Şampiy10
Magazin
Gündem

Genelkurmay hakimlere ‘suç duyurusu’nda bulunmalı mı?

Salı günü bildiğiniz gibi Genelkurmay “Balyoz davasının gerekçeli kararında Balyoz’la ilgili delillerin aslının Genelkurmay Başkanlığı’nda bulunduğu ve sanıkların sahte olduğunu iddia ettikleri belgelerin orijinallerinin Genelkurmay tarafından mahkemeye gönderildiği ile ilgili haberlerin doğru olmadığını”, “kendilerinde söz konusu belgelerin aslının olmadığını”.. “1. Ordu Komutanlığı tarafından yapılan seminerde Balyoz Güvenlik Harekat Planı diye bir bölüm ve ekinin olmadığını, Suga, Oraj isminde eylem planları da olmadığını” bildiren bir açıklama yaptı.

Aslında TV’lerde mahkemenin gerekçeli kararı açıklandıktan sonra mahkeme heyeti Genelkurmay’la görüşmüş. Haberlerde verilen bilgilerin aksine “gerekçeli kararda böyle bir ifadenin bulunmadığı” onlara söylenmiş, Genelkurmay buna rağmen o açıklamayı kamuoyuna bildirme gereği duymuş..

MEDYAYA SERVİS VE YALAN!

Bunun anlamı şöyledir; madem ki mahkeme medyaya haberi herkesten, hatta sanık avukatlarından önce bu şekilde vermiş ve toplumu da yanlış bilgilendirmiştir, bu sorunun düzeltmesi iki kurum arasında olamaz, toplum “gerçeği” aynı yöntemle paylaşılarak öğrenmelidir.

Kısacası, ortada Genelkurmay’ın “yüzlerce kişinin hayatını ve TSK’nın onurunu etkileyecek” yalan habere duyduğu haklı tepkisi var. Şimdi gelinen noktada asıl mesele “bir yalan söylenmişse, birçok yalanın da söylenmiş ve söylenebilecek olması” konusunda yayılan şüphedir.

TUTARSIZ İDDİALARLA..

Balyoz Davası denerek tutuklanmış ve çoğuna 18-20 yıl hapis cezası verilmiş askerlerin büyük kısmı “terörle mücadele” için yıllarını vermiş, önemli başarılar kazanmış kişiler.. Bir kısmı o tarihte yurt dışında veya başka görevlerde..

İddianamede tutmayan tarihler, isimler, yaşanmamış olaylar, ne ararsanız mevcut.. Bilirkişi raporları bu yanlışları ortaya koyuyor ama mahkeme ne “tanık olarak dinlenmesi gereken” isimleri (ki başta Aytaç Yalman ve Hilmi Özkök var) çağırıyor, ne de bu hatalı delillerin düzeltilmesine izin veriyor.

Yüzlerce insanın hayatı ve yaşam boyu koruduğu onuru keyfi kararlar veren ve “hukuk dışı oldukları söylenerek kaldırılan” özel yetkili mahkemelerin oyuncağı olamaz. Bazı sanık avukatlarının belirttiği gibi Genelkurmay’ın “bu bilinçli hatayı yapan hakimler” hakkında suç duyurusunda bulunması gerekir.

Türkiye, özel yetkili mahkemeler yüzünden “yargı adına utanç verici” bir dönem yaşamaktadır ve bu utanç bir an önce temizlenmelidir!



Genelkurmay Başkanları Fransız mı?

Yargıda bir başka komedi daha yaşanmakta..

Bu davalara topluca baktığınızda Balyoz davası, 12 Eylül darbesi, 27 Nisan muhtırası, 28 Şubat tutuklamaları ve hepsinde asıl sorumlu tutulması gereken Genelkurmay başkanlarının gayet Fransız şekilde olayların dışında tutulduklarını görüyorsunuz.

Demek ki TSK’da seminer adı altında çok kapsamlı bir darbe provası yapılacak ama Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın ve Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün “hiç dikkatini çekmeyecek”.. 12 Eylül Darbesi sorgulanacak, insanlar tutuklanacak ama onu yapan Genelkurmay Başkanı mutlu-huzurlu köşesinde oturacak kimse karışmayacak. 27 Nisan muhtırasını veren öyle..

28 Şubat’ta Hükümet değişmemesine, kararlar MGK’da Hükümet’in onayıyla alınmasına rağmen insanlar tutuklanacak ama dönemin Genelkurmay Başkanı’na “benim ıslak imzam yok” dediği öne sürülerek dokunulmayacak..

Ama öte yanda hiçbir hata yapmamış, Hükümetle uyum içinde yıllarca çalışmış olan 26’ncı Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a (kendi döneminde kapattırdığı internet siteleri öne sürülerek) teröriste, hırsıza, katile yapılmayan şey yapılarak “tutuklu yargılanacak”, ona cezaevi çilesi çektirilecek. Hasta ve yaşlı insanlar hapsedilerek son günleri azap içinde geçirtilecek, ölenler olursa hiç umursanmayacak..

Gerçekten yargı “birileriyle dalga geçiyor” ama kimle sizce?



Maden cinayeti bitmez çünkü..

O gencecik nişanlı kızın “çocukluk aşkı” için ağıtlarını, o ana babaların-eşlerin feryatlarını duymaya yüreği dayanmıyor insanın..

Bu kaçıncı? Kaç yüzüncü kömür ocağı göçüğü, kaç bininci kömür işçisinin ölümü? Daha kaç kez duyacak ve bakanların ifadesiz yüzlerle yaptığı, inandırıcılıktan uzak açıklamaları dinleyeceğiz?

Ne güzel, insan başbakan olunca memlekette kıyamet kopsa da dünyanın uzak köşelerinde gezip eğlenebiliyor, yerlisiyle göçeriyle sohbet edip zaman geçirebiliyor.. Ama sade vatandaşın kaçacağı yer yok..

Kozlu’da 8 işçinin hayatını kaybettiği (sayı artabilir) olayın ihmal nedeniyle meydana geldiği medyada etraflıca yer aldı. Galeride gaz tahliyesi için gerekli sondaj sayısı olan 14 yerine, bunun yarısı kadar sondaj yapıldığı açıklandı..

KAZA DEĞİL, CİNAYET

Yine “evlerde gaz sızıntısından olan ölümlü kazalar”la (ki bunlara kaza denmez artık) aynı noktaya geliyoruz.

Neden Batı ülkelerinde değil de bizde? Çünkü oralarda çok sıkı kontrol ve sorumlulara çok ağır ceza var. Bizde ise insan canı “sudan ucuz”, cezası filan yok, suçluya af, suçsuza ceza var azizim, onun için.

Bu toplum Kozlu’daki “iş cinayeti”nin takipçisi olmalıdır. Eğer bizde de insaf varsa!

Yazının devamı...

‘Devleti zorlamayacak talepler’ için cinayet niye?

Günlerdir bir “çözüm” muhabbetidir gidiyor, herkesin ağzında çözüm aşağı, çözüm yukarı.. Terör duracaksa doğaldır, tabii ki aklı olan herkes terörün bir an önce bitmesini, masum insanların acımasız saldırılarla hayatını kaybetmekten kurtulmasını ister.. Bugüne kadar hepimiz de “bir an önce bitirilmesini, öyle ya da böyle bir çözüm bulunmasını” istedik, bunu tekrarladık durduk..

Olmadı, zira terör örgütü ve onu destekleyenlerin asıl taleplerinin ne olduğu açıkça dillendirildiği gibi terör eylemleri de paralel şekilde sürdürüldü ki hala oradan buradan “güvenlik güçlerinin geçeceği yollardan” bombalar çıkıyor.. Halen devam eden eylemlere ve ortadaki çelişkiye rağmen şimdi “Hükümetle terör örgütünün anlaşmaya varacağı”nın tekrar gündeme geldiğini görmek bir umut ışığı yarattı, ama..

