Şampiy10
Magazin
Gündem

Herhangi bir ‘başkan’!

Başkanlık sisteminin Türkiye’ye getirilmek istenmesi konusunda bu hafta bir yazı daha yazmış ve “Neden bize uygun olmadığını” maddeler halinde açıklarken uysa da uymasa da bu sistemin getirilmesinin zaten kararlaştırılmış olduğunu belirtmiştim.. Bu kapsamda yeni “Büyükşehir Yasası”nın da bir nevi “eyalet sistemine geçiş, ayrı federe devletlere adım” modeli olduğu çok kişi tarafından kabul ediliyor ve endişeler bildiriliyor.

O nedenle iş bitmiş gibi tartışalım.. Diyelim ki “başkanlık sistemi” getirildi ve siyaset bilimcilerin, hukukçuların ve dahi Cumhurbaşkanı Gül’ün de daha önce söylediği gibi “Türkiye’ye ciddi sorunlar çıkardı”.. Hep aynı başkan kalacak değil ya, başkanlardan biri mutlak gücü-yetkiyi kötüye kullandı ve ortaya “tam baskıcı, diktatörlükten farksız bir yönetim” çıktı.. ABD’deki gibi “hataları önleyecek güçlü bir yargı ve federal yönetim yapısı, eyalet sisteminde gücü paylaşan valiler olmadığı için” başkanlardan biri bu hatayı yapabilir, o zaman ne olacak?

Bugün Mısır lideri Muhammed Mursi’nin yaptığı gibi “emirlerinin yargı denetimine kapalı ve mutlak” sayılması gerektiğini açıkladı, ortada da zaten “siyasetten bağımsız olarak denetleyebilecek bir yargı” yok, ne olacak?

ARAP BAHARI

Türkiye bu sistemden ve o başkandan kurtulabilmek için bir “Arap baharı” mı bekleyecek? Kaldı ki Arap Baharı denen ayaklanmalar, değişimler bile o ülkeleri kurtarmış değildir, en basit örnek de Mısır’dır..

Bunlar benim görüşlerim ama uzmanların anlatımı toplumun detaylı şekilde aydınlatılması açısından çok önemli olduğu için konuyu; Batı ülkelerindeki siyasal ve hukuksal sistemleri karşılaştırmalı olarak inceleme konusunda deneyimli bir anayasa hukukçusu olan Doçent Dr. Ekrem Ali Akartürk’e sordum. Aldığım bilgileri sizinle paylaşıyorum..

BAŞKANLIK SİSTEMİ NEDEN İSTENİYOR?

“Hükümet sistemine ilişkin arayışların temelinde ‘parlamenter rejimin hükümet istikrarsızlıklarına yol açtığı, parlamenter çoğunluğa sahip hükümet ile cumhurbaşkanı ve kısmen onun tarafından belirlenen bürokrasi arasında uyumsuzluk’ durumunda sistemin aksak işlediği gibi nedenler ileri sürülmektedir. Türkiye koşullarında güçlü ve istikrarlı hükümetlerin ancak ‘başkanlık sistemi’ rejimi sayesinde yer bulabileceği, bu nedenle ‘yapılacak anayasa değişikliği’ ile başkanlık modeline geçilmesi önerilmektedir.

Görüldüğü gibi, Türkiye’de başkanlık rejiminin istenmesi ‘demokratik talepler’den doğmuyor; bununla siyasal uzlaşma kültürünün ya da çoğulcu demokratik yapının geliştirilmesi de hedeflenmiyor. Başkanlık rejimi ‘güçlü bir liderlik ve kalkınma modeli’ olarak öne sürülmektedir.

GÜÇLÜKLER!

Başkanlık rejimi 1787 Anayasası’nın bir ürünü olarak ABD’ye özgü koşulların yarattığı bir hükümet modelidir. Bu özgün modelin ‘hukuk bilincinin ve demokratik kültürün yeterince gelişmediği ülkelerde uygulanması’ oldukça dramatik sonuçlar doğurmuştur. (...) ABD’deki başkanlık rejiminin özgün karakteri ve başarısı; ‘federal yönetim yapısı, güçlü ve etkin yargı sistemi, disiplinsiz (serbest) ve merkezi iki parti sistemi, anayasal istikrar ve güçlü demokratik gelenekler’ ile yakından ilgilidir.

SİSTEMİ GERER!

Başkanlık sisteminin siyasal istikrarsızlıklara yol açmasının en başta gelen nedeni, bu rejim tipinin siyasal sistemi germesi ve katılığa yol açmasıdır. (...)

Bu rejimde yasama ile yürütmenin karşılıklı olarak birbirlerini etkileyecekleri mekanizmalar (fesih yetkisi, güven oyu) bulunmadığından, sistemin kronik bir krize sürüklenmesi olasıdır. Öte yandan başkanlık rejimi ‘iktidarın kişiselleşmesi’ olgusunu teşvik etmektedir. Bu rejimde ‘ayrı bir cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu’ olmadığından başkan yürütme gücünün tek sahibidir.

YARIŞ PARTİLER ARASINDA DEĞİL

İktidar yarışı partiler arasında değil, kişiler arasında geçtiğinden ve yürütme monist yapıda olduğundan iktidarın kişiselleşmesi hatta Latin Amerika uygulamalarında rastlandığı gibi ‘kişisel iktidarların’ ortaya çıkması söz konusu olabilmektedir.”

Ekrem Ali Akartürk daha sonra ABD’deki başkanlık sistemini “taklit edilemez” kılan en önemli unsurun “ABD’de disiplinsiz, ideolojik bağı zayıf, anayasal değerler üzerinde uzlaşmış ‘iki parti sistemi’ olduğunu, buna karşın Türkiye’de ‘etnik, dinsel ve ideolojik açıdan kutuplaşmış çok parti sistemi’ bulunduğunu ve ABD ile Türk parti sistemi arasında benzerlikten çok ‘zıtlıklar’ın ağır bastığını” belirtiyor.

TÜM YETKİLER TEK ELDE!

ABD’de “başkanın kişisel iktidarını” frenleyen federatif yapının demokratik işleyişi de güvence altına aldığını.. “Federe devlet yönetimleri ve çift meclisten oluşan kongre”nin başkanın iktidarını dengelediğini.. Türkiye’nin ise üniter yapılı bir devlet olması ve güçlü bir devlet örgütüne sahip olması nedeniyle “başkanın yetkilerin tek elde toplandığı bir iktidar odağına dönüşeceğini”..

Böylesine güçlü bir iktidar odağının ise ancak “bağımsız ve güçlü bir yargı tarafından kontrol edilebileceğini”.. ABD’de başkanın iktidarını dengeleyen ve onu anayasal sınırlar içinde tutan, kongre ile başkan arasında hakem rolü oynayan güçlü bir yargı sistemi olduğunu.. Oysa Türkiye’de bunun henüz gerçekleşmediğini anlatıyor.

