Ezan ve boza yanyana!
.
Has Parti Genel Başkanlığı’ndan AKP’ye yatay geçiş yapan Numan Kurtulmuş “Türkçe ezan” ve Atatürk döneminin, daha sonra “tek parti dönemi”nin bazı konuları hakkında açıklamalar yapmış. Genel Başkanlığı döneminde “kadın gazetecileri ayrı bir grup olarak” yemekli sohbete davet ettiğinde (cinsiyet ayırımcılığını hele de “erkek-kadın farkı olmayan gazetecilik mesleği”nde ayırımı hiç onaylamam ama ne konuşacağını merak ettim) Numan Bey’le tanışmış ve onun hakkında “sakin, akılcı, hoşgörülü” olduğu şeklinde bir izlenim edinmiştim.
Parti değiştirince (hele de daha önce kıyasıya eleştirdiği hatta suçladığı bir partiye geçince) söyleminin hemen sertleşmesi dikkat çekici ama artık Türkiye’de olmayan kalmadığı için buna da şaşırmaya gerek yok.. Her neyse konuya gelelim; Numan Kurtulmuş da son zamanlarda gündemde tutulan “Atatürk’ü suçlama” modasına uymaktan geri kalmamış ve Kırşehir’de; genel başkanlığı döneminde aklına gelmeyen “Türkçe ibadet”i de içeren bir konuşma yapmış. Diyor ki;
“Memleket semalarında yıllarca ‘Tanrı uludur’ diyen bir ses bu insanların kellesinde boza pişirdi. Bu memleketin köylüleri fötr şapka takmadığı için nahiye merkezlerine, ilçe merkezlerine alınmadı (...) Kırşehir’in köylüsü radyosunu açtığı zaman sabahın köründe Çaykovski’yi, Bethoven’i ya da Mozart’ın eserlerini dinleyerek radyo-televizyon kurumunun yayınlarını izledi... Kültürümüze ait ne varsa kötü göründü.”
O BİLMEZ MİYDİ YANİ?
Sadece bu cümleler bile çok uzun tartışmalarla irdelenebilir. Önce “fötr şapka” konusundan başlayalım. Atatürk canı pahasına kurtararak kurduğu ve çağdaş-zengin Batı ülkeleri düzeyine çıkarmaya çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti’nde sarıklı, cüppeli erkek kıyafetlerini de “daha modern, şık ve daha kolay kullanımlı” olan ve bugün Numan Kurtulmuş’un da giydiği pantolon-cekete çevirmeyi düşünmüş, doğru.. Bu nedenle “kıyafet ve şapka devrimi” yapmış, zira koca bir ülkede çok uzun yıllara dayanan yaygın bir alışkanlığı değiştirmek kolay iş değil..
Ülkesine “gerçek demokrasiyi” getiren Atatürk, herhalde o demokrasinin gereklerini de Numan Bey veya bir başkasından iyi bilirdi ama o yıllarda “herkes istediği gibi giyinsin” deseydi asla gerçekleşmeyeceğinden bugün Numan Kurtulmuş da böyle şık takımlarla değil, yerleri süpüren cüppesiyle dolaşıyor olurdu muhtemelen.
GEÇMİŞ UZAK, BUGÜN YAKIN!
Aslında bu kıyafet ve müzik kültürü ile ilgili cümleler “tek parti dönemi” kastedilerek söylenmiş. Aynen “Dersim” konusu gibi “bugünkü rakibi yıpratmak” üzere.. Ama unutmasın ki o dönemdeki görüşler veya baskılar nedeniyle aynı partinin bugünkü uzantısını “zan altında” bırakmak oldukça komik bir gayrettir. Çünkü “başka parti olmadığı için” o günlerde sadece Halk Partisi’nden olanlar değil, tüm görüşler ve tabii sağ görüşler de CHP’de toplanmıştı, kozmopolit yapıya sahipti. Zaten “iki partili” sisteme geçildiğinde, doğal olarak her şey normale döndü.
