir katliam örgütüyle açılım pazarlığı yapmanın bugün artan terörle aynen “Suriye iç savaşında izlediğimiz yanlış politika” kadar rolü vardır. O “karşı çıkanlar” açılım başlatıldığında da kötü niyetli olmakla suçlanmışlardı, Suriye’de muhalifleri destekleme politikasına karşı çıktıklarında ve “yanlış” yapıldığını söylediklerinde de..

Sonuç olarak, biz başta “Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalı” derken Irak’ta aksi oldu, Şimdi “Suriye’nin toprak bütünlüğü korunmalı” diyoruz (artık geç ama Davutoğlu dün “Suriye’de birlik istiyoruz” dedi) ve aynı anda, aynı “bütünlüğün korunması” sorunu Türkiye için ortaya çıktı.. İşimiz oldukça zor, buna rağmen TBMM’nin hala “toplanmayacağı” açıklandı. Meclis’in toplanmasını daha çok gerekli kılacak ne olabilir ki?



Şehit babasının yırtık pabucu..

Çukurca’da 6 arkadaşı yanı başında şehit düşen İnegöllü Jandarma Komando Onbaşı Erhan Yakut’un evine “özel araçlarla ve azami ilgi gösterilerek dönmesi” gerekirken şehirler arası otobüsle gönderilmesi haberi hepimizi yeterince üzdü.. Babası parmakları sargıda olan oğluna sarılırken “Seni buraya devletin getirmesi lazım” diyerek bu üzüntünün kaç katını yaşadığını da göstermiş..

Yine dün son haberlerden birinde Şırnak’ta şehit düşen Piyade Uzman Çavuş Yıldırım Kuzucular’ın cenaze töreninde, çiftçi olan babasının “yırtık ayakkabıları” fotoğrafıyla birlikte konu edilmişti.. Bu şehit gençler (ki Yıldırım’ın anacığı “seni damat yapamadan şehit verdim” diye gözyaşı döküyor) ve gazilerimiz için TSK’nın, devletin yeterli parası mı yok ki otobüsle gönderiliyorlar, babaları-aileleri yırtık pabuçla dolaşıyor? Zaten şehitlerimizin büyük çoğunluğunun yoksul ailelerden olduğu, asker kazançlarını bile ailelerine gönderdikleri, yıkık dökük gecekondularda oturduğu haberleri de daha önceki haberlerden biliniyor.

PEK ZENGİN ÜLKE..

Peki çok affedersiniz ama onlar bu şartlarda yaşarken ikide bir TV’lerden yapılan konuşmalarda şen şakrak söylenen “en zengin ülkeler arasındayız, İMF’ye borç verir duruma geldik” haberleri ne oluyor? Önce “terörle mücadele için tehlikeli bölgelere gönderilen” askerlerimize, sonra da “şehit aileleri ile gazilerimize” her türlü imkanın sağlanmasını, onların refah içinde yaşatılmasını istiyoruz. TSK’ya sınırsız maddi imkan tanınmışken ve siyasetçilerle bürokratlar her gün dünyayı dolaşır kral dairelerinde kalırken onlara bu şartların reva görülmesi hiç şüphe yok herkesin yüreğini acıtıyor!



‘Yargı bağımsız’ mı?

Meclis Başkanı Cemil Çiçek iyi bir hukukçudur onun görüşleri önemlidir bu nedenle.. 3’üncü Yargı Paketi’yle çok sayıda ağır suçlu bırakılmasına rağmen “iddialarla tutukluluğu sürdürülen” Balyoz ve Ergenekon sanıklarının tahliye edilmemesinin nedeni sorulduğunda Bilal Çetin’e uzun bir açıklama yapmış ve özetle şöyle demiş; “Bundan sonrası Adalet Bakanlığı ve HSYK gibi kurumların görev alanına girer. Yargı bağımsızdır ama sorumsuz değildir .” Oysa referandumdan sonra HSYK’nın üyeleri Adalet Bakanlığı içinden seçilerek yapısı “tümüyle iktidara bağımlı” hale getirildi. Bu nedenle “bağımsız” olduklarını söylemek mümkün görünmüyor.. Demek ki karar bütünüyle Adalet Bakanı’nın elinde.. Bu durumda Sayın Çiçek’in veya Hükümet üyelerinin sık sık “Tahliye yapılmadı” diye yargıya kızmalarının, sorumluluğu onlara yüklemelerinin inandırıcılığı da fazla olmuyor, Bakan’ı muhatap almaları daha doğru görünüyor. Yanılıyor muyum?

