Şampiy10
Magazin
Gündem

En güzel ‘Kıyamet’ geyiği!

Neyse atlattık (!), kıyamet 21 Aralık saat 13.30’da kopmadı, “Mayalar 22 Aralık sabaha kadar bekleyin, kopabilir demişler” diye yazıldı, bekledik yine kopmadı.. Eh artık yakınlarda kopmaz herhalde, beklemeye gerek yok.. Acaba Şirince’ye gidenler kıyameti nasıl beklediler, merak ettim.. Bazıları saat 13 sıralarında el ele tutuşup öyle bekledi mi mesela?

Arkadaki dağın üstünde “gemi şeklinde bir bulut” belirince “Nuh’un gemisi geri geldi, onları (seçilmişleri) alıp kalkacak” sanıp heyecanlananlar olmuş çünkü.. Bayılıyorum bu kıyamet geyiklerine.. Şirince ve civar ilçelerde pazarlarda “kıyamet indirimi” filan yapılmış. “Kıyamet domatesleri, kıyamet patatesleri” büyük indirimle satılmış..

KIYAMET ÇADIRI

Sonra “kıyamet çadırı” da vardı haberler arasında.. Sıradan bir bez çadır ama “kıyamet geçirmez”.. Yalnızca “abdestsiz girilirse” garanti vermiyorlar.. Bir dakika izin verin gözümden akan yaşları silmeliyim.. Ama en komik kıyamet geyiği kızıma bir arkadaşı tarafından gönderilendi, duydunuz mu bilmiyorum ama ben önceki gün duydum ve sizinle paylaşmak istedim.

“21 Aralık Şirince programı:

10:00 Kahvaltı

12:00 Orman yürüyüşü

14:00 Piknik alanında öğlen yemeği

17:00 Şarapla gün batımı

18:30 Mehdi (İsa Mesih) ile buluşma

19:00 Son akşam yemeği

20:00 Düşen göktaşları izlencesi

21:30 İsrafil’den sur dinletisi

23:00 “Keşke herkes burada olsaydı” konuşmaları

00:00 Kıyamet ve kapanış

00:01 Mahşer de buluşma

00:02 “Ulan hani Şirince’ye bir şey olmayacaktı” tartışması

00:03 Sözlü için hazırlanma

04:00 Sözlülerin bitimi

05:00 Sırat Köprüsü turu

06:00 Cennet ve Cehennem için dağılış..”

Yazan her kim ise kutluyorum, espri anlayışına bravo!



Başbakan mı anlamadı?

Başbakan Erdoğan’la nihayet aynı konuda, aynı tepkiyi verdik, çok nadiren oluyor bu.. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın işkence gören BDP Milletvekili için “Ben de olsam dağa çıkardım” sözlerini söylediğinin ertesi günü bunun çok yanlış bir konuşma olduğunu, bir başbakan yardımcısının topluma böyle bir mesaj vermemesi gerektiğini, dünyanın hiçbir yerinde de görülmeyeceğini yazmıştım. Ki gerçek budur.. 12 Eylül darbesinde ve farklı zamanlarda cezaevlerinde şiddetli işkence görmüş olan birçok kişiden gelen “Biz niye dağa çıkmadık, olacak şey mi” şeklindeki mesajlar da bunu doğruluyor.

Başbakan sonunda “Bizim yolumuz ‘bana da işkence yapılsaydı dağa çıkardım’ yolu değil” diyerek hatayı düzeltti. Bülent Arınç ise hemen “ne demek istediğini” anlatan bir açıklama yaptı. Hep böyle oluyor ya, tepki gelince “O öyle demek istemedi, ben böyle demek istedim” gibi.. Ama olsun sonuçta önemli olan da yanlış bir mesajın düzeltilmesi.. Bununla birlikte tabii konuşanlar sıradan insanlar değil, “rol model” olarak alınabilecek, toplumun sorumluluğunu üstlenmiş, konuşmalar düzeltilene kadar çok kişiyi yanlış etkileyebilecek insanlar.

DÜZELTİRKEN HATA..

Bunu akıllarından çıkarmadan konuşmaları gerekir. Her neyse, Arınç açıklamasını yaptıktan sonra “Sözlerimin büyük bir kesim tarafından çok iyi anlaşıldığını biliyorum” da demiş.. Bir hata daha.. Büyük bir kesim anladıysa Başbakan nasıl anlamadı? Acaba yeni bir düzeltme daha mı gerekiyor dersiniz?



‘Küfür’ün takdiri sana mı kalmış?

Ana Muhalefet Partisi üyelerine, özellikle de kadın üyelerine kötü laflar söyleyen puan mı kazanıyor acaba, bu mudur yani?.. CHP MYK Üyesi Şafak Pavey’e “Allah bir bacağını almış, hala küfürden uyanmazsın” diyen AKP İl Gençlik Kolu Üyesi Melik Birgin için Pavey, Başbakan Erdoğan’dan “tüm engelliler adına” bir ricada bulunmuş ve onu görevden almasını istemiş..

Bu şahıs hangi partiden olursa olsun, partinin önemi yok, önemli olan bir siyasetçinin ve üstelik bir parti temsilcisinin bir kadına, bir milletvekiline, bırakın hepsini “bir insana”, sokak kavgasında bile söylenemeyecek bu felaket sözleri söyleyebilmesidir. Söylenen de sadece; bir kadının gencecik yaşında “çok üzücü bir kazada kaybettiği bacağı” ile ilgili değil.

Aynı zamanda “küfürden vazgeçmezsin” sözleriyle onu “kafir” ilan ediyor.. Anlayan anlamayan da filan zannedecek (öyle olanların bile yalnız kendisini ilgilendirir), bir de hedef göstermiş oluyor. Bunun cezasını “gerçek inananlar, insanların dinini-inancını değerlendirme hakkının kimseye verilmediğini” bilenler gayet iyi tahmin eder. İlk yazımdaki “Şirince programı”nın son cümlesinde “hangi tarafa” ayrılacağını bakalım kendisi tahmin edebilecek mi?

(NOT: Şafak Pavey geçirdiği ve “başka birini uzun yıllar ruhen etkileyebilecek” kazadan sonra büyük bir cesaret ve hayat sevgisiyle yaşamını düzenlemiş, Avrupa’yı da kapsayan birçok başarılı çalışmalar yapmış, çok özel ve çok takdire şayan bir kadındır. Hiçbir söz onu yıpratamaz ve toplumun takdirini azaltamaz. Vah konuşana!

Yazının devamı...

‘Başkanlık’ olmaz diyorlar, duyulmuyor mu?

Kıyametten önce (!) döneyim dedim ama birkaç günlüğüne Londra’daydım.. İlk kez çocuk yaşlarda lisan eğitimi için gittiğim, daha sonra üniversiteyi orada bitirdiğim ve eğitim sonrası da yıllarca yaşayarak “gerçek demokrasi”yi, “gerçek insan hakları”nı öğrendiğim ve o nedenlerle insanların “özgür, mutlu, huzurlu yaşadığı” bu ülke beni dinlendiriyor, iyi geliyor.. Tek sıkıntı bizim gibi “şiddetten, işsizlikten kurtulamayan tüm sorunlu ülke vatandaşları”nın hepsine iyi gelmesi galiba, eskiden de yabancılar vardı elbette ama artık havaalanından ve metrolardan başlayarak burun buruna öyle doldurmuşlar ki İngiltere’nin her köşesini, bir İngiliz gördüğünüzde “A bak, onlar da var burada” oluyorsunuz.