BAYIK YANLIŞ BİLİYOR!

Ama bu çelişki dediğimiz şeyin de bir sınırı olmalı değil mi? Mesela bir yandan İmralı’da terör örgütü lideri ile “bir halk kahramanı” havasında konuşulurken ve örgütün “silah bırakacağı” net şekilde topluma söylenirken diğer tarafta aynı gün KCK Yürütme Konseyi Üyesi Cemil Bayık çıkıp “AKP Hükümeti sorunu ‘silah bırakma’ ve silahlı güçlerin mevzileri terk etmesi gibi konuşursa bu yaklaşım çözüm niyeti olmadığını gösterir. Çünkü bu sorunlarda önce siyasi konular müzakere edilir, sonra silahlı güçlerin durumunun ne olacağı konuşulur” diyorsa..

Kandil’deki PKK Lideri Karayılan “silahın bırakılmayacağını” söylüyorsa, çelişkinin böylesi ile çözümden söz edilebilir mi?

Cemil Bayık yanlış biliyor, bu sorunlarda önce terörü yapanlar silah bırakır, sonra bir devlet masaya oturabilir. Önce IRA ile İngiltere arasında çözümün nasıl başladığına baksın, eski Başbakan Tony Blair’in “Örgüt silah bırakmasa asla görüşme olamazdı” açıklamasını (hem de Türkiye’de yaptı açıklamayı) okusun, ondan sonra konuşsun.. Kaldı ki İngiltere ile IRA sorunu hala bitmiş değildir..

MİLLET NİYE ZORLANDI?

3 Ocak’ta yapılan İmralı görüşmelerine katılan Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk Pazartesi günü yaptığı konuşmada “İmralı’nın taleplerinin devleti zorlamayacak türden olduğunu” söyleyerek bundan duyduğu memnuniyeti belirtti..

Madem ki şimdi terör örgütünün lideri Öcalan ve örgütün siyasi destekçileri “barış” dedikleri “terörün bitmesi için yapılan görüşmeler”den bu kadar memnunlar ve madem ki talepleri de “devleti zorlamayacak türden”miş bugüne kadar neden şiddet gösterileri eşliğinde devlete “yol haritaları” dayatıldı, yol haritaları yanında “Güneydoğu için sınırlarının değiştiği” coğrafi haritalar ortaya çıkarıldı, özerklik talebinin terörün sebebi olduğu söylendi, onlar neydi?

Madem ki “talepler devleti zorlamayacaktı” bu talepler neden cinayetler eşliğinde değil de demokratik yollardan TBMM’de dile getirilerek çözüm daha önce aranmadı? Devleti zorlamayacak talepler için (ki Öcalan her zaman avukatlarıyla örgütünü yönetti, istediği mesajı iletti) neden yüzlerce, binlerce asker sivil insanın ve ailelerinin hayatı bitirildi? Güç gösterisi yapmak için insan hayatı ile oyun mu oynuyorlardı?

Devleti zorlamayacak talepler için millete yıllarca kan ağlatarak onu niye zorladılar?

‘OYALARSANIZ’ TEHDİDİ!

Cemil Bayık yaptığı konuşmada “Bu kez de AKP bizi oyalama taktiği içine girerse eşekten düşmüşe dönerler, yutmayız” diyerek tehdit etmeyi de unutmamış. Yani eğer bu son görüşmelerde talepleri yerine getirilmezse terör örgütünün eskisinden beter şekilde teröre başlayacağı açıkça ortada.. O nedenle Hükümet’in “devleti zorlamayacak talepler”in ne olduğu konusunda başta Ana Muhalefet Partisi olmak üzere diğer siyasi partileri ve toplumu aydınlatması, “yeni Anayasa”da bu yönde yapılması düşünülen değişiklikleri TBMM’ye ve halka açıklaması gerekiyor. Sonuçta “eğer bir hata olursa” bunun ceremesini herkes birlikte çektiğine göre bu zorunludur!



Balyoz Mahkemesi şimdi ne yapacak?

Bu siyasi davalarda iddianamelerin, gerekçeli kararların sanık avukatlarından önce basına, özellikle de hepsinden önce “en göze batan gerçekleri, su yüzüne çıkmış olayları bile keyiflere göre çarpıtan, yargısız infazlarıyla tanınan basın”a verilmesi zaten hukuka yeterince aykırıydı.

Bilirkişi raporlarının, CD’lerin sahte olduğunu gösteren en açık-net kanıtların mahkemeler tarafından yine keyfe göre dikkate alınmaması da yeterince hukuka aykırıydı. Ama; Genelkurmay Başkanlığı daha önce de tam tersini söylemişken Balyoz davasının gerekçeli kararında “Dava konusu tüm delillerin asıllarının Genelkurmay’da bulunduğu ve onlar tarafından mahkemeye gönderildiği” şeklinde yer verilen bilginin tamamen gerçeğin aksi olması konusunda artık “hukuksuzluk, adaletsizlik” yorumu bile az kalır.

Dün Genelkurmay Başkanlığı “Bunun doğru olmadığını, daha önce Harekat Planı adlı bölüm ve ekinin mevcut olmadığının bildirildiğini” açıkladı. Neydi acaba, Mahkeme Genelkurmay’ın “mevcut şartlarda” susacağını (aynen Hilmi Özkök, Aytaç Yalman gibi), bu gerçeğe bile gözlerini kapatacağını mı düşünmüştü? Yoksa adalet dağıtması, örnek olması gereken yargının bile yalan söyleyebileceğine mi inanmak gerekiyor? Balyoz Mahkemesi benzerine rastlanmayacak kadar kötü bir örnek verdiği gibi bu “darbe hazırlığı iddiası” davalarının güvenilirliğini tümüyle yok etti, bakalım bu işten nasıl çıkacaklar!



Sen Ata’nı aşağılarsan başkası da..

Kuzey Kıbrıs’taki Türk bayrakları , Atatürk heykeli, O’nun “Ne Mutlu Türküm diyene” sözü Belçikalı bir AB Parlamentosu üyesi tarafından soru önergesiyle gündeme getirilmiş. Belçikalı, Güney Kıbrıs’ta böyle sembollerin, heykellerin görülmediğini, Kuzey Kıbrıs’ta ise bunların gözü rahatsız ettiğini bildirmiş.

Eh, Atatürk’e kurtardığı ülkenin kendi vatandaşları saygısızlık eder, onu dillerine dolar, böylesine özel bir önderi, büyük bir atayı bile aşağılama çabasına girerlerse kendini bilmez yabancısı da (her ne kadar bunu Türkiye’deki bazı işgüzarlardan bağımsız yapmadığı, onların kışkırtmasıyla AB’ye taşıdığı ortada olsa da) bunu yapar..

Onun öldüğü günden başlayarak Batılı devlet adamlarının, hatta savaşta yendiği komutanların “Atatürk 20’nci yüzyılın en büyük liderlerinin başında gelir” dediği, onu “dönemini tüm diğer liderlerinden farklı gördüğü”, Avrupalı ünlü tarihçilerin kalın ciltli kitaplarda O’nun hayatını-başarılarını anlattığı bilinirken Türkiye’de Atatürk’ü halkının gözünde değersizleştirme gayreti gösterenlerin çıkması gerçekten ülke adına utanç verici bir durum.

Utanması gerekenlerin yüzü kızarmıyorsa başka ne söylenebilir ki?

Yazının devamı...

‘Apo kahraman, babam terörist mi?’

Emekli Orgeneral Ergin Saygun’un kızı Twitter’da “Ne oldu şimdi? Apo kahraman, babam terörist mi? Bu mudur?” dedikten sonra bir mesaj da babasına yazmıştı;

“Ah babam, ah.. Terörle Mücadele’nin başına getirmişlerdi seni. O kahraman, sen terörist oldun”..

BDP YETMEZ, BİZ DE İSTERİZ!