Yazının devamı...

Hâlâ siyasi kavga yapacak zaman mı?

Sizden gizleyecek değilim; Salı günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Ülkü Adatepe”nin vefatı sonrasında CHP’nin tutumu” hakkındaki yazımla ilgili telefon konuşmasını köşeme taşırken ona bu konuşma sırasında yönelttiğim partisi ve son kurultayda parti yönetimindeki değişiklikler hakkındaki bazı “sert denebilecek” eleştirilerimi de yazmıştım.

Aynı akşam tesadüfen Başbakan Erdoğan’ın TV’de yaptığı konuşmayı dinledikten ve “Kılıçdaroğlu ile Ana Muhalefet Partisi için söylediklerini” duyduktan sonra saatin geç olmasına rağmen yazıdaki bu sert eleştirileri çıkarma duygusuna kapıldım ve bunu yaptım. Yaptım çünkü o konuşmada gerçekten öyle haksız ve gerçek dışı suçlamalar vardı ki Kılıçdaroğlu gibi “çelikten sinirlere ve sınırsız sükunete sahip” görünen biri için bile aynı gün içinde başka eleştirilere dayanmak çok zor olabilirdi.

KURAL, ETİK KALMADI

Ben 25 sene milletvekili ve senatör olarak (DP VE AP içinde) TBMM’de bulunmuş, partisi ve bölgesindeki seçmenler tarafından rakip tanımadan seçilmiş bir siyasetçinin kızıyım. Kısacası “siyasetin içine doğmuş” olduğum söylenebilir.. Ve şunu biliyorum ki onların döneminde de, sonrasında da partiler arası rekabet, polemik, tartışma olmasına rağmen en azından bir “etiğe dikkat, TBMM çatısı altında olmaya ve topluma saygı” ile hareket edilirdi.. Bugün ise siyasetçilerde “seçmen gözünde puan kazanmak veya kendi politikasına hizmet etmek uğruna” hiçbir kural, etik vs düşüncesi kalmadı. Ağza gelen söyleniyor artık, doğru-yalan-haklı-haksız fark etmiyor..

‘EDEP DIŞI DİL’ MESELESİ..

Gelelim Başbakan Erdoğan’ın konuşmasına.. Mesela “CHP Genel Başkanı kendi ülkesinin Dışişleri Bakanı’nı eleştiriyor.. Ona ‘bu kadar çapsız dışişleri bakanı görmedim’ diyor. Bir genel başkan bu kadar ‘edep dışı, ahlak dışı dil’ kullanır mı” dedi ve ekledi; “Nezaket, zerafet diline sahip değil” ..

Şimdi burada bir duralım, Türkiye’de son yıllarda medyadan, üniversiteye, iş adamlarından, sivil toplum kuruluşlarından muhalefet partilerine kadar herkes öyle ağır hakaretler ve hatta “bitaraf olan bertaraf olur” benzeri “demokrasi dışı” sözler işitti ki öncelikle bu nedenle Başbakan’ın yukardaki “nezaket, zerafet” çıkışını haklı bulmak imkansızdır.

Ve bu sözlerinden bir dakika sonra Kılıçdaroğlu’na şöyle dedi; “Sen hiç aynaya baktın mı, senin çapın ne?”.. Peki ne oldu şimdi; önce “edep dışı” deyip arkasından onun Bakan için söylediği sözün aynını ikinci en büyük partinin liderine söylemek oluyor mu?

REFERANDUM VE SEÇİM ÖNCESİNDE DE..

Daha sonra Başbakan CHP Genel Başkanı’nı içerde BDP’nin peşine (ne yaptı bu suçlamayı hak etmek için bilen var mı, ben çıkaramadım), Suriye konusunda da “Esad’ın, Baas rejiminin peşine takılmak”la suçladı.. İşi “Suriye’de Esad, Türkiye’de Kılıçdaroğlu, orada Baas, burada CHP” demeye kadar vardırdı.. Başbakan ve AKP yönetimi bu haksız ve gerçek dışı suçlamaları “referandum ve seçim öncesinde” de PKK ve BDP ile CHP’yi yan yana getirerek, “aynı çizgide olduklarını söyleyerek” yapmıştı ki o süreçte muhalefeti devre dışı bırakarak başlattıkları “açılım” politikası nedeniyle tam aksi bir durum mevcuttu, PKK aynı nedenle, “beklentisi ve görüşmeler” nedeniyle saldırılarını bile uzun süre durdurmuştu.