Tabii bir de yabancıların çoğunun İngilizler kadar “nazik ve yardımcı” olmayışları, kendilerini hep “yabancı, ikinci sınıf vatandaş” hissetmelerinin acısını (ve tabii şiddete yatkınlıklarını) görev sundukları insanlardan çıkarmaları sorunu var, yani maalesef orada da “aynı hava” yayılıyor. Daha önceleri görülmeyen ama bizlerin alışık olduğu bir hava.. Maalesef diyorum, çünkü “huzur bulmak için kaçacak köşe” kalmayacak yakında..

GÖLGE ADALET BAKANI

Her neyse, Kraliçe’si, Başbakan’ı, parlamentosu arada bir çekişseler de hep birlikte vatandaşlarının, ülkelerinin sorunlarını çözerek ilerliyorlar. Televizyonda devamlı parlamento görüşmeleri veriliyor, izlerken muhalefet partili “Gölge Adalet Bakanı”nı da dinledim, ters giden-huzur bozan-haksızlık yaratan konuları takır takır iktidar partisine söylüyor, onlar da saygıyla dinliyor, cevaplıyorlar..

Türkiye’de ise “böyle bir uygulamanın neden olmadığı” tartışılmalıyken, tam tersine “muhalefet partilerini iyice yok sayacak, tümüyle sistem dışına itecek” olan “BAŞKANLIK SİSTEMİ” yeniden gündeme oturtuldu.

SINAMA-YANILMA OLAMAZ!

Bakın bugün İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin polislere gereğinden fazla yetki verilmesi sonunda ortaya çıkan “gereğinden fazla güç kullanılması” konusunu kabul ediyor, bunun “vatandaş ölümlerine neden olduğunu ve kamuoyunda haklı olarak eleştirildiğini” söylemek zorunda kalıyor. Artık kalıyor, çünkü polisin attığı gaz bombası bir öğrenciye beyin kanaması geçirtti, daha önce ölüme de neden olmuştu. Peki “başkanlık sistemi”nin yanlışlığını da mutlaka bu yöntemle, sınayarak ve yanıldığımızı acı olduğu kadar “geri dönüşü de neredeyse imkansız” şekilde mi anlamamız lazım?

Geri dönüşünün çok zor olduğunu, Türkiye’deki siyasi sistemle “başkanlık modeli”nin yan yana gelemeyeceğini sanki “uzmanlar, hukukçular, siyaset bilimciler” değil de muhalefet partileri söylüyormuş gibi halk bu sisteme ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa konunun uzmanı hukukçular, defalarca anlatmadılar mı, dünya üzerindeki tüm uygulama örneklerini vererek “sadece ABD’de başarılı oldu, deneyen diğer ülkelerde ‘diktatörlük’le sonuçlandı, bunun nedeni de onların başkalarına benzemeyen siyasi sistemleridir” demediler mi? Biz bu görüşleri detaylarıyla (örneğin; “Uysa da uymasa da başkanlık” başlıklarıyla) yayımlamadık mı?

KUVVETLER AYRILIĞINA KIZARKEN..

Demokrasilerde devlet üç “bağımsız” güçten; yasama, yürütme, yargıdan oluşuyor. Tabii Türkiye’de son yıllarda hiçbir güç, hiçbir kurum “bağımsız” kalamadı, özellikle referandumdan sonra yargı hiç kalamaz, mümkün değildir.. Ki “MİT ve Deniz Feneri” gibi (siyasetle bağlantılı) davalarda savcıların, hakimlerin nasıl değiştirildiği görülmüştür.

SİHİRLİ DEĞNEK Mİ BU?

Peki şimdi Meclis Başkanı Cemil Çiçek “Yeni anayasada yürütmeyi başkanlık sistemi üstlenebilir” derken.. AB’den Sorumlu Bakan Egemen Bağış “Yeni anayasada üzerinde en çok durulması gereken husus ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesidir ve bu ilkenin en belirgin ayırımı başkanlık sisteminde mevcuttur” derken.. Bugün korunmayan (ve korunmaması için de “HSYK’nın başında Adalet Bakanı ile Müsteşarı”nın tutulduğu, üyelerinin değiştirilerek Adalet Bakanlığı içinden seçildiği) kuvvetler ayırımının “eğer başkanlık sistemi gelirse korunacağı”nı mı söylemekteler? İktidar müdahalelerini önleyecek sihirli değnek midir başkanlık sistemi?

BAŞBAKANLA ÇELİŞKİDELER!

Onlar bu konuşmalarda “kuvvetler ayırımının son derece gerekli olduğunu” anlatmış oluyorlar da, bu konuşmalar yapılmadan önce Başbakan Erdoğan “Millete hizmet etmemizin önündeki en büyük engel kuvvetler ayrılığı.. Geliyor önümüze dikiliyor” dediği konuşmada ne anlatıyordu? Yargı bağımsızlığının, yargının kanunları korumasının halen mevcut kadarından bile rahatsızsa “daha fazlası”nı ne yapacak ve neden istiyor o zaman? Bu çelişkiyi nasıl açıklayacaklar?

Yoksa halka “Bakın Başbakan yargı bağımsızlığından rahatsız ama başkanlık sistemi gelirse bir şey yapamaz” mı denmiş oluyor?

Cumhurbaşkanı Gül de Başbakan’la ters düşerek “Kuvvetler ayrılığı demokrasinin temelidir” demiş. Vallahi artık insan ne düşüneceğini bilmiyor, acaba o da “bakın biz çelişiyoruz, başkanlık sistemi olsa ortada iki kişi olmayacağı için çelişme de kalmaz” demek mi istiyor diye düşünülebilir.. Ama biliyoruz ki Gül daha önce “başkanlık sistemine taraftar olmadığını” açıklamıştı, buradan da aralarında gerçekten gizli bir çekişme olduğu çıkıyor.

TEK PARTİ, TEK ADAM SİSTEMİ

Bu gidişle.. Hem yürütmeye (hükümet), hem yasamanın (Meclis’in) çoğunluğuna sahip olan ve (ABD’den farklı olarak) milletvekillerinin kaderine kendisi karar veren bir kişinin üstelik “hem cumhurbaşkanı, hem başbakan” olmasının, sağ eğilimli bir seçmen çoğunluğu olan ülkede “sol partilerin sistemden tümüyle dışlanması”nın yolu açılacak mı, durum buyken “tek adam” sisteminin açıkça ilanıyla demokrasi bir arada durabilecek mi, zaten mevcut durumda baskılarla zar zor yürüyen sistem dayanabilecek mi bunları göreceğiz. Görülen o ki; “yeni anayasa” galiba öncelikle bunun yapılması için istenmiş, artık gizlenemiyor!

Yazının devamı...

Yargı bu çelişkileri nasıl ‘yok’ sayar?

