Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni bir yıl ve hiçbir yıl!

Olaylar, günler, haftalar, aylar rüzgar gibi uçup gidiyor ve hapiste olanlar, “orada tutulmalarının doğru ve haklı, hukuka uygun ve adil olup olmadığı” bile artık tartışılmıyor. Herkes “yeni bir yıl”a hazırlanırken onlar için “hiçbir yıl”ın önemi ve anlamı kalmadığını kimse düşünmüyor. Hepimiz, hepiniz kendimizi sadece “o günün” olaylarına kaptırmış gidiyoruz.

Oysa onlar çırpınıyorlar, mektup üstüne mektup geliyor; “ortada büyük bir haksızlık var, biz neden buradayız, neden kimse sesimizi duymuyor” diye.. Onlar.. Kim bilir kaç bayramı, kaç yeni yılı “büyük bir haksızlığa kurban gittiğine inanarak” demir parmaklıklar arkasında geçirmek zorunda kalmış olan “darbe ihtimali mağdurları”..

OLMUŞ DARBE, OLMAMIŞ DARBE..

Onlar.. Cumhuriyet tarihinin en büyük darbelerini yapan, muhtıralarını verenler serbest iken “yapılmamış darbe”nin iddiasıyla, “bilirkişi raporları” bile dikkate alınmadan, “ben bu soruşturmaların delillerine ilave yapıldığını gözlerimle gördüm” diyen kişiler “tanık olarak” dinlenmeden (mesela “Matkap” davası sanığı olarak 5 yıl tutuklu kalıp bırakılan Orhan Aykut’un açıklamaları gönderilmiş, mahkeme neden “tanık olarak” dinlememiş anlaşılır gibi değil) ama imzasız mektuplara güvenilerek ya da “virüslü bilgisayarlar” delil sayılarak yıllarca “tutukluluk” adı altında hapis tutulanlar.. Veya 18-20 yıl hapis cezası verilenler..



“Ergenekon tutuklusu” olarak 4 yıldır hapiste bekletildiği halde, (hakkında ciddi soru işaretleri olan) bir hahamın iddialarıyla başlatılıp “milyonlarca sayfalık dosyalar” oluşturulduğu halde bunca zamandır ortaya “böyle bir örgütün varlığı”nın kesin kanıtı olarak bir şey konmamış olan (tanık olarak dinlenen eski Mit Müsteşarı Şenkal Atasagun Ergenekon raporu ve şeması için “saçma sapandı, komik buldum” demişti) ve buna rağmen hala cezaevinde bulunanlar..



“28 Şubat döneminde Batı Çalışma Grubu’yla filan hiçbir ilgim olmadı, ne orada görev aldım, ne giriş kartım vardı, bunları ilk kez görüyorum” demesine rağmen ve 28 Şubat kararları “dönem hükümetinin de bulunduğu MGK’da alınmasına, 28 Şubat’tan sonra Hükümet (daha çok Tansu Çiller’in ‘kendisi başbakan olmak istediği için’ yaptığı baskılar sonunda Erbakan’ın Başbakanlığı bırakmasına kadar) hiçbir değişiklik olmadan 3 ay görev başında kalmasına ve demokrasinin kesintiye uğramamış olmasına rağmen “28 Şubat tutuklusu” olarak cezaevinde bekletilenler..

Çırpınıyorlar; “biz neden buradayız” diye.. “Sesimizi duyan yok mu” diye..

SONER YALÇIN NEDEN ORADA?

Düşünün; Oda tv davasında sitenin yöneticilerinin çoğu, diğer gazeteciler serbest bırakıldı ama örneğin Soner Yalçın aynı davanın tutuklusu olmasına rağmen o hala içerde.. “Neden” diye soruyorsunuz, cevap; “tutukluluğunun devamına..” Neden “devamına”? Hukukta bunun bir açıklaması olması gerekmiyor mu? Ailesinin, toplumun bilme hakkı yok mu? Mustafa Balbay, Mehmet Haberal ve benzer durumda olanlar daha kaç ay, kaç yıl “tutukluluk” çekecek, mahkum olmadıkları halde esaret yaşayacak bilme hakkı yok mu?

‘HUKUK DEVLETİNDE OLMAMASI GEREKEN’

Cezaevlerinden gelen mektuplar arasında “Deniz Kuvvetleri”ne mensup amirallerden, albaylardan gelen ve “toplu imza” taşıyanlar var.. TSK’dan tasfiye edilmeleri istendiği için 324 kişi hakkında hüküm verildiğini iddia edenlerin yazdıkları bazı notlar şöyle;

-Başbakan’ın “devlet içinde devlet oldular” sözüyle, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın ise “Hukuk devletinde olmaması gereken mahkemeler” şeklinde tanımladığı Özel Yetkili Mahkemelerden birinin baktığı (hukuk devletinde olmaması gerekiyorsa neden hala var, bunun da cevabı verilmiyor), Balyoz Davası’nda;

-İftira mağdurlarının bir hard disc veya CD’nin içindeki ‘imzasız sahte dijital veri’ de ismi geçtiği için haksız ve hukuksuz olarak tutuklandığını..

-İftira mağdurlarının “lehine olan deliller”in Cumhuriyet Savcılığı’nca “16 ay savunmadan gizlenerek” adli emanette saklandığını ve “lehte bilgilere rağmen” iddianameye “tam tersi anlamlar” içerecek ifadeler yazıldığını, avukatların bu konuda HSYK’ya yaptığı suç duyurularının sonuçlandırılmadığını..

-İftira ürünü dijital verilerin “sahte olup olmadıklarına ilişkin denetim”in mahkemece yaptırılmadığını ve bu konudaki “savunma” taleplerinin sürekli reddedildiğini..

- Savcılık tarafından, CD’lerin incelenmesi için bir TÜBİTAK çalışanının “ismen talep” edildiğini ve “görevlendirme yazısı çıkmadan önce” CD’lerin kendisine teslim edildiğini..

-Dünyanın çok değişik saygın adli bilişim kurumlarından ve uzmanlarından alınan bilirkişi raporlarının (toplam 23 adet rapor) TÜBİTAK raporlarından farklı olduğunu ve TÜBİTAK raporlarındaki eksik ve yanlışları ortaya koyduğunu.. (Ki Oda tv davasında mahkeme başkanının kendisi TÜBİTAK hataları yüzünden yanlış karara yöneltildiklerini söylemişti.)

-Savcılık tarafından duruşmalara getirilen ve hepsi de “sanıklar lehine” ifade veren tanıkların beyanlarının kabul edilmediğini..

ADİL YARGILAMA

Bunları ve daha birçok haksızlıkları sayıyor ve sonunda “Tüm bunlara adil yargılama diyebilir misiniz” diye soruyorlar. “Hukuka aykırılıkları nedeniyle kapatılmasına karar verilen Özel Yetkili Mahkemelerin hala (ellerindeki) davalara bakmaya devam etmelerine izin verilmesi ‘hukuka aykırı davranışlara devam edilmesini hoş görmek’ değil midir, nasıl olabilir?” diye soruyorlar.

“Biz asrın iftira davası mağdurlarıyız, uğradığımız zulme karşı dayanma gücümüzü gerçeklerden alıyoruz. Masum olduğumuzu belgeleyen gerçekleri hiçbir güç değiştiremez” diyorlar.

Ve bunları “Milletimize açık mektup” olarak yazmışlar. Yeni yıl öncesinde okumak, hatırlamak gerekir diye düşündüm. Yazdıkları bazı dijital çelişkileri de yakında paylaşacağım.

Yazının devamı...

‘Darbeleri Araştırma Komisyonu’ doğru çalıştı mı?

Başbakan Erdoğan’ın bütçe konuşmasındaki “27 Nisan bildirisi Ak Parti’nin dik duruşu sayesinde akamete uğratılmıştır. Buna rağmen Türkiye’ye maliyeti 2 milyar dolar olmuştur” sözü çok şey düşündürüyor.