Gelinen noktaya, İmralı’ya giden MİT Müsteşarı’nın gece kalarak yaptığı görüşmelere, BDP milletvekillerinin de her ne kadar aksi iddia edilse de “siyasi görüşme” yapmak için İmralı’ya gitmesine, bazı Hükümet üyelerinin son haftalarda Öcalan’ı sempatik gösterme amaçlı konuşmalarına bakılacak olursa emekli Orgeneral Saygun’un kızı gayet haklı görünüyor.. Terör örgütünün lideri bir Nobel’i eksik “barış kahramanı”na dö-nüştürüldü, terörle mücadele etmiş askerler “terör örgütü üyesi veya lideri” suçlamasıyla hapiste..

Bu arada, bildiğiniz gibi Kandil’deki PKK liderlerinden Murat Karayılan da sahneye çıktı ve “Olamaz efendim” dedi, “Öcalan’la BDP’nin görüşmesi yetmez, bizim de onunla diyalogda olmamız lazım. İlk olarak Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki pozisyonu değiştirilmeli”..

EV HAPSİ SIRADA..

O da haklı, madem ki terör örgütünün onursal başkanı “bir siyasi parti lideri”ne dönüştürülmüştür ve İmralı’yla devlet açıktan açığa görüşmekte, BDP’ye ve Apo’yla görüşmek isteyenlere özel motorlar tahsis edilmektedir, o zaman statüsünü de değiştirsinler.

Ona atlas perdeli bir çalışma odası hazırlanmalı mesela, önüne İngiliz modeli bir masa, arkasına PKK bayrağı konmalı, ziyaret etmek isteyen tüm PKK’lılara da özel yat verilmeli.. Veya daha da iyi bir statü olarak İmralı’dan ev hapsine çıkarılmalı.. Sonra o da seyahatlere başlar artık..

Bir süre sonra “genel af” çıkarılır, tamamen serbest kalır..

AÇILIM BÖYLE BAŞLADI

“Açılım” da aynen böyle başlamıştı hatırlayalım, yine pazarlıklar yapıldı, vaatler verildi, PKK referandum öncesinden seçim sonrasına kadar “eylemsizlik” kararı aldı, BDP referanduma katılmıyor gibi yaparak Güneydoğu’da oylarının iktidar partisine dönmesini sağladı.. Sonra bir bakıldı ki “PKK’nın açılımı” Hükümet’in açılım dediği tarife hiç uymuyor, onlar Güneydoğu’yu istiyorlar. Bunu da “sınırlarını bile çizerek” ve “önce özerklikten başlasın” diyerek açıkça söylüyorlar.

Eh seçim de geçmişti nasılsa, tekrar çekişme-tehdit-saldırı havasına dönüldü.. Vah o arada gidene, gidenlere..

Ama yine de “bir görüşerek, bir karşı çıkarak” halk yavaş yavaş onlarca yıldır, onbinlerce insanın ölümünden sorumlu PKK terör örgütünün “devletle masaya oturacak, yaptıkları affedilecek bir güç olmasına” alıştırıldı. Hem de, bunu çabuklaştırmak için bir yandan saldırılarına-katliamlarına devam etmesine, şehit cenazelerinin kısa süre öncesine kadar arkası kesilmemesine rağmen..

TERÖR BİTECEKSE..

Şimdi görünen o ki binlerce terörist affedilecek, boş verin yurt dışına çıkacaklar dedikodusunu, serbestçe ortaya çıkacak, belki Meclis’e girecek.. Eğer terör bitecekse millet buna bile katlanır.. Ülkenin gazetecileri, cerrahları, milletvekilleri, askerleri, Genelkurmay eski Başkanı terörist iddialarıyla hapiste tutulmasına rağmen, GERÇEK teröristlerin bu şekilde aklanacak olmasına bile bağrına taş basarak susabilir. Ama mesele şu ki yapılan iki büyük yanlışın ve bir önemli sorunun açıklaması yok..

1-Devletin terör örgütüyle masaya oturması için sonra değil, mutlaka “önce silah bırakması” gerekirdi, hiçbir ülkede devlet silah bırakmamış örgütle görüşmez.. Oslo görüşmeleri için de söyledik, daha önce İmralı’ya gönderilen MİT için de.. Hala aynı hata sürüyor, silahların gölgesinde, bir yandan öldürmeye devam ederken görüşmelerin hızlandığını-planın tuttuğunu gören Kandil de hala “biz silah bırakmadık” diyor..

Operasyonlar sürdüğüne, daha da süreceği söylendiğine göre durum da budur..

2-İmralı’ya MİT veya kim giderse gitsin devlet bu kadar açık, halkın gözü önünde terör örgütüyle masa başı sohbeti yapmamalıydı. Şimdi artık bundan sonra o örgütün istediklerini “eksiksiz” yerine getirmez, oyalamaya kalkar, yeni anayasayı onların istediği gibi hazırlamazsanız sizi nasıl “terörle tehdit edeceği” açık değil midir?

ASIL SORU!

Madem ki şimdi Öcalan ve PKK birdenbire devletle uzlaşmaya razı oldu, bu neden Oslo görüşmeleri sırasında yapılmadı da ondan sonra verilen yüzlerce şehidin hayatı kurtarılmadı?

Bu sorunun cevabını, aynen “darbeleri sorguluyoruz” derken darbecileri bırakıp darbe yapmamış insanları cezalandırma konusunda olacağı gibi tarih mutlaka arayacaktır.

HER TAŞIN ALTINDA BAŞKANLIK!

İster inanın, ister inanmayın ben bu görüşmeler sonunda “PKK ve teröre çözüm” ile ilgili bir konunun, bir yasanın referanduma götürüleceğini ve aynen geçen referandumda yargı konusunda yapıldığı gibi “paket içinde”, Erbakan’ın dediği gibi “çikolata kağıdına sarılı olarak” başkanlık sisteminin de halka yutturulacağına inanıyorum.

Başkanlık sistemi ve onunla birlikte “bu sistem için gerekli” denerek federatif devlet yapısına geçiş.. Eyaletlere bölünme ve özerkliğin ilk adımları..

YENİ ANAYASA İLE..

Eğer bugün Öcalan terör örgütüne “silah bırakın” çağrısı yapıyorsa, örgüt de kuzu gibi bu emre uyacaksa bundan önce neden yapılmadı da “yeni anayasa ile birlikte” yapılacağı tuttu? Nasıl bir büyük vaat verildi ki birkaç hafta öncesine kadar saldırılarını sürdüren, hatta “vur-kaç”tan “vur-kal” taktiğine geçen örgütte birden barış aşkı doğuverdi?

Bu mucizeyi yaratan şey nedir? Bütün bu gelişmelerde ABD’nin “Ortadoğu için planladığı ve Türkiye’yi de içine alan güvenlik projesi”, diğer adıyla BOP nasıl bir rol oynadı? İşte bu soruların cevabı açıkça, güvenceleri ve kanıtlarıyla verildiği gün terörün bitebileceğine inanabiliriz..

ARTIK KİMSE YAKALAMAZ

Bir de tabii bugüne kadar “özerklik”ten söz edilerek sürdürülmüş olan terörün kısa süre sonra “tam bağımsızlık” talebiyle tekrar başlatılması ihtimali var. Serbest kalmış Öcalan’la PKK sakın birkaç yıl sonra da “bağımsız devlet, Kürdistan’ın Türkiye ayağı” diye tutturmasınlar? Aynı terör yeniden başlamasın? Tekrar Apo’nun peşine düşülmesin? Bir sonraki adımda onu yakalayanları hapse tıkacaklarından kimse de yakalamaz artık!.. Valla insanın aklına geliyor bütün bunlar, ne yapalım..

Keşke herşey göründüğü, gösterildiği kadar basit olsaydı!

Yazının devamı...

Atatürk’ü karalama yarışına girmişler!