Ergenekon ve Balyoz davalarında sanık avukatlarının açıkladığı net bilgilerin, ortada olan ve hakimlerin de farkında olmamasının imkansız olduğu “çelişkili iddiaların”, bu çelişkilerin gerçekliğini saptayan tüm bilirkişi raporlarının mahkemeler tarafından “yok” sayıldığı biliniyor.

Tabii onların “yok sayması” basit bir hata veya “görev ihmali” gibi görülemez, o dehşet ihmal ve hatalar sonunda yüzlerce kişinin ve ailelerinin hayatı mahvoluyor, tüm yaşam hakları ellerinden alınıyor, bugüne kadarki yaşamları da karalanmış oluyor.

TRT ÇEKMİŞ!

Balyoz davasının sanıklarının (ki onlar kendilerine “Asrın iftirası Balyoz mağdurları” veya “tutsakları” diyorlar) gönderdiği mektupta “iftira davasına konu olan dijital çelişkilerin bazıları” şöyle sıralanmış..

1- Kardak’a çıkmış SAT komandosu Albay Ali Türkşen’e “Şu tarihte, şu saatte, sen bilgisayarında şu belgeyi kaydetmişsin” diyorlar. Ama işe bakın ki TRT o gün, o saatte Albay’la “Silahlı Kuvvetler Saati” türünden bir te-levizyon programı yapıyor ve onu denizin altına dalarken kameraya çekiyor. Diyor ki Albay; “İspatı burada. Beni bilgisayarda belge kaydetmekle suçladığınız saatte ben denizin altında dalıştaydım, TRT çekmiş. Denizin altındayken hangi belgeyi kaydedebilirim?” Buna rağmen tutukluluğu devam etti ve hüküm giydi.

2- 2003 tarihli sözde darbe planında, el konulacak ilaç şirketlerinin listesi var. Orada “Yeni Recordati” diye bir firmanın adı geçiyor. Oysa o tarihte öyle bir firma yok.. O firmanın 2003’teki adı “Yeni ilaç”; sahte planda geçen “Yeni Recordati” adını aldığı tarih ise 2009 yılı ..

3- 2003 yılında hazırlandığı iddia edilen Jandarma planlarının (sahte cami bombalama planı) içinde yer alan bazı sokak adları ‘2006 ve 2007 yıllarına ait’tir. Sokak isimlerinin verildiği tarihler Belediye Meclisi’nin kararlarında da görülmektedir. Sahte plan, 2006’dan daha sonraki bir tarihte, ‘2003’te hazırlanmış süsü verilerek’ kaydedilmiştir.

4- CD’lerdeki Word belgeleri 2003 ve 2004 tarihli. Dolayısıyla 2003’ün teknolojisine uygun olması gerekiyor. Ama belgelerde kullanılmış olan “calibri” ve “cambria” gibi bazı yazı fontları Microsoft tarafından ilk olarak “Office 2007” ile piyasaya sürüldü. Bu da sahte darbe belgelerinin “2007’den daha sonraki bir tarihte yazıldığının” bir başka kanıtıdır.

5- Sahte darbe belgeleri arasında toplantı tutanakları var; ancak 3 Ocak 2003’te Aksaz’da yapıldığı iddia edilen toplantıya katılımcı olarak gösterilen subaylardan birinin o tarihte İsrail’de, diğerinin Gemlik’te, bir diğerinin ise İzmir’de bulundukları belgelenmiştir.

6- Eskişehir’de çıkan flash diskte yine “2003 tarihli bir belge” var. O belgede de bir kanun metnine atıfta bulunuyor. Normalde o metinde, “kanunun 2003 tarihli halinin” olması gerekirken, metin “2005’te yapılmış” bir değişikliği (hem de değişiklik kanununun tarihi ve numarasıyla) içeriyor.

UYKULARI KAÇMAZ MI?

“Darbe hazırlığı yapma” iddialarındaki bu ve benzeri büyük hataların bazıları daha önce de basında yer aldı ama hafızalar zayıftır bizde, unutuveririz. Hatta “en büyük darbeleri yapanlar ve yaptıkları darbeler, verdikleri muhtıralar hala tarih önünde mahkum edilmemişken, darbe yapmayanlar nasıl olur da 20 yıl hapse mahkum edilir” diye sormak bile aklımıza gelmez.

Ama el insaf, o iddialardaki bunca fahiş hata da görmezden gelinebilir mi? Hakimler bunları atlayabilir mi, böyle bir hakları (hukukları) var mıdır?

Ve son soru; Dönemin Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı, emirlerindeki askerlere böylesine ağır suç ve cezalar yüklenirken “Arkadaşlar durun, burada çok ciddi hatalar var, tarihler yanlış, biz en iyi şekilde biliyoruz ki belirtilen tarihlerde o subaylar başka yerlerde görevli, şu firma o sokak yok” demez mi? Bunu yapmadan köşelerine çekilmek uykularını kaçırmaz mı?

Kaçırmazmış demek ki, bunu da öğretmiş oldular!



Onları kim öldürdü?

Suçu kanıtlanmamış insanlar demir parmaklıklar arkasında yıllarını geçirirken “ağır suçlular” serbest bırakılırsa o suçların mağdurlarına da intihar etmek kalıyor. Zaten Van Vali Yardımcısı da ölüm tehdidi alan öğretmene koruma vermezken “ölüm haktır” dememiş miydi?

Kendisi de ceza filan almadı, gencecik öğretmen öldürüldüğüyle kaldı, hak yerini buldu (!) demek ki.. Böyle valilerin, böyle hakimlerin olduğu yerde felaket haberlerine şaşmayacaksınız artık. Tam aksine kanıksayacaksınız..

Zonguldak’ın Kozlu ilçesinde evli bir adam, bunların adını neden gizliyorlarsa Ümit A. imiş, 14 yaşında (çocuk sayılıyor henüz) kızla ilişkiye giriyor. Mağdur çocuğun şikayeti üzerine yakalanıyor ama efendim mahkeme “reşit olmayan mağdure ile cinsel ilişki” suçundan kendisine 5 aycık hapis cezası veriyor. İndirimlerle bırakılacaktır şüphesiz..

Bunu duyan tecavüz mağduru çocuk ise ilaç içerek intihar ediyor. O öğretmenin ve bu çocuğun ölümünün sorumlusu kim? Haydi bu bilmeceyi milletçe çözelim!

Hukuksuzluğun sonucu bu işte; ya ölüyor, ya öldürüyor insanlar!

Yazının devamı...

ODTÜ’nün bir ‘gaz odası’ eksik kaldı!

Başbakan Erdoğan’ın “ODTÜ’ye gitmesini protesto eden öğrenciler”e polisin gaz bombası atması, tazyikli su sıkmasıyla büyüyen olaylar sonunda ortalık savaş meydanına döndü ve bu arada birçok öğrenci de hastanelik oldu. Bir öğrenci de “atılan bombanın kafasına isabet etmesi sonunda beyin kanaması” geçirdi. Şu anda hastanede ve geleceğinin ne olacağı da belli değil.

