Şampiy10
Magazin
Gündem

Gül’ün farklılığı artık gizlenmiyor!

Her ne kadar son haftalarda Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan arasında iyice belirgin hal alan “farklı görüşler” zaman zaman ikisi tarafından da “aramızda fikir ayrılığı yok” şeklinde yalanlansa da bu farklılık artık gizlenemez hale geliyor. Daha doğrusu “gizlenmesi mümkün olmayan” bir dönem başlıyor gibi..

Cumhurbaşkanı Gül Financial Times’a verdiği röportajda en önemli konularda “Erdoğan’dan farklı görüşlerini” net şekilde söylemiş. Bununla da kalmamış; “Türkiye’yi son 10 yıldır yöneten İslami kökenli Adalet ve Kalkınma Partisi’ni Erdoğan’la birlikte kurduklarını” vurguladıktan sonra “Onun söylemi benimkinden farklı” demiş.

GÜÇLÜ MUHALEFET

Gül’ün “siyasi muhaliflerine karşı daha çatışmacı bir tutum takınan” Erdoğan’dan farklı şekilde “demokratik yönetim mekanizmasının işlemesi için Türkiye’nin güçlü bir muhalefete ihtiyacı olduğunu” söylediğini belirten FT Ankara muhabiri Dan Dombay’ın mülakatında öne çıkan diğer farklılıklar şöyle..

AB’YE ÜYELİK!

Son zamanlarda AB’ye sıkı sık kızan ve “AB Türkiye’yi kaybedebilir” diyen Başbakan Erdoğan’ın özellikle “idam cezasının geri getirilmesi” konusunda yaptığı açıklama AB’de şaşkınlıkla karşılanmış, “bu gerçekleşirse AB’nin unutulması gerektiği” bildirilmişti. Bu konuda Cumhurbaşkanı Gül “Türkiye’de son 10 yıldır yapılan reformların AB müktesebatının uyarlaması olduğunu” başarının nedeni olarak açıklamış ve “Türkiye mutlaka AB yolunda kalmalı” demiş.

BAŞKANLIK SİSTEMİ

Gül son günlerde bu konunun gündeme oturması ve Hükümet üyeleri tarafından sıkça “Türkiye’ye başkanlık sisteminin uyacağı” yönündeki açıklamalarla ilgili soruya; “Yeni anayasanın uzlaşı ile ve ortak anlayış zemini üzerinde yapılması gerektiği” cevabını vermiş. Yani “Böylesine önemli, siyasi sistemi baştan çizecek bir değişikliğin ve toplumun her ferdini ilgilendiren anayasanın tam milli irade ile, TBMM’deki tüm partilerin uzlaşması ile yapılması gerektiğini” belirtmiş.

‘DEMOKRASİ’ DEYİNCE..

Sonunda “Onun söylemi benimkinden farklı” da dediğine göre artık Cumhurbaşkanı Gül’ün Başbakan Erdoğan’la aralarındaki görüş farklılıklarını açıkça ifade ettiği gözden kaçmıyor. “Demokrasi, çok seslilik ve ifade özgürlüğü” açısından Cumhurbaşkanı’nın farklı görüşleri aslında memnunlukla karşılanmalı ve önemli konular toplumun tüm katmanlarında ve tabii Meclis’te açıkça tartışılıp “olumlu ve olumsuz yanları iyice anlaşılmadan” bu adımlar atılmamalıdır. Ama bakalım Türkiye’de bu gerçekleşebilecek mi?

Çocuklar için ‘güvenlik düğmesi’ yok mu?

Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin “eşlerinden ve diğer yakınlarından gelecek şiddet tehlikesine karşı kadınların korunması için ‘güvenlik butonu’ sistemi” nin başlatıldığını açıkladı. Uzun yıllardır, yakınları tarafından “namus, kıskançlık, töre” gibi nedenler öne sürülerek vahşi şekilde katledilen ve tehlikelere karşı sığınacak bir yer bulamayan kadınları içi kan ağlayarak izlemiş bir toplum için sonunda sevindirici bir gelişmeydi bu..

O zaman içinde çocuk yaşta evlendirilen kızların karşılaştığı korkunç olayları; “karnında bebeğiyle tekmelenerek karların içine atılan ve aklını kaçıran (işkence orada da bitmemiş, bir sandalyeye bağlanarak aç-susuz ölüme gönderilmişti Ağrı’lı küçük gelin) gencecik kadınları”, sokak ortasında bıçaklananları” hiç unutmadan devam edelim..

YA CEZA?

Güvenlik butonu ile karakollara anında haber ulaştırılacak da mesela “Ağrı’daki olayın sorumlularına hangi ağır ceza verilecek” bunu hiç duymuyoruz.. Gencecik modacı Sinem Yalçın’ın ölümüne neden olan kişinin “otel şartlarında ve kısacık bir cezayla” kurtulduğu görülmüş bir ülkede “çocuk yaşta evliliğe zorlayanlara, kadınlara şiddet uygulayanlara en ağır hapis cezalarının verilmesi gerektiği”ni Bakan’ın ağzından da duymak bir beklenti haline geldi.

Bunun yanında “şiddet, taciz, tecavüz tehlikesi altında” olan veya bu katlanılmaz olayları uzun süredir yaşamakta olan çocuklar, “aile içi ve dışı tecavüz vahşetine katlanan çocuklar” için nasıl bir çözüm düşünüldü? Onlara TV’lerde bilgi verilerek ve yanında kadınlar gibi “güvenlik butonu” verilerek güvenlikleri sağlanmayacak mı?

Çocuklar ve çocuk gelinler “kadınlardan da çok” yardıma muhtaç durumdalar ve yıllardır bu konuda tek kelime edilmiyor. Bakan Fatma Şahin’in onlar için atılacak adımı da en kısa zamanda açıklayacağını umuyor ve bekliyoruz!

Yazının devamı...

Suriye ve İran’la savaşa doğru!

Suriye’den atılan roketatar Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesine düştü, 1’i asker olmak üzere 3 vatandaşımız yaralandı. Esad’ın askerleriyle “Türkiye’nin himayesinde” tutulan “Özgür Suriye Ordusu” isimli muhalif takım (ki aralarında dünyanın terörist saydığı ve gerçekte de azılı bir terör grubu olan El Kaide de var) bizim sınırlara o kadar yakın çarpışıyor ki adeta biz de savaşın içinde gibi olduk. Sınır illerimizde yedirilen-içirilen-yatırılan-her türlü destek sağlanan muhalifler tabii ki sınıra yakın yerlerde “Esad askerleri ve onunla birlikte olan PKK ile” çarpışıyorlar.