Şimdi bu haksız ithamların yapılma nedeni CHP’nin “Türkiye neden durup dururken Suriye’nin kendi iç savaşına müdahil oluyor, neden Esad muhaliflerine destek veriyor, düşen uçağımızın orada ne işi vardı” demesi ve Davutoğlu’nun Suriye konusundaki yanlış dış politikasını eleştirmesidir. Ve Türkiye’de bunu düşünen milyonlarca insan var.

O ELEŞTİRMEYECEKSE KİM?

Nitekim bugün Şemdinli’de, Çukurca’da yaşanan savaş benzeri çatışmalarla; Türkiye’nin Esad muhaliflerini desteklemesi, onların da Esad’ı Suriye’nin kuzeyinden kaçırtması ile PKK’nın “Esad’ın çağrısıyla” Suriye’nin kuzey illerine yerleşmesi arasında önemli bir ilişki var. Aynı şekilde “açılım sürecinde devletin PKK’yı muhatap almasıyla güçlenen moralleri”nin etkisi de maalesef var. Bunlar ortada dururken ve “medyada tartışılmalarına bile tepki gösterilirken” Ana Muhalefet Partisi Lideri konuşup eleştirmeyecek de kim eleştirecek?

Evet her iki lider tarafından kullanılan “çapsız” kelimesi hatadır ama Kılıçdaroğlu’nun dış politika eleştirilerine kızmak da aynı derecede hatadır.. Ki o, “açılım” aniden ortaya konduğunda da bunun yanlış olduğunu, önce inceden inceye tartışılması gerektiğini söylemişti. Ve “silah bırakmamış” bir terör örgütüyle devletin pazarlığa oturması “daha çok terörle devlete baskıyı arttırmalarına” yol açacağından gerçekten de yanlıştı, bunu da bugün görüyoruz.

“Çapsız” sözüne kızdıktan sonra kendisi de kullanan Başbakan aynı konuşmada Kılıçdaroğlu’na “Sen bir kasetin getirdiği genel başkansın, o CD çıkmasa ortada yoktun” dedi. Oysa her genel başkanın bir yükseliş nedeni vardır. Erdoğan’ın yükselişinde de “okuduğu şiir nedeniyle cezaevine girmiş olması”nın rolü yadsınamaz örneğin.. Böyle olmasa bile bir parti liderine bu sözlerin söylenmesi kulağa çok kötü geliyor. Öyle kötü ki sözün arkasından gelen alkışların “bir duraklama” geçirdiğini farkeder gibi oldum, insanlar “rakip parti” bile olsa bunun haksızlığını hissettiler gibi geldi bana..

Öte yanda hakkını teslim etmek gerekir ki Kılıçdaroğlu “Baykal kendi hatası sonucu” o kasetle gitmeden önce de partisi içinde varlığını “yolsuzluk araştırmalarıyla, TV röportajları ve rakip siyasetçilerle karşılaşmalarıyla, sakin ama atak siyasetiyle” göstermiş ve çok kişi onun genel başkan olacağı beklentisine girmişti. Daha sonra birçok kez yapılan kurultaylarda “tüm delegelerin oyunu alarak” defalarca seçildi, bir kez değil..

MECLİS NEDEN TOPLANMASIN?

Hakkari’nin ilçelerinde 2 haftadır devam eden operasyonlar, Çukurca saldırısı, PKK’nın yeni “kaçmama” stratejisi, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye için ortaya çıkan tehlikeli tablo ortada dururken Ana Muhalefet Partisi’nin “Meclis toplansın” isteğinden daha doğru bir şey olamaz. Oysa Başbakan buna da kızarak “biz gelmeyeceğiz” dedikten sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun “teröre çözüm için desteği hak edecek öneri gelirse destekleyeceğiz” sözünü hatırlatarak yine şikayet tonlamasıyla “randevu istedi verdik, hiçbir öneri getirmedi” dedi..