Ben de ODTÜ’de 4 yıldan fazla eğitim gördüm, benim dönemimde de öğrenciler yine “o dönemin hükümetine karşı” protesto gösterileri yapar, oraya buraya taş, hatta molotof kokteyli atar, dersleri boykot ederlerdi. Öyle olaylar olurdu ve her seferinde derslerin yapılması tehlikeye girerdi ki sonunda bu tür durumlarda okulu bir iki gün tatil etmeye kadar varırdı iş.. Daha sonraki yıllarda yine “öğrenci tepkilerinin en çok görüldüğü üniversitelerin başında gelen ODTÜ”de başka hükümetlere, siyasetçilere, uygulamalara şiddet gösterildiği olaylar olmuştur.

POLİS ÖĞRENCİYE SALDIRAMAZ!

Ama hiçbir zaman “polisin öğrencilere gaz bombası attığı, tazyikli su sıktığı” görülmemişti.. Batı üniversitelerinde, hatta sokaklarında da öğrencilerin yaptığı gösteriler “ne kadar sert olursa olsun” aynı sertlikte karşılıkla durdurulmaya çalışılmaz.. İki yıl önce Londra’da sokakları doldurarak arabalara, mağazalara bile saldıran öğrencilere polisin “sadece kordon yapıp diğer insanları, mağazaları, araçları korumak ve olayları dikkatle izlemek” dışında hiçbir şey yapmadığını, asla “karşı taarruz”a geçmediğini kendim yaşayarak yazmıştım.

“Demokratik” bir ülkede polis aklını kaçırmadıysa öğrencilere (veya diğer göstericilere) beyin kanaması geçirtecek, ölümüne neden olacak (ki bu da olmuştu bizde) şekilde saldıramaz. Böyle bir yetkisi asla olamaz, böyle bir yetkiyi kimse de veremez.

Polisin yapması gereken; ya gelecek siyasetçiyi daha uygun ve gösterilerden uzak bir kapıya yöneltmek veya “önceden uyararak belki ziyareti erteletmek veya iptal ettirmek” olabilir. ODTÜ’de yaşanan savaş benzeri çatışmalar tam bir skandaldır ve sorumlu (ya da sorumsuz) güvenlik görevlileri kesinlikle cezalandırılmalıdır.

Ama tabii bu olmayacak ve biz daha kimbilir kaç öğrenci olayında, kaç öğrencinin yaralandığını göreceğiz. İşte “girmeye çalıştığımız Batı” ile aramızdaki fark bu gibi olaylarla açıkça gözler önüne seriliyor!



Namaz kılan Öcalan!

Gerçekten anlayanları kutlarım, ben “ne yapılmaya çalışıldığını” anlayamaz oldum artık çünkü..

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç her nedense son günlerde BDP ve PKK mensupları ile ilgili özel bilgiler vermeye başladı. Son olarak PKK lideri için “Öğrenci yurdundayken namaz kılan üç arkadaş.. Biri Abdullah Öcalan” diye başlayan bir açıklama yapmış ve Öcalan’ın dindar biri olduğunu” söylemiş.

Tekrarlıyorum ve çok samimi söylüyorum, duyanların ne hissetmesi gerektiğini, bu açıklamalara neden gerek duyulduğunu anlamak imkansız.. Hani “Hükümet PKK ile anlaşmaya karar vermiştir ve o nedenle terör örgütü hakkında sempati yaratmaya çalışmaktadır” dense belki anlaşılabilir. Ama “namaz” örneği ile “30 bin kişinin ölümüne sebep olan”, “masum insanların 10’unu, 25’ini bir defada katleden, katledilmesi için emir veren” birini yan yana getirmek anlaşılamaz. Aynen “öğrenciyken bu kadar inanan, secde eden bir insanın sonradan bu kadar cinayetin kararını vermesi”nin anlaşılamayacağı gibi.. Off ki ne off!



VAKKO’nun sırrı!

Amerikan Esquire dergisi Vakko’yu “dünyanın en iyi 50 erkek mağazası” arasında göstermiş. Vakko’nun patronu Cem Hakko ise “neden dünyaya açılmadıkları” sorusuna “dünya Türkiye’ye gelirken biz neden bu alanı boş bırakıp başka yere gidelim ki? Ayrıca o ülkelerin yaşadığı krizleri, açılanların kayba uğradığını kimse düşünmüyor” demiş.

Vakko sadece erkek giyiminde değil, kadın giyiminde de, çanta-ayakkabı-eşarp gibi aksesuarlarda da, ev eşyasında, perdede, döşemelik kumaşta, hediyelik eşyada da, çikolatada da yerli yabancı birçok firmanın önüne geçmeyi başaran bir marka oldu. Her zaman söylemişimdir, bence gerçekten tartışmasız “Türkiye’nin gururu” bir markadır ve bu övgüleri hakkıyla alır. Ve bunun sırrı Cem Hakko’nun cümlelerinde gizli zaten; “doğru zamanda, doğru kararları vermek”..

Vakko’nun kurucusu Vitali Hakko “Beyoğlu’nda ilk küçük şapka dükkanı”nı, Şen Şapka’yı açtığı günden bu yana kuruluşun yaptıklarına bir göz atın, anlayacaksınız.. Geleceği o kadar iyi görüyor, öyle doğru zamanda, doğru adımları atıyor ve hatalı olana asla girmiyorlar ki onlara herhangi bir konuda “neden” diye sormak bile gereksiz kalıyor.

Geleceği babası kadar iyi gören Cem Hakko ve ekibine tebrikler, iyi ki “Formula 1 pilotu” olmamış!

Yazının devamı...

İngiliz yargıç demiş ki

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk; bu ülkede görüşlerine en çok güvenilen (ve güvenilmesi gereken) birikimde, konumda, deneyimde, demokrasi anlayışında bir hukuk adamıdır ve VATAN’dan Mine Şenocaklı’ya verdiği son röportajda söylediği her cümle bu özelliklerini yansıtıyor. Çok şey söylemiş, dünyadan ve Türkiye’den çok sayıda örnekle “ülkemizde hukuk-adalet konusunda yapılan yanlışları, yaşanan hukuksuzlukları, yargı müdahalelerini” kimseyi açıkça rencide etmemeye çalışarak anlatmış.

Ben en çok “İngiliz Yargıç Coke ile Kral” örneğini beğendim. “Siyasetçilerin, ülke yönetenlerin yargıya müdahalesi” konusunda öyle gerçek bir örnek ki, bugün hala İngiltere ve diğer hukuk devletlerinde durum aynıdır, asla değişmez.

KRALIN YETKİSİ YOK!

Sami Selçuk’un örneği şöyle; Dönemin Kral’ı yargıyla ilgili bir konuda kendi isteğinin yapılması yönünde inisiyatif almaya kalkınca Yargıç Coke “Hayır” diyor. “Siz ülkeyi yönetebilirsiniz ama davalara ancak yargıçlar karar verir, Kral veremez. Sizin böyle bir yetkiniz yok”. Bu olaydan sonra Yargıç görevden alınmamış, herşey “olması gerektiği gibi” devam etmiş.

Bizde ise “Kral” pozisyonundaki siyasetçilere bu şekilde cevap veren bir yargıç bulmak bugün imkansızdır ama kazayla çıksa o siyasetçilerin bir şey yapması bile gerekmiyor. “Adalet Bakanlığı tarafından ve içinden seçilmiş, başında da Bakan’ın bulunduğu” Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) tarafından derhal gereken yapılır ve o yargıç kendini başka bir yerde, başka bir görevde bulur (en iyi ihtimalle böyle..)