Perşembe akşamı Beyaz TV’de yine Rasim Ozan ve bir grup almışlardı sazı ellerine.. Saz sürekli olarak bu ülkenin kurtarıcısı, onu çağdaş ülkeler arasına sokan ve bugüne kadar güvenle getiren Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’ü karalamak üzere çalmaktaydı.. Gözlerinize-kulaklarınıza inanamayacağınız bir tablo vardı ortada.

İnanamayacağınız ve “bugüne kadar tüm dünyanın bildiği tarihi yalanlamaya çalışan” bir tablo.. Fatih Bayhan isimli bir tarihçi “Mustafa Kemal, Fikriye’yi öldürtmüştür” yalanıyla başlıyor, her köşesi düşmanla sarılmış ülkeyi kurtaran kahraman için ne farkedecekse “Atatürk’ün Malatyalı olduğu” ile devam ediyor, o arada CHP’ye ve Atatürkçülere sövüyor..

SİZİ KİMLER KINASIN?

Beş kuruş parası kalmamış, bitik bir ülkeyi kalkındıran ve dünyanın saygıyla önünde eğildiği bir büyük önder için; Latife Hanım’ın yeğeni olarak çıkmış olan Mehmet Sadık Öke ile birlikte “Atatürk döneminde yolsuzluk yapıldığı” iddiasını da ortaya atıyorlar.. Ve o arada gazeteci Barış Yarkadaş telefonla katılıp net açıklamalar ve sorularla tepkisini bildiriyor, yalanları düzeltiyor.

“Mustafa Kemal üzerine yalan yanlış bilgi veremezsiniz” diyor. Aman efendim bir toplu saldırı, ne “terbiyesiz”liği kalıyor, ne “yalancı Kemalist’liği, ne “cahil”liği, ne de onun üzerinden “CHP zihniyeti”ne sayıp sövmek.. Sonra da Fatih Bayhan, sanki Atatürk’ün bile özel hayatını yeniden yazan, istediği eklemeyi yapan kendisi değilmiş gibi dönüp Yarkadaş’a “Benim özel hayatımla ilgili konuştuğunuz için sizi kınıyorum” demesin mi?

Sizi kimler kınasın, bu çırpınmaya, bu Atatürk karalaması gayretine, bu hakaretlere neden gerek duyuyorsunuz, hadi işinize diye bağırası geliyor izleyenin..

NANKÖR DEĞİLSEN..

Vallahi görünen köy kılavuz istemez, görev yapar gibi, adeta bu tablo isteniyor gibi bir gayret sistemli şekilde devam etmekte.. Ama iğrenç şekilde yürütülen “Atatürk’e sövme yarışı”na tepki duymak için “Kemalist, laik vs” olmak hiç gerekmez, Atatürk’ü sevmek, onu takdir etmek, ilkelerine-önderliğine sahip çıkmak bile gerekmez (ki bunu dahi ideoloji olarak alıp karalamaya çalışıyorlar), “köklerine-atalarına saygılı olmak, nankör olmamak” yeterlidir.

Bugün emperyalist ülkelerin boyunduruğu altında pabuç parlatmak, tuvalet temizlemek yerine rahat koltuklarında, TV’lerde ötebiliyorlarsa bu Atatürk sayesindedir. Onun canı pahasına ve benzersiz dehasıyla kazandığı zaferler sayesindedir.

Bu kadar rahatsızlarsa eğer, Atatürk’ün temiz adını almasınlar ağızlarına, atacakları çamurlar dönüp kendilerine bulaşır zira.. Yeter artık, ne kin, ne nefret, ne bitmez intikam duygusuymuş bu? Hangi medeni ülkenin vatandaşları kendi tarihlerine, atalarına ki onun gibi bir ATA’ları olmadı- bu nefreti kusar, nerede görülmüştür,bir düşünsünler bari.. Varsa o yetenek!..

(Barış Yarkadaş, Latife Hanım’ın yeğenine “O hayatta olsaydı bu konuşmaya tepki gösterirdi, Atatürk’le hayatının yayınlanmamasını kendi istemişti” dedi. Çok doğru, kendi yeğeni Latife Hanım’ın anısına da zarar veriyor.)



Nebahat Çehre, Yılmaz Güney..

Cuma akşamı Kanal 8’de Cengiz Semercioğlu’nun programında Nebahat Çehre sohbetini izledim.. Önce Semercioğlu’nun programının giderek çok daha başarılı hale geldiğini söylemek isterim, rahat, eğlenceli, hareketli, keyifle izlenen tam bir akşam sohbeti programı, kutlarım onu.. Televizyonculukta ve gazetecilikte “espri anlayışı”na sahip olmanın ve zorlamaya başvurmamanın ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor..

Ve Nebahat Çehre.. Programlara sık katılmıyor ama katıldığında da izlemeye doyum olmuyor. Bir kadın; hem çok güzel, hem çok zeki, hem esprili, hem güzel bir duruşa sahip, hem yaşamı boyunca çok başarılı, aynı derecede alçak gönüllü ve içten, hem izleyiciye-topluma son derece saygılı olabilir ve bunu tüm sanat yaşamı boyunca hiç aksatmadan sürdürebilir mi? İşte (daha önce benim de TV programlarıma katılmış olan) Nebahat Çehre bunların hepsine sahip bir sanatçı..

HERKES AYNI GÖRÜŞTE!

Asıl güzel olan ise özel yaşamında da aynen böyle oluşu.. Onunla bazen aynı mekanlarda bulunduğumuzda karşılaşır ve konuşuruz, geçen yaz da bir iskelede baş başa tatlı bir sohbet yaptık, her seferinde ayrılırken “ne zarif, ne tatlı bir kadın” diye düşünürüm, yine öyle oldu.

İnsan böyle özelliklere sahip olunca, onu dizilerde, filmlerde izleyenler de aynı hayranlığı gösteriyor, böyle bir TV sohbetinde izleyenler de.. Semercioğlu’na program sırasında gelen mesajların hepsi “Onunla gurur duyuyoruz, duruşuna hayranız, ne kadar içten ve sevimli” gibi vurgular taşıyordu.

YAŞLANMIYOR!

Bir noktada şaşırttı beni; tek bir saniye, fazla fark edilmeden söylese de; ölüm korkusuyla ilgilisoruya “yaşlanıyorum galiba, ondan” cevabı.. Pırıl pırıl saçları, aydınlık ve pürüzsüz yüzü ile 35-40 yaşından fazla göstermeyen “yaşsız bir kadın” la çok aykırı durdu, akla bile gelmeyecek bir konuydu irkildim.

Ve bir de.. Yılmaz Güney’le evliliği sorulunca cevaplamıyor, haklı da..Onlar evliliği hakkında anlatılanlar, yazılanlar Yılmaz Güney’in Çehre’yi kıskanarak fazlasıyla hırpaladığını, bu evliliğin hiç de mutlu bir evlilik olmadığını yeterince anlatıyor, aslında daha fazla sorarak onu sıkmamak, hatırlatmamak gerekiyor galiba..

TUBA, BEREN, KIVANÇ..

Beren Saat, Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuba Büyüküstün ile ilgili yorumları çok yerindeydi, bence özellikle Büyüküstün “vücut dili ve mimikler” konusunda böyle başarılı bir sanatçının önerilerini hemen dikkate almalı, oynadığı roller (son dizisinde de olduğu gibi) çok eksik kalıyor, her ne kadar Türk izleyicisi eleştirmiyorsa da sadece güzellik idare etmiyor..

Bağlayayım; Nebahat Çehre’yi izlemek her zaman büyük zevk, gurur duyulacak, dört dörtlük bir sanatçı o!

Yazının devamı...

Karadayı serbestse diğer askerler neden tutuklu?