Oysa “çözüm önerisi üretmek” iktidara talip olan ve iktidar olan partinin görevidir, muhalefetin değil.. Bu nedenle ülkede savaş havası hüküm sürerken “Meclis’in toplanması” talebine karşı gösterilen bu örnek yanlıştır.

Kısacası konuşmasında, halkın “ekilmek istenen fitne tohumlarını görerek mübarek ayda öfkenin, nefretin dilini değil, hoşgörünün, birliğin, kardeşliğin diline başvuracağına yürekten inandığını” söyleyen Başbakan Erdoğan’ın bu inancı güzel velakin aynı konuşmada diğer söyledikleri bununla taban tabana zıttı.. Ülke dört yandan ve içerden tehlike altındayken bu dili en kısa zamanda bırakmaları gerekiyor!

Yazının devamı...

Şemdinli olayı eski PKK saldırılarından farklı!

Dün Şemdinli’de iki haftadır süren operasyonlar ve bu kez meselenin “eski PKK faaliyetlerinden farkı ve Kuzey Suriye’nin yeni bir Kürt bölgesi haline dönmesiyle arasındaki ilişki” konusunu yazmış, Türkiye’nin Suriye politikasında yaptığı hatanın bundaki rolünden söz etmiştim, devam ediyorum. Aynı gün PKK’nın artık yakınlarında bulunan köylerdeki aileleri “silahlanmaları ve kendilerine destek vermeleri konusunda tehdit ettikleri” haberi verildi..

Her aileden 1 kişi istiyor ve çocuğunu vermeyen aileden “zorla alacakları” tehdidinde bulunuyorlar ve ordu operasyonlarında köyleri kendilerine kalkan yapıyorlarmış. Evladını kaçırabilen kaçırıyor ama kaçıramayanlarla PKK teröristlerinin sayısının ne kadar hızla artacağı da tahmin edilebilir.. Bu arada Esad’ın yanında “ona destek veren” İran da “Suriye de ortaya çıkan şiddet ve dökülen kanın sorumlusu” olarak Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ı göstermiş. Kısacası Suriye olayının başımıza yeni ve büyük dertler açtığına hiç şüphe yok..

BARZANİ’NİN İKİYÜZLÜLÜĞÜ!

Herkes biliyor ki Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Barzani “Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın yönetimi ele geçirmesini” kendisi örgütledi. Hakkari’de PKK’nın “son eylemlerini aynı hedefle yaptığını” da elbette en iyi bilen kişi.. Ama efendim, Pazartesi günü “Hakkari’deki saldırıları kınayarak, barış görüşmelerinin önünün açılması için 2 tarafa da ateşkes çağrısı” yaptı. Açık ve net ikiyüzlülüğü görülmeyecek gibi değil. Suriye’deki PYD de aynı şekilde “ne yaptılarsa barış için yaptıklarını, Kürt sorununun halledilmesi için çalıştıklarını” söylüyor. Aynen Türkiye’de yıllardır bir yanda Güneydoğu savaş alanına çevrilirken birilerinin anlatıp durduğu barış masalları gibi..

PKK ve Barzani için tek sorun ve tek çözümün “Türkiye dahil olmak üzere 4 ülkede Kürdistan’ı kurmak” olduğu artık laf ebeliklerinin arkasına gizlenemeyecek kadar açıktır. Şemdinli’de uzun süredir devam eden “savaştan farksız” tablo ve Çukurca saldırısının nedenleri de bu hedef ve “Esad’ın Türkiye’den intikam alma isteği”dir. Bu konuda AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in “Türkiye’nin etkinliğinden rahatsız olan odaklar” iddiası artık pek hafif kalıyor.

YATANI KİM GETİRECEK?

Hakkari’de şehit olan Jandarma Er Burak Tütüncüoğlu’nun acılı eniştesi cenaze töreninde “Burada yatanı kim geri getirecek” deyince Amasya Tugay Komutanı “Onlar orada olduğu için sen yaşıyorsun” cevabı vermiş. Peki nereye kadar şehit ailelerinin tepkileri bu şekilde susturulacak? Geçimli Karakolu’nda şehit düşen gencecik er Mehmet Çevik’in kız kardeşinin “tabuta kapanmış, bir yandan ağlayıp bir yandan öperken” çekilmiş fotoğrafı ve benzerlerine, daha kaç saldırı, kaç yıl, kaç şehite yürekler dayanacak? “Onlar toprak altında olduğu için sen yaşıyorsun” sözleriyle daha kaç şehit ailesi karşılaşacak?