Öncelikle Başbakan’ın 27 Nisan “bildirisi” dediği olayın önemi ortadadır ki bugüne kadar ve bugün devamlı olarak kendisinden “muhtıra şeklinde” söz edilmekte ve “dik duruş sayesinde sonuca ulaşmadığı” belirtilmektedir. Eğer buradaki gibi somut bir sonuç tan söz ediliyorsa o “bildiri” değil, “söylenen yapılmadığı takdirde arkadan başka eylemlerin geleceğini anlatan bir muhtıra”dır. Ve tabii “hükümetin dik duruşu sayesinde atlatıldığı” söylenen bir tehdit varsa ortada, yapana “emekliliğinden sonra zırhlı araç ve devlet ödülü” verilmesi de herhalde yadsınamayacak bir çelişkidir.

TÜM DARBE VE MUHTIRALAR

Kısaca “Darbeleri Araştırma Komisyonu” denilen komisyonun asıl adı; “Demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz kılan diğer bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutları ile araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis araştırma komisyonu”..

Görüldüğü gibi “tüm darbe ve muhtıraların araştırılması” söz konusuyken bu komisyon 27 Nisan muhtırasını es geçti, 12 Mart müdahalesinin, Talat Aydemir girişimlerinin aydınlatılması için gereken yapılmadı ve en önemli olay “gerçekte demokrasinin kesintiye uğramadığı, dönem hükümetinin imzalarıyla alınmış olan 28 Şubat kararları” imiş gibi en çok onun üzerinde durdu.

DARBENİN ÖNEMİ DAHA MI AZ?

27 Mayıs ve 12 Mart’la ilgili 19 kişi, 12 Eylül darbesiyle ilgili 29 kişi ama 28 Şubat’la ilgili olarak 108 kişi dinlenmiş. Normal midir? İnsanların asıldığı, binlerce kişinin işkence gördüğü darbelerin önemi “28 Şubat”tan daha az olabilir mi? 27 Nisan muhtırası bütçe konuşmalarında bile geçerken hiç mi hiç ilgilenilmemesi normal midir?

Meclis araştırma komisyonlarının muhatabı “kamu, yürütme” olmasına, bu komisyonlarda asıl denetlenmesi amaçlanın “hükümetler” olmasına, kamu kurumlarının yetkili, uzman isimlerinden bilgi alma yetkisi bulunmasına, bu isimlerin de “Komisyon tarafından belirlenmesi gerekmesine” rağmen dinlenen kişilerin hiçbiri komisyonda tartışılmamış, komisyon başkanı kendi karar vermiş. Dinlenenlerin çoğu kurum temsilcisi de değil, uzman da değil..

YARGIYI ETKİLEME

Ayrıca Meclis araştırma komisyonlarının asıl görevi “hükümetlerin o konuda gerekeni yapıp yapmadığını denetlemek” olduğuna göre bu konuşmacıların anlattıklarıyla neyin denetlendiği de belli değil. Kısa bir araştırma; Komisyon Başkanı’nın “Mahkeme başkanı” gibi konuşmalarına ve yorumlarına varıncaya kadar, sonuç olarak belirlediği ve “şunlar bunlar yapılmalı” dediği maddelere varıncaya kadar bu komisyonun “anayasal sınırlara bağlı kalmadığını” ve hatta devam eden davalarda “yargıyı etkileyebilecek” bir tablo sunduğunu gösteriyor.

Ama en dikkati çeken konu bence hala 27 Nisan muhtırası.. Devamlı söz edilmesine (ve “son yıllarda hala darbe ihtimalinin mevcut olduğu” kanısı yarattığı için her fırsatta edilecek olmasına) rağmen neden bir türlü “dokunulmuyor” merak edilmeyecek gibi değil.



TBMM’nin görevi araştırmak!

Meclis tarihinde ilk kez bütçe görüşmelerinde “Sayıştay” başta olmak üzere 132 kurumun denetleme raporu olmadan görüşmeler başlatılmış, dün haberdi.. Oysa yasaya göre başta bakanlıkların olmak üzere tüm devlet kurumlarının harcamaları “denetlenmek” ve bütçe görüşmelerinde tüm TBMM üyelerinin katılımıyla tartışılmak zorunda..

Kamu harcamaları milletin cebinden yapılıyor ve her kurumun her kuruş harcamasının hesabı verilmeli. Sayıştay raporunun olmaması konusunda örneğin; “harcamaların çok yüksek olması” bu harcamaların hasıraltı edilmesine neden gösteriliyor. Bazı bakanlıklarda “yemek harcamaları”nın inanılmayacak kadar yüksek olduğu (lahmacun-kebap parası” denerek) haber yapıldı.

ÇÖPLÜKTEN YİYECEK TOPLAYAN İNSANLAR..

Milyonlarca yoksul ailesi, vatandaşı olan bir ülkede ne kadar “ekonomi muhteşem” dense de bu yoksul ailelerin cebine giren para değişmemekte, hatta çöplüklerden çocuklarına yiyecek toplayan annelerin varlığı bilinmektedir. Böyle bir tabloya sahip ülkede elbette harcamalarının raporu verilmeyen kurumlara hesap sorulmalı ve o raporlar göz önüne çıkarılmalıdır.

İşte o “araştırma komisyonları”na asıl bu gibi durumlarda görev düşer. Burada “iktidar-muhalefet” farkı gözetmeden, bu milletten-devletten maaş alan her milletvekili “halkın kuruşuna” dikkat ederek o harcamaların hesabını sormak zorundadır, görevleri budur. Aksi takdirde yakında “kurumların harcamalarının gizlenmesi” de alışkanlık haline gelir ve o zaman yandı gülüm keten helva.. İşçisi, emeklisi,banka memurları üç kuruş maaşla ağlaşırken diğer tarafta kurumlar sorgusuzca, hesapsızca harcamayı sürdürür..

“Biri yer biri bakar..” sözü tam da bu durum için söylenmiş işte!

Yazının devamı...

Hâlâ aynı noktadayız; dindarlar, laikler!

Türkiye’de “her vatandaşın inancında özgür olmasını, devletin ise tüm din ve inançlara eşit mesafede durmasını sağlayan laik rejim sayesinde” Arap ülkelerindeki ve bütün diğer Müslüman çoğunluklu ülkelerdeki din kavgaları, savaşları, mezhep bölünmelerinden, aynı dinden insanların bile birbirine düşman kesilmesinden uzak kaldığımızı Arapların kendisi bile söyledi..

Arap gazeteciler “bizde de Türkiye’deki laik rejim olsaydı, kardeş kardeşi kırmazdı” görüşlerini bazı Türk gazetelerindeki röportajlarında veya yazılarında belirttiler. Onlar farkında ama biz hala değiliz bence.. Hala “bunu sağlayan Cumhuriyet rejimine ve rejimin kendisine tepkili olan siyasetçiler ve onların etkilediği kitleler” var.

DEV BİR YANLIŞ!

Türkiye’de “laik rejimin korunması” konusundaki hassasiyet önemsiz hale getirilip din “devlet işlerine, siyasete” karıştırılırken, siyasi konuşmalarda, polemiklerde ve özellikle seçim propagandalarında kullanılırken bir yandan da medya ve siyasiler tarafından toplumda; toptan yanlış, hatta dev bir yanlış olan “laikler-dindarlar” şeklinde bir ayırım yapılmaya başlandı.

Bu yanlış israrla o kadar çok tekrarlandı ki yabancı medya bile Türk toplumunu “laikler-dindarlar” olarak böldü.. Yıllar sonra bugün maalesef aynı noktadayız. Dün Hürriyet’te Ertuğrul Özkök “muhafazakarlar kanadında da makul insanların ‘iki kesim arasındaki kutuplaşmayı’ böldüğünü anlattığı” yazısında “her muhafazakarın Cumhuriyet düşmanı olmadığına” Radikal gazetesinde yayınlanan bir röportajdan yaptığı alıntıyla güzel bir örnek vermişti. Ama..