Bundan önce de kaç kez ilçelerimize toplar, mermiler düştü, yaralanan hatta ölen vatandaşlarımız oldu (Akçakale’de 5 kişi ), ders almadık. Sanki dünyada sadece bizim derdimizmiş gibi “muhalif” adı altında “bir ordu”yu korumaya devam ettik. Onları korumamız nedeniyle Esad PKK’yı Kuzey Suriye’de iyice güçlendirdi, onunla işbirliği yaptı, PKK Güneydoğu’da saldırılarını arttırdı bu da bizi uyarmaya yetmedi.

Ceylanpınar Belediye Başkanı “Suriye jetlerinin sınırdaki bazı bölgeleri bombaladığını, atılan bombaların, seken kurşunların Türkiye’yi de etkilediğini, yaralananlar olduğunu, ambulansların aralıksız yaralı taşıdığını” söylüyor. Şarapnel parçaları evlerin bahçelerine düşmüş ve “tesadüfen” yaralanan olmamış. “Başımıza da düşebilirdi, bir dahaki sefere ne olur bilmiyoruz” diyor Başkan.. Kendi yaralılarımız yetmiyor gibi bir de sınır boyunda yaralanan Suriyelileri bizim sınıra taşıyorlar, bizim hastaneler bakıyor. Yani hiç şüphe yok orada bulunanlar tam bir savaş ortamının içinde yaşamaktalar.

Daha önce Suriye’yi “vatandaşlarımızın hayatı tehlikeye girerse sessiz kalmayız” diye tehdit ettik, oysa Ceylanpınar’da okullar bile tatil edildi, halk panik halinde.. Ve bu ilçemiz de Suriyeli kaynıyor..

Eğer bu da değilse “yanlış dış politika” neye denir bilinmez, umalım da bu nedenle kısa süre içinde Suriye ve İran’la savaşın içine düşmeyelim. Gidiş o gidiş zira!



Ve Suriye’ye nota!

Bu kaçıncı nota ama yine Ceylanpınar olayından sonra “Suriye’ye bir nota daha verdiğimizi” Dışişleri Bakanı Davutoğlu açıkladı.. Bakan “Suriye’ye bir nota daha verdik. BM Güvenlik Konseyi ve NATO’ya durumu rapor ettik. Uluslar arası kamuoyunun sessiz kalması vicdanları zedeliyor” demiş.

Duruma bakılırsa zedelenen vicdanlar yalnızca bize ait, diğer ülkelerde böyle bir zedelenme olsa bir hareket de olurdu ama Davutoğlu’nun da dediği gibi hiç hareket yok. NATO Genel Sekreteri alçak perdeden hatta fısıltıyla “gerekirse Türkiye’ye destek veririz” diyor ama bugüne kadarki kayıtsızlıklarına bakınca o bile pek inandırıcı görünmüyor.

ORTADOĞU KAYNIYOR

Ayrıca o “gerekirse” lafı “savaşa girerse”yi kastetmekte.. Bir kere savaşa girildi mi Türkiye “Doğu’dan, Kuzey’den, Güney’den, Güneybatı’dan o kadar çok yönlü bir ateş hattına” itilmiş olacak ki destek filan kurtarmayacak.. ABD önce Türkiye’yi gazlayarak Suriye iç savaşına müdahil etti, şimdi İsrail’i de kullanarak savaşı bölgeye yayacak ve sonunda aklınca Ortadoğu’ya yıllardır planladığı şekli verecek.

YA BİZİM SORUMLULUĞUMUZ?

İsrail Golan tepelerine düşen top mermisinden sonra Suriye topraklarını bombalamaya başladı.. Savaş bölgesel hale geliyor ve biz rahatlıkla bunun dışında kalabilirdik ama (neye güveniyorsak) yapmadık. Şimdi kavgalı olduğumuz İsrail’le müttefik halinde Esad’a mı saldıracağız, belli değil.. Davutoğlu “yaşananların birinci sorumlusu Esad, 2’nci sorumlusu BM Güvenlik Konseyi’nin ataleti” demiş. Ya üçüncü sorumlu; bizim sorumluluğumuz?

Bütün Batı ülkeleri, BM uzak dururken ve kendi terör sorunumuz yeterliyken bizim öne atılmaktaki sorumluluğumuzu unutacak mıyız? Hükümet bu savaştan uzak durmak için elinden geleni yapmalıdır, başka çaremiz kalmadı!



10 yılda ne oldu?

Başbakan Erdoğan terör konusunda muhalefet partilerini kastederek “30 yıldır süren davayı hükümet meselesi görenler var” diyerek bunun “Hükümeti zora sokma gayreti” olduğunu ifade etti. Doğrudur, PKK terörü 30 yıldır sürüyor ama 2000 öncesinde tamamen durdurulduğunu da unutmayalım.

AKP bu 30 yılın 10 yılında iktidardaydı ve o yıllar içinde, özellikle “örgüte silah bıraktırmadan başlatılan açılım” sonrasında örgütle yapılan görüşmeler, verilen vaatlerle beklentileri arttıktan sonra terör de arttı. Suriye konusunda atılan hatalı adımlarla daha da arttı. Ve böyle bir durumda hangi parti iktidarda olursa olsun sorumluluğun doğal olarak “hükümete ait” görüleceği şüphesizdir.

Yani şimdi orada örneğin “Çiller, Yılmaz Hükümeti” gibi bir hükümet olsa o sorumlu gösterilmeyecek miydi? Hükümetler her dönemde yalnız “başarıları veya istedikleri konular” ile değil, “hataları ve eksikleriyle” de sorumlu tutulurlar. Bunu kişiselleştirmek ayrı bir siyasi hata olur.

Yazının devamı...

Başkanlık sistemi mi şehitlerimiz mi?

Dün gazete manşetlerinde çıkan “17 şehidimizin fotoğrafları”nı siz de dikkatle incelediniz mi acaba? Hani siz, biz, hepimiz vatanımızda huzurla yaşayalım, korkusuzca dolaşabilelim, yurt içine-dışına keyif seyahatleri yapalım ve terörü merörü aklımıza getirmeyelim, ülkemiz-milletimiz bölünmesin diye soğuk dağlarda görev yapan aslanların fotoğraflarını?

VATAN’da “şehit oldukları helikopterin önünde topluca çekilmiş” veya henüz yeni evlendikleri eşleri, yeni doğmuş bebekleriyle birlikte fotoğrafları vardı.. Kimi birkaç hafta önce nişanlanmış, kimi Facebook’a kahramanlık notları düşmüş.. Ve bugün hayatta değiller artık.. O sevgili eşler, nişanlılar, bebekler, ana babalar hayat boyu yaşayacakları acıyla geride kalırken, şehit kahramanlar hayalleri, ümitleriyle birlikte cennete uçtular.. Ama neden ve ne zamana kadar bu acıya katlanacağız, o aileler katlanacak?

BAŞKANLIK İSRARI NİYE?