KARAKOLLAR NEDEN BİTİRİLMEDİ?

Bırakın terörist sürülerinin karşısında vatan savunan ve yıllardır savaş gibi kayıp veren orduyu, yüzlerce şehit verdiğimiz karakolların henüz 60’ının yenilenmiş olmasının mazereti nedir? Bu kadar “refah içinde ve kalkınmış” olduğu tekrarlanan bir devlet, tüm imkanlarını seferber ederek en kısa sürede bu karakolların tamamını neden yenilemedi?

Koskoca Türkiye, koskoca ordusuyla Güneydoğu’da PKK ile destekçilerinin yeni bir “Kuzey Suriye, Kuzey Irak” yaratmak üzere yaptığı eylemleri kökten durdurmak için ne bekliyor? “Türkiye’nin Kuzey Irak’taki iş yatırımlarının zarar görmemesi için Barzani’nin hoş tutulduğuna” hatta bu nedenle “PKK karşısındaki askerlerin gerektiği gibi karşılık vermelerinin önlendiğine” inanan çok kişiyle karşılaşıyorum. Umarım yanılıyorlardır. Ve umarım Suriye konusunda benimsenen ve Türkiye’ye daha büyük terör kapısı açan “yanlış hesap”tan dönmenin bir yolu hala vardır!



Kılıçdaroğlu ve sıfır hata!

Bildiğiniz gibi Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe’nin hayatını kaybettiği kazadan sonra “İktidar ve muhalefet partilerinin en kısa sürede kaza yerine gidip olayla ilgilenmemeleri, hemen taziye mesajları yayınlamamaları” konusunu iki ayrı yazıda eleştirdim. Hükümet için de “bir tercih” değil, “görev” olan bu ilgi “CHP’nin kurucusu da olan Ata’ya saygı” anlamında Ana Muhalefet Partisi için de görevdi..

İkinci yazımın çıktığı gün öğle saatlerinde önce CHP Sakarya Milletvekili Engin Özkoç arayarak “duyar duymaz Sakarya’ya gittiğini, Ülkü Adatepe’nin oğlunun cenazeyi kendisinin alacağını söylediğini, savcı izin verir vermez alarak evine doğru yola çıktıklarını, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Ankara’da bir şehit cenazesine katıldıktan sonra hemen İstanbul’a geldiğini ve cenazede hazır bulunduğunu” anlattı. Ama aldıkları araç; yine ilk anda harekete geçen Şişli Belediyesi’ne aitmiş, CHP’nin kendisi neden araç hazırlatamamış onu bilmiyoruz.

Daha sonra akşama doğru CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu aradı. “Yazılarımı ilgiyle okuduğunu, 2 kez CHP’ye sitem yazısı yazmış olmama üzüldüğünü, oysa kazayı duyar duymaz Engin Özkoç’a söylediğini ve olay yerine giden Sakarya milletvekillerinden haberleri her saat başı aldığını” söyledi. Ben de cevap olarak ona ‘yazılarıma kırılıp üzülmemeleri gerektiğini, eleştirilerimi bundan sonra da aynı şekilde yapacağımı, bunun nedeninin artık tüm partilerin ve tabii öncelikle iktidar ve ana muhalefet partilerinin hata yapma lüksünün kalmamış olması’ olduğunu anlattım. Sadece “Sakarya milletvekilleri”nin yetmeyeceğini belirterek ilk saatlerde çok sayıda milletvekili ile parti olarak orada olmaları ve taziye mesajı yayınlamaları gerektiğini söyledim..

Gerçekten de artık CHP’nin iktidardan sonra en büyük parti olarak “sıfır hata” ile yola devam etmesi ve alternatif olacak politikalar izlemesi, partinin ön saflarına geçirdiği isimleri ya da milletvekili adaylarını da ona göre seçmesi lazım.. Bakalım yakın gelecekte neler olacak, yeni bir ümit oluşturabilecekler mi?

Eleştiriler her parti için aynen devam edecektir! Sayın Kılıçdaroğlu ile Sayın Özkoç’a ilgi ve açıklamalarından dolayı teşekkür ediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.