Dücane Cündioğlu’nun verdiği bazı cevaplarda aynı dev yanlış ortada durmaktaydı.

(Ki aynı şekilde “muhafazakar” sözcüğü de yanlış kullanılıyor; “dindarlar” anlamında.. Neden dindarlara “muhafazakar” densin ki? “Tutucu, katı Müslüman” anlamı mı verilmek isteniyor belli değil. Bu ayırımları “din bilimciler, siyaset bilimciler” tartışıp düzeltmeli ama böyle tartışmalar artık yapılmadığı gibi “en iyi bilim adamları” da risk almak istemediği için konuşmuyor.)

GÜNAH VE SUÇ!

Cündioğlu’nun “Cumhuriyet’in seküler hamleleri bugün Türkiye’de iyi giden bazı şeylerin doğrudan sebebidir. Bugün dış dünyayla temas ederken çok fazla zorluk çekmiyorsak bu Cumhuriyet’in kimi kazanımları sayesinde” gibi gerçeği yansıtan sözleri yanında “laikler-dindarlar”, “müminler-seküler bireyler” ayırımı yaptığı ve hiç de gerçeği yansıtmayan, tam aksine “artık yapılmaması gereken hata”yı yansıtan cümleler var.

Mesela “Müminler günah, seküler bireyler de suç dolayımında bu duyguyu tecrübe ederler” gibi.. Buradan ve benzer sözlerden “seküler” yani “din-devlet ayırımını yapabilen” insanlar “müminler gibi günahı tecrübe etmiyor, onlar için sadece suç var” öyle denmiş oluyor. Bu “teoride de pratikte de yanlış bir bilgi” olmakla kalmaz, aynı zamanda “kendinin dindar başkalarının; örneğin laik insanların ise dindar olmadığı”nı iddia eden herkes gibi “kulların inancını Allah yerine değerlendirme” anlamı taşıdığı için din açısından da söyleyen “en büyük günahı işlemiş” sayılır.

DİNCİ-LAİKÇİ

Laik rejimin doğru olduğuna, her insanın kendi dini ve inancını “baskılardan özellikle siyasi baskılardan- uzak” özgürce yaşaması gerektiğine inanan (laik devlet şartları gereği “devlet alanları içinde” ibadet ve dini kıyafet kısıtlaması farklı bir tartışmadır) insanların dindar olmadığını, onlar için günahın değil sadece “suç kavramı”nın geçerli olduğunu iddia etmenin yanlışlığı ortada..

Kısacası “dindar-laik” şeklinde bir ayırım yapılamaz ama “dinci-laikçi” ayırımı yapılabilir ki asıl karıştırılan da bu galiba.. Dinle, inançla, “günah” kavramıyla yani “dinle ilgili yasaklar”la özel yaşamında da hiç ilgili olmayan, olanlara da tepki duyan insanları “laikçi” sınıfına sokmak nasıl mümkünse, dini siyasallaştıran, din devleti amacı güden; devletin şeriat kurallarıyla yönetilmesinin doğru olduğuna inanan, kendisi ve kendisiyle aynı görüşte olanlar dışındakileri “dindar saymayan” insanları da “dinci” sınıfına sokmak mümkündür.

GENELLLEME MERAKI

Seküler-laik insanların büyük kısmı “dindar” dır, tüm din kurallarına uymayanların bile en azından “dini inancı vardır” ama kesinlikle “dinci” olamaz (hiçbir dini inancı olmayan insanlar bu tartışmaya dahil değil tabii..).

İşte bu nedenlerle “laik-dindar” şeklinde ayırım yaparak “laiklerin dindar olamayacağı” anlamı çıkaranlar, eğer bunu siyaseten-kasıtlı (ki böyle yapanlar çok) yapmıyorlarsa “her açıdan” büyük bir yanlış yapmaktalar. Eh 21’inci yüzyılda da hala aynı yanlış sürmesin değil mi, herkes vazgeçsin başkasının inancıyla uğraşmaktan, kendisinin veya “belli bir grubun”daha dindar olduğunu iddia etmekten ve genellemekten.. Söyleyenler de, duyanlar da dikkatli olmalı artık!



Yine öğretmen, yine koruma yok!

Nasılsa cezası memlekette çocuk tecavüzcüleri “ceza yerine serbest” bırakılıyor, yeterli görülmediği için “terfi ettirilerek” ödüllendiriliyorlar, o zaman suçun arttığını her gün görerek yaşayacağız.. Bir çocuğa 34 kişi tecavüz etmişse o alçakların hepsinin serbest bırakıldığını gördü bu ülke..

Durum böyle olunca (içi katılıyor insanın) Urfa’da devlet hastanesinde kalan 13 yaşındaki çocuğu kaçırıp tecavüz eden iki sağlık görevlisi ile bir güvenlikçi sapığa da şaşırmamak gerekiyor tabii. Gazetecilerin, milletvekillerinin, hayatını “terörle mücadele”ye adamış askerlerin anında cezaevine gönderildiği, “mahkum olmadığı halde bile” yıllarca özgürlüğü alınarak cezalandırıldığı, suçsuz olduklarını gösteren delillere bakılmadan 20 yıl hapis cezası verildiği ülkede çocuk tecavüzcüleri alkışlar eşliğinde bırakılırsa olacağı budur.

Devlet öğretmenini koruyamadığı gibi “çocuklarını” da koruyamıyor, 21’inci yüzyılda nasıl bir acıdır bu anlatmak imkansız. Van Valiliği koruma verdirtmediği için öldürülen Gülşah öğretmenden sonra yine Van’da “şiddet tehdidi altında iki kadın öğretmenin eşlerine karşı koruma isteği” de reddedilmiş. Ne “Valilik”miş yahu bu?

Bağışlanacak rezalet değil artık olanlar, utanma ister biraz!

Yazının devamı...

Milletvekili ile öğretmenin farkı!

Dün “Boşandığı eşinden şiddet görmesi nedeniyle partisi, Bakanlık, Valilik ve medya tarafından büyük ilgi gören ve kendisine koruma verilen AKP Milletvekili Fatma Salman ve eşinden şiddet gören sade vatandaşlar arasındaki farkı” yazmıştım..

“Sade vatandaş kadınlar”ın dayaktan, işkenceden, “psikolojik şiddet” sayılan hakaretten, bıçakla dilim dilim doğranmaktan kurtulamadığını, çocukları perişan halde kalırken kendilerinin de ya hastanelerde “tepeden tırnağa sargılar içinde” kaldığını veya mezara gittiğini, bunu yapan erkeklerin ise “serbest bırakıldığını” anlatmıştım.

ŞİDDET KESİNLEŞMİŞ AMA..

Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Fatma Şahin “Milletvekili olsun olmasın biz şiddet gören tüm kadınlara aynı şekilde yaklaşıyoruz. Şiddet gördüğü mahkeme tarafından kesinleşirse koruma veriliyor” dedi ama durumun öyle olmadığı “koruma verilmediği için bugüne kadar hayatını kaybeden kadın” örnekleriyle ortada.

Son örnek “Van’da öğretmenlik yaparken tanıştığı bir erkekten aldığı ölüm tehditleri” sonrasında öldürülen Gülşah Aktürk.. Bu haberleri okuyup geçemeyiz, o kadın gencecik yaşında öldürüldü ama gözlerinin önünde kızlarını “bir cinayetle” kaybeden ailesi her gün ölüyor ve bu azapları yaşadıkça sürecek..

Tehditler nedeniyle mahkeme adama ‘6 ay yaklaşma yasağı’ koyduğuna göre şiddet kesinleşmiş. Ölüm tehdidi altındaki öğretmen ailesiyle (yaşadıkları paniği düşünün ki anne-baba kızlarıyla beraber çare bulmaya koşuyor) birlikte “koruma istemek üzere” Vali’yi görmeye gitmiş.