Fakat burada dikkat çeken nokta, sanki bugün, 21’inci yüzyılın Türkiye’sinde hiç baskı ve ezilen kitleler yokmuş, herşey güllük gülistanlıkmış, insanlar (bırakın vatandaşları, medya bile) herşeyi özgürce konuşup tartışabiliyor, kitaplar özgürce yazılabiliyor, yazanlar hapse atılmıyor, parasız eğitim isteyen öğrenciler bile tartaklanarak hapse gönderilmiyor, herhangi bir hakkını aramak için yürüyüş yapanlar ve dahi Cumhuriyet Bayramı’nı sokakta kutlamak isteyen vatandaşlara biber gazı ve göz yaşartıcı bombalar atılmıyormuş gibi, Numan Kurtulmuş’un tutup 60-70 yıl öncesinin hesabını tutması.. O kadar uzağa gideceğine bugünkü baskıların ortadan kaldırılması gerektiğini söyleyebilirdi.
Malum artık “demokrasi” de değil, “ileri demokrasi” içinde olduğumuz bildiriliyor. O yıllarda “sade demokrasi”ydi. Şimdi üstünde “dondurma”sı da var.
‘KİM DAHA DİNDAR’ MESELESİ
Numan Kurtulmuş’un “Tanrı Uludur” diye başlayan Türkçe ezanı bu kadar kötü ve düşmanca karşılıyor olması, “bu insanların kellesinde boza pişirildi” gibi acaip bir sıradan istismara (imajına da yakışmamış ama) girişmesi önemli, çünkü bunun bile “kim daha dindar, Türkçe ezan okutan mı, Arapça okutan mı” noktasına varmak için tartışma konusu yapıldığı ortada..
Önce şunu söyleyeyim, annem Antakyalı olduğu ve ayrıca bir Suriyeli ile evlenen teyzem nedeniyle sıkça Suriye’ye gidip geldiği için Arapçayı ana dili gibi konuşur, Kur’an’ın Arapçasını da ezbere okur, Fransızca öğretmenliği yanında “din bilgisi” dersleri verirdi.. Ben de Türkçe ve Arapça (sure ve ayetleri) dua ederim. Ama bazen tümüyle Türkçe mealinden (mesela Yasin’i) okur ve tamamen Türkçe dua edilmesini de son derece normal bulurum, neden edilmesin, Allah’ın sadece Arapça dua veya ezanı takdir edeceğine ya da “onları anlayıp karşılık vereceğine” mi inanacağız yoksa? Ve ayrıca, duaların Türkçesi önemli olmasa “Kur’an’ın Türkçe meali” neden sayısız kez yazılmıştır ve peynir ekmek gibi satmaktadır?
Bir duayı, örneğin benim gibi Yasin Suresi’ni Türkçe olarak okusak (orijinal hali de güzel ama okuması çok daha zor) kabul edilmeyeceğini mi düşüneceğiz, böyle saçmalık olur mu? Aynen bunun gibi “ezan” da Türkçe okunabilir, kimsenin ensesinde boza pişmiş de sayılmaz. Devam edeceğim.
ABD’de ve bizde gazeteci!
İsrail konusunda ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Victoria Nulan gazetecilere günlük brifing verirken öyle sorularla karşılaşmış, sert tepkilerine rağmen gazeteciler tarafından öyle sıkıştırılmış ki sonunda söylemek istemediği cümleleri söylemek zorunda kalmış.
Türk Başbakanı Erdoğan’ın “İsrail bölgede terör estiriyor” dediğini hatırlatan gazeteciler “İsrail müttefikiniz ama onu korumuyorsunuz, Filistin’de ölen insanlara da aldırmıyorsunuz” tarzındaki soru ve suçlamaları kendi bakanlarına baskı halinde sormuşlar.
Haberi duyunca acı acı gülümsedim, ‘hele Türkiye’de bir gazeteci TV’de ya da basın toplantısında iç veya dış politikayı bu şekilde eleştirmeye kalksın da (kendisi değil, programdaki konuklar eleştirse de fark etmez) görsün başına gelecekleri’ diye düşündüm. En basitinden ya programı ortadan kaldırılır ya da ertesi gün bütün medya baştan aşağı hakarete uğrardı. Bu nedenle mümkünse her fırsatta “demokrasi”nin kulaklarını çınlatmaktan vazgeçelim!