Daha kaç “17 gencimiz” bir seferde kaybedilecek? Bu olaylara ne kadar “kaza” dense de o şehitler terör şehididir. Oysa bakıyoruz, Hükümetimiz, Meclisimiz “bedevi” tartışmasından çıkıyor, “başkanlık” tartışmasına giriyor.. Oradan çıkıyor, sanki Esad’ın ne yaptığı, ne yapacağı kendi sorunumuzdan önemliymiş gibi “Suriye’deki iç savaş” konusuna giriyor.. Yetmez mi artık, yetmedi mi?

Bırakın Fransa’sından İtalya’sına, Yunanistan’ına kadar Batı ülkelerini, Hindistan, Bangladeş, Kenya, Kongo, Belarus’ta ve dünyanın sayısız ülkesinde “cumhurbaşkanı ve başbakan”ın olduğu bir devlet sistemi yürüyor. Onların hiçbiri “bu sistem yetmez, illa ki ABD gibi başkanlık sistemi olalım” demiyor da bizde bu israr nereden çıktı ve neden gerek görülüyor?

Yetmeyen nedir? Tüm yetkiler zaten Hükümet’in elindeyken “hangi yetki eksik” görülmektedir ki bu tartışma ortaya atıldı ve arka arkaya şehitler verirken “birinci derece önemle” sürdürülmektedir?

BAĞIMSIZ YARGI OLMADAN..

“Başkanlık sisteminin başarılı olduğu tek ülke” olarak bilinen ABD’de bu sistemin başarılı olmasının, anti demokratik baskılara yönelememesinin en önemli nedenleri; “tam bağımsız bir yargı ve eyalet sistemi” oluşudur, bu net şekilde ortada.. Türkiye’de bunlar var mı; yok! O zaman neyi deneyeceğiz? Sınama-yanılma yöntemiyle mi anlayacağız “olmayacağını”? Olmadığı takdirde, demokrasiye verilecek zararın geri dönüşü olabilecek mi? Olacaksa nasıl olacak?

Başkanlık sistemini tepeden inme Türkiye’ye getirmek isteyen herkes bu soruların cevabını TV’lerden halka açıklamak durumundadır. Eğer “demokrasi” oyuncak değilse tabii..

Bunu yapmadan önce ise “terör bitecek” lafını tekrarlamak yerine nasıl biteceğini, daha fazla şehit vermemizin nasıl önleneceğini bulmaları gerekiyor. Hele de Suriye’de yaptığımız (ve yapmaya devam ettiğimiz) dış politika hatalarıyla terörün artmasından sonra Türkiye’nin bir numaralı sorunu budur çünkü!



CIA Başkanı ve bizimkiler!

Bu CIA Başkanı Petraeus “Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirilmesi” olayının baş kahramanı (!) olan Petreaus değil mi? Evet, ta kendisi.. Şimdi “ortaya çıkan” yasak aşkı yüzünden görevinden istifa etmek zorunda kalmış. Eh ne demeli, etme bulma dünyası bu. Sen başkalarına zulmeder, onları aşağılamaya çalışırsan “er ya da geç” senin de başına gelir.

Ama burada başka bir nokta daha var dikkat çeken.. Önemli devlet görevlerini üstlenmiş kişilerin özel hayatı sıradan vatandaşın hayatı gibi “kendine ait” sayılamaz. Böyle bir durum “kesin istifayı” gerektirir. Bu adam daha önce “herkes hata yapabilir ama önemli olan bu hataları tanımak, kabullenmek ve ders çıkarmak” demiş.

Olaydan sonra “aileme ihanet ettim, görevde kalamam” diyerek istifa etmiş. Şimdi “tanıma, kabullenme” kısmı bitmiş, oturup ders çıkarmaya gelmiş sıra.. Türkiye’de örneğin “siyasetçiler” aynı durumda kaldıklarında neden “istifa etmeleri” gerektiğini bu olay bize anlatıyor mu acaba?



Atatürk’e selam duran işçiler!

Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak için yürüyüş yapan, Anıtkabir’e gitmek isteyen halka sert polis müdahalesi Atatürk’e gösterilen sevgiyi daha da kamçıladı. 10 Kasım’da İzmir Cumhuriyet Meydanı’nda “İzindeyiz” tişörtü giyen 2 bin 400 kişinin oluşturduğu “Canlı Atatürk Portresi” tüyleri heyecanla ürpertecek kadar olağanüstü bir görüntüydü. Bunu başarıyla organize eden İzmirlilere, İstanbul Kadıköy’de kilometrelerce uzunlukta “Ata’ya Saygı Zinciri” oluşturan binlerce kişiye “helal olsun” doğrusu!

Ve tabii Ata’nın hayatını kaybettiği “9’u beş geçe” sirenler çalarken selam duran iki inşaat işçisinin fotoğrafı.. Gözlerim yaşararak dakikalarca baktım o harika resme.. “Atatürk’ün bu milletin kalbinden asla çıkmayacağının” tablosudur bu, onlara ve temsil ettikleri milyonlara da helal olsun!

Yazının devamı...

Yine 17 şehit.. Bu nasıl kaza?

Siirt-Şırnak-Van arasında bulunan bir dağa düşmüş Skorsky S-70 helikopteri.. Dile kolay tam 17 gencecik aslan şehit olmuş. Bir gün önce bütün gençler gelecek ümitleri, hayalleriyle dolu, bir gün sonra yoklar.. Analarının yüreği bu acıya nasıl dayansın?

Daha 23 Temmuz’da, 3.5 ay önce yine bir Skorsky S-70, Dağlıca’da düşmüş ve 5 askerimiz şehit olmuştu.. Hepsi de “terör nedeniyle”, terör bölgesinde hayatını kaybediyor bu askerlerin.. Ve ayrıca hepsi de “aynı cins helikopter içinde”.. Önce neden bu helikopterler sorusu var; yeteri kadar güvenli değillerse niçin gencecik askerler (aynen korunmasız, desteksiz şekilde terörist dolu yollara çıkarılan askeri araçlarda olduğu gibi) içlerine doldurulup uçuruluyor?

SİS VARSA NEDEN UÇURDUNUZ?

Güvenli oldukları iddia edilerek bindiriliyorlarsa hangi ihmal bu sonu hazırlıyor? Örneğin bu son “kaza” denen olayda “yoğun sis” varken uçtukları bildirilmiş. Gerçi henüz düşme nedeni belli değil, araştırılıyormuş ama madem ki yoğun sis var o gençlere yazık değil mi, bile bile, göre göre uçmalarına izin vermek ihmalin, kendisi değil mi, suç değil mi?

GENELKURMAY BAŞKANI UÇAR MIYDI?

Acaba öyle bir havada, aynı şartlar içinde Genelkurmay Başkanı’nın veya bir siyasetçinin uçmasına izin verilir miydi? Kesinlikle verilmezdi, o zaman neden “askerler için bu kadar kolay”dır karar vermek? Üstelik onlar “genç”, daha hayatlarının başındalar, neden düşünülmüyor? Genelkurmay Başkanı Özel (ve aslında Milli Savunma Bakanı da) artık “ bir defada 17 şehit” verilen bir ihmalin hesabını vermek, millete açıklama yapmak zorundadır. “Evet, ben de bu havada, aynı helikoptere binerdim” diyorsa bunu açıklasın ve hatta “uygulamalı olarak” göstersin..