Kısacası, Sayın Akartürk’ün detaylı ve net anlatımından da çıkan o ki “başkanlık sistemi kesinlikle Türkiye için son derece riskli, hatta tehlikeli”.. Ama böyle oluşu kararı etkileyecek mi? Bence hayır.. Bekleyip göreceğiz.

Yazının devamı...

Evren’in ‘tarafsız’ idamları!!

Yani bu Kenan Evren’le Tahsin Şahinkaya’nın ifadelerini duydukça insanın kanı donuyor. Yataklarında verdikleri ifadelerde Şahinkaya soruları cevaplamamış, Evren ise “İhtilal yapmayı suç sayan kanun yoktur.. Demokrasinin işlediği yerde ihtilal olmaz.. Siyasetçi beceriksizliğini askere kaparo edemez.. Ülkenin o tarihteki durumunu Türk milleti bilmektedir” demiş.

“Zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmak” deyimi bunlar için söylenmiş olmalı.. “Daha önce yapabilirdik, şartların oluşmasını bekledik” sözlerini de unutmuş olmalılar. “Ülkenin o tarihteki durumu”nu kendilerinin iktidar hırsıyla, siyaseti isteklerine göre yönlendirme hırsıyla yaratmadıkları ne malum? O günlerde provokasyonlarla çatışma yaratmak, bunu sağlamak hiç de zor değildi. Şimdi kalkmış “iktidar olma meraklısı değildik” diyor, yıllarca neden başkasının değil de kendisinin Cumhurbaşkanı olarak kaldığını sormak lazım. Türkiye’nin cumhurbaşkanı olmak gibi onurlu ve güçlü bir mevkie oturmak, davetlerin baş köşesine kurulmak, sivil-asker herkesin önünde eğilmesi hoşuna gitmemiş miydi?

PİYANGO GİBİ!

Evren’in ifadesinde yer alan “Taraf tutmadığımızı göstermek için bir sağdan bir soldan idam ettik” lafı da diğerleri gibi tarihe “bir utanç” olarak geçecek bir söz. Yani beyler keyfi olarak, piyango çeker gibi insanları idam etmişler, binlerce kişiye işkence uygulatmışlar ama “ihtilal yapmak suç değil”miş. “İşkenceden soru sorulamaz”mış.

Bu kadar askere “yapılmamış darbe” için, iddialara dayanarak 19-20 yıl hapis cezası verilirken, bu ifadeler bile traji komedinin ta kendisidir. Eğer “bir darbe yapmadıkları halde (yakıştırma iddialarla), sadece bir askeri seminere katıldıkları için” ki nasıl olabiliyor, hangi hukuk buna izin veriyorsa; ‘katılmayanlara’, hatta o tarihte ‘yurt dışında görevli’ veya ‘öğrenci’ olanlara bile ağır hapis cezaları verilebiliyorsa neden ülke tarihindeki en büyük iki darbeden birini yapanlara, gençleri asmak için yaşını bile büyütenlere verilemezmiş?

YARGI DOĞRU KARARI VERMELİ!

Bunlara verilemezse, yapmayanlara nasıl ömür boyu hapis sayılacak cezalar verilebildi? İnsan vicdanı bu soruların cevabını beklemez mi? Gerçi “özel yetkili mahkemeler” hukuka aykırı olduğu kabul edilerek kaldırıldılar ama bu davalar hala onların elinde.. Yüzlerce insana yapılan haksızlığın yüksek yargıda herhalde ortadan kalkacak olması da, 12 Eylül darbesine ve darbecilerine karşı gerekenin yapılması da toplum tarafından sabırsızlıkla bekleniyor.

Ve ayrıca.. Ben şahsen o seminerde bir darbe provası yapılmış olmadığına, bu nedenle mahkum edilenlerin haksızlığa uğradığına inananlardanım, öte yanda ise Evren’in, üstelik “darbe yapmış bir Genelkurmay başkanı” olarak “onların suçluluğuna velakin kendisinin suçsuzluğuna inanıyor” gibi “Ben teşebbüs etmedim, ihtilal yaptım, bu suç değil, bizi tarih yargılayabilir” demesini hayret ve dehşetle karşılıyorum.

İdam ve işkenceleri bir yana bugün insanlar “Halkın oylarıyla seçilmiş bir hükümeti indirmeyi düşündünüz” diyerek “eylem değil, düşünce” nedeniyle (o da “düşündükleri” iddia edilerek) mahkumiyet verildiğine göre “ihtilal yaptığını ve geri dönse yine yapacağını” söyleyenleri, “bir hükümeti seçildiği yerden zorbalıkla indirenleri” neden sadece tarih yargılayacakmış?

Tarih zaten yargılayacak ama (ceza veremeyecek) o tarih önünde “mahkum edilmeleri” de -aynen 27 Nisan muhtırasının edilmesi gerektiği gibi- son derece önemli. İsterlerse ondan sonra yine yataklarında kalsınlar ama varsa eğer, adalet yerini bulsun!



‘Eyalet sistemi’ne mi geçiyoruz?

Çıkarılan “Büyükşehir Yasası” üzerine çok sayıda mail geliyor. İnsanlar bu yasanın “eyalet sistemi”ne geçişi gerçekleştireceğine, eyalet tarzı yapılanmaların özellikle Doğu ve Güneydoğu’yu merkezden koparacak bir süreci başlatacağına..

Güneydoğu’da farklı kökenden aşiretlerin (örneğin Kürtler ve Araplar ) birbirine düşeceğine inanmaktalar.. Örneğin Güneydoğulu Mıhallemi (Arap) aşiretinden vatandaşlar :

“Bizim Kürt kardeşlerimizle bir problemimiz yok ama burada yalnız onlar değil biz de varız. Kürtlere karşı değiliz ama bizi bölen BDP ve onun zihniyetine karşıyız. Bu yasa bölgeye büyük zarar verecek, inanın büyük kavgalar yaşanacaktır. BDP’liler Mardin ve Van için çalışmalara şimdiden başladılar.. Bu yasa ile bölgede yeni bir Türk-Kürt kavgası çıkar mı bilemeyiz fakat emin olun bir Kürt-Arap savaşı çıkar. Bu bölgesel yönetime geçişte BDP’li Kürtler bize ne yapacaklar acaba? Bu topraklarda onlardan başka kimse yaşamıyor mu?” diye yazıyorlar.

HALK NEDEN DUYMUYOR?

Acaba Hükümet bu yasayı çıkarırken her detayı inceden inceye hesapladı mı? Meclis’te ve TV’de halka yeterince anlatıldı mı? Siyaset bilimciler tartıştı mı?

Hayır.. Türkiye’de artık en önemli, ülkenin geleceğini değiştirecek önemde yasalar tepeden inme, yangından mal kaçırır gibi aceleyle, toplum ve Meclis tartışmadan yapılıveriyor. Bu yasa da sanki sadece “13 ilin büyükşehir olması” imiş gibi, bu söylenerek geçirildi. Oysa “başkanlık sistemi için gerekli olan eyalet yapısı” mı sağlanıyor, yalnızca “buyurun bizde de var” demek için gerçekten sonu bölünmeye gidecek bir hata mı yapılıyor, toplum bundan habersiz.