Hani Balyoz, Ergenekon gibi davalarda “delil olarak öne sürülen iddialar”daki büyük hatalar; tutmayan tarihler-adresler-isimler, tutuklu askerlerden bazılarının o tarihte yurt dışında veya başka yerlerde olduklarının ispatlandığı belgeler, bilirkişi raporları filan göz ardı edilerek insanlara uzun hapis cezaları verildi, ceza almamış olanlar bile cezadan farksız şekilde hapis tutuldu, bunlar biliniyor..

Mesela Balyoz’da; o kadar kapsamlı ve aleni bir darbe hazırlığı provası Kuvvet Komutanları’nın, Genelkurmay Başkanı’nın hiçbir haberi olmadan yapılması imkansız olduğu halde Aytaç Yalman’ın ve Hilmi Özkök’ün hiçbir ilgisi olmadığı empoze edildi, o da biliniyor. Ama..

Bir de 28 Şubat olayındaki benzer tutarsızlıklar var ki hukukun iyice ortadan kalktığını artık görmemek mümkün değil..

KEYFE GÖRE HUKUK..

Bu nasıl bir adalet anlayışıdır ki siz 12 Eylül darbesini yapan ve “bugün olsa yine yapardım” diyerek sorumluluğunu kabul eden Evren’i, Şahinkaya’yı, 27 Nisan muhtırasını veren Büyükanıt’ı olayların dışında tutuyor, bir türlü tarih önünde mahkum edemiyorsunuz..

Diğer yaşlı insanları yıllar boyu hapse atarken, dünya çapında başarı kazanmış bir cerrah olan Haberal’ı (acaba hangi nedenle) hasta olmasına rağmen hapis tutarken, hasta ve yaşlı olanların içerde ölmesini bile konu etmezken bunlara “yaşlı” diyerek bir kenarda bırakıyorsunuz..

Milli Güvenlik Kurulu kararı olarak çıkmış, dönemin Hükümeti’nin imzasını taşıyan 28 Şubat kararları için çok sayıda askeri cezaevine koyuyor ve 7 aydır “suç arayarak” bekletiyorsunuz.. Ve bu kez de o dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’yı “ıslak imzası yok” gibi bir nedenle konu dışına itiveriyorsunuz..

TUTARLILIK NEREDE?

Hukuk keyfe göre değişmeyeceğine göre bu hukuk denen şeyde bir tutarlılık gerekir değil mi? Eğer Karadayı “Sincan’daki tanklara” açıklama getirmişse, 28 Şubat’ın asla bir darbe sayılmayacağını nedenleriyle açıklamışsa.. Batı Çalışma Grubu belgelerinde imzası yok diye serbest bırakılıyorsa..

7 aydır tutuklu olan ve “28 Şubat’la hiçbir ilgim yok, neden ailemden ayrılarak, özgürlüğüm elimden alınarak cezaevine kondum” diyen askerler (ki onların ailelerine Öcalan’ı görmeye gelenler gibi özel araçlar tahsis edilmiyor, şehirler arası yolculukları ceplerinden yaparak yakınlarını bir saat görüyorlarmış) niye içerde? İlker Başbuğ neden “internet sitesi” bahanesiyle aylardır içerde?

“28 Şubat post modern darbe sayılır” diyerek insanları tutuklamışsanız, böyle bir kararın ve o dönemde olanların asıl sorumlusu Genelkurmay Başkanı değil midir? Balyoz’da da öyle değil midir? 12 Eylül’de, 27 Nisan’da öyle değil midir?

DÖNEMİN HÜKÜMETİ NE DEDİ?

Dün Mehmet Y. Yılmaz yazısında çok haklı olarak “Önemli olan konu o dönemin MGK’da nasıl yaşandığıdır” diyerek sormuştu; “Zamanın Başbakanı Necmettin Erbakan ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller o günlerde neler dediler? Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ne demişti? O kararların alınması sürecindeki tutumları neydi? Savcılık istese o günkü MGK tutanakları arasında yer alan bu bilgileri talep edebilirdi, neden etmedi?”

28 Şubat sürecindeki açıklamaları okursanız Erbakan da, Çiller de askerle gayet iyi ilişkiler içinde görünüyor, “Hiçbir sorun olmadığını, herşeyin teamüllere uygun olduğunu, gerekenin yapıldığını, TSK ile gayet iyi anlaştıklarını” söylüyorlar..

GÖZLERİ Mİ BANTLI?

Durum bu iken ve Karadayı bırakılmışken diğer tutukluların neden tutuklu olduğunun açıklaması yapılmalıdır her halde.. Yoksa bu kadar kapsamlı faaliyetlerin tüm Genelkurmay başkanlarından habersizce yapılması açıklama ister.

TSK bu kadar mı başıboştur, ne işle meşguldür acaba o başkanlar, komutanlar? Yoksa gözlerine bant filan mı çekiyorlar?



Milletvekili hemen boşanıyor ama..

Emekli bir “sosyal hizmet uzmanı”nın üzüntüyle yazdığı mektuptan öğreniyoruz..Üç çocuklu ve “koca şiddeti mağduru” bir kadın kocası tarafından ölüm tehditleri aldığı için boşanma davası açmış ve “2 yıldır” kadın sığınma evinde kalıyor.

Çocuklarından, ailesinden, tüm çevresinden 2 yıldır uzakta.. Duruşmalara polis korumasında gidiyor ve “kocasının psikopat olduğunu” anlatmasına rağmen Aralık ayına kadar mahkeme kararı çıkmıyor, son duruşmada ise Mersin’deki mahkeme kocanın lehine karar veriyor, kadın boşanamıyor.

Şimdi kadın artık sığınma evinde de kalmak istemiyor ve “kocası tarafından şiddete uğraya AKP’li kadın milletvekili 2 günde boşanıyor, ben neden 2 yıldır boşanamıyorum. Artık dayanamıyorum, intihar edeceğim” diyormuş.

İşte kadınlar böyle itiliyor çaresizliğe.. Ölüm tehdidi yapan psikopat kocaların hiçbiri tutuklanmıyor. Kadınlara ya koruma verilmiyor veya veriliyorsa bu kez kadın boşanıp kurtulamıyor. Çözüm ya Van Vali Yardımcısı’nın dediği gibi “ölüm haktır, kaçarak kurtulamazsın”ı kabul edip öldürülecek ya da intihar edecek. Her iki durumda yavruları da anasız kalacak.

Yeter artık.. Bu felaketleri kadınlara yaşatan, koca toplumu da 21’inci yüzyılda en ilkel kabilelerde görülmeyecek barbarlıkları izlemek ve katlanmak zorunda bırakan valiliklerden, mahkemelerden bıktık. Milletvekili Fatma Salman’a gösterilen kolaylıklar “şiddete uğrayan tüm kadınlara” gösterilmeli. Mersin’de şiddete uğrayan kadın da çaresiz kalmamalıdır.

Hiçbir “3 çocuk annesi” canından bezdirilmemişse boşanmayı göze almaz, daha ne kadar mücadele edeceğiz bu değişmeyen haksızlıklarla?

Yazının devamı...

Vahşi Batı’ya buyrun!

Çarşamba günü Soner Yalçın’ın imza olayı için gittiğimiz Levent Karakolu’nun önüne İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal da geldi ve gelir gelmez “Hemen duyulacaktır ama ben ilk size açıklamış olayım, büroma ateş edildi ve bir kurşun tavandan sekerek masama, oturduğum yere isabet etti” dedi..

Eğer o sırada Baro Başkanı masasında olsaydı belki de şu anda hayatta olmayacak veya en hafifinden hastanede olacaktı.. Ki bu herhalde günlerce halka yansıtılan, gündeme oturan “Başbakan’ın odasının dinlenmesi” olayından çok daha ciddi bir meseledir.