Bu “kaza” denen helikopter düşmeleri hep terör saldırılarının yoğun görüldüğü, terörist kaynayan alanlarda olduğu için insanın aklına önce “PKK tarafından düşürüldükleri” geliyor. Zira ardı ardına asker taşıyan ve inip kalktığı bilinen helikopterlere saldırı yapmak, uçaksavarla vurmak pek zor değil PKK için.. Ellerinde her tür silah da mevcut.. Ama sonuç hep “kaza” çıkıyor..

Bütün bu ihtimallerden sonra Suriye konusu geliyor.. Suriye sınırında Esad’ın askerleriyle “muhalif” denilen Özgür Suriye Ordusu resmen savaş yapıyorlar. Bu muhalif ordu Türkiye tarafından destekleniyor, silah ve maddi destek sağlanıyor. Bizim askerlerimiz de “onların Türkiye’den geçip savaşması (gece Türkiye’ye dönüp sabah Suriye’ye geçtiklerini kendileri anlattılar biliyorsunuz), bu nedenle çatışmaların neredeyse bizim topraklarda olması” nedeniyle sınır boyunda pusuda beklemek zorundalar.

PKK’NIN ORTAĞI ESAD!

“Türkiye destekli Özgür ordu” Esad askerlerini vurdukça, “Türkiye’ye karşı Esad’ın stratejik ortağı” haline gelen PKK, Türkiye içinde saldırılarını arttırıyor. Böylece zaten mevcut terör saldırılarıyla yeterince şehit verdiğimiz halde bir de “Esad muhaliflerini destekleyeceğiz” diye veriyoruz.

Oysa Özgür Suriye Ordusu bize anlatıldığı gibi “masum halk” filan değil, onlar da “silahsız Esad askerlerine toplu katliam yapan”, bu nedenle Birleşmiş Milletler’in tepki gösterdiği acımasız bir ordu halindeler. Uzun lafın kısası yanlış başlatılan ve inatla sürdürülen dış politika ile büyük kayıplar vermekteyiz ve daha “gelecekte neler olacağı” da belli değil.

Hükümet ve TBMM “Başkanlık sistemi” için verdiği uğraşı önce “askerlerimizin hayatını düşünme”ye vermek zorundadır!



Demirel, Erbakan’a ne demişti?


Çok sayıda mektup ve yorum geliyor 28 Şubat ile 27 Nisan için.. Özellikle de “27 Nisan muhtırası” ile ilgili olarak.. Hepsi de Yaşar Büyükanıt’ın yazdığı ve Genelkurmay’ın resmi internet sitesinde yayınladığı bildirinin tam bir muhtıra olduğunu, bugüne kadar da Hükümet üyeleri, medya ve hatta yabancı medyada “muhtıra” olarak söylendiği halde şimdi nasıl olup da “muhtıra olmadığı”nın her fırsatta vurgulandığını, TV’lerde belli isimlerin bunu tekrarlayıp durduğunu anlayamadıklarını söylüyor.

Haklılar çünkü özellikle sivil-asker yüzlerce kişinin “darbe hazırlığı vardı” iddialarıyla uzun tutukluluklar yaşadığı, çok sayıda TSK mensubunun “Hükümete muhtıra vermediği, darbe yapmadığı ve dahi iddiaları bilirkişi raporlarıyla çürüttükleri halde” neredeyse ömür boyu hapse mahkum edildiği bir ülkede “gerçek bir muhtıra veren”in cansiperane şekilde “vermediğini” iddia etmek doğal olarak her tepkiyi yaratacaktır.

MUHTIRA AMA DEĞİL, DARBE DEĞİL AMA DARBE!

Dönelim 28 Şubat’a.. Gerçek muhtıra “muhtıra değil” ama altında dönemin Hükümet üyelerinin imzası olan, dönemin Başbakanı ile Başbakan Yardımcısı’nın hemen sonrasında “Hükümetiyle, askeriyle herkes birlik içindedir, olağan dışında bir durum mevcut değildir, hep birlikte memleket meselelerini gö-rüştük” dediği 28 Şubat neredeyse “darbe” sayılacak.

28 Şubat’tan sonra Hükümet üyeleri yerinden oynamamış ama “koalisyon ortağı” Çiller başbakanlığı Erbakan’dan “normal protokol süresinden daha önce almayı” umar hale gelmiş. Olayların ardı arkası kesilmezken o seçimi öne almaya Erbakan’ı razı ederek onun süresini kısaltıp “seçimin kendi başbakanlığı altında olmasını” sağlamaya çalışmış.

Erbakan razı olmadıkça “tehdit” yolunu bile denemiş. Bu “sivil” baskı sonunda Erbakan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le görüşmeye gitmiş ve ona “istifa edeceğini” söylemiş. Demirel askeri kastederek “Neden istifa edeceksin, bir baskı mı var, telkin mi var” diye sorduğunda “Hayır bunlar yok ama huzursuzluk var” demiş. Erbakan israr edince Demirel istifasını kabul etmiş. Yani, sonunda Erbakan’ı istifa ettiren Çiller’in ta kendisi olmuş.

Bunun arkasından “yeni başbakan” umduğu gibi kendisi olamamış, işte Çiller için asıl sorun burada başlıyor.

Süleyman Demirel daha sonra “Erbakan görüşmesini ve gelişmeleri” Erbakan’ın sağlığında röportajlarda anlatıyor. Ondan bir itiraz gelmiyor. Yani doğrulanmış oluyor. Bu durumda “Çiller’in darbe tarifi”nin ne olduğu açıkça ortada değil midir?

Yazının devamı...

Dünya Atatürk’ü nasıl gördü?

Atatürk’ümüzün hayatını kaybettiği ama milleti için “ölümsüzlüğe” geçtiği 10 Kasım 1938 tarihinin üzerinden 74 yıl geçmiş.. Ve Başbakan Erdoğan Endonezya’nın Bali adasında olduğu için 74 yıl sonra ilk kez ölüm yıldönümünde O’nu anma törenleri “Başbakansız” olarak yapılacak.. Üzücü bir durum tabii, oysa bu vatanın kurtarıcısının, milletini imkansız şartlardan kurtarıp özgür bir ülke armağan eden “büyük önder”in “yılda bir kez”cik olan resmi anma töreninde devletin zirvesi toplu olarak bulunmalı, hiçbir neden bunu engellememeliydi..