Sevindirici olan nokta, üzerinden günler geçmesine rağmen hala “onay için Köşke gönderilmemiş” olması. Cumhurbaşkanı Gül bugüne kadar Hükümet’in çıkardığı her yasayı onayladı ama “başkanlık sistemini Türkiye için sakıncalı” bulması nedeniyle bu yasaya aynı kolaylığı sağlar mı bilemeyiz. Ancak doğru karar vermesini umabiliriz.

Bu arada Hükümet Büyükşehir Yasası’nın artıları ve eksileriyle TV’lerde tartışılmasını ve toplum tarafından anlaşılmasını sağlamak durumundadır. Günlerimizi Filistin, Suriye telaşıyla geçirirken kendi ülkemizin geleceği arada kaynarsa büyük hata olur. Tabii “büyük sorumluluk”tur da!

Yazının devamı...

Filistin tamam da ya bizim şehitlerimiz?

Nato’dan Patriot füzeleri istedik, Nato Genel Sekreteri Rasmussen de “Türkiye’nin kendini koruması için bu füzeleri vereceğiz” dedi. Biz bir yandan da İsrail-Filisin çatışması konusunda “Öleceksek adam gibi ölelim” açıklaması yapıyoruz. İyi de neden Türkiye ölecek, İsrail’i kınamak, kızmak, dünyayı harekete geçirmek için elimizden geleni yapalım da ölmek niye? Kendi terör felaketimiz için bile böyle bir şey söylemezken başkalarının savaşı için neden söylüyoruz, anlamak imkansız.

Batı dünyası uzaktan izlerken Suriye’deki iç savaşa karıştık, hem Esad’la düşman olduk ve bu nedenle PKK’yla işbirliği yapmasını ve Suriye’nin kuzey illerini de onlara vermesini, Türkiye’deki terörün artmasını sağladık. Hem yanlış Suriye politikamız yüzünden İran’la, Rusya’yla düşman haline geldik.

Şimdi de Filistin-İsrail savaşına karışarak, karışmak hafif kalır “sanki kendi ülkemizi savunuyor gibi” ABD’den başlayıp Birleşmiş Milletler’e kadar dünyaya verip veriştirerek başımıza yeni tehlikeler, sorunlar alıyoruz, işi gücü bırakmış yine en ön safta çırpınıyoruz. Tamam, Filistin’de masum insanların, çocukların hatta bebeklerin İsrail bombalarıyla öldürülmesi kabul edilir bir durum değil ama bunu bizden önce “dünyaya paket paket barış-uzlaşma” dersleri veren Batı’nın düşünmesi, önlemeye çalışması gerekir.

TÜRKİYE’DE DE BEBEKLER ÖLDÜ

Bizim ise Suriye veya Filistin için gösterdiğimiz “dünya çapında” çırpınmayı önce kendi ülkemizdeki terörün bitirilmesi için göstermemiz gerekir. Af edersiniz ama dünyanın dikkatini her gün onlarca gencecik şehit verdiğimiz PKK terörüne çekmek yerine “Ortadoğu’daki bütün sorunları kendi sorunumuz yerine (veya önüne) koymamızı” ben anlayamıyorum. Özellikle de yıllardır on binlerce terör şehidi verirken o ülkelerin kılını kıpırdatmamış olduğunu hatırladıkça.. Bizim şehitlerimiz, terör kurbanlarımız (ki bizde de bombalı saldırılarda bebekler, çocuklar, aileler öldü) Suriye’de, Gazze’de ölenler kadar önemli değil mi?

Irak PKK’ya pasaport veriyor, her türlü yardımı yapıyor. Suriye PKK ile ortak çalışıyor, şehit haberlerinin, cenaze törenlerinin arkası kesilmiyor. Türkiye’nin Güneydoğu’su savaş hali içinde, üstüne üstlük şimdi “barındırdığımız muhalif güçler” nedeniyle savaş neredeyse bizim topraklarımıza sıçramış durumda.. Dün ordunun sınırda alarm halinde olduğu bildirilmişti.

Ve biz bu konuya yoğunlaşacağımıza “Suriye ve Filistin”i ağzımızdan düşürmüyor, PKK terörü konusunda yıllardır bırakın yardımı çoğu onlara destek verirken Arap ülkeleriyle adeta iç içe yaşıyoruz.. Genelkurmay Başkanı son 5 şehiti verdiğimiz Hakkari’de olması gerekirken Arabistan’da madalya almakla meşgul (ne yapacaksa Arap madalyasını?)

Umalım da uyandığımızda PKK (Ermeni lobisinin soykırım iddiasında yaptığı gibi) dünyayı kendi tarafına çekmiş olmasın.. Hep geç uyanırız da!



Gözümüz Sakarya davasında!

Sakarya’da 14 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden (bırakalım şu “cinsel istismar” lafını, resmen tecavüz) 34 kişinin yargılandığı davanın 2’nci duruşması bugün

Sakarya Adliyesi ’nde devam edecek.

Başta kadın gazeteciler olmak üzere tüm toplumun gözü bu davanın üzerinde.. Daha önce de bu ülkede “çocuklara toplu olarak tecavüz eden canavarların, alçakların” çoğu adaleti yok sayan şekilde serbest bırakıldı. Bu davanın ilk duruşmasında da yine hukuk katledilerek “bütün tutuklu sanıklar” tahliye edildi. Şu anda “tutuklu tek sanık” yok.

HAKİM DE SUÇLUDUR!

Suçlular tahliye edildiği için sanıklardan Sakarya Emniyet Müdürlüğü’nde görevli iki polis (isimlerini neden gizliyorlarsa N.Ş ve E.T olarak geçiyor. Oysa açıklansın isimleri de toplum, Sakarya halkı öğrensin bu insanlık dışı suçlarını) ortadan kayıp vaziyette. Bunlardan biri “60 yıla kadar hapis” cezası ile yargılanmakta iken hakimin onları nasıl ve ne hakla serbest bıraktığının hesabı “suçu paylaşmış durumdaki” o hakime sorulmak zorundadır.

O polisler yakalanmadığı ve “bir çocuğun ve ailesinin hayatını mahveden” tüm suçlulara en ağır cezalar verilmediği takdirde artık “bu davaların hakimlerinin tecavüz suçunu desteklediği” sonucu çıkacaktır.

POLİS DİYE KORUNACAK MI?

Bugün, Sakarya’daki bu davayı kadın gazeteciler yakından izleyeceğiz. Bakalım “çocuk tecavüzü” bu ülkede ağır suç mudur, değil midir, teşvik mi edilmektedir, tecavüzcüler polis olunca Emniyet tarafından korunmakta mıdır, bu skandallar ortaya çıkacak.