‘ÖLÜM HAK’MIŞ!

Olayı öldürülen Gülşah Aktürk dilekçesinde kendisi anlatıyor; Vali görüşmeyerek Vali Yardımcısı’na göndermiş. Vali Yardımcısı ise “En kötü ihtimal öleceğini (sanki bu ‘pek de kötü ihtimal değil’miş gibi, Allahım bize de sabır ver), ölümün hak olduğunu, istifa edebileceğini (saçmalığa, insafsızlığa bak), yanında biber gazı ile gezmesi gerektiğini” söylüyor.

Bu rezaletle yetinmiyor, sanki tanıştığınız anda karşınızdakinin geçmişini, geleceğini, neler yapabileceğini anlamak mümkünmüş gibi ve kendisinin insanları “seçimlerinden dolayı yargılama hakkı” varmış gibi; “Böyle abuk sabuk insanlarla arkadaş olan kızlarımızda hata” diyerek zaten baskı ve korku içindeki Gülşah öğretmeni suçluyor.

Bu laftan sonra “kocaları tarafından öldürülen kadınlar”a nasıl bir açıklama getirecek acaba? “Böyle abuk sabuk insanlarla evlenende kabahat” mi diyecek?

Gülşah Aktürk bakmış ki Ağrı’da korunamayacak kalkıp ailesinin yanına Konya’ya kaçmış ama caniden yine de kurtulamamış. Yazdığı dilekçede “görev yerinin değişmesini istediği, öldürülürse Van Valisi, Yardımcısı ve Van Milli Eğitim Müdürlüğü’nün sorumlu olduğu ve sanığın tutuklanmasını talep ettiği” de var.

Sonradan Van Valiliği “Gereken yapılmıştı, bazı basın organlarının Valiliği ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nü zan altında bırakan açıklamaları doğru değildir” gibi bir açıklama yaptı, iyi de “öldürülen öğretmenin ‘gerekenin yapılmadığını anlatan’ dilekçesi” ortada, “gereken yapılmadığı için sonunda öldürüldüğü” de ortada, neyi anlatıyorsunuz?

Bu dehşet verici ihmal sonunda gencecik bir öğretmen hayatını kaybetti.. Milletvekili Fatma Salman’a gösterilen özen (ki “gereken” budur) aynı tehdit altındaki diğer kadınlara, ülkenin yetişmiş bir öğretmenine gösterilseydi, Gülşah Aktürk bugün hayatta, onu öldüreceğini açıkça söyleyen adam ise “en az 20 yıl hapis istemiyle” hapiste olurdu.

NEDEN KORUMA VERİLMEDİ?

Şimdi.. BİN TANE YAZILI AÇIKLAMA yapsalar da; kendilerine “öldürüleceğine dair dilekçe veren ve koruma talep eden” öğretmene acilen koruma vermeyen Van Valisi, Yardımcısı, durumu öncelikle bildiği halde öğretmeninden önce Valilikten bu yardımı istemeyerek kayıtsız kalan Milli Eğitim Müdürlüğü kesinlikle suçludur.

Gülşah Aktürk “ölümü halinde tazminat davası açmalarını” da ailesinden istemiş ve elbette aileye tazminat verilmelidir ama asıl “ceza davasını” devletin kendisi açmalı,ölen vatandaşının (hiç değilse öldükten sonra.. Yazmak bile feci) ve ailesinin hakkını korumalı ve sorumluların hepsini görevden almalıdır, devlete düşer bu görev!

‘KADINA ŞİDDET’E ORTAK..

Yapılmadığı takdirde evrensel hukuka göre devlet de suçu, sorumluluğu paylaşmış sayıldığı gibi, “kadına karşı şiddet, kadın cinayetleri ve diğer suçlar” konusunda bir daha devlet görevlilerinin konuşma hakkı da kalmaz. Öyle ya, bir yandan teşvik eder gibi “tüm suçluları serbest bırakan mahkemeler”, bir yandan “sorumluları koruyan devlet” dururken (çocuk tecavüzcüsü polisler de emniyet ilçe müdürü yapılıyor), “güvenlik butonu” gibi ölümü önlemeyecek tedbirler başlatmanın, şiddet merkezleri kurmanın ne yararı olacak?

Tehdit altındaki kadınlara derhal koruma verilmeli ve suçlular en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Başka çözümü yoktur bunun. Bakalım daha kaç yıl tekrarladıktan sonra yapacaklar!



Aydın muhalif olur!

Uzak Doğu’ya gittiğini bildiren Zülfü Livaneli’nin dünkü yazısının sonuna eklediği “Cuma günkü yazısı ile ilgili” not ne güzeldi.. “Bu yazıyı 25 yıldır değişik iktidarlar döneminde yazdığını ve hep birilerinin rahatsız olduğunu, asker idaresi altındayken de, Demirel, Özal, Ecevit, Yılmaz, Erbakan, Çiller dönemlerinde de durumun değişmediğini” söylüyordu..

Aydın-iktidar ilişkilerini irdelediği yazısı “aydınların her dönemde, bırakın hükümetleri kamuoyu baskılarına bile ‘muhalif’ kalmaları gerektiğini” anlatıyor, dünkü notun finali ise şöyle;

“Ne demiş Neyzen: Mesele; o iktidar bu iktidar, o aydın bu aydın değil, evrensel bir ilkedir: Aydın vicdanı muhalif olur. Uzak Doğu, Uzak Batı (!) her yerde böyledir bu.”

Pazar günü bir kanalda “benim kaldırılan TV programımın saatinde ve benzer bir isimle, benzer formatta” yayınlanan programı görünce “aydın vicdanı”nı düşündüm. Bırak muhalif olmayı; gerçeği, olup bitenleri aynen anlatanlar bile cezaya tabidir bizde.. Bu nedenle aydınlar pek aydın değiller artık, kendi diplerini aydınlatmayı tercih ediyorlar!

Yazının devamı...

Konuşmakla olmaz, şiddete önlem lazım!

Cuma günkü VATAN’da AKP Ağrı Milletvekili Fatma Salman’ın iki gün önce boşandığı “kocası tarafından dövüldüğü için” yaralanmış haliyle fotoğrafları vardı. Etrafında aynı partiden kadın milletvekilleri ona destek verir, sevgi gösterirken.. Aynı şekilde medyada da Fatma Salman’a geniş çapta destek verildi.

Diyebilirsiniz ki “bundan doğal ne olabilir, elbette mağdur bir kadına herkes destek verecektir”.. Ama durum diğer kadınlar için hiç de öyle değil.. En yakın örneği vereyim; aynı gün, aynı VATAN’ın aynı sayfasında Fatma Salman’ın haberinin hemen altında iki ayrı “koca şiddeti” haberi daha bulunmaktaydı.

ŞİDDET UYGULAYAN SERBEST!

Bu ülkede suçluların serbest bırakılmasına hukuku katletme açısından mı gerek duyulmaktadır belli değil ama nedense her konuda durum böyle.. (Ayıptır söylemesi yine “darbe” diyeceğim ama denmeyecek gibi değil, o konuda da “darbe yapan, muhtıra veren” dışarıda, “yapmayan” içerde.)

Bu haberlerin birincisinde “Adana’da 2 çocuk annesi 27 yaşındaki Seyhan Bal, hayvan tüccarı kocasının daha önce de yaptığı gibi parasını kaybettiğinde ‘sen mi aldın, kime verdin’ diye kendisini suçlaması, bu da yetmiyormuş gibi çırılçıplak soyarak araması nedeniyle” kendini asmış.