Olsun, milleti nasılsa onu her yıl olduğu gibi derin bir özlemle anacak, Anıtkabir’e akın akın gidecektir yine şüphesiz.. Bugün sizinle İngiliz yazar Andrew Mango’nun yıllar süren çalışmalarla kalın bir cilt olarak yazdığı “Atatürk” kitabından bazı satırları paylaşmak istiyorum. Başta büyük yenilgilere uğrattığı İngilizler” olmak üzere tüm dünyanın onu nasıl gördüğünün özetidir çünkü..

MİLLİ BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL!

Kitap “Mustafa Kemal Atatürk 21’inci yüzyılın en önemli devlet adamlarından biridir” cümlesiyle başlıyor.. “Yalnızca kendi ülkesini değil, komşularının tarihini de etkilediği, yabancılar tarafından yönetilen ülkelere ‘milli bağımsızlığa giden yol’u gösterdiği.. Batı’nın deneyimlerini kendi ülkesini en zengin ülkeler düzeyine çıkarmak için kullandığı ama taklit etmek yerine ‘global medeniyette yer almak’ amacını güttüğü, onun bir iyimser ve humanist olduğu” ve hayatı tüm detaylarıyla anlatılarak devam ediyor.. 10 Kasım’da onun cenaze törenini ise şöyle anlatıyor dünya çapında ünlü İngiliz yazar ve tarihçi; “Atatürk’ün cenaze töreni ülkenin daha önce hiç görmediği, içinde hem üzüntü hem de gurur barındıran bir tabloydu.. 17 ülke özel temsilcilerini, 9 ülke korteje katılmak üzere silahlı birliklerini göndermişti. İngiltere’yi ‘Gelibolu’daki ünüyle tanınan’ Lord Marshall, Fransa’yı İçişleri Bakanı, Almanya’yı Baron Von Neurath temsil etmekteydi. Şimdi İngiltere dünyanın geri kalanı ile birlikte Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı’na saygısını göstermekteydi.. Atatürk’ün Türkiye’yi tamamen bağımsız, medeni ülkeler topluluğunun saygın bir üyesi yapma hedefine ulaşılmıştı.”

Yendiği ülkelerin liderleri onu “bir dahi” olarak nitelendirdiler, “tümüyle emperyalist ülkelerin işgali altındaki ülkesini kurtaran ve çağdaş, demokratik yönetime kavuşturmayı başaran bir dahi”.. Yabancılar böyle düşünürken bizim ülkemizde hala O’nu ve kendilerine armağan edilmiş özgürlüğü takdir edemeyenlerin bulunmasının nasıl trajik bir durum olduğunu anlatmaya gerek yok..

Ama her şeye rağmen, kim ne yaparsa yapsın Türk milleti onun izinden gitmekten vazgeçmeyecektir. Ata’mızı takdirle, minnetle, sevgiyle anıyoruz ve sonsuza kadar bu sevgiden vazgeçmeyeceğiz.



28 Şubat MGK toplantısı..

Şimdi de 28 Şubat sonrasında dünya basını ne demiş, Tansu Çiller’in danışmanı Mehmet Bican’ın kitabından alalım; “Tarihi Milli Güvenlik Kurulu toplantısı dünya basınında da yankılanıyor. Komutanların uyarılarını geniş biçimde okuyucularına yansıtan yabancı basın söz birliği etmişçesine ‘Generaller Erbakan Hükümeti’ni demokrasi ve laiklikten sapmaması için uyardı’ yorumlarını yapıyor. Yabancı gazetelerde ‘Askerler kulak çekti’, ‘Erbakan’ın laikliği tehlikeye sokacak macerasına dur denildi’.. başlıkları dikkat çekiyor.” Demek ki dünya basını 28 Şubat olayını özellikle Erbakan’a karşı “bir uyarı” olarak görmüş o günlerde.. Yani Tansu Çiller’in Komisyon’a dediği gibi “bir darbe” olarak, hele de “kendisine karşı yapılmış bir darbe” olarak değil.

ERBAKAN VE ÇİLLER NE DEMİŞ?

Ve aynı sayfada Başbakan Erbakan’ın 28 Şubat sonrasında, 1 Mart 1997’de TV haberlerinde verilen “MGK bildirisi hakkındaki” konuşması şöyle: “Duyduğum büyük bir sevinci ifade etmek istiyorum. Saatlerce Türkiyemizin her türlü meselesini baştan sona gözden geçirdik. Bütün konularda tam bir görüş birliği içinde olduğumuzu gördük. Hükümetiyle, askeriyle devletin zirvesi birlik ve beraberlik içindedir. Bildiride herşey çok mükemmel bir şekilde ortaya konulmuştur.”

Bican’ın kitabının 302’nci sayfasında da Çiller’in Objektif programında “MGK toplantısı” için yaptığı açıklama var; “MGK Anayasal bir kuruluştur. Her ay toplanıp Türkiye’ye yönelik iç ve dış tehditlere bakıyor, değerlendiriyoruz. 28 Şubat’ta da farklı bir şey olmadı. Normal işleyişin dışında bir şey olmadı. MGK bildirisinde bizi rahatsız eden bir şey bulunmamaktadır. Kaldı ki orada alınan karalara biz uyarız, Hükümet uymak zorundadır. ”

YENİ DARBE TARİFİ

Görünüşe bakılırsa Çiller de MGK Bildirisi’nden hiç şikayetçi değilmiş. Şimdi “kendisine karşı bir darbe” olduğunu söylediğine göre onun darbe tarifi “başbakanlığın kendisine verilmemesi” olmalı.

28 Şubat konusuna devam edeceğim.

Yazının devamı...

Büyükanıt değil, tarih karar verir!

Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ifade vermiş ve bir kez daha “27 Nisan’da yayınladığı e- muhtıra”nın “muhtıra olmadığını” söylemiş. Bu kez bir değişiklik yapmış ve “muhtıra olmadığına” Başbakan Erdoğan’ı da şahit göstermiş..

Oysa eğer asker tarafından böyle bir bildiri, tam da cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yayınlanmışsa bunun muhtıra olup olmadığına “özelliklerine” bakarak karar verilir, buna “tarih ve toplum, toplumun tüm kurumları” karar verir, “muhtırayı veren” kişi veremez. Ve hukuki açıdan bakıldığında “dönemin başbakanı, bakanı veya cumhurbaşkanının” görüşü de sonucu etkilemez.

TARİHE ‘MUHTIRA’ OLARAK GEÇTİ!

“Etkiler” deniyorsa 28 Şubat’ın bu kadar inceden inceye soruşturulması da son derece anlamsız kalır.. Zira o 28 Şubat’ın “bir darbe olmadığı, hükümetin değişmediği, demokrasi kesintiye uğramadan, hiçbir hükümet üyesi ya da bürokrat değişmeden yola devam edildiği” dönemin birçok siyasetçisi ve Cumhurbaşkanı tarafından söylenmiştir..