12 EYLÜL’DEN KALMA

Ve işe bakın ki HSYK’nın başında Adalet Bakanı ile Müsteşarın bulunması, şu anda yargıda olan “12 Eylül darbe dönemi”nden kalmış bir değişiklik olmasına rağmen “referandum”dan sonra bile aynı yapı korunmuştur. Sadece bu İngiltere örneği bile “yargıyla ilgili bitmeyen tartışmalar”ın nedenini açıkça anlatmıyor mu?



Başbakan’ın ‘yargı’ şikayeti!

Yukardaki örneğin ışığında şimdi Başbakan Erdoğan’ın Konya konuşmasındaki “yargıyla ilgili şikayeti”ne bakalım. Başbakan bazı yatırımlar konusunda “kuvvetler ayrılığı”nın, “bürokratik oligarşi”nin karşılarına çıktığını, yargı tarafından engellendiğini söylüyor.

Öncelikle, “yasama-yürütme-yargı”dan, üç ayrı güçten oluşan devlet yapısına, “tek güç, tek el”i önleyen, demokrasiyi sağlayan yapıya “Yürütmenin başı” tarafından tepki gösterilmesinin ne kadar beklenmedik ve bir başka ülkede görülmeyecek durum olduğu geliyor akla.. Başbakan “bazı yatırımlar” konusunda yargıya itiraz ediyorsa “suçsuz olduğu belgelerle ortada olan ve buna rağmen 4-5 yıldır tutuklu diye cezaevinden çıkarılmayan veya 20 yıl hapis cezası almış insanlar” ne yapsın?

‘ÜÇÜNCÜ GÜÇ’Ü KİM KONTROL EDİYOR?

Bu durumda öncelikle Başbakan’ın “yargıdan şikayetçi olan ve üstelik ‘hukuka aykırı olduğu için kaldırılmış özel yetkili mahkemeler’de yargılanması israrla sürdürülen insanlar”a arka çıkması beklenmez mi?

İkincisi; 10 yıldır tüm bürokrasiyi elinde tutan, referandumdan sonra yüksek mahkemelerin, (bütün hakim ve savcılar hakkındaki kararları veren) HSYK’nın yapısını da tümüyle değiştiren bir iktidarın hala “bürokratik engel”den söz etmesi anlaşılabilir mi? Yasama ve yürütmeye hakim olan iktidar partisinin, geriye kalan “tek ayrı güç” olan “yargı”dan şikayet etmesinin, hem de “yapısına kendisi karar veriyorken” şikayet etmesinin nedeni ne olabilir?

‘BAĞIMSIZ’ MESAJI..

Acaba “öyle olmadığı” bilinirken “yargı hala bağımsız” mesajı vermek mi?

Ve üçüncüsü; Bu “halka yapılan” şikayet aynen bir vatandaşın “trafik kurallarına uymadığında kendisine müdahale eden trafik polisinden “özgürlüğümü kısıtlıyorlar” diye şikayet etmesine benziyor.. Siz söyleyin, benzemiyor mu?



Romanlar’a din sorusu!

Yalova’da bir ilkokulda Roman öğrencilerin velilerine “din ve inançlarının ne olduğu” anketle sorulunca Yalova karışmış, Yalova Roman Derneği Başkanı Necdet Karabulut ve Roman vatandaşlar; “Bizim dinimiz belli İslam, mezhebimiz Hanefi, Peygamberimiz Hz. Muhammed, kitabımız Kur’an.. Bu soru bizi rencide etti, niye sadece Romanlar’a soruluyor” diye haklı tepki göstermiş.

Aslında (her dinden vatandaşın eşit ve özgür olduğu) laik bir devletin, laik Bakanlığı’nın, laik okulunda ne Romanlar’a, ne Gürcüler’e, ne Çerkesler’e, ne Aleviler’e, ne Hristiyanlar’a kimseye (ve “tez sorusu” gibi nedenlerle, hiçbir nedenle) anketle din sorusu yöneltilemez, “Allah’ı kabul ediyor musunuz” sorusu sorulamaz. Laikliğin özelliği vatandaşlara sağlanan bu haklardır zaten..

Bir yanda “insanları fişledi” iddiasıyla cezalandırılan insanlar dururken bu yapılanın “fişleme” amacı gütmediğine kim inandıracak Romanlar’ı?

Yazının devamı...

‘Adalet’ dediğin nedir gerçekten?

Herkesin dilinde “adalet” sözcüğü, “hak-hukuk” sözcükleri hemen her konuşmada yer alıyor. Oysa “gelişmiş toplumlarda, adalete gerçekten güven duyulan, kimsenin hukuk dışına çıkmadığı ülkeler”de adalete, hukuka bu kadar çok vurgu yapıldığını asla göremezsiniz. Türkiye’de durum bunun tam tersi ise nedenini araştırmak, sorgulamak gerekmez mi peki?

Örneğin dün Ergenekon davası duruşmasında gazeteci ve Milletvekili Mustafa Balbay ile Mahkeme Başkanı arasındaki konuşmalardan bazı bölümler şöyle:

Balbay “İnsanların ‘adalet’ ararken kendini ‘tutsak’ hissetmediği bir Türkiye özlemi duyarak konuşmama başlıyorum”..

Mahkeme Başkanı “Savunmayı aşan sözler söylüyorsunuz”..

Balbay “Sayın Başkan niyet mi okudunuz?”

TUTSAK, HAK, HUKUK, HİLE..

Başkan “Konuşmanızın başından anlaşılıyor. Arkasından ne geleceği açık. Biz kimseyi ‘tutsak’ etmiyoruz (...) Burada ‘hukuksuzluk’ yaşanmaz, burada ‘kanunlar’ uygulanır.

Balbay “Burada 5 yıldır ‘tutuklu’ yargılanan insanlar var. Biz de insanız (...)

Daha sonra Balbay “özel yetkili mahkemelerin artık yeni bir dava almayacağını, kaldırıldıklarını” hatırlatarak; “Hukuk dilinde bu ‘kanuna karşı hile’ demektir. Siz geçici olarak görevlisiniz ama hala dosyalara yeni ilaveler yapıyorsunuz” sözleriyle “bu gidişle davanın hiç bitmeyeceğini” anlatmaya çalışıyor.

4-5 YILDIR DİNLENEN SANIKLAR!!

Üye Hakim Sedat Haşıloğlu ise şunları söylüyor: “Hem köşe yazarı, hem milletvekili olarak burada bulunuyorsunuz. Ama mahkeme kürsüsü bu iki faaliyetin icra edileceği yer değildir... Bu ‘hakkın kötüye kullanılması’dır. Mahkeme bu durumda müdahale eder. ‘Mahkeme 4-5 yıldır sanıkları dinliyor’. Darbe günlükleri hakkında konuşun, darbeye yönelen insanlara destek verdiğiniz iddia ediliyor”..

Mustafa Balbay bu sözlere “Halkın yüzde 50 oyunu alarak seçildiğini, halkın güven duyduğu, kefil olduğu birinin bu şekilde yargılanamayacağını, ayrıca ‘kendisinde çıkan belgelerin daha önce yayımlanmış kitaplarında yer aldığını’ söylediğini ama dinlemediklerini anlatarak, “terörün her türlüsüne ‘hayır’ diyen biri olduğunu” söyleyerek cevap veriyor.