İki küçük yavrusu “erkek şiddeti” yüzünden anasız; sorumlu olan baba ise serbest.. Büyük ihtimalle hakim “çocuklar yalnız kalmasın” filan diye hapis cezası da vermeyecektir. Böylece o şiddet uyguladığıyla, kadının ölümüne neden olduğuyla kalacak, üstelik çocukları da “annelerinin katili” sayılan adam büyütecek, zaman içinde suçu da unutulacak.

Diğer haberde Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesinde yaşayan işsiz İbrahim Aksoy 4 çocuk annesi karısı Sultan Aksoy’u dövünce mahkeme “evden uzaklaştırma” cezası vermiş. Adam yine de eve girmiş, kısa süre sonra da eşine bıçakla saldırarak ağzını, burnunu, kollarını, boynunu ve vücudunu bıçakla doğrayıp kaçmış. Zavallı kadını “çığlıklarını duyan çocukları” hastaneye kaldırmış ama sargılardan hiçbir yeri görünmüyor, en az 6 ayda ayağa kalkabilir.

Katil(den farksız) yakalanmış, mahkeme ne yapmış; hangi hakla ve hukukla yaptıysa “tutuksuz yargılanmak üzere serbest” bırakmış. Mahkemelerde bunlar olurken Fazıl Say’ın “saçma sapan mahkeme” lafı neden hapis cezası gerektirecekmiş, anlayan var mı acaba?

Neyse ki “Cumhuriyet Savcısı’nın itirazı üzerine” adam tutuklanmış ama hale bakın; “kasten yaralama suçundan 5 yıla kadar hapis” isteniyor. Ne demek “kasten yaralama”? Kolu çizilse de adına “yaralama” deniyor, tepeden tırnağa “dilim dilim doğransa” da “yaralama”, böyle adalet olur mu? Kadının ölmesine ramak kalmış, onun ve çocuklarının hayatı mahvolmuş, maddi-manevi şiddet tavan yapmış ve.. “Yaralama”.. “5 yıl” ne demek? Onu da indirecekler “iyi hal, tahrik vs” diye adam yine serbest.

Tekrar Fazıl Say’a dönelim; Say “saçma sapan mahkeme” dediği için 3 yıl, kendisine ana avrat sövenlere “it-kopuk” dediği için (ona küfredenlere ceza yok ama) 2 yıl, toplam 5 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. Ömer Hayyam dizelerini de katarsak 6.5 yıl.. Say “konuşma, yazma” suçuyla 6.5 yıl, karısını dilimleyerek komalık yapan “yaralama” suçuyla 5 yıl.

Ben “kadına şiddet”i kaç yıldır yazıyorum ve bir adım ilerleme olmadı; tam 25 yıl..

ETKİLİ ÇÖZÜM!

İstediğimiz kadar “şiddeti önleme merkezleri” açalım (ki güzel bir adımdır, bir ölçüde caydırıcılığı ve koruyuculuğu olacaktır) ama göreceksiniz bakın ne intihar eden, ne doğranan, ne öldürülen kadın sayısında çok fazla bir fark olmayacak. En etkili çözüm karısını doğrayana 5 yıl değil, 20 yıl ceza vermek ve affa uğramamasını sağlamaktır..

Sadece “şiddeti kınamakla yetinmek” değil, Bakan’ın, Başbakan’ın “kadına ve çocuklara kalkan elleri kıracağız, en ağır cezaları getireceğiz” demesidir. Ülke çapında “çocuk gelin” olayına son verilmesini sağlamaktır, “aile içi ve dışı çocuk tecavüzlerinin” de üstüne gitmektir.

Gerisi ise yılların ve kim bilir kaç canın daha kaybıdır!



Ya ‘en büyük anıt’ın yeri yanlışsa?

Kadıköy Belediyesi’ne hiç danışılmadan, hiçbir bilgi verilmeden, tartışılmadan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı bir kararla “Kadıköy meydanı ve meydanda bulunan Atatürk anıtı” kaldırılarak yerine bina yapılması planlanmış.

Kadıköy’de yıllarca oturduğum için bu meydanın ve gerçekten olağanüstü güzellikte yapılmış Atatürk Anıtı’nın (‘Başöğretmen Atatürk’ tahta başında öğrencilere harfleri öğretirken) Kadıköylüler için önemini iyi bilirim. Milli bayramlarda orada toplanılır, törenler yapılır, çelenk konur.. Bu anıta sadece bakmak bile büyük zevktir.

NEDEN GAR DEĞİL DE OTEL?

“Haydarpaşa Garı Çevresi ve Kadıköy Meydan Projesi” adı altında bir proje ile tarihi ve muhteşem Haydarpaşa Garı’nın her nedense “bir otel” e çevrilmesi, Kadıköy Meydanı’nın nostaljik ve sevimli doğal yapısının yok edilmesi, bölgenin simgesi haline gelmiş Atatürk Anıtı’na dokunulması “benzerine hiçbir ülkede rastlanmayacak” büyük bir hatadır.

Zaten geriye kala kala parmakla sayılacak kadar tarihi bina kalmışken Haydarpaşa Garı’nın (yanması yeterince üzüntü ve korku yaratmıştı) neden israrla “otel”e çevrilmek isteniyor olması ülke çapında tartışılması gereken bir konuyken “İlçe Belediyesi”ne bile danışılmaması olacak şey değildir ki Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk de haklı olarak “istifa”dan söz etmiş.

Ben de Kadıköylüler’in buna izin vermeyeceğini düşünüyorum (ve şimdilik İBB “Anıtın kaldırılmayacağını ” açıklamış) ama israr edilirse üç soru çıkıyor ortaya; 1- Bu durumda “ilçe belediyeleri”ne ne gerek var? “Göstermelik” olarak duruyorlarsa kaldırılsınlar, herşeyi “büyükşehir belediyeleri” yapsın.

2- Bu gidişle yakında Anıtkabir’in de “yanlış yere yapıldığı ve kaldırılmasına karar verildiği”, ya da “şekli beğenilmediği için yıkılıp yeni bir mimari deneneceği” kararları çıkar mı?

3- Okullardan sonra “rozet takmak” herkese yasaklanabilir, böylece Atatürk rozeti takmak bile imkansız hale gelir mi? Bilmem ki bunlar da olabilir mi?

Yazının devamı...

‘Dünya çapında sanatçı’ ise vuracaksın!

Hakikaten akıl-mantık almaz bir trajikomedi söz konusu.. Bu ülkede sanki her gün “dev başarılara imza atan, kendisinin ve ülkesinin adını dünya çapında onurla taşıyan” büyük sanatçılar yetişiyormuş gibi, nerede uluslararası üne sahip veya Türkiye’de hatırı sayılır başarı elde etmiş bir sanatçı varsa onu yıpratmak ve dahi cezalandırmak için sıraya giriliyor.

Fazıl Say’a yapıldı, internette “bugüne kadar bin kez alıntı yapılmış” Ömer Hayyam’ın dizelerini paylaştığı için “hapis cezası” istemiyle yargılanıyor. Bu yetmiyormuş gibi “saçma sapan mahkeme” dediği için 3 yıl, kendisine ağza alınmayacak küfürlerle (dudak yapısı ile alay bile ettiler) saldıranlara “it kopuk” dediği için ise 2 yıl daha hapis istemiyle yeni davalar açılmış. Bence yine yetmez, “yaşadığı için” de bir 10 yıl versinler.

AİHM CEZAYI BASIYOR!

Yargının yaptığı yanlışları herkes söyler, gazete ve TV’lerde konuşulur, iktidar partisinin hukukçu yöneticileri bile eleştirir, ama Fazıl Say söylemişse “hapis cezası” istenir, peki bu durumda “nasıl mahkeme, nasıl hukuk” diye kimse sormayacak mı? Haydi sordurmadılar diyelim, AİHM benim davamda olduğu gibi “mahkemenin yanlışı”nı devlete kesiveriyor, o zaman “bu nasıl mahkeme” olduğu ortaya çıkmıyor mu?