Gözümüz kulağımız orada !

Yazının devamı...

Ezan ve boza yanyana!

Has Parti Genel Başkanlığı’ndan AKP’ye yatay geçiş yapan Numan Kurtulmuş “Türkçe ezan” ve Atatürk döneminin, daha sonra “tek parti dönemi”nin bazı konuları hakkında açıklamalar yapmış. Genel Başkanlığı döneminde “kadın gazetecileri ayrı bir grup olarak” yemekli sohbete davet ettiğinde (cinsiyet ayırımcılığını hele de “erkek-kadın farkı olmayan gazetecilik mesleği”nde ayırımı hiç onaylamam ama ne konuşacağını merak ettim) Numan Bey’le tanışmış ve onun hakkında “sakin, akılcı, hoşgörülü” olduğu şeklinde bir izlenim edinmiştim.

Parti değiştirince (hele de daha önce kıyasıya eleştirdiği hatta suçladığı bir partiye geçince) söyleminin hemen sertleşmesi dikkat çekici ama artık Türkiye’de olmayan kalmadığı için buna da şaşırmaya gerek yok.. Her neyse konuya gelelim; Numan Kurtulmuş da son zamanlarda gündemde tutulan “Atatürk’ü suçlama” modasına uymaktan geri kalmamış ve Kırşehir’de; genel başkanlığı döneminde aklına gelmeyen “Türkçe ibadet”i de içeren bir konuşma yapmış. Diyor ki;

“Memleket semalarında yıllarca ‘Tanrı uludur’ diyen bir ses bu insanların kellesinde boza pişirdi. Bu memleketin köylüleri fötr şapka takmadığı için nahiye merkezlerine, ilçe merkezlerine alınmadı (...) Kırşehir’in köylüsü radyosunu açtığı zaman sabahın köründe Çaykovski’yi, Bethoven’i ya da Mozart’ın eserlerini dinleyerek radyo-televizyon kurumunun yayınlarını izledi... Kültürümüze ait ne varsa kötü göründü.”

O BİLMEZ MİYDİ YANİ?

Sadece bu cümleler bile çok uzun tartışmalarla irdelenebilir. Önce “fötr şapka” konusundan başlayalım. Atatürk canı pahasına kurtararak kurduğu ve çağdaş-zengin Batı ülkeleri düzeyine çıkarmaya çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti’nde sarıklı, cüppeli erkek kıyafetlerini de “daha modern, şık ve daha kolay kullanımlı” olan ve bugün Numan Kurtulmuş’un da giydiği pantolon-cekete çevirmeyi düşünmüş, doğru.. Bu nedenle “kıyafet ve şapka devrimi” yapmış, zira koca bir ülkede çok uzun yıllara dayanan yaygın bir alışkanlığı değiştirmek kolay iş değil..

Ülkesine “gerçek demokrasiyi” getiren Atatürk, herhalde o demokrasinin gereklerini de Numan Bey veya bir başkasından iyi bilirdi ama o yıllarda “herkes istediği gibi giyinsin” deseydi asla gerçekleşmeyeceğinden bugün Numan Kurtulmuş da böyle şık takımlarla değil, yerleri süpüren cüppesiyle dolaşıyor olurdu muhtemelen.

GEÇMİŞ UZAK, BUGÜN YAKIN!

Aslında bu kıyafet ve müzik kültürü ile ilgili cümleler “tek parti dönemi” kastedilerek söylenmiş. Aynen “Dersim” konusu gibi “bugünkü rakibi yıpratmak” üzere.. Ama unutmasın ki o dönemdeki görüşler veya baskılar nedeniyle aynı partinin bugünkü uzantısını “zan altında” bırakmak oldukça komik bir gayrettir. Çünkü “başka parti olmadığı için” o günlerde sadece Halk Partisi’nden olanlar değil, tüm görüşler ve tabii sağ görüşler de CHP’de toplanmıştı, kozmopolit yapıya sahipti. Zaten “iki partili” sisteme geçildiğinde, doğal olarak her şey normale döndü.

Fakat burada dikkat çeken nokta, sanki bugün, 21’inci yüzyılın Türkiye’sinde hiç baskı ve ezilen kitleler yokmuş, herşey güllük gülistanlıkmış, insanlar (bırakın vatandaşları, medya bile) herşeyi özgürce konuşup tartışabiliyor, kitaplar özgürce yazılabiliyor, yazanlar hapse atılmıyor, parasız eğitim isteyen öğrenciler bile tartaklanarak hapse gönderilmiyor, herhangi bir hakkını aramak için yürüyüş yapanlar ve dahi Cumhuriyet Bayramı’nı sokakta kutlamak isteyen vatandaşlara biber gazı ve göz yaşartıcı bombalar atılmıyormuş gibi, Numan Kurtulmuş’un tutup 60-70 yıl öncesinin hesabını tutması.. O kadar uzağa gideceğine bugünkü baskıların ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyebilirdi.

Malum artık “demokrasi” de değil, “ileri demokrasi” içinde olduğumuz bildiriliyor. O yıllarda “sade demokrasi”ydi. Şimdi üstünde “dondurma”sı da var.

‘KİM DAHA DİNDAR’ MESELESİ

Numan Kurtulmuş’un “Tanrı Uludur” diye başlayan Türkçe ezanı bu kadar kötü ve düşmanca karşılıyor olması, “bu insanların kellesinde boza pişirildi” gibi acaip bir sıradan istismara (imajına da yakışmamış ama) girişmesi önemli, çünkü bunun bile “kim daha dindar, Türkçe ezan okutan mı, Arapça okutan mı” noktasına varmak için tartışma konusu yapıldığı ortada..

Önce şunu söyleyeyim, annem Antakyalı olduğu ve ayrıca bir Suriyeli ile evlenen teyzem nedeniyle sıkça Suriye’ye gidip geldiği için Arapçayı ana dili gibi konuşur, Kur’an’ın Arapçasını da ezbere okur, Fransızca öğretmenliği yanında “din bilgisi” dersleri verirdi.. Ben de Türkçe ve Arapça (sure ve ayetleri) dua ederim. Ama bazen tümüyle Türkçe mealinden (mesela Yasin’i) okur ve tamamen Türkçe dua edilmesini de son derece normal bulurum, neden edilmesin, Allah’ın sadece Arapça dua veya ezanı takdir edeceğine ya da “onları anlayıp karşılık vereceğine” mi inanacağız yoksa? Ve ayrıca, duaların Türkçesi önemli olmasa “Kur’an’ın Türkçe meali” neden sayısız kez yazılmıştır ve peynir ekmek gibi satmaktadır?

Bir duayı, örneğin benim gibi Yasin Suresi’ni Türkçe olarak okusak (orijinal hali de güzel ama okuması çok daha zor) kabul edilmeyeceğini mi düşüneceğiz, böyle saçmalık olur mu? Aynen bunun gibi “ezan” da Türkçe okunabilir, kimsenin ensesinde boza pişmiş de sayılmaz. Devam edeceğim.