Türkiye nasıl bir kontrolsüzlük içindedir ki, bu ülkenin güvenlik güçleri, istihbarat birimleri neyle meşguldür ki odalar dinleniyor, Baro Başkanı’nın odası kurşunlanıyor, memleket adeta ABD’nin Vahşi Batı’sı dönemine dönüşüyor. .. Onların görevini yapması, seferberlik halinde çalışması için daha ne gerekir acaba?

Tabii, Bebek’in orta yerinde tinercilerin karnından bıçaklayarak yoğun bakımlık hale getirdiği sanatçı Pamir Tekin’i, Taksim’de ağzı burnu kanatılarak tekmelerle dövülen modacı Barbaros Şansal’ı ve son bir haftadaki diğer kanlı olayları unutmayalım. Bu gidişle Vahşi Batı’yı da geçeceğiz, ne rezalettir bu, Emniyet, İçişleri Bakanlığı ne yapar bu ülkede?

TURİSTİ DE PİŞMAN EDERİZ VESSELAM!

Ülkedeki kontrolsüzlükten söz ederken her kış olduğu gibi kömür-gaz zehirlenmelerini de unutmamak lazım.. Bir hafta içinde basına yansıyan iki haber (yansımayan neler oluyor kimbilir); Otelde gaz kaçağı oldu, çoğu turist 23 kişi ölümden döndü.. Hatalı bağlanan şofbenden sızan gazla 5 kişi öldü.. Hiçbir iş doğru yapılmayacak mı bu ülkede? 21’inci yüzyıldayız, taş devrinde değil.. Turist ülkemizi görmeye, yeni yıla burada girmeye geliyor, ölümden zor kurtuluyor, bir daha gelir mi, tanıdığını gönderir mi? Ayıptır yahu!



Nefret suçları yasası!

BDP’li Sırrı Sakık’ın TBMM’de yaptığı ve “Sizin tarihiniz katliam tarihidir” dediği konuşma gerçekten üzücü ve kabul edilir tarafı yok. “Katliam tarihi” vurgusuna AKP, CHP, MHP hepsi birden doğru cevapları vermişler. 30 yıldır katliam üstüne katliam yapan bir terör örgütünü savunanların böyle bir söz söyleyemeyeceği de kendisine bildirilmiş.

Ben tüm olayı okuduğumda dikkatimi çeken noktalar şöyle;

-“Devlet bize ayırımcılık yaptı, yapıyor” tepkisi içinde olan bir parti ayırımcılığın daniskasını ve hatta milleti iki keskin kutba ayırarak, ‘bizim’, ‘sizin’ diyerek bölücülüğün ta kendisini yapmaz. Sırrı Sakık’ın sözleri çelişkilidir.

SAVAŞ DEĞİL, TERÖR!

- “Bu savaş ‘bizim’ tercihimiz değil, bu savaş ‘sizin’ ret ve inkar politikalarınıza karşı Kürt çocuklarının onurlu duruşudur. Bir yerde ret ve inkar varsa onların çocukları da buna karşı dik duruş sergiler” diyor.. Ortada savaş yok, savaş “iki devletin güçlerinin karşı karşıya gelerek mücadele etmesi”ne denir. Araçların geçeceği yollara mayınlar döşemek, uyuyan insanları öldürmek, kendisine kötülüğü dokunmamış masum insanlara, gençlere pusu kurmak, sivilleri hatta bebekleri bile bombalarla yok etmek, arkadan vurmak savaş değildir. ‘Terör’dür, dünyanın her yerinde böyle kabul edilir (medeni dünyada tabii..)

“Ret ve inkar” gibi yuvarlak sözler açıklanmalıdır, hangi ret ve inkardan söz ediyor? (Örneğin ‘Dersim’ deyince orada ‘olayların nasıl başladığını, nasıl çözümsüzlüğe sürüklendiğini’ de anlatmak gerekir, aynen ‘Ermeni Soykırım iddiası’nda söz konusu olduğu gibi eksik bilgi olmamalı)..

Ret ve inkar şikayeti neden BDP dışında bugüne kadar ve halen TBMM’de bulunan diğer Kürt milletvekillerinden duyulmadı? Neden onlar böyle bir “siz-biz” ayırımcılığı yapmadan aynı çatı altında yıllarca birlikte çalıştılar?

TERÖRİZM ‘DİK DURUŞ’ MU?

Hani bugünlerde devlet, TSK teröre karşı aciz kalmış, beyaz bayrak çekiliyormuş gibi Oslo olayının arkasından yeni bir “başrolde Öcalan filmi” izlemekteyiz ve ülke “terör bitsin de ne olursa olsun” noktasına getirildi ama bir milletvekilinin (BDP’li de olsa) çıkıp terör örgütü üyeleri için “onurlu duruş”tan söz etmesi, bunu yaparken Türk tarihine “katliam tarihi” demesi artık sözün bittiği nokta gibi görünüyor.

Peki Sırrı Sakık’a göre “arkadan vurulan askerlerin duruşu” nasıldır acaba? Onu nasıl tarif edecek?

Ne olursa olsun, hangi partiden olursa olsun milletvekillerinin bu kadar keskin nefret ifadesiyle konuşması doğal olarak Malatya Milletvekili Veli Ağbaba’nın “Kapsamlı nefret suçları yasası çıkarılmalı, AKP nefret suçları kavramını mevzuata yerleştirmeli” talebini haklı kılıyor.

GENELKURMAY BAŞKANI’NA ‘TERÖRİST’ DERKEN....

Türkiye bugüne kadar çektiği bunca acıya, döktüğü bunca gözyaşına rağmen Türk-Kürt vatandaşları arasında bir bölünme yaşamadı ama böyle giderse provoke edile edile o noktaya getirilecek. Yazıktır, günahtır, önlenmelidir. Ülkenin gazetecisinin, bilim adamının “şunu yazdın, bunu söyledin” diye hayatı kaydırılırken, hayatını gerçek onurla yaşamış yüzlerce askere ve bir Genelkurmay Başkanı’na dahi “terörist” yakıştırması yapılıp hapse tıkılırken herkes de ağzından çıkanı duymalı, “dokunulmazlık” kalkanı arkasında ağzına geleni söylememelidir!

Yazının devamı...

ODTÜ’deki polis orta yerde ne arıyordu?

Times Higher Education isimli yüksek eğitim dergisinin tüm dünyadan 17 bin akademisyenin görüşüyle belirlediği “dünyanın en saygın üniversiteleri” sıralamasında ODTÜ bu yıl 96’ncı sırada yer alarak “ilk 100”e girdi.

Dünyada 8 kuruluşun açıkladığı “dünyanın en iyi üniversiteleri” sıralamasında ise 2 sıralama sisteminde “ilk 300”e girdi. Türkiye’de biz bu büyük başarıyı nasıl ödüllendiriyoruz; öğrencilerine polis dayağı çektirerek, gaz bombaları attırıp hastanelik ederek..

ODTÜ Kimya Bölümü Başkanı Prof. Dr. İlker Özkan’dan 2012’nin son günlerinde bir mektup aldım. Bu mektubun bazı bölümlerini paylaşmak istiyorum zira gerçeklerin net şekilde anlaşılması ve benzer olayların gelecekte de yaşanmaması açısından önem taşıyor ve ayrıca bunu son sınıfa kadar okuduğum üniversiteme karşı borç biliyorum.

MOLOTOF KOKTEYLİ ATILDI MI?

Özkan, Başbakan Erdoğan’ın 18 Aralık’ta ODTÜ’de çıkan olaylarda “öğrencilerin polise Molotof kokteyli, çelik bilye, taş attıklarını ve lastik yaktıklarını iddia ettiğini, bu iddialarını en son 28 Aralık akşamı TRT’de katıldığı canlı yayında tekrarladığını” belirterek başlamış mektuba. (Başbakan’ın bu konuşmasından sonra MHP Genel Başkanı daha ileri giderek “o gün ODTÜ’deki öğrencilerin terörist olduğunu, yasa dışı örgütlere mensup olduklarını” filan söylemişti. Balık baştan kokutulunca arkası da böyle geliyor, ülkede “terörist” etiketi almak öyle kolaylaştı ki.. Diğer üniversitelerin ortak açıklaması ise ciddiye alınmayacak kadar inandırıcılıktan uzak..)