ÖZEL YETKİLİLER ‘HUKUK’ DIŞI

Görüldüğü gibi “hak-hukuk-hukuk dışı uygulama-adalet” sözcükleri neredeyse her cümlede mevcut.. Ama bir de işin “kim haklı, kim yerinde kullanıyor” bölümü var ki asıl önemli olan bu. Herkesin ve Hükümet yetkililerinin “özel yetkili mahkemeler hukuk dışıdır” dediği ve bu nedenle kaldırılan mahkemelerin hala “Ergenekon ve Balyoz” gibi davalara bakması ve görevlerinin “sadece bunlarla sınırlı olması” kabul edilir bir “keyfi karar” değildir. Aynen Üye Hakim’in “Mahkeme 4-5 yıldır sanıkları dinliyor” sözünün yarattığı tablonun kabul edilir bir durum olmadığı gibi..

Hangi hukuk devletinde, hangi mahkeme insanları 4-5 yıl “tutuklu” olarak bekletebilir, dünya üzerinde olacak şey değildir bu.. Nitekim yıllardır AB’nin Türkiye raporlarında, uluslar arası basın kuruluşlarının raporlarında “tutukluluk süreleri” konusunda uyarılar olmasına rağmen dinlenmiyor.

Eğer bir ülkede katilleri, tecavüzcüleri, terör örgütü mensuplarını, uluslar arası soyguncuları “tutuksuz” yargılıyor ama yazarları, milletvekillerini, Genelkurmay Başkanı’nı, bilim adamını “mahkumiyet” şartlarında yıllarca yaşatıyorsanız o mahkemelerin “adalet”i, “hukuk”u hatırlatma hakkı olamaz.

Adaletin tarifi ile bu yapılanlar yan yana getirilemez.

TBMM sorgulamıyorsa, toplum ve medya bu konuları sorgulamak, gündemde tutmak zorundadır!



Yassıada kararı kaldırılacaksa..

27 Mayıs darbesi döneminin Başbakan’ı Adnan Menderes hakkındaki mahkeme kararını kaldırmak için harekete geçilmesi iyi bir haber.. Zira “idamlarından sonra” bile olsa, Menderes’i, Polatkan’ı, Zorlu’yu geri getirmeyecek de olsa 1990’da TBMM’nin onlara “itibarlarını iade etme” kararı alması, aynı yıl naaşlarının “Anıt Mezar”a taşınması doğru karardı, şimdi eğer bu girişim sonuca ulaşırsa 27 Mayıs darbesi tümüyle “yanlış, haksız, demokrasi dışı, hukuk dışı” bir eylem olarak tarihte yerini alacak.

Bu girişime bakarak “sıra 12 Eylül darbesine ve 27 Nisan muhtırasına geliyor” demek mümkün müdür acaba? Zira yapılması gereken bu.. Tarih önünde 12 Eylül, 12 Mart ve 27 Nisan’ı da, “sorumlularını” da mahkum etmektir. Hem de bazılarını korumaya çalışmadan, konuşmalarda nasıl “darbe ve muhtıra” olarak kullanılıyorsa yargı tarafından da aynı şekilde değerlendirilmesine fırsat vererek..

Aksi takdirde, hele de 27 Mayıs kararları geçersiz kılındıktan sonra (kılınmasa bile “doğrunun bu olduğu” gösterilmiş oldu) tarih sonsuza kadar diğer darbe ve muhtıralara ayrıcalık tanınmasının, kişisel kararlarla korunmalarının peşini bırakmayacaktır.

Ve tabii, referandum öncesi verilen sözler de “tutulmamış” olacaktır. “Evet”lerin karşılığı verilmelidir oysa!

NOT: Adnan Menderes’e ailesinin, eşinin, çocuklarının bile önünde öyle çok hakaret edilmiş, öyle işkenceler yaşatılmış ki o darbenin felaketi fotoğraflarda yüzünden, halinden okunuyor. Keşke ona ve döneminin diğer siyasetçilerine bunları çektirenlerin cezalandırıldığını görmek mümkün olsaydı. Bugün böyle eylemleri yapmamış insanlara 20 yıl hapis cezası veriliyorken gerçek darbe ve muhtıraların es geçilmesi olabilir mi?

Yazının devamı...

Bu haptan herkese lazım!

Gazeteci, yazar ne yazar? Elbette öncelikle o dönemde hangi hükümet varsa “o hükümetin başındaki ve içindeki” kişilerin (yani iktidarın, yönetimi elinde bulunduran ekibin önde gelen isimlerinin) konuşmalarındaki önemli vurguları yazar.. “Toplumu ve ülkenin içinde bulunduğu şartları, bugünü ve geleceği birebir etkileyecek olayları” öncelikle.

Ben de bugün Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları son konuşmaları konu alacağım. Başbakan Yardımcısı Arınç önce “BDP’li kadın milletvekilinin yaşadıklarını yaşasam, Diyarbakır Cezaevi’ndeki o ahlaksızca işkenceleri çeksem ben de dağa çıkardım” demiş. Tabii ki Diyarbakır Cezaevi’nde işkence gören insanların yaşadığı acı büyüktür.

Hele kadınlar için “tacizi, tecavüzü” de içine alan kimbilir ne dayanılmaz işkenceler yaşanmıştır. İnsan olan herkes o işkencelerle karşılaşmış olanların acısını yüreğinde hisseder. Ama cezaevi işkencelerini sadece BDP’liler yaşamadı, örneğin 12 Eylül darbe döneminde onbinlerce kişi tarifsiz işkencelerle karşılaştı, sakat kalanlar, ölenler oldu.. Onların hepsi “dağa” mı çıktılar?

Bugün hala “sıfırın altı” soğukluktaki daracık hücrelerde “suçunu bilmeden ve bir suç işlediğine de inanmadan” yıllar geçiren gazeteciler, üniversite rektörleri, doktorlar, milletvekilleri var.. Suçsuzluklarının açık-net kanıtlarını göstermelerine rağmen israrla demir parmaklıklar ardında tutuluyorlar. Sonunda beraat ettiklerinde dağa mı çıkacaklar? 27 Mayıs darbesinde her tür işkence ve hakaretle karşılaşmış insanlar dağa mı çıktılar?

‘DAĞA ÇIKMAK’ NEDİR?

“Dağa çıkmak” hangi anlama geliyor? Yalnızca “devlete protesto” demek mi bu? Hayır, dağa çıkıp terörist olmayı seçenler “masum insanları” kendi düşünceleri, amaçları ekseninde acımasızca katlediyorlar. O zaman, diğer mağdurlar gibi “demokratik mücadele yöntemleri”ne başvurmak yerine dağa çıkanları mazur görmek, devletin zirvesinden “kendini örnek göstererek” bu seçimi makul göstermek yanlıştır. Kabul edilir bir durum değildir. Ve bu konuşma bir başka demokratik ülkede, bir başka hukuk devletinde yapılsaydı “konuşmacının kendi partisi dahil olmak üzere” büyük siyasi tepkilerle karşılaşırdı.