Büyükanıt cumhurbaşkanı seçimi öncesinde Genelkurmay’ın resmi internet sitesinden yayınladığı ve tarihe “e-muhtıra” olarak geçen bildiri ile 30 yıla yakın zamandır demokrasiye müdahale etmemiş olan TSK için “21’inci yüzyılda hala darbeyi düşünebileceği” kanısını yayarak daha sonra ortaya çıkacak “Balyoz, Ergenekon” gibi davalarda TSK mensupları için “darbe planladıkları konusunda” önyargı sağlayacak bir hava da yaratmıştır. Sivil toplum tepkilerine “orduyla bağlantılı” havası vererek dengeleri bile değiştirmiştir. Öyle “üç beş cümleyle geçiştirilecek mesele değildir yani..

12 NİSAN’DA İŞARET..

Yaşar Büyükanıt 27 Nisan öncesi 12 Nisan 2007’de yanına bütün kuvvet komutanlarını alarak yaptığı “basın bilgilendirme toplantısı”nda “cumhurbaşkanının TSK’nın başkomutanı olması nedeniyle kendilerini de yakından ilgilendirdiğini.. Seçilecek cumhurbaşkanının Cumhuriyetin temel ilke ve kuralları ile Atatürkçülüğün gereklerine sözde değil özde bağlı olması gerektiğini” söylüyor..

27 Nisan’daki bildiride ise; “23 Nisan’dan önce yurdun birçok yerinde laiklik karşıtı ve din bezirganlığı olarak nitelendirdikleri olayların vahim olduğu ve bu irticai anlayışın rejime karşı meydan okuma olarak değerlendirilmesi gerektiği” yer almış. “TSK’nın yasalar ile kendine düşen görev ve yetkileri kullanmaktan çekinmeyeceği” belirtilerek bitiyor.. Özellikle son paragrafın açıkça “darbe tehdidi” anlamı taşıdığı ortada..

HERKES AYNI GÖRÜŞTE!

Cumhurbaşkanı adayı “Başbakan Erdoğan tarafından ilan edilmiş olduğu” için Hükümet bu muhtıtayı kendine karşı verilmiş sayıyor, Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek açıklama yapıyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “Asıl olan hükümetin ‘demokrasiye karşı müdahale’ niteliğindeki muhtıraya verdiği cevaptır” diyor.. AKP Genel Başkan Yardımcıları Hüseyin Çelik ve Salih Kapusuz “27 Nisan muhtırası” diyorlar..

Daha sonra Başbakan Erdoğan medyaya veya muhalefet partilerine “darbeler ve 28 Şubat MGK kararları” ile birlikte 27 Nisan için de “neden sesiniz çıkmadı” diye hesap soruyor..(Oysa çıktı, aynı gece TV’de de çoğumuz söyledik.) Yabancı medyada ve Türk medyasında, TV tartışmalarında yıllardır sadece “muhtıra” olarak geçiyor.. Ama sonunda muhtıranın sahibi “Bu bir muhtıra değil, laiklik hassasiyetini ortaya koyan bildiri, Başbakan şahittir” diye kestirip atıyor.

O zaman kendisine 28 Şubat’taki Milli Güvenlik Kurulu bildirisini tekrar incelemesi hatırlatılabilir.. Orada da “8 yıllık kesintisiz eğitim, Kur’an kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı kontrolünde olması, Kıbrıs, OHAL’in uzatılması” gibi konular dışında söylenenler 27 Nisan muhtırasıyla çok benzer bir “hassasiyeti” ortaya koyuyor. Bu durumda; dönemin hükümetinin imzalarıyla alınmış 28 Şubat kararları için (TSK baskısını yadsıyor değilim) kıyamet koparılırken 27 Nisan neden o kadar masum bir bildiri sayılacakmış, belki bu çelişkiyi açıklar.

Çiller-Erdoğan benzerliği!

Tansu Hanım da “Darbeleri Araştırma Komisyonu”nun sorularını cevaplamış. Cevaplarında 28 Şubat’ta askerin baskı yapmış olmasına, Hükümet olarak demokrasi adına bu baskıya karşı çıkmamış olmalarına değil “Erbakan’dan sonra Başbakanlığın Cumhurbaşkanı Demirel tarafından kendisine değil de Mesut Yılmaz’a verilmiş olmasına” daha çok içerlediği görülüyor.

“Darbe asker tarafından değil, siviller tarafından ve Erbakan’a karşı değil, bana karşı yapıldı” demiş.. Gerçekleri daha iyi anlamak için Çiller’in uzun yıllar ve o dönemde de danışmanlığını yapan Mehmet Bican’ın “28 Şubat’ta Devrilmek” isimli kitabını dikkatle okumak lazım. Mesela Erbakan’ın 28 Şubat toplantısından sonra “MGK’da komutanlarla tam bir uyum içindeydik” dediğini.. Çiller’in toplantı sonrasında “Demokrasinin teminatı ve bekçisi Türk Silahlı Kuvvetleridir. Bunu unutmayın”, toplantı sırasında ise telefonda keyifle “Askerin bazı istekleri vardı, benim de imza koyacağım istekler, çok iyi oldu, bize karşı bir şey yok” dediğini anlatıyor..

Bu arada.. Çiller ile Erdoğan arasında bir benzerlik ortaya çıktı.. Erdoğan 27 Nisan’ın “muhtıra olmadığı”nı söylüyor, Çiller ise “28 Şubat’ta askerin rolünün olmadığını”.. Daha ne olsun?

Yarın devam edeceğim..

Yazının devamı...

PKK’ya operasyon yaparken..!

Aşağıdaki yazı haberi duyduğum ilk anda Salı akşam üstü yazılmıştı, dün yazım uzun olduğu için yer nedeniyle veremedim, bugün sizinle paylaşacağım. Zira daha sonra Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu’nun “Bu tanıklığın hukukla bağdaşmadığı”nı anlattığı basın bildirisi geldi.



Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, dünya çapında ünlü cerrah Prof Dr. Mehmet Haberal, gazeteci Mustafa Balbay, Tuncay Özkan gibi isimlerin yargılandığı Ergenekon davasında “gizli tanık” olarak dinlenmiş..

“PKK’nın 2’inci adamı” denen 20 Mayıs 1999’da ölüm cezasına çarptırılan ve sonra cezası ömür boyu hapse çevrilen bir teröristin böyle isimlerin bulunduğu bir davada “gizli tanık” yapıldığını duyan herkes aynı tepkiyi verir; “Yok artık”! Ben de ilk anda aynen bunu dedim. Demek mahkemelerimiz ülkenin yıllarca Genelkurmay Başkanlığını yapan Başbuğ’a ve diğer “dürüst, saygın” tanınan, kimseye bir zarar vermemiş isimlere inanmayacak ama ömür boyu hapse mahkum edilmiş bir terör örgütü liderine inanacak. Pes yani, yok yani..