BAKAN ‘ORANTISIZ GÜÇ’ DİYOR..

“Halbuki” diyor, “polisin amiri olan kendi memuru İçişleri Bakanı, olayın hemen ertesi günü ‘polisin orantısız güç kullandığını’ kabul etmiş, daha da önemlisi molotoftan, bilyeden, lastik yakmaktan hiç bahsetmemişti (...) İçişleri Bakanı’nın ve ODTÜ Rektörü’nün ifadelerine rağmen israrla Molotof, bilye, lastik yakma söylemine devam etmekte ve böylece ODTÜ Rektörünü ve tüm ODTÜ camiasını yalancılıkla suçlamaktadır.

Başbakan bu iddialarını ispatlamak zorundadır. Bütün kurumlar emrindedir. O zaman çıksın; işte ODTÜ’deki Molotof kokteylleri, işte bilyeler, işte yakılan araba lastikleri diye bize göstersin. Bunları yapan öğrencileri kimlikleriyle açıklasın. ODTÜ yerleşkesi geniş bir arazi üzerine kurulmuştur. Kimya Bölümü ODTÜ’nün merkezindedir (ben de kimya derslerini o binada aldım, tam ortadadır, RM)..

TÜBİTAK ORADA DEĞİL!

Başbakan’ın ziyaret ettiği TÜBİTAK binası derslerin yapıldığı kısımdan 1.5 km uzakta olduğu halde polisin Kimya Bölümü civarında ne aradığını ve neden oralarda biber gazı atarak, o anlarda derslerde ve laboratuarlarda bulunan öğrencilerimizin panik içinde kaçmaya zorlandığının, bina içindeki öğretim elemanlarımızın ve diğer personelimizin de aynı akibete hangi sebeplerle uğradığının açıklanması gerekir.”

ODTÜ Kimya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Özkan, Başbakan’ın bu açıklamayı yapması, yapmıyorsa ODTÜ camiasından özür dilemesi gerektiğini söylerken asıl meselenin “Göktürk-2 ile yapılması planlanan propagandanın öğrenci olaylarının gölgesi altında kalması” ve bu nedenle duyulan öfke olduğunu öne sürüyor.

TEKRARLANDIKÇA İNANILIYOR MU?

Burada asıl anlaşılmayan şey gerçekten de İçişleri Bakanı ile olayları yakından izleyen ODTÜ Rektörü Acar’ın şiddet olaylarının arkasından yaptıkları açıklamalara rağmen hala israrla “Molotof kokteyli ve yakılan lastiklerden, olayları yaratanların öğrenci olmadığı gibi gerçek dışı iddialardan” söz edilmesidir. Acaba siyasi PR’cılar “kim ne açıklama yaparsa yapsın siz bunları tekrarlayın, millet sık duyarsa inanır, aklında bu kalır” önerisinde filan mı bulunuyorlar?

Zira seçim dönemlerinde de buna çok rastlanıyor ve açıkçası “beyin yıkama” yöntemi bu ülkede pek de kolay tutuyor. Ama sonuçta ODTÜ olayının sorumlularının da Uludere olayında görüldüğü gibi havada kalmaması son derece önemlidir.



Aydına eziyet bitmiyor!

Odatv’nin sahibi Soner Yalçın bir “düşünce ve ifade” tutuklusuydu.. Yıllarca cezaevinde bir hükümlü gibi yaşatılarak sadece duruşma bekletildi.. Aynı davadan, aynı “dışarıdan gönderilmiş virüslü bilgisayarlar” nedeniyle tutuklanmış diğer gazeteciler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığı halde o fazladan aylarca cezaevinde tutuldu.

Bu yetmiyormuş gibi yılbaşı öncesinde serbest bırakıldıktan sonra her hafta Levent Karakolu’na giderek imza atması istendi.. Oysa bu uygulama diğer tutuksuz yargılanan gazetecilere yapılmamıştı.. Aynı dava içinde de yapılmadı.. Katillere, çocuk ve kadınlara tecavüz eden sapıklara, hatta toplu tecavüz olaylarının sapıklarına da, 3’üncü Yargı Paketi ile bırakılanlara da, Hizbullah terör örgütünün liderlerine, üyelerine de yapılmadı, yapılmıyor.. Hatta bu nedenle onlardan yurt dışına kaçıp yakalanmayanlar oldu biliyorsunuz..

İŞKENCENİN DEVAMI!

Ama yıllarca Hürriyet gazetesinin saygın, beğenilen bir yazarı olmuş, ülkenin başarılı bir gazetecisine adeta işkencenin devamı gibi bu “anlamsız ve gereksiz uygulama” reva görülüyor.

Dün ben de kalabalık grupların destek için, medyanın haber için gittiği Levent Karakolu’nun önündeydim. Soner Yalçın imzadan sonra yaptığı konuşmada “gerçeği söyleyenlere mutlaka eziyet edildiğini, ya hapse atılıp ya işsiz bırakıldıklarını veya katledildiklerini, ya da karakollara getirtilerek ‘güvenilmez’ imajı yaratıldığını” belirttikten sonra; “Mesele aydın kıyımına son vermektir. Biz izinle düşünmeyiz, yazmayız, sadece gerçek yarışındayız. Bu dava bir Soner Yalçın davası değildir, düşünce davasıdır, aydına eziyettir” dedi..

KAÇMAK İSTESE..

Ağır suçlular için gerek görülmeyen bir uygulamanın, sanki “onlar kaçmaz ama sen kaçarsın” der gibi yapılmasının başka bir anlamı varsa, onu da “bu işkenceye karar verenler dahil” bilen varsa lütfen açıklasın da millet duysun.

Ayrıca gerçekten de; “düşünce ve ifadeden başka bir suçu olmayan” bir insan sanki haftanın diğer günleri, hatta aynı gün öğleden sonra kaçmak istese, böyle bir isyana niyeti olsa örneğin bir Yunan adasına geçivererek kaçamazmış gibi bu ne anlamsız bir uygulamadır?

Artık Türkiye’de öyle anlamsızlıklar, hukuk yanlışları oluyor ki cevapsız soruları sormak bile anlamsızlaşıyor ama halkın da bunları bilmesi, duyması gerekiyor yine de.. Yapılan işkencedir, eziyettir, basın özgürlüğüne vurulmuş darbedir!

Yazının devamı...

Okulda serbest kıyafet ve güvenlik sorunu!

Eğitim-Sen Şube Başkanı ve Kamu-Sen Temsilcisi Muzaffer Karadağ bir basın toplantısı düzenleyerek “okullarda ‘serbest kıyafet’ düzenlemesi nedeniyle disiplin sağlanamadığını” söylemiş. Özellikle liselerde “güvenlik problemi”nin baş gösterdiğini..

Binlerce öğrencisi olan okullara gelenlerin “öğrenci olup olmadığının anlaşılmasında” büyük sorun yaşandığını.. Okul içi ve çevresinde “disiplin olaylarında olağanüstü artış” yaşandığını.. “Her gün yeni kıyafet” isteyen öğrenciler yüzünden velilerin zor duruma düştüğünü..

BAŞÖRTÜSÜ VURGUSU

Bunları açıkladıktan sonra “Okullarda başörtüsü serbest olsun ama bu ucube ‘serbest kıyafet uygulaması’ kalksın” demiş. İşte okulların durumunu en yakından bilen kişilerin, kuruluşların kısacık bir sürede gördüğü “serbest kıyafet gerçeği” bu.. Şimdi “ben söylemiştim” demeyip ne yapsın bunları daha önce defalarca tekrarlamış olanlar?