Bülent Arınç aynı konuşmada: “Türkiye dışarıdan rapor yazanların zannettiği gibi özgürlük açısından yerlerde sürünmüyor. Ama ‘kısıtlandığı yerler’ var.. Terörle mücadele yasasına bakmak lazım. O konular da araştırılmalı” dedikten sonra daha önce de söylediklerini (o ve/veya diğer Hükümet üyeleri sık sık bunları söylüyorlar) tekrarlamış:

“Ama hiçbir gazeteci, sayısı önemli değil, mesleğini yaptığı için içerde olmamalı.. Gerçekten ‘gazetecilik mesleğini’ yaptıkları için mi içerde bazı isimler, yoksa ‘yazılı kanunların men ettiği suçlar’dan dolayı mı?”

Bakın bu konuşmada ne kadar çok soru işareti var; mesela “sayısı önemli değil” diyebilmek.. Dünyanın önde gelen basın kuruluşları Türkiye’yi “dünyada en çok gazeteciyi hapseden ülke” olarak uyarır, eleştirir, raporlara koyarken “sayısı önemli değil” denebilir mi hala? Sonra hapisteki gazetecilerin çoğu tutukluyken, sabit bir suçları açıklanabilmiş değilken, bir başbakan yardımcısının bu sözleri “yargıyı etkilemek” değil midir?

Sayın Arınç’ın “ekranlardan sorumsuzca tutuklu meslektaşlarına suç yapıştıran bazı gazeteciler” gibi davranması hata değil midir? Hele de “Habur’dan gelen ve serbest bırakılan teröristler” için mutluluğunu belirtmiş, “daha da çok gelecekler ve merak etmesinler kimse onlara dokunmayacak” demiş biri olarak? Onlar “yazılı kanunların men etmediği” işler mi yapıyorlardı?

YASAKLARIN NEDENİ?

Aynı zamanda bir hukukçu olan Bülent Arınç cevabı biliyordur herhalde; çok açık bir çelişki olduğu için en iyi örnek bence, Soner Yalçın (diğer Odatv gazetecileri serbest bırakılmış olmasına rağmen) hangi nedenle tutukludur? Hangi yazılı kanunun men ettiği hangi suçu işlemiştir? Mustafa Balbay hangisini işlemiştir?

Türkiye’de özgürlükler, basın özgürlüğü sadece “bazı konularda kısıtlanmış” ise bu kadar çok sayıda ve başarılı olduğu toplum tarafından bilinen gazetecinin gazete ve TV’lerdeki işlerinin ellerinden alınması, “en yüksek reyting”lere sahip-kanallara en çok reklam getiren habercilerin ekranlardan uzaklaştırılmasının nedeni nedir? Neden kendi ülkelerinin televizyonları onlara yasaklanıyor, hakları ellerinden alınıyor?

MUTLULUK HAPI

Bu yaşananlar beni üzdüğü gibi milyonlarca kişiyi de üzüyor, hatta depresyona sokuyor şüphesiz. Keşke olayları Bülent Arınç gibi basite indirgeyebilsek ve üzülmesek. Eğer mutluluk veren bir hap kullanıyorsa (Melatonin hafif geliyor artık) herkese tavsiye edebilir mi? İçtenlikle söylüyorum, gerçekten iyi olurdu.



Bekar gençler işsiz!

Şimdi de Başbakan Erdoğan’ın Konya’da yaptığı konuşmadan bir bölüm alalım.. Başbakan yine “ekonominin süper olduğunu” anlattıktan sonra; “Her zaman söylüyorum, en az 3 çocuk yapmalısınız. Daha fazla olmalı, azı olmamalı. Genç ve dinamik bir nüfus yetiştirmelisiniz” sözleriyle bekar gençlere seslenmiş.

“Genç ve dinamik” kısmı güzel, iyi fikir ama ülkede “genç olmayan” milyonlar da yaşamakta.. Gençlerin hepsi “3 ve daha fazla” çocuk yaparsa, 75 milyona yaklaşan nüfus kısa zamanda 100 milyonları bulursa o nüfus nereye sığacak, nasıl beslenecek, eğitilecek, korunacak?

Yoksa “genç ve dinamik” olanlar korunup geriye kalanlar ıssız bir adaya filan mı gönderilecek? On binlerce “şiddete uğrayan kadın” varken “parmakla sayılacak kadar az sığınma evi” olması, “korunamayan kadın ve çocukların şiddet kurbanı olması”, suçluların cezasız kalması sorununa bile çare üretilmemesi geliyor akla örneğin..

Banka memurlarının yolladığı; “Ayda 650 TL maaşla çalışıyoruz, her gün elimizden milyarlar geçiyor ama biz gırtlağa kadar borçtayız. Lütfen sesimizi duyurun” diyen mektuplar geliyor. İşsizlikten yakınan ve “ne iş olsa yaparız, yardım edin” diye çırpınan “en iyi üniversitelerin” mezunları, ağlayan öğretmenler, çocuklarını doyurmak için pazar yerlerinden, çöplerden artık yiyecek toplayanlar geliyor. Onlar dururken hala “en az 3 çocuk” tavsiye etmek doğru mudur, “eğitim verilemeyen-doyurulamayan büyük kitleler” kime ne yarar sağlar anlamak mümkün değil. Erdoğan aynı şeyi tekrarlıyor, biz aynı şeyleri tekrarlıyoruz, bitmeyecek bir tartışma bu!

Yazının devamı...

Bitmeyecek dava; Kin!

Ergenekon, Balyoz, Oraj vs..vs.. Ortaya çoğumuzun birbirine karıştırdığı, “hangisinde ne vardı, neyle suçluyorlardı” hatırlayamadığımız bir sürü siyasi dava çıkardılar yıllar önce.. Ülkenin başarılı gazetecileri, saygın üniversite rektörleri, dünya çapında ün kazanmış ve Türkiye’nin adını duyurmuş bilim adamları, en çalışkan en başarılı-sayısız ödül sahibi sivil toplum kuruluşu başkanları, emniyet müdürleri, hayatını “terörle mücadele ederek geçirmiş” askerleri, kısacası tek tek sayılamayacak kadar çok sayıda “tanınmış” insanı içeri tıktılar.

Ki aralarında “kendisine karşı darbe hazırlandığı” iddiasıyla sivil asker yüzlerce insanın içeri tıkıldığı “Hükümet”le yıllarca birlikte çalışmış olan (ve Hükümet yöneticilerinin de “uyum içinde çalıştık” dediği) Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ da var, unutmayalım. Burada özellikle “içeri tıkma” deyimini kullanmamın nedeni siyasetçiler tarafından “bizim içeri tıktıklarımız” şeklinde de kullanılmış olmasıdır bu yıllar zarfında..

TÜRKAN SAYLAN’I BİLE..