Ama bu da olmuş.. Akşam saatlerinde (Salı akşamı) İlker Başbuğ’un “PKK’lılar tanık, yakalayanlar sanık” dediği haberi çıktı ki yerden göğe haklı.. Başka ne desin, söylenecek söz kaldı mı?



Benim dün yazdıklarım böyleydi..

Metin Feyzioğlu’nun açıklamasından bazı bölümler ise şöyle: “Terör örgütü yöneticisine gizli tanık kalkanı verilmesinin hiçbir hukuki ve vicdani açıklaması olamaz..

Şemdin Sakık on binlerce Türk askerinin, polisinin, kamu görevlisinin, öğretmenin, doktorun, küçük bebeklerin dahi katledilmesinden sorumlu terör örgütünün üst düzey yöneticisidir.

İddia edilen bir darbe teşebbüsünün yargılamasını yapmakta olan bir mahkemenin ‘terör örgütü üst düzey yöneticisi’ne gizli tanık sıfatı vererek, onu koruma kalkanı altına alması, hukuki veya vicdani hiçbir gerekçe ile kabul edilemez.”

HUKUKEN MÜMKÜN DEĞİL!

“Bu şahsın gizli tanık sıfatıyla tanık kürsüsüne çıkartılması; terörle mücadele görevlerinde bulunmuş asker ve polislerin, milletvekillerinin, gazetecilerin, siyasetçilerin yargılandığı bir davada ‘kamu tanığı’ olarak dinlenmesi, Türkiye’yi bölmek için yıllardır en acımasız katliamları yapan terör örgütünün meşrulaşmasına ve ardından siyasallaşmasına hizmet edecektir.

Hiç kuşkusuz izahı hukuken mümkün olmayan söz konusu yargısal uygulama, terör örgütüyle canları pahasına mücadele eden kamu görevlilerinin mücadele azmini etkileyecektir.”

BAŞKAN’A KARŞI TERÖRİST..

Bir baro başkanı, hele de Başkent’in Baro Başkanı hiç şüphesiz hukuku en az o mahkeme hakimleri kadar iyi bildiğine ve “izahı hukuken mümkün değil” dediğine göre hukuka uymayan bu “tanıklık” kararı nasıl alınabilmiş merak ediyor insan.. Öyle ya, bir yandan “Irak sınırı boyunda mor berelilerin PKK yerleşim noktalarına operasyon yaptığı” haberi verilirken diğer tarafta “PKK lideri”ni yıllarca Genelkurmay Başkanlığı yapmış, hükümetle birlikte en önemli “terörle mücadele” kararları almış olan İlker Başbuğ’un karşısına “tanık” yapmak, onun vereceği bilgilere inanmak merak edilecek meseledir.

Ama hala “terörle mücadele” mi, “müzakere” mi buna karar verilemeyen ve ikisi aynı anda yapılıyor gibi görünen bir ülkede ancak merak ettiğiyle kalıyor insan!



‘İsim-Şehir-Hayvan’ oyunu!

Hürriyet yazarı Yılmaz Özdil’in köşe yazılarını topladığı “İsim-Şehir-Hayvan” isimli kitabından uyarlanan ve aynı ismi taşıyan tiyatro oyununu Bodrum’da sahnelendiği gün izlemeyi düşünmüş ama o günlerde İstanbul’a döndüğüm için kaçırmıştım. Sabırsızlıkla İstanbul’da başlamasını beklediğim oyunu nihayet Pazartesi akşamı Profilo’daki Tiyatro İstanbul’da izledim.

Gencay Gürün yine her yıl olduğu gibi bu yıl da tiyatrosunu seçilebilecek “en flaş oyunlardan biri” ile gündemin zirvesinde tutmayı başardı diyeceğim önce.. Sonra da “köşe yazılarının bu kadar güzel bir şekilde derlenip bir kabare oyununa dönüştürülebilmesi” kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi diyeceğim.

ÜLKE GÜNDEMİNE GÜLEREK..

Yılmaz Özdil’in ülke gündemindeki önemli konuları, sorunları, gözden kaçanları ne kadar usta ve esprili bir şekilde köşesine taşıdığını ve sonra onları “en çok satan” kitaplardan biri haline getirdiğini bilmeyen yok.. Başta gençler olmak üzere onu sevenlerin çokluğunu da.. Ama o güzel yazılar bu kadar mı ustaca senaryo haline getirilir, sahneler, dekor, kostümler bu kadar mı sade ama kusursuz seçilebilir.. Kahkahaların yanında hayret ve takdirle inceledim, izledim.

Yargıdan eğitime, Ergenekon tutuklamalarından Kürt-Türk ayrıştırmasına, “metrobüs” konusundan “hayvan tecavüzü”ne kadar birçok olayı Özdil’in köşesinde, kitaplarında çoğunuz “trajikomik esprilere gülerek” okumuşsunuzdur ama aynı espriler oyunla canlandığında çok daha fazla gülüyorsunuz..(Yine bir yandan üzülerek tabii..)

EKİP MÜKEMMEL!

Başta senaryoyu yazan Saygın Delibaş ve Fethi Kantarcı olmak üzere tüm ekip son derece başarılı.. Oyunu “maalesef yaşadığı ciddi sağlık sorunlarına rağmen” tam bir kusursuzlukla yöneten (daha önce kabare oyunu yönettiğini sanmıyorum) usta sanatçı Metin Serezli tüm övgüleri hak ediyor, kendisine en içten sağlık dileklerimi de gönderiyorum..

Oyuncular başta Sabri Özmener, Nusret Çetinel ve Hülya Gülşen olmak üzere o kadar iyiler ki Türk Tiyatrosu’nun geldiği noktayla, sanatçıların yeteneğiyle gurur duyuyorsunuz.. Sizin de keyifle izleyeceğinize eminim, oyun Aralık sonuna kadar İstanbul Profilo’da sergilenecekmiş, tiyatro severler kaçırmasın bence! (Tiyatro İstanbul tel; 0212 216 40 70)

Yazının devamı...

Serra Yılmaz’ın ‘ifade özgürlüğü’ yok mu?

Başarılı bir sinema sanatçısı olan Serra Yılmaz’ın çarşaflı kadınlar için “öcü görmüş gibi oluyorum” dediğini iddia ederek ona yüklenen meslektaşlarımız oldu.. Ahmet Hakan’ın yazdıkları için ise “yüklenme” sözcüğü hafif kalır, onu sözünden dolayı yargısız infaza tabi tuttuktan sonra neredeyse mahkum etmekteydi dostumuz.. Üstelik aynı gün aynı köşede bir başka gazetenin kendisine “yazısından dolayı” yaptığı benzer hataya tepkisini haklı olarak dile getirdiği halde..

O zaman okuyucu bundan ne anlamalı; bana gelince “ifade ve farklı düşünce özgürlüğüme böyle haksız saldırılar olmasın ama ben başkalarının ifade ve farklı görüş özgürlüğüne istediğim gibi saldırabilirim”i mi? Haksızlık dediğiniz şey bazen böyle ayağa da dolaşır.