ABD’de ve bizde gazeteci!

İsrail konusunda ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Victoria Nulan gazetecilere günlük brifing verirken öyle sorularla karşılaşmış, sert tepkilerine rağmen gazeteciler tarafından öyle sıkıştırılmış ki sonunda söylemek istemediği cümleleri söylemek zorunda kalmış.

Türk Başbakanı Erdoğan’ın “İsrail bölgede terör estiriyor” dediğini hatırlatan gazeteciler “İsrail müttefikiniz ama onu korumuyorsunuz, Filistin’de ölen insanlara da aldırmıyorsunuz” tarzındaki soru ve suçlamaları kendi bakanlarına baskı halinde sormuşlar.

Haberi duyunca acı acı gülümsedim, ‘hele Türkiye’de bir gazeteci TV’de ya da basın toplantısında iç veya dış politikayı bu şekilde eleştirmeye kalksın da (kendisi değil, programdaki konuklar eleştirse de fark etmez) görsün başına gelecekleri’ diye düşündüm. En basitinden ya programı ortadan kaldırılır ya da ertesi gün bütün medya baştan aşağı hakarete uğrardı. Bu nedenle mümkünse her fırsatta “demokrasi”nin kulaklarını çınlatmaktan vazgeçelim!

Yazının devamı...

Uysa da, uymasa da başkanlık!

Kim “olamaz” derse desin zaten bir şekilde olacak. “Uysa da, uymasa da oldurulacak” orası belli.. Başkanlık sistemi için yapılan “tartışmalar” bence adet yerini bulsun diye, yoksa “toplumda tartışıldı, Türkiye için yanlış olduğu anlaşıldı ve vazgeçildi” gibi bir durum asla söz konusu değil.

Perşembe akşamı Siyaset Meydanı’nda Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu “başkanlık sisteminin Türkiye’ye ne kadar uygun olduğu” konulu bir konuşma yapıyordu. Karşısındaki hukuk fakültesi öğrencileri o kadar bilgili ve akıllı sorular sordular, “övülen sistemin Türkiye’ye getireceği olumsuzlukları” öyle güzel incelediler ki Kuzu birçok kez takıldı, cevap vermekte zorlandı.

YA HEP, YA HİÇ!

Mesela “Meclis çoğunluğuna sahip” partinin genel başkanı “başkan olursa” hem yürütmenin (hükümet), hem de yasamanın (Meclis) tüm kontrolünün onda olacağını..

Başkan “yüzde 60 oyla seçilse bile” geriye kalan yüzde 40’ın (hele de küçük partilerin) hiçbir temsil hakkının olmayacağını, hiçe sayılmış olacağını..

O arada “ABD’de başkan adaylarının TV’de defalarca karşı karşıya geldiğini, oysa bizde bunun yapılmayacağını” ve her detayı dile getirdiler. Burhan Kuzu bunlara karşılık “Mutlak adalet olamaz, İngilizler, ABD’liler ‘bu iş sırayla, sizin de sıranız gelir’ diye bakıyor”, “dünyanın tavsiye ettiği model bu”, “başkanlık sisteminde parlamento daha özgür, başkanın orada yaptırımı yok çünkü” benzeri cevaplar verdi.

KİLİT SÖYLEM; KOALİSYON..

Ve görülüyor ki bu sistemi kabul ettirmek için kilit söylem “Derdimiz koalisyonlardan ülkeyi kurtarmak” olacak.. Oysa asıl tartışma; koalisyonlardan kurtarırken “diğer tüm partilerin sıfırlanacağı, hiçbir söz hakkının olmayacağı” bir sistemin gelecek olmasıdır burada. Başkanlığı, böylece “mutlak gücü” ele geçiren partinin bir daha asla gitmeyeceği bir sistem olmasıdır.

Neden böyle olacak açıklayalım ve isteyen istediği “TARAFSIZ” hukukçuya sorsun bakalım burada hata var mı.

1- Öncelikle Türkiye’de seçmenin yüzde 60-70’i sağ parti eğilimli.. Bu nedenle başkan kesinlikle bir sağ partiden çıkacak, sol eğilimli partiler hiç seçime girmese de olur, temsilden kesinlikle dışlanacaklar. O nedenle “sıra bana gelecek” sözü doğru değil, İngiltere gibi ülkeleri örneklemek hiç değil.

2- Başkanlık sisteminin başarılı olduğu tek ülke ABD, o nedenle “dünyanın önerdiği model bu” sözü gerçek dışı..

3- ABD’de başarılı olmasının çok farklı nedenleri var. Güçlü ve bağımsız, baskıları-hataları önleyecek bir yargıya ve “federe devlet yapısına” sahip. Onu oluşturan her eyaletin başında ayrı bir başkan (federe devlet sayısı kadar başkan ) var, bu nedenle “büyük başkan” küçük başkanlara kolayca hükmedemiyor, her istediğini yapamıyor.

GENEL BAŞKAN SEÇİYOR!

4- ABD’de serbest (disiplinsiz) parti sistemi var. Partiler genel olarak sadece seçimlerde ortaya çıkıyor ve rol oynuyor, örneğin “milletvekili seçiminde” parti genel başkanlarının en ufak rolü yok . Türkiye’de ise “disiplinli parti sistemi” var. Eğer milletvekili kendi iradesiyle, parti kararlarına aykırı hareket edecek olursa ya ihraç ediliyor veya disiplin cezası alıyor. Ayrıca milletvekillerini parti genel başkanı seçtiği için “başkanlık sisteminde daha özgürler” söylemi her şart altında gerçek dışı..

MUTLAK HAKİM!

5- Bu nedenle başkan Türkiye sistemine sahip bir ülkede “hem yasamanın, hem yürütmenin mutlak hakimi” olacak. Hem cumhurbaşkanı, hem başbakan ve her şey tek kişi olacak. Tüm gücü elinde tutan bir sultan yani.. Bu sistem “otoriterliğe” gitmezse ne gider acaba?

Bu tartışmada esas olan “parti sistemleri, milletvekili seçimleri” arasındaki farktır. Türkiye’de “ön seçim” bile yapılmazken, yüzde 10 barajı yüzünden küçük partilerin temsil edilmediği yıllardır tartışılırken, “tek parti, tek lider” sistemine geçmek ne kadar doğrudur, işte Türkiye bunu tartışmalı.

Haydi TBMM’deki tüm parti liderleri TV’ye çıkıp bunların hepsini tartışsınlar. Olur mu, olmaz.. Peki bu kadar de-

mokratik olamayan bir siyasetle “başkanlık sistemi daha de-mokratik” diyerek sistem değiştirmeye kalkmak inandırıcı mıdır? O sistemi isteyenler cevaplamalı bu soruyu!

Yazının devamı...

Manidar bir teslimat!!