Hepsini tek tek anlatmadık mı? Okul çevrelerine konuşlanan uyuşturucu satıcılarının bile bu durumdan yararlanacağını söylemedik mi, velilerin çekeceği sıkıntıyı hatırlatarak “Kıyafeti serbest bırakan Avrupa ülkeleri veya okulları pişman vaziyette, eskiye dönmeye çalışıyorlar” demedik mi?

YUVAYA KADAR..

Eğitim-Sen Şube Başkanı’nın yaptığı “başörtüsü” vurgusu ise, bu kıyafet serbestliğinin getirilmesinin gerçek nedeni olan “zaten Kur’an derslerinde takılacak olan başörtüsünün bir süre sonra okullarda tümüyle serbest bırakılması”na sıranın nasılsa geleceğidir. Önce liseler, arkasından ilköğretim okulları ve okul öncesi eğitime kadar gidecek bu konu nasılsa.. Mesele bu kadarla kalsa yine iyi..

Küçücük çocuklar bile “kadın” muamelesi görecek, bu “çocuğun kadın sayılması” algısı tüm toplumda yaratılacak.. Sonra da tabii “çocuk gelinler”in, hasta ruhlu yaratıkların kadın yerine koyarak saldırdığı “tecavüze uğrayan çocuklar”ın arkası kesilmeyecek.

Milli Eğitim Bakanlığı sonuçta bu konunun tüm sorumluluğunu taşıyan kurum olacağını unutmamalı. Okullarda serbest kıyafet uygulaması onun için çok önceden uzun uzun tartışılmalıydı, tepeden inme yapılacak değişiklikler olmamalı bunlar!



Ahmet Hakan’ın kendisiyle çelişkisi..

Birkaç gündür yazacağım, bir türlü sıra gelmedi, yeni yılda yazalım.. Daha önce de defalarca yaptığı gibi sanatçılara yüklenme ve hatta “aleyhte kampanya başlatma” fırsatı yakalayınca kaçırmıyor Ahmet Hakan.. Köşelerden-gazetelerden kendisine hakaret olursa onları aşağılayarak (köklü-büyük bir gazetede yazıyor olmanın avantajını da kullanarak) karşı saldırıya geçiyor ama kendisi benzer hakaretleri aynı sırada başkalarına yapmaktan çekinmiyor. Ne “pespaye”si kalıyor, ne “maganda”sı, ne “küstah”lığı, “yeteneksizliği”, “zavallılığı”.. Bunu o kadar çok kişiye ve hatta partiye ve parti genel başkanlarına, siyasetçilere ve sanatçılara (sevdikleri hariç tabii) karşı kampanya halinde yürüttü ki saymak zor.. Son olarak eline Levent Kırca’yı geçirdi, onun “siyasi görüşleri nedeniyle” şu sıralarda işini yapamaması, iktidarın da “ona vurulması”ndan hoşlanacak olması işi kolaylaştırdı, malzeme yaptı Kırca’yı..

BİR DAKİKA..

Yalnız burada duralım, ben Levent Kırca’nın son yaptığı konuşmada, özellikle “benim de işim var, bir karı buldum..” diye başlayan cümlede tutar bir taraf olduğunu düşünüyor değilim, asla söylenmemesi gereken sözlerdi.. Eğer yılların Kırca’sının büyük bir kaza yaptığını, ağzından çıkan korkunç laf için özür dilediğini bilmesem, düşünmesem hele de yılların “kadın hakları savunucusu-aktivisti” olarak, köşesinde bu konulara her zaman öncelik vermiş biri olarak ona ilk cevap yazan ben olurdum..

Her ne kadar son yıllarda görüşmesek de onun böylesi bir hatayı kasten, isteyerek yapmadığına (uzun yıllar yakından tanımış biri olarak da) inanıyorum.. “Siyasi nedenlerle mesleğini yapamıyor olma”nın, siyasi baskılarla ortaya çıkan engellerin hiçbir dönemde görülmediği kadar önüne dikilmiş olmasının psikolojisini ‘kontrol edemeyeceği şekilde’ bozduğunu tahmin ediyorum. Ki psikolojisi bozulmakla beraber kontrol etmeye çalışanların sayısı çok fazla ve sebep olanların da için için mutlu olduklarına hiç şüphe yok..

Bu nedenle arkadaşım olsa da olmasa da bir sanatçıya, yaptığı TV programları, oynadığı oyunlarla bu toplumu yıllarca güldürmüş, takdirle anılmış, sevilmiş bir sanatçıya zor anında bu kadar yüklenilmesini fırsatçılık olarak görüyorum.

YA KENDİSİNE DE OLSA?

Aynen usta bir köşe yazarının 40-50 yıllık meslek hayatında yaptığı tek bir hatayla, yazdığı tek bir cümleyle onu yargısız infaz etmek, bir anda ömür boyu ilmek ilmek işlenmiş bir çabayı silivermek gibi.. Bunu da gördük Türkiye’de çünkü.. Hükümet üyeleri, siyasetçiler kadın-erkek dinlemeden istediklerine ağzına geleni söyler, duyulmamış şekilde hakaret ya da küfür eder, fahiş siyasi hatalar yapar ve 3 cümlelik açıklamayla sıyrılıverir, gazetecisi, sanatçısı ise tek hatada biter.. Böyle bir çelişkiler yumağı içinde yaşıyoruz.

Yani, bugün “yüklenelim, ona yüklenmenin getireceği bir kayıp yok, tam aksine..” diyerek popülist kampanyalar açanlar da bir gün “yüklenilecek” hale gelebilirler, dünya hali bu..

BAHTSIZ BEDEVİ!

İnanmayan varsa; “bahtsız bedevi” sözünün anlamına baksın, bunun ülke yöneten bir siyasetçi tarafından Meclis kürsüsünden bir başka siyasetçiye söylenmesi Levent Kırca’nın sözünden daha mı az yanlıştır?

Başbakan Yardımcısı tarafından Milletvekili Aylin Nazlıaka’ya söylenen söz, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı’nın kadınlara, genç kızlara attığı berbat tweet’ler (sonuncusunda geçen hafta “genelevleri neden kaldırıyorsunuz” diye soran bir kıza “orada mı çalışıyorsun, bu ne merak” dedi) daha mı az yanlış? Her neyse, ben kimseyi savunuyor değilim, herkes kendi hatasının açıklamasını yapar, ben haksızlıklara takılıyorum.. Ahmet Hakan’ın özellikle sanatçılara köşesinden yaptığı kampanyalardan söz ediyorum.. Daha önce hışmına uğrayanların sayısı az değil.. Ama Levent Kırca için yazdığı “Ben ona hiç gülmedim, ona aslında olması gerekenden fazla değer verildi, o muhalif sanatçı değil” benzeri cümlelerde kendi kendisiyle çelişki var. O daha önce yazılarında Kırca’yı takdir etti, onun “muhalif sanatçı” kimliğini övdü, hatta “Nerdesin Levent Kırca, şimdi sen olsan kim bilir neler söyler, neler oynardın” dediği, göklere çıkardığı yazıları ben hatırlıyorum..

Araştırdım, başka hatırlayanlar da var, hem de çok emin şekilde hatırlayanlar var. O nedenle Ahmet Hakan arkadaşımız artık başkalarına kampanya açmamalı, kendine verdiği gazla öyle sürükleniyor, hatta aynı konuda farklı görüş bildiren meslektaşlarını bile öyle yerden yere vuruyor ki, o kıyamet arasında daha önce yazdıklarını da unutuyor. Eğer bunu sürdürecekse bari kampanyalardan önce kendi arşivine bir göz gezdirsin!

Bir de şu çelişki var tabii; birini eleştirirken bunu öyle “cinayet haline” getiriyor ki eleştirdiği yanlışın çok benzerini hakaretleriyle o yazıda kendisi yapıyor, bu da göz gezdirmeye değer!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.