ÖYLE DEMEMİŞ..

Serra Yılmaz daha sonra bu sözü “genel olarak çarşaf giyenler için ‘öcü görmüş gibi oluyorum’ şeklinde” söylemediğini, hastane koridorlarından her zaman ürktüğünü ve bir hastanenin bomboş koridorunda yürürken karşısına çıkan kara çarşaflı bir kadından da ürktüğünü ve ‘öcü görmüş gibi oldum’ dediğini” anlattı.. Daha önce basında “sözlerin cımbızla çekilerek ve değişik anlam yüklenerek” başkaları için de yanlış anlamalara neden olacak şekilde verildiğinden de söz ederek..

“Maalesef böyle bir ülkede yaşıyoruz” diyerek, “programda pek çok cümle söyledim, aleyhimde konuşanlar izlemeden konuşmuşlar” diyerek anlattı.. Ama bu açıklamayı yapmamış olsaydı bile.. Ne düşünürse düşünsün, neden korkarsa korksun Serra Yılmaz’ın da “kendi görüşünü ifade etme özgürlüğü” yok mudur? Hele de Türkiye gibi “teröristin, terörist başının, TBMM’de onlara destek veren parti üyelerinin katliamları övme ve yıldönümünü kutlama veya aklına geleni söyleme özgürlüğü” bile olan bir ülkede, “siyasetçilerin yargıdaki davaları etkileyecek her sözü söyleme özgürlüğü” olan bir ülkede bir sanatçının, bir vatandaşın istediği konuda düşüncesini açıklaması neden “ihbar eder gibi, yargılar gibi” bir saldırıya dönüştürülüyor?

Çarşaf özgürlüğünü “demokrasi adına” savunanlar neden bunu umursamıyor?

ÇARŞAF ÖZGÜRLÜĞÜ !

Serra Yılmaz’ın sanatını takdir ederim ama hayatımda hiç karşılaşmadım, karşılaşmış olmam da gerekmez, bu durum herkes, her vatandaş için geçerlidir.

Şimdi.. Serra Yılmaz’ın sözü konusunda sadece “isteyen neye inanıyorsa onu giysin” diyerek Yılmaz’ı “dini özgürlüklere karşı saygısızlık etmiş” gibi göstermek ve meseleyi birkaç cümlede bitirivermek birkaç nedenle haksızlıktır, onun için istesek de istemesek de, aman canım ne gerek var diyerek kolaya kaçmayı tercih etsek de aşağıdaki tartışmayı yapmak gerekiyor..

Ben defalarca “Madem ki Kur’an’da Nur Suresi 31’inci ayetin bir tavsiye ve ayrıca 1400 yıl öncesinde ‘kıyafet olarak sadece bir örtü kullanılan’ zamanlar için yapılmış bir tavsiye olmadığı, bunun ‘tüm zamanları kapsayacak bir emir olduğu’ öne sürülüyor, o zaman sadece Nur Suresi 31’inci ayete değil Ahzap Suresi 59’uncu ayet de aynı şekilde değerlendirilmeli. Orada da ‘dışarı çıkarken kadınlar örtülerini örtünsünler’ diyor, sadece başı örtmek yetmez, ancak çarşaf giyen kadın tam Müslüman sayılabilir” diye yazdım.

Yazdım, çünkü bu ülkede laik devletin din-inanç ayırımı yapıyor olmaması açısından yalnızca “devlet daireleri, TBMM ve okullar” dışında (ki imam hatiplerde de bir kısıtlama olmadı, tam tesettür uygulandı ve itiraz edilmedi) kadınlara bir kıyafet kısıtlaması hiç olmadı.. Ama örtünen kadınlar “dindar ve namuslu” gösterilirken “başını örtmeyen kadınlar” hep bu özelliklerin karşıtı imiş gibi gösterildi.. Ki insanların inancını bu şekilde “görünüşe bakarak” (ve “onun örtünmeyi bir emir olarak veya olmayarak algılaması”na, “başı açık olsa bile inancı tam olabileceği”ne hiç değinmeden) değerlendirmek en büyük günah olmasına rağmen bu yapıldı, yapılıyor..

‘PERDESİZ EV’ SAYGISIZLIĞI

Daha yakın geçmişte “başı açık kadın perdesiz eve benzer, perdesiz ev ya satılıktır, ya kiralıktır” diyen ve tepkiler üzerine istifa etmek zorunda kalan şahsı hatırlayalım (arkadaşların bu büyük saygısızlığı yapan ve tesettürsüz kadınlara saldırılara bile yol açacak kişiyi böyle yargıladıklarını göremedik).. Ve işte eğer bunlar yapılıyorsa o zaman “baş örtüsü yetmez, ancak Ahzap Suresi’ne göre tamamen çarşaf giyenler dindar sayılır” deme noktasına geliniyor.

Öte yanda, geçmişte ve bugün baskı rejimleriyle yönetilen ve kadınların “giymeye mecbur bırakıldığı (baş örtüsünün yeterli görülmediği), giymeyenlerin rejim muhafızlarınca uyarıldığı, ceza aldığı Arap ülkelerinde” siyasi İslam’ın simgesi halindedir. Bu nedenle ne kadar demokrat görüşlü olursa olsun başta kadınlar “böyle bir baskının Türkiye’ye de geleceğinden” korkuyorlarsa bunda haksız değillerdir. Hele de bu tür baskıların “eşler, babalar, erkek kardeşler, cami imamları” tarafından yapıldığı, birçok bölgede tesettürsüz kadınlara tepkilerin görüldüğü, mahallelerde-kasaba ve köylerde açıkça mahalle baskısının sürdüğü bir ülkede hiç değillerdir.

SAPTIRARAK, SUÇLAYARAK..

Bu konuda yazı yazan veya konuşanların ne dediğini, ne kastettiğini anlamadan veya umursamadan “kendileri çok demokratmış da, bunları dile getirenler öyle değilmiş” havası yaratan veya söylediklerini saptırarak onları “başörtüsüne, çarşafa, dini kıyafete, dolayısıyla ‘kısaltıp özetleyivererek’ dine karşı” gösteren ve birkaç cümleyle hedef yapıp batırıveren arkadaşlar için hayat çok kolay ama bilsinler ki büyük bir hata ve haksızlık yapmaktalar.

Biraz da örneğin “İran’da ve demokratik rejim yerine din rejimiyle yönetilen diğer ülkelerde din adına” yapılan çarşaf baskısını tartışsınlar, o ülkelerdeki KADINLAR “başörtüsünün bile yeterli görülmemesi konusunda” ne hissediyor, Türkiye’de araştırmalarla ortaya konan mahalle baskısı (ve kadınlar) ne durumda bunları araştırsınlar. Üç beş cümle “yetmez ama” yine de iyi olur. Daha “aydın” tartışması olur değil mi?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.