Kendileri “pek kusursuz, pek üstün” hanımlar beylerin kışkırtmalarıyla Say halledildikten sonra sıra adını Türk tiyatrosuna altın harflerle yazdırmış bir sanatçı olan Ayten Gökçer’e geldi.. Onun oynadığı oyunları, müzikalleri “benzer bir başarıyla” oynayabilecek sanatçıyı yalnız Türkiye’de değil, Batı ülkelerinde de bulmak zordur. Tabii bunu anlamak için sadece oyun isimlerine bakmak yeterli değil, izlemiş olmak gerekir.

Tek bir örnek vereceğim; Gidin Londra’nın tiyatro merkezi Covent Garden’a ve “My Fair Lady” müzikalini en ünlü sanatçılarından ve en son teknolojiyle hazırlanmış olarak izleyin. Dönün Ayten ve Cüneyt Gökçer’in 40 yıl önce ve o günün kısıtlı imkanlarıyla oynadıkları aynı oyunu banttan izleyin (bulabilseniz keşke), aradaki farka inanamayacaksınız. Ayten Gökçer’in çok daha başarılı olduğunu görecek, kusursuz oyununa parmak ısıracaksınız ki “dünyanın en ünlü yönetmenlerine” parmak ısırttığını da unutmayın.

YİNE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Onu sadece; birkaç yıl önce Onassis’in sevgilisi ünlü soprano Maria Callas’ı canlandırdığı “Ustalar Sınıfı”nda izleyenler neden söz ettiğimi anlarlar.. Şimdi, bir ülkenin en önemli sanatçılarından biri, siyasi bir konuda konuştu ve “kendi deneyimlerini göz önünde tutarak görüşlerini açıkladı” diye kıyamet koparmanın, bu fırsattan istifade “tüm sanatçıları” susturmaya çalışıp “onların dünyadan, gerçeklerden habersiz olduğunu” iddia etmenin, kampanya halinde üstüne gidip konuştuğuna pişman etmeye çalışmanın ne anlamı olabilir?

Tüm sanatçılara “oturun okuyun, (bizim kadar bilgi sahibi olun anlamı da var), sonra konuşun” demenin, ifade özgürlüklerini kısıtlamanın ne anlamı olabilir? Hangi medeni ülkede sanatçılara böyle hakaret edilebildiği görülmüştür?

YARGILAYAMAZSINIZ!

Görüşünü beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, “ona ait bir görüş” bu, saldıramazsınız! Toplum gözünde kendinizi “daha akıllı, daha demokrat, daha vs” havalara sokup ona baskı uygulayamaz, yargılayamazsınız. Yalnızca “onun görüşlerine karşı kendi görüşlerinizi” bildirebilirsiniz, insansanız eğer “nazikçe”..

Ben de “12 Eylül” ve genelde “darbe-muhtıra” dendi mi tüyleri diken diken olan ve asla “ama ortam müsaitti, o zaman bekleniyordu” gibi mazeretlerin kabul edilemeyeceğini düşünen biriyim, yani Ayten Gökçer’le farklı görüşe sahibim. Bırakın onbinlerce mağdur yarattığını, herşeyden önce 27 Mayıs ve 12 Eylül’ün birebir mağduru olmuş, senelerce maddi-manevi sıkıntısını yaşamış bir aileden gelmem nedeniyle böyle düşünme hakkım var.. (Ayten Gökçer “benimle sık sık konuştuğu” için “bir darbe mağduruyla konuşmamıştır” diyenler de yanılıyor. “İki darbe mağduru” ile konuşmuştur.)

Babam 27 Mayıs darbesinde gencecik bir siyasetçi olarak Yassıada’ya gönderilişini ve orada geçen günleri anlatırdı bize daha sonraki yıllarda.. Öyle “Buyrun adaya” denmemiş, milletvekillerini gemilere bindirmişler, güvertedeki kapakları açıp merdivenleri kaldırılmış mahzenlere metrelerce yükseklikten tekmelerle aşağı itmişler, üst üste, arka arkaya.. Kafaları gözleri yarılarak.. Yargılamaların, hakaretlerin, aileleri yanında aşağılamaların, idamların dehşetini ise “okuyanlar” öğrenmiştir. 12 Eylül’de yaşananlar da aynı şekilde..

PROVOKASYON ZOR DEĞİL

Bu nedenle darbeleri “herhangi bir nedenle” mazur görebilmek mümkün değil. Bununla birlikte dediğim gibi Ayten Gökçer de, onunla aynı görüşü paylaşan diğer insanlar da o günlerdeki şartlara, birbirini kıran, öldürülen gençlere, ülkede kanlı olayların yaşanmış olmasına bakarak “12 Eylül darbesi bekleniyordu, iyi oldu” benzeri konuşmalar yapıyorlar. Kendi açılarından haklı olabilirler. Ama gerçekte “darbe yapma fikri ortaya çıktıktan sonra ‘gençleri, üniversiteleri, sokağı provoke ederek darbe ortamı hazırlamak” yani Kenan Evren’in daha sonraları söylediği gibi “ortamın oluşmasını sağlamak” veya “ABD gibi ülkelerin ortalığı karıştırması” hiç de zor değildir.

12 Eylül sonrasında olaylar nasıl kesildiyse; binlerce gence işkence yapmadan, insanları öldürmeden, idam etmeden, hükümeti indirmeden, cezaevine göndermeden de yapılabilirdi. Kısacası “iyi niyet olsaydı” darbesiz de halledilebilirdi.

ONLARA KIZIN!

Bu meselenin bir yüzü.. Ama sonuçta Ayten Gökçer’in konuşmasında tutarlılık var, o askerin hata yapmayacağını düşündüğü (ve söylediği) için bugün de darbe yapılmayacağına, Balyoz ve benzeri iddiaların gerçek dışı olduğuna inanıyor. Oysa öyle gazeteciler var ki “12 Eylül darbesini yapanların elini eteğini öpmüş, neredeyse sevinçten göbek atmış, övgüler dizmiş”, bugüne kadar ne 12 Eylül’cülerin ne de 27 Nisan muhtırasını yazan kişinin “mahkum edilmesi” için ağzını açmıyor. (Hatta 27 Nisan tam dokunulmaz halde..) Diğer tarafta ise cezaevine atılmış meslektaşlarına TV’lerden “teröristliği, darbeciliği” yapıştırıp mahkum olmaları için uğraşıyorlar.

CEVAPLANACAK SORU!

Asıl onlar için yazsın, konuşsun bakalım bu “kendileri pek kusursuz, pek bilgili” şahsiyetler, neden yapmıyorlar? Ve bir de şunu açıklasınlar; “50 gencin idam edildiği, işkence altında gençlerin hayatını kaybettiği” 12 Eylül darbesi ve darbecileri referandumdan bu yana neden hala mahkum edilmediler?

“Darbe yapmayanlar” yıllarca mahkumiyet gibi tutuklu bekletilirken, çok sayıda insana (daha önce darbe yapılmış olması “ihtimal üzerine böyle ağır ceza”ya hak doğurur mu?) ağır hapis cezaları verilirken “dehşet olayların yaşandığı bir darbe yapmış” olanlar, 27 Nisan muhtırasını verenler neden serbest? Kaldı ki 27 Nisan muhtırası kadar “orduyu zan altına sokan” bir gelişme daha yoktur son yıllarda ve mutlaka sorgulanmalıdır..

SIRÇA KÖŞK MÜ?

Sonuç olarak; sanatçı “görüşü ne olursa olsun özgürce açıklama hakkına sahip”tir, aynen diğer vatandaşlar gibi ama “topluma mal olmuş kişiler” olarak “öncelikli” şekilde.. O nedenle bu “konuşan sanatçıya yüklen arkadaş” komedisine son versek iyi olur.