Daha neler duyacağız, göreceğiz bilmem ama benim dayanma eşiğim şimdiden “dayanılmaz” halde onu biliyorum.

Suriye tarafından 3 ay önce esir alınan ve hapsedilen TRT Muhabiri Cüneyt Ünal için (başta Hatay olmak üzere) CHP milletvekilleri girişimde bulunmuşlar, uğraşmışlar ve sonunda 9 kişilik heyet halinde Şam’a giderek onu kurtarmışlar.

BU BİLE PARTİ MESELESİ Mİ?

Cüneyt Ünal karşısında milletvekillerini görünce heyecandan ağlamaya başlamış ve “yeniden doğmuş gibiyim” demiş. Böyle bir durumda artık parti pırtı gözetilmez, toplum olarak hatta en basitinden “insan olarak” herkes memnunluk duyar değil mi?

Nitekim Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç memnun olduklarını söyleyerek CHP’yi kutlamışlar ama AKP Genel Başkan Yardımcısı (ve ne yazık ki sözcüsü, zira bu durumda partinin görüşü olarak yansıyor) Hüseyin Çelik, Twitter’a “Onlara teslim edilmesi manidar” diye yazmış.

Neden manidar? Yoksa onlar Esad’la ahbaplık mı ediyorlar, sıkı fıkı dostlukları filan mı var? Sadece “bir Türk gazeteciyi kurtarmak üzere” razı etmeye çalışmışlar, uğraşmışlar, onun gibi bir diktatör bile insafa gelmiş. Yapmasınlar mı, o gazeteci de Suriye hapishanelerinde mi unutulsa daha uygundur? Yani gerçekten (hangi parti veya partiler söz konusu olursa olsun) particilik yapmanın, rakipler hakkında gerçek dışı suçlamalarda bulunmanın, “artık hiçbir kuralın tanınmadığı” Türkiye’de dahi bir sınırı olmalı, o sınır aşılınca insanlar “aptal yerine konmuş” oluyor ve bunu hazmedemiyor.

SOSYAL MEDYADA TEPKİLER

Ve aynen öyle olmuş, daha haber çıkar çıkmaz altına gelen yorumlardan bazıları şöyleydi;

“Gazeteci Cüneyt Ünal CHP heyetince Esad rejimine iade edilsin. Ünal’ı yarın İHH teslim alsın. Kimsenin Hüseyin Çelik’i üzmeye hakkı yok.”

“Açıklamanla sosyal medyayı kahkahaya boğdun Hüseyin Çelik.”

“Keşke Cüneyt Ünal’ı aldıktan sonra Hüseyin Çelik’i vereydik.”

“Manidar olan Hükümet’in teslim alamaması değil midir?”

Üzücü tabii, keşke bir vatandaşımızın hayatını kurtarmak bile parti meselesi haline getirilmese, medeniyeti, demokrasiyi sindirmiş toplumlarda görülmeyecek olaylar bunlar ama bizde ne yazık ki hala sürüyor.. Unutmadan ekleyeyim CHP Milletvekili Refik Eryılmaz “diğer arkadaşımızla ilgili de bilgi istedik, umarım ona da ulaşma imkanı buluruz” demiş açıklamasında.. Biz de umarız ki o da zarar görmeden kurtarılır.

ALLAH SABIR VERSİN!

Cüneyt Ünal’ın “serbest bırakıldıktan sonraki” görüntülerinde gözlerinin önü çökmüş, yüzünde mutluluğu bile yansıtmayan bir ifade var, sadece şaşkınlık ifadesi.. 3 ay tutukluluk ve endişe onu bu hale getirmiş.

Cuma günü Odatv duruşması sonunda (aynı iddia ile tutuklanmış diğer Odatv sanıkları “TÜBİTAK raporuna dayanılarak” serbest bırakılmış oldukları için) tahliye edilmeyi bekleyen Soner Yalçın ve diğer isimlere bir kez daha “tutukluluklarının devamına” dendiğinde biraz empati yapabilen herkes onların nasıl bir yıkım hissettiğini anlardı. 3 ay tutukluluk değil onlarınki, Yalçın örneğin 2 yıldır hapiste bekletiliyor. Aynı şekilde daha da uzun zamandır cezaevinde bulunan ve “delillerin sahteliğini ispatlayan bilirkişi raporları hiç dikkate alınmadan” hakkında hüküm verilen, haksızlığa uğradığını bilen herkesin bu duygulara sahip olduğuna şüphe yok.

Ortada “işlediği somut bir suç olmadan ve üstelik aksi kanıtlanan iddialarla” bir insanın özgürlüğünün elinden alınması kesinlikle “katlanması en zor hatta çıldırtıcı ceza”lardan biridir.

Bu psikolojik işkenceyi yaşamak zorunda bırakılan herkese sabırların en büyüğünü dilemek gerekiyor. Söylemesi kolay, uygulaması hiç kolay değil ama metin olsunlar, hiçbir haksızlık, hukuksuzluk sonsuza kadar süremez!



Başkan ‘diktatör’ olur mu?..

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ bir kanalda “başkanlık sistemi” ile ilgili açıklamalar yapıyordu. Öyle güzel anlatıyor ki (daha sonra Burhan Kuzu da benzer şeyler söyledi) dinlerken insan iyice irdelemese “Aa hemen bu sisteme geçilmeli, daha iyisi olamaz” der. Zaten itiraf etmek gerekir ki Hükümet üyelerinin en büyük başarısı “hatalı veya haksız oldukları” konuları bile son derece inandırıcı şekilde ve “olduğundan farklı” yansıtabilmeleri.

Şöyle diyor Bozdağ: “Bizim öngördüğümüz sistemde Başkan ‘yürütme’de (hükümette) tek söz sahibi. Halk onu seçiyor, o herşeyi yapıyor. Ama ‘yasama’ya (Meclis’e) hükmedemiyor. Yasamaya hükmedemeyen, kanun çıkarma yetkisi olmayan başkan nasıl diktatör olacak?”

Bunları dinleyince hak verirsiniz değil mi? Peki bir örnek verelim; son 10 yılda, bugüne kadar Başbakan Erdoğan’ın isteyip de çıkaramadığı kanun oldu mu? Cevap: Hayır.. Neden, çünkü “TBMM çoğunluğuna” sahip ve ihtiyacı olduğunda MHP’nin de desteğini zaten alıyor.

Gerçi gerek bile kalmaz ama gelecekte de bir başkan “başkanın istediği kanunu çıkarması”nı sağlayacak bir kanunu bile Meclis’ten geçirebilir. Bekir Bozdağ’a “Hitler’in yaptıklarını arkasında meclis varken gerçekleştirdiğini” hatırlatmak gerekiyor, o döneme bir göz atmalı.. Tabii bu tartışma, başkanlık sistemine uygun şartların mevcut olmadığı ülkeler için “genel anlamda, potansiyel tüm başkanlar ve tüm meclisler” için söz konusudur.