Her neyse gelmek istediğim nokta şu; ismi ne olursa olsun bu “ihtilal yapacaklardı, darbeyle hükümeti indireceklerdi” iddiaları imzasız mektuplarla, sonradan ortadan kaybolup bir daha adı anılmayan “haham” gibi ne olduğu belirsiz kişilerin senaryolarıyla, e-postayla yapılan imzasız ihbarlar-suçlamalarla öyle genişletildi, öyle “asla alakası olmayacak” isimler ki bunlardan biri “sırf adını, başarılarını, ülkesine yaptığı iyilikleri kötülemek için” bin yalanla Ergenekon’a yapıştırılmaya çalışılan ama zamk tutmayan “Türkan Saylan”dır, -hayatının son günlerini acımasızca ona zehir ettiler- dahil edildi ki sonunda bu davaların hepsi birden inandırıcılığını yitirdi.

Tabii bu darbe iddialarıyla başlatılan davaların “inandırıcılığını yitirmesi” ve sonuçta “adalete olan güven”in de hızla azalması olayında çok şeyin rolü var.. Mesela: “operasyonlar patlatılırken” arka arkaya öne sürülen ve bazı medya organları tarafından manşetlere çekilen “suikast iddiaları, ihbarlar” üzerine durdurulup içinden ‘ahçı, bahçıvan gibi’ alakasız kimselerin çıktığı minibüsler, arazilerden-denizden-döşemelerden ‘arsız sarmaşıklar gibi’ fışkıran ve her ne hikmetse hepsi de ‘eliyle koymuş gibi’ bulunuveren (ve çoğu kullanılamayacak durumda) silahlar ve benzeri olayların operasyonlar bittikten sonra birden kesilivermesi.. Mesela polislerin iddianamelere ‘sehven (yanlışlıkla) yaptık’ dedikleri ilaveler yapması, mahkemelerin inatla yok saydığı uluslar arası bilirkişi raporları, Tokat’taki PKK saldırısında daha PKK olayı üstlenmeden önce atılıp ‘bu saldırıyı PKK değil başka örgütlerin yaptığı’nı öne süren siyasetçiler (hemen arkasından PKK açıklama yaptı), tüm bu davalarda ortaya kesin ve inandırıcı kanıtların konamaması ve buna rağmen insanlara yıllarca mahkum hayatı yaşatılması artık sabırları taşma noktasına getirdi.

MİLLET VE MEDYA SORGULAR

Bu taşma noktasında Silivri’de son Ergenekon duruşması sırasında binlerce kişinin toplanıp “adalet istiyoruz” diye bağırmasına, çıkan olaylara bile hala “sanki halkın tepkisi değil de belli partilerin organizasyonu” olarak bakılması ve topluma böyle empoze edilmesi olacak şey değil tabii. Aradan yıllar geçti, o insanlar “tutuklusunuz” denerek yıllarca küçücük hücrelere tıkıldılar ve bir sonu olmalı bunun artık.. Daha birkaç yıl, milyonlarca sayfalık dosyalar giderek azalacağına “kabartılarak” bu işkence çektirilemez. Dünyanın en ilkel toplumunda bile tepki yaratır bu haksızlık.

İşin en korkunç tarafı; Genel olarak tabloya, bugüne kadar yapılanlara-yaşananlara, “tutuklular” ile “20 yıla yakın hüküm giymiş olan”ların anlattıklarına, belgelerle-raporlarla ortaya koydukları gerçeklere, onlara sunulan “katillerden beter şartlara” baktığınızda “ne yaparsanız yapın orada kalacaksınız” sonucuna gelindiği görülüyor. Bir yanda darbe yapmış, muhtıra vermiş isimler serbestken, “ordu darbe yapacaktı” denmesine rağmen o dönemde ordunun başındaki isimler “tam Fransız” halde bir kenarda dururken diğer yanda bunların olması doğal olarak akla bin çeşit soru işareti getiriyor. Bu işaretlerin en önemlisi “darbe hazırlığı” iddiasından çok bu davalardan “bir düşmanlık, bir kin havası”nın yayılıyor olmasıdır.

Sanki bu “katillerden ağır cezalar” muhalefet partileriyle çekişme, onları cezalandırma amacı güdüyormuş gibi, sanki muhatap o partilermiş gibi kabul edilemez bir hava bu.. Öyle olmasa, artık bunca yıl sonra bitirilmesi gereken tutukluluklar hala “yeni sayfalar, dosyalar eklenerek, birbiriyle alakasız olaylar birleştirilerek” çok daha uzun yıllara yayılmak istenir miydi? Ve görüntü tam da buyken halk ve medya bunu sorgulamaz mı? Hukuk varsa, vicdan varsa “parti ayırımı gözetmeden” sorgulaması gerekmez mi?

28 ŞUBAT SORGULANIYOR, YA O?

Gösteri yapanların hatta pankart taşıyanların, yazı yazanın, sivilin askerin cezalandırıldığı ve “terörist” damgası yediği bir “hukuk” devletinde Habur’dan gelen (ve “silah bırakmadık, liderimiz istediği için geldik” diyen) PKK teröristlerinin davul zurnayla, ayağına mahkeme kurularak karşılanması nasıl açıklanabilir?

Bütün bu davalarda asıl mesele artık “hukukun tümüyle ortadan kalktığı”na inandıran görüntüdür. Türkiye bu yargı sorununu daha uzun süre taşıyamaz. Balyoz’uyla Ergenekon’uyla “darbe iddiaları”nın aylara-yıllara yayılmadan sonuçlanması gerektiği gibi yakında “gerçek darbeci ve muhtıracılar”ın ve “iddiaların geçtiği dönemin TSK komutanlarının” sorgulanması da kaçınılmaz olacaktır.

Allah aşkına, Balyoz iddiaları döneminin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman “sanat sohbetleri yapar, sahne eserleri yazdığını anlatırken”, büyük darbe hazırlığı iddiası döneminin Genelkurmay Başkanı Özkök hiç ilgili değilmiş gibi gezinirken, “TSK darbe yaptı” noktasına getirilen 28 Şubat’ta TSK’nın başında bulunan Karadayı sorgulanmazken “emirlerindeki yüzlerce askerin ve dahi o süreçte öğrenci olanların mahkum edilmesi” kadar büyük hukuk çelişkisi olabilir mi, söyleyin!

Mesela; acaba Karadayı konuşsa, başta Batı Çalışma Grubu olmak üzere bildiklerini “mahkemede” açıklasa bu dava daha kısa mı sürer, yoksa yön mü değiştirir? Bu sorular cevap bekliyor!



Dikkat çeken bir nokta!

Bütün bu olaylarda dikkat çeken bir nokta da şu; “belli bir görevi yerine getirenler” bir şekilde ortadan çekiliveriyorlar. Mesela yüzlerce kişiyi tutuklatan savcılar başka göreve alınarak isimleri siliniyor, bugün hala kesin kanıt ortaya konulamayan davaları daha ilk günden, olaylar henüz yargıya yeni gitmişken “sanki kanıtlanmış gerçekmiş gibi, davalar sonuçlanmış gibi” ve “mahkemeyi etkileyecek keskin vurgularla”, meslektaşlarına bile “yargısız infaz” yaparak TV’lerde, manşetlerde verenler suskunlaşıyor veya çekiliyor.

Anayasa raportörü olarak tarafsız konuşması gerekirken o görevde “siyasetin alasını yapmış”, görevinden yararlanarak halkı-medyayı yönlendirmiş olanlar daha pasif alanlara çekiliyor, bunun gibi örnekler.. Neden acaba, bilen var mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.