Bir de.. Haksızlık olmasın diye hatırlatmak gerekir; Ayten Gökçer “sırça köşk”te yaşamıyor, mütevazı bir dairede oturuyor ve toplumun tüm sorunlarıyla da yakından ilgili bir sanatçı.. Örneğin “kadın ve çocuklara karşı şiddet” konusunu önlemek için bir aktivist gibi “maddi-manevi” en ön safta yer alır, bildiğim kadarıyla son olarak geçen hafta “Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’na, yaptıkları ‘ensest’ araştırması için maddi destek” verdi. Siyasetçiler ve gazeteciler “bilmeden konuşmamaya, yazmamaya” dikkat etmelidir.

Ayrıca bugün Maşallah tüm siyasetçiler de “sırça köşk gibi evlerde” yaşıyorlar, yanılıyor muyum?

Yazının devamı...

Dindarlık yarışı başlayınca..

İktidar Partisi “BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kalkması” konusunu grup toplantısında tartışırken AKP’liler “Dokunulmazlıklar kalkarsa BDP’lilerin bölgede mazlumu oynayacağını” ve “oy kaybı” olacağını söyleyerek karşı çıkmışlar. AKP Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan’ın “Dindar Kürtler BDP’ye daha çok oy veriyor” demesi ise Başbakan Erdoğan’ı kızdırmış, Erdoğan “Ak Partide böyle belediye başkanı olmaz” demiş. Ve ertesi gün de Halit Advan görevden alındı..

Oysa olabilir, neden olmasın? Eğer din-inanç gibi “Allah’la kul arasında kalması gereken, ancak Allah’ın değerlendirebileceği, bu değerlendirme yetkisinin Hz Peygamber’e bile verilmediği” en özel duygular (ve üstelik “insanların dininde-inancında özgür olduğu” laik bir devlet yapısında) siyasi olarak kullanılmaya başlanmışsa, bir parti diğerine karşı “biz onlardan daha dindarız, onlar Kur’an’ı bile duvara asar, biz ise okuruz, namaz-oruç ve tüm ibadetleri biz biliriz onların alakası yoktur” havasına girer ve bazı şehirlerin “gavur” olduğunu bile iddia ederse, milyonlarca insanın bile dinini-inancını tartışmalı hale sokarsa..

PARTİ DE YAPAR, BELEDİYE DE..

Arkadan çorap söküğü gibi basın da bu hale getirilirse.. Bu anlamsız ve haksız “siyaset yöntemi” seçim önceleri acımasız şekilde açıktan açığa yaygın şekle dönüştürülür, bu şekilde “oy alma” amacı güdülürse.. Halkın da bu yöntemi pek ala yuttuğu görülürse.. O zaman başka kişilerin ve kitlelerin de aynı yöntemi kullanması kaçınılmaz olur.

Türkiye son yıllara kadar “laik rejimi, dinin siyasette kullanılmaması” nedeniyle Arap ülkelerinde görülen bu tür çekişmeleri, kavgaları yaşamamıştı. Bundan sonra yaşayacağı görülüyor. Bu durumda da kimsenin “yaygın olarak kullanılan bir yöntemi seçtiler” diye başkalarına, hatta aynı partiden olanlara kızma hakkı kalmıyor.

Ayrıca “mazlumu oynama” konusu da aynı durumda.. Ne dersiniz?



Kürtler Kürtlere karşı!

PKK’nın gençlik yapılanması “DYGM’ye üye oldukları” iddiasıyla yargılanan 8 üniversite öğrencisi hakim karşısına çıktı. Dinlenen gizli tanık “Örgüte ait evlerde kalan üniversite öğrencilerinin her asker ve polis ölümünü sevinçle karşıladığını, Hakkari’de 24 asker şehit edildiğinde de büyük sevinç gösterdiklerini” söyledi.

Şimdi, bu gizli tanıkların “hiç olmayacak, sözüne güvenilmeyecek isimlerden de seçilebildiği” diğer davalarda görülmüşken, “gizli” ya da “ifade verir vermez ortadan yok olan, izini kaybettiren” tanıkların ifadeleriyle yüzlerce insanın hayatının karartıldığı daha önce görülmüşken gizli tanık ifadelerine göre suçlama yapmanın hukuka uygun olmadığı ortada..

TANIK MI, BİLİRKİŞİ Mİ?

En güvenilir üniversitelerden seçilmiş bilirkişi raporları mahkemeler tarafından “yok” muamelesi görürken, “gizli tanık” ifadelerine “bilirkişi raporu” muamelesi yapıldığı da ortada.. Bu duruma ise “hukuka aykırı” bile denemez, “hukuku katlettiği” söylenebilir ancak.

O nedenle “gizli tanık” ifadesi yargılama için “dikkate alınır” bir ifade sayılamaz.. Ama öte yanda bir PKK yapılanması içinde yer alanların, zaten “öldürmek ve bu yolla yarattığı terörden yararlanmak” için var olan PKK masum insanları katlettiğinde sevinmeleri de zaten beklenmeyen bir durum değildir.

Burada sorgulanması gereken “o şehitlerin ve öldürülen vatandaşların çoğunun da Kürt olması, Doğu ve Güneydoğu’daki terörün en çok onları vurması”dır.

DEVLET İÇİNDE DEVLET

Bu konuda yazan Selçuk Tınaz uzun e-postasında çok net şekilde yorumlamış tabloyu.. “Amerikalılar’ın bir yandan PKK’ya etnik kimlik kazandırarak onu iyice ırkçı bir çizgiye oturttuğunu, bir yandan meseleyi irdelemeyen basında terörü ‘Kürt sorunu’ olarak empoze ettiğini” belirttiği yazının bir bölümü şöyle;

“Basın maalesef kendisine ezberletilen kalıpların dışına çıkarak; PKK’lı Kürt teröristler, feodal Kürt köylerini basıp feodal Kürtleri öldürüyorlar. Bu yüzden devlet, koruyamadığı Kürt köylerini boşaltmak zorunda kalıyor. Bölgedeki Kürtlere ait feodal yapının silahlı gücü olan Kürt korucular, devletin yanında ‘Kürt teröristlere karşı’ savaşıyorlar. Feodal Kürt yapısının içinde ezilen de Kürt, ezen de. Çatışmanın her iki yanında Kürtler var, bu ne biçim ‘Kürt Sorunu’ diye soramadı”..

Çok sayıda Kürt korucunun ve askerin PKK tarafından öldürüldüğünü düşünecek olursak.. Kürt aşiretlerinin “seçimde kendi belirlediği isimlere oy çıkmayan mahallelere PKK’nın şiddet uyguladığını” anlattığını düşünürsek Selçuk Tınaz’ın yorumlarının haklılığı görülüyor.

Ve “PKK sorununun, onun istediği bölünme sorunu”nun, “devlet içinde devlet yaratma isteği”nin “Kürt sorunu” olarak benimsetilmesinin yanlışlığı da..

Bu konular hiçbir zaman tarafsız şekilde tartışılmadı Türkiye’de, hep siyasilerin slogan cümleleri olarak kaldı. O nedenle sorun da giderek büyüyor.

Yazının devamı...

Dünyaya imza atan kadın!

Telefon çaldı, açtım; Türkan Şoray.. Onun 15-16 yaşında bir genç kız gibi ürkek ve tatlı sesini hemen tanırım; “Türkan Hanım sizsiniz değil mi” diye sordum, doğru kendisiydi. Ben de o sırada “Türkan Şoray, Sinemam ve Ben” isimli kitabını okumaktaydım, bir yandan hemen hepsini izlediğim filmlerindeki “büyük sanatçı”yı her satırında gözlerimde canlandırarak..

Nefes almadan koşturmamız nedeniyle sık olmasa da birbirimizi ararız zaman zaman.. Yalnızca konuşmak, katıksız içtenliğine inandığımız bir dost sesi duymak, hal hatır sormak için.. Bazen toplantılarda karşılaşır, özlem gideririz.. O benim önceleri tanımadan sevgi ve hayranlık duyduğum, tanıdıktan sonra da bu sevgi ve hayranlığın katlanarak büyüdüğü biridir ve en özel dostlarım arasında yer alır..