Yazının devamı...

Soner Yalçın ve ‘dil’ sorunu!

Eylül başında, Odatv’nin Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu tahliye edildikten hemen sonra şunları yazmışım; “Mahkeme ‘üzerlerine atılı suçların niteliği ve tutuklu kaldıkları süre dikkate alınarak’ tahliye etti onları. Daha önce Nedim Şener, Ahmet Şık ve Müyesser Yıldız da serbest bırakılmıştı ama neden ve nasıl oluyorsa aynı mahkeme Odatv’nin sahibi Soner Yalçın ile diğer tutukluların ‘tutukluluğunun devamına’ karar veriyor (...)”

MAHKEME BAŞKANI TÜBİTAK’A KIZIYOR!

Yazım şöyle devam etmiş:

“Terkoğlu ve Pehlivan TÜBİTAK’ın ‘bilgisayarlar virüslü’ raporu ile savunma yapmışlar. Mahkeme Başkanı da TÜBİTAK’a: ‘Rapor yazıyorsan tam yaz bari. Yarım yamalak yazma. Bu dosyalar virüslü de. Sorun buradan kaynaklanıyor, biz bilgisayar mühendisi değiliz’ diyerek kızmış... İnsanları yıllarca cezaevinde bekletmek, özgürlüğünü çalmak TÜBİTAK’a çıkışmayla filan bağışlanacak sorumluluk değildir. Ayrıca TÜBİTAK’ın yapısı da diğer tüm kurum ve kuruluşlar gibi baştan aşağı değiştirilmedi mi? Kim seçti bu yarım yamalak rapor yazan bilimcileri?”

Dün yine Odatv davasının duruşması vardı ve yazımı yazdığım saatlerde hala “Soner Yalçın için beklenen beraat kararı” çıkmamıştı. Davanın gidişine bakıldığında Eylül başında yazdıklarımdan bir adım bile öteye gidilmemiş. Bu davadan beraat eden isimler de “aynı bilgisayarlar, aynı haberler-yorumlar, bilgisayarlara aynı yerden-aynı şekilde gönderilen aynı virüsler nedeniyle” tutuklanmışlar, TÜBİTAK’ın aynı raporu suçlanarak tahliye edilmişlerdi.

Onlar için “üzerlerine atılan suçun niteliği ve tutuklu kaldıkları süre” beraatlarına yetiyorsa aynı davanın, aynı nedenle tutuklu diğer sanıklarına neden yetmiyor, bu sorunun cevabı yoktur.

‘BU DAVA ÇÖKMÜŞTÜR’

Aslına bakarsanız Özel Yetkili Mahkemeler’in “bilirkişi raporlarını hiçe sayma” yetkisinin de olduğu tabii ki söylenemez. Peki, böyle bir yetkileri olmadığına göre Odatv davasında da, Balyoz, Ergenekon diye isimlendirilen diğer davalarda da bunu nasıl yapıyorlar? Onların bu dev hukuk hatalarının hesabı nasıl verilecek, kim verecek?

Kendisi bilgisayarı kullanmadığı halde tutuklanmış olan ve 2 yıldır cezaevinde bulunan gazeteci Soner Yalçın şimdi mahkemede yerden göğe haklı olarak:

“Ülkem benden ‘kitap yazmamı’ beklerken ben aylardır ‘TÜBİTAK raporu’ üzerinde çalışıyorum... KCK davası tutukluları açlık grevi yaparak ‘dil sorunlarını’ çözdüler. Ancak bizim de ‘dil sorunumuz’ var. Odatv savcıları ‘düşünce özgürlüğünün’ dilini anlamıyorlar... Sosyal bilimi bilmeyen savcı ‘iktidara muhalif haberleri’ suç saymaktadır. 2 yıl sonra gelinen noktada bu dava çökmüştür. ABD, Avrupa bu davayı konuşuyor. Ülkemizi bu duruma düşürmeyin” demiş.

UZAKTAN KUMANDALI VİRÜSLER

Yazdığı kitaptan sonra tutuklanmış olan Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ise “Uzaktan kumanda edilen virüslerin bilgisayarlara nasıl geçtiğini, virüslerin gönderildiği mail adresinin ABD merkezli bir site olduğunu, dosya tarihlerinin ise son derece kolay değiştirildiğini” açıklamış.

ADALETSİZLİK KURBANLARI

Bu son savunmaları hiç duymamış olsaydık bile, hukuktan hiç anlamıyor olsaydık bile eğer sadece “hak ve haklı”nın ne olduğunu biliyorsak başta “Odatv davası sanığı adı altında özgürlüğü elinden alınanlar” olmak üzere “bilirkişi raporları dikkate alınmadan hapsedilmiş herkes”in büyük bir adaletsizliğe kurban edildiğini görürdük.

Kaldı ki Mahkeme Başkanı’nın bile “iyi incelenmeden verilen kararların sorumluluğunu TÜBİTAK’a attığı” bir garip soruşturmadan söz ediyoruz. (TÜBİTAK görünüşe bakılırsa “ne şiş yansın, ne kebap” anlayışıyla, kendisinden beklenen (!) şekilde yazıyor raporları.. Bilimsel olması gereken rapor bile korkuyla yazılınca işte böyle ortalık karışıyor.)

Sonuç olarak; Soner Yalçın’ın da vurguladığı gibi “ülkemizin bu hale düşürülmesi” son derece acıdır, öyle acı ki insanın gözleri yaşarıyor bu insafsızlığı düşündükçe!

NOT; Yazımı gönderirken karar duyuldu: “Tutukluluk halinin devamına”.. İşte bu kadar.. Boş verin TÜBİTAK’ı, bilirkişiyi filan.. Demek ki beraat edenler için “sorun o rapor yüzünden kaynaklanıyor” ama geriye kalanlar için sorun morun yok. Vay be, ne adaletmiş!



Deniz Feneri’nde şaşırtıcı sonuç!

Dün Deniz Feneri davasında görevden alınan 3 Cumhuriyet savcısının duruşması da vardı, hayret beraat ettiler.. Hayret ki ne hayret, hakkın, adaletin gerçekleştiği bir duruşma sonucu görmek artık ‘rüya görmek gibi’ geliyor insana.. Cumhuriyet savcılarının üçü de son derece güzel açıklamalar yapmışlar beraat sonrası, bunları haberlerde duyarsınız..

Ama benim kafama asıl takılan şu; beraat etseler de “o haksızlıklarla, zihinlerde yaratılan şüphelerle zedelenen onurları, kaybettikleri zaman ve çektikleri üzüntü” nasıl telafi edilecek? Bu kayıpları kim, nasıl yerine koyabilecek? Siyasi nedenlerle insanlara ve ailelerine çektirilen bu acıların, insanların elinden işini ve özgürlüğünü almanın “sebep olanların vicdanlarını” hiç rahatsız edip etmediğini gerçekten merak ediyor insan..