BENZERSİZ KARİZMA

Nasıl olmasın ki; içinde bulunduğu her ortamı güzelleştiren, varlığıyla renklendiren, yeteneğiyle (birçok filmini yöneten Atıf Yılmaz’ın bir röportajda söylediği gibi “olağanüstü yeteneğiyle” demek daha doğru) büyüleyen, çekingen-kırılgan zerafetiyle, gülen gözleriyle huzur veren ve bu özellikleriyle “hiç değişmeden yılları utandıran” pırıl pırıl bir kadın.. İçinin güzelliği yüzüne vuranlardan.. Kısacası insan olarak da “farklı”, “dünyaya silinmeyecek, unutulmayacak bir imza atmayı başaran” biri o! Düşünün; onun kadar anlamlı bakan, tüm duyguları gözleriyle yansıtmayı bilen birini gördünüz mü hiç?

Türkan Şoray söz konusu olunca “övgü” olmuyor bütün bunlar, gerçeğin ta kendisini anlatıyorsunuz, hatta dağarcığınız ne kadar zengin olursa olsun sözcükler yetersiz kalıyor, aradaki fark budur. Böyle olduğu için de onu sevmeyen, hayranlık duymayan birini bulamazsınız, adı geçer geçmez yüzler aydınlanır, bir gülümseme yayılır hemen..

TÜRKİYE’NİN YÜZÜ!

Bugüne kadar “Sultan’ın tahtına oturacağı” öne sürülen hiçbir ismin, kendi çaplarında başarılı olsalar da o tahtı ele geçiremeyişleri, görüntüsü biraz onu andıran oyuncuların bile yıllarca beyaz perdede iş yapabilmesi, buna karşılık Türkan Şoray’ın hep Türk Sineması’nın gelmiş geçmiş en önemli kadın “star”ı olarak kalması da bundandır bence.. Zülfü Livaneli 12 yıl önceki bir yazısında ne kadar da güzel ifade etmiş bunu; “Her ülkenin bir yüzü vardır. Fransızlar’ın Marien’i, İtalyanlar’ın Sofia Loren’iÖ Türkiye’nin yüzünü kimse Türkan Şoray kadar simgeleyemedi”..

Bu ifade aynı zamanda Şoray’ın kitabındaki “İlk gençlik yıllarımdan itibaren bu yaşıma kadar sene sene her yaşım film şeritlerinde kayda geçti. Yıllarım, hayatımın sinemaya adanmış her yılı film karelerinde kayıtlı” ifadesiyle nasıl da örtüşüyor.

ÇALIKUŞU, DİLA HANIM, GAZİ, KADIN, CEMO..

Türkan Şoray’ın “Sinemam ve Ben” isimli, her satırı onun elinden çıkan ve adeta “okuyucuyla konuşur gibi” yazdığı kitabı (bunu da ekleyeyim şimdi, yazarlığı-üslubu da çok iyi ve hiçbir detay unutulmamış, hatıra defteri mi tuttu acaba) yalnızca bir biyografi değil.. Şoray bu kitapta “karaktere hazırlanma”dan “kamera önü”ne, “ağlama sahneleri”nden makyaja, “role konsantre olmanın incelikleri”ne kadar sinema sanatçılığı, film çekimleri ve sinema endüstrisi hakkında, Kadir İnanır, Ediz Hun, Kartal Tibet, İzzet Günay, Cihan Ünal, Zeki Müren, Ajda Pekkan, Cüneyt Arkın, Tarık Akan, Talat Bulut ve daha birçok sanatçı, Ülkü Erakalın, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ, Metin Erksan, Lütfi Akad gibi ünlü yönetmenler ve filmleri hakkında (Kartal Tibet’in yönetmenliğini de unutmayalım) önemli bilgiler veriyor. Müthiş fotoğrafların da katkısıyla değerli bir “sinema ansiklopedisi, arşivi” oluşmuş anlattıklarından.

Çalıkuşu, Sultan, Vesikalı Yarim, Ana, Güllü, Dila Hanım, Gazi Kadın, attan düşerek felç tehlikesi geçirdiği Cemo, ilk kez hem oynayıp hem yönettiği “Dönüş”, ilk kez kendi sesiyle konuştuğu Hazal, Yaşar Kemal’in eseri olan ve yine Şoray’ın yönettiği Yılanı Öldürseler, Zülfü Livaneli‘nin yazıp yönettiği Şahmaran, “Şoray Kuralları”nı ilk kez kaldırdığı “Mine” ve tüm filmleri.. Cihan Ünal’la evliliği, anne oluşu.. Tümüyle değişen yaşamı ve duyguları, Ankara’da bir gece “kendiyle yüzleşme” anı..

Sinema emekçileri için yaptığı çalışmalar, SODER’in kuruluşu ve ilk başkan olarak seçilmesi, yeni kuşak Türk Sineması’na geçiş, TV dizilerine başlaması; Şener Şen’le “İkinci Bahar”, Haluk Bilginer’le oynadığı sitcom “Tatlı Hayat”.. Türk Sineması’nın diğer unutulmaz 3 kadın yıldızı “Hülya Koçyiğit, Filiz Akın ve Fatma Girik”le dostlukları..

“Sinemam ve Ben”i büyük bir keyifle okuyup bitirdim ama hala elimden bırakamıyorum.. Açıp açıp tekrar gözden geçiriyor, fotoğrafları dikkatle inceliyorum. Gerçek bir sanatçı olmanın zorluklarını, Türkan Şoray’ın bugüne gelene kadar neler yaşadığını (bele kadar karlar içinde yapılan çekimlerden, hızla giden attan düşmeye, “adam dövmek için” alınan karate derslerine kadar) ben de bu kitaptan öğrendim. Örneğin ata binme sahnelerinde hep dublör kullandıklarını düşünürdüm. İnanın bana okumaya bir başlasanız günlerce elinizden bırakamayacaksınız.

Özellikle sinemaseverler ve “Türkan severler” mutlaka okumalı!



Konuşmak için ‘yaşamak’ mı gerekiyor?

AKP Ağrı Milletvekili Fatma Salman Kotan boşanma davası açtığı eşinin şiddetinden korunmak için mahkemeye başvurarak “yaklaşmama” kararı aldırmış. 3 çocuğu olan Kotan, annesinin “20 yaşındayken hayatını ‘iki kız çocuktan sonra mutlaka erkek çocuk doğurmaya çalışırken’ kaybettiğini”, kendisinin de bunun üzüntüsünü hayatı boyunca yaşadığını anlatmış.

Yaşayarak bildiği için kendisi de “Güneydoğu’da çocuk gelinliğin önlenmesi” konusunda mesajlar vermiş, erken yaşta evlilikleri araştırmak için komisyon kurdurmuş, bugün de annesiyle benzer şekilde “erkek baskısı” ile karşı karşıya.. Hatta “koca şiddeti” korkusuyla mahkemeye başvuruyor.

Bu olayı duyunca “kadın ve çocuk yaşta kızlara karşı şiddeti, baskıyı önlemeye çalışması”nı takdir ettim. Ama işte kadın siyasetçiler bile “ancak kendisi veya ailesi yaşadıktan sonra” fark ediyorlar durumun ciddiyetini.. Bu nedenle de 20 yıldır bir adım ilerlemek mümkün olmadı.

Hiç değilse bu olay başta kadınlar olmak üzere TBMM’yi harekete geçirmeli.. Milletvekili iseniz çare bulmak kolay da, “aile içi ve dışında şiddete uğrayan” güçsüz kadın ve çocuklar çaresizler. Bu sorunun kesin çözümü gündeme gelmeli artık!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.