Hani “kafanı yastığa koyunca huzurla, bir bebek gibi uyumak” deyimi var ya, ondan söz ediyorum. Bir de “kendin için dua ederken ‘temiz ve dürüst’ olduğunu hissedebilmek”ten.. Malum O’na yalan işlemez de!

Yazının devamı...

Kaynayan kazanın baş köşesinde!

İsrail’in Gazze’yi vurmaya başlaması ve “Bu daha başlangıç” demesi ile Ortadoğu’da “Suriye, Türkiye, Irak-İran”ı kapsayan çatışma alanı daha da genişlemiş oldu.. Ortadoğu kaynayan bir kazan halinde ve Türkiye durup dururken, bizimle bir ilgisi yokken, bu kargaşayı uzaktan izleyebilecek ve sadece diplomatik açıdan gerekeni yapabilecekken “çok yönlü olarak, herkesle çatışma halinde” kazanın ortasında bulunuyor..

Buna “PKK’nın Irak üzerinden bize yaptığı saldırıları şimdi Suriye desteğiyle yapmasını” da eklersek halimize diyecek yok doğrusu.. Tabii o arada Rusya ve Çin’in de muhtemel bir Ortadoğu savaşına müdahil olma ihtimalini unutmayalım.. Kendi ülkemizin, insanımızın korunmasını, güvenliğini diğer ülkelerden önce düşünmememiz, başımızdaki büyük terör sorununu hesaba katmadan Ortadoğu’da “big brother” rolü üstlenmeye kalkmamız, daha doğrusu ABD’nin bu rolü göstermelik olarak bize giydirmesini uslu uslu kabullenmemiz bizi bu duruma getirdi.

YETKİ KOMUTANLARDA MI?

Bugüne kadar tüm uzmanlardan, hatta ABD’lilerin kendisinden gelen hiçbir uyarıyı dinlemedikten ve açıkça Suriye rejiminin karşısına dikildikten sonra şimdi, artık savaşın eşiğinde bulunur ve Güneydoğu’da tepemize çatışma bombaları yerken “müdahale yetkisinin komutanlara verildiği” açıklanıyor.

Yani savaşa girmek zorunda kalırsak (ki bu gidişle kalacağız) sorumluluk ordunun olacak. Zaten artık “dönülmez noktaya siyasi kararlarla gelindiği, Esad muhaliflerine desteğin İstanbul toplantılarında kararlaştırıldığı, savaşan muhalif orduların Türkiye topraklarında barındığı” unutulacak, “Kararı Silahlı Kuvvetlerimiz, komutanlarımız verdi” olacak. Güzel bir buluş değil mi?..

İRAN, IRAK, RUSYA..

Mısır “İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla ilgili” toplantı yapmış ve ABD’nin bu olaya seyirci kalmamasını istemiş. Ama Mısır aynı zamanda şu sıralarda kendi içinde “şeriat yönetimi isteyen aşırı dincilerle buna karşı olanlar” arasında sorunlar yaşıyor, ülke karışık halde..

Irak Başbakanı Maliki “eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin hakkında verilen idam kararına rağmen Türkiye tarafından korunması ve iade edilmemesi” nedeniyle tırmanman gerginliği arttıracak adımlar atıyor. Türkiye’ye uyguladıkları “ekonomik yaptırımlar”ın arkasından Bağdat’taki bakanlıklarına genelge göndererek “Türkiye Büyükelçiliği, Konsolosluğu, bakanlarının ve üst düzey yetkililerinin hiçbir toplantısına katılmamalarını” bildirmiş.

Bu büyük hakaretin diplomatik karşılığı herhalde “büyükelçi ve konsolosu” Irak’tan çekmektir.

TÜRKİYE-EL KAİDE İLİŞKİSİ!

İran deseniz “Türkiye’de yapılan ve davet edildiği” Suriye konulu toplantıya katılmadı. Sık sık Türkiye’nin Suriye iç savaşına müdahil olmasına karşı tepkilerini açıklamakta..

Rusya’nın “Karadeniz-Hazar Bölgesi Politik ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü”nden İgor Pankratenko ise (Rusya’nın Sesi radyosunda tam metin olarak yayınlanan) makalesinde “Suriye ’de operasyonlar yapan Türk istihbarat servislerinin yönetim kadrosu ile El Kaide yönetimi arasında sıkı bağların olduğunu, Esad rejimi yıkılacaksa bunun ‘uluslararası paralı askerlerin dipçikleriyle değil, geniş halk kitlelerinin isteğiyle’ gerçekleşmesi gerektiğini, Türkiye’nin ABD ve Arap ülkeleri tarafından Suriye krizinin içine itildiğini ve ‘izolasyona dönüşen bir yalnızlık’la karşılaştığını” anlatmış.

Türkiye’den “Yakın Doğu kazanından kestane taşıma şerefi bahşedilen, ABD’nin küçük ortağı” olarak söz etmesi bile yeterince üzücü.. Bunlara bir de “artık çok olası görünen bir savaşa girmemizin Türkiye’nin bölünmesini isteyenler için nasıl bir avantaj olacağını” eklersek tablo tamamlanıyor.

İyi de bu savaştan bize ne, niçin göre göre bu noktaya yürüdük? Ben hala bu soruyu tekrarlayıp duruyorum.

CEZAEVİNDEKİLER UNUTULACAK!

Ve bir önemli nokta daha: Türkiye bu savaşa girdiği (ve hatta sadece “bu ihtimal sürdüğü”) takdirde bir yanda kendi toplumu her tür sıkıntıyla-tehlikeyle karşı karşıya kalırken, diğer tarafta “terör yaratacaklardı, darbe hazırlığı yapacaklardı” iddialarıyla yıllardır özgürlüğü elinden alınan, cezaevinde bekletilen gazeteciler, milletvekilleri ve diğer siyasi tutuklu ya da mahkumlar orada unutulacaklar.

Özel Yetkili Mahkemeler tarafından geciktirilip duran davalarla daha kim bilir hayatlarından kaç yıl gidecek. Ne büyük bir haksızlık var ortada, dayanmak gerçekten mümkün değil!



İyi polis meselesi!

Perşembe günü Cumhurbaşkanı Gül’ün “artık farklı görüşlerini açıkça ifade ettiği ve hatta vurguladığı” konusunda yazmıştım. Yazımı okuyanlar ve konuyu gündeme getirenlerin büyük çoğunluğunun yine “Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında görüş ayrılığı olduğuna inanmadıklarını, bu farklılığın yansıtılmasında ‘sorunlu konulara tepkilerin azaltılması, halkın gazının alınması’nın yattığını düşündüklerini” inanın hayretle gördüm.

Yazımın altındaki yorumlarda da bu düşünce vardı.. Oysa ben “en azından bir farklı görüş”ün açıkça ifade ediliyor olmasını demokrasi açısından umut verici buluyorum ama görüyorum ki buna inanmakta oldukça yalnızım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.