Şampiy10
Magazin
Gündem

Yine doğal gaz faciası!

Giderek derimiz kalınlaştı, duygularımız köreldi, kalplerimiz sertleşti, biz artık “eski biz” değiliz.. Son zamanlarda en kötü olaylar, eskiden gazete manşetlerine “felaket” olarak çıkan haberler bizi etkilemiyor bile.. Film izler gibi izliyoruz “başkalarının” başına gelen kötülükleri..

Öylesine boş gözlerle.. Ne korkunç değil mi? Düşünüyorum da bir de ben kalkıp “sokak hayvanlarını koruyalım” filan diyorum, insanlara karşı duyarsızlaşmış bir toplumda ne kadar etkisi olur ki bunun?

4 ÇOCUK VE ANNE!

Başka ülkede olsa sivil toplum kuruluşları ve medya başta olmak üzere toplum ayağa kalkardı şu “doğal gaz sızıntısından ölen genç anne ve 4 çocuğu” haberine.. İstanbul’un göbeğinde Gaziosmanpaşa’da, 34 yaşındaki anne Hamide Özyapı yemek yaparken doğalgaz ocağı sönünce gaz eve yayılmış ve anne çocuklarıyla ölmüş.

İyi de kardeşim neden bu doğalgaz faciaları da hep Türkiye’de oluyor? Kaç genç, kaç çocuk, kaç yeni evli çift öldü bu yüzden hala bir “önleme çalışması” duymadık, sonsuza kadar mı sürecek bu çağdışı felaket?

DENETİM OLMAZSA..

İGDAŞ “doğalgaz tesisatına kaçak olarak şofben bağlandığını ve baca bağlantısının uygunsuz yapıldığını” söylemiş. Ben de İGDAŞ’a soruyorum, bu kaçak bağlamalar, kaçak bacalar neden Avrupa ülkelerinde olmuyor da bizde oluyor?

Cevabı da “bininci kez” ben vereyim onlara; Batı’da doğalgaz firmaları tek tek her evde o kadar sık ve sıkı denetim yaparlar ve bu tür bir müdahaleye öyle ağır cezalar verilir ki “kaçak şofben bağlanması” söz konusu bile olamaz. Artık bir çalışma yapıp bunları sağlasınlar, biraz sıkılma varsa eğer!

Ilımlı havanın nedeni ‘başkanlık’ mı?

Başbakan Erdoğan’ın çok uzun bir süre sustuktan sonra yaptığı ve “TSK’ya karşı yapılan yargı hataları”ndan söz ettiği konuşması ile ilgili yazıma gelen (Pazartesi yazısının altında da görebilirsiniz) okur yorumlarından bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum. Tabii Başbakan’ın bu konuşmasında söylenenler “özel yetkili mahkemeler”in çok özel yöntemleriyle insanların özgürlüğüne el koymasını ne derece önleyecek, söylenenler burada kalacak mı yoksa bir çözüm yaratacak mı bilmiyoruz ama okurların hatırlattığı noktalar dikkat çekici:

-Başbakan “Bu davaların savcısıyım” demişti..

-“Ayağa kalkmadı, şimdi o tutuklu” diyen kim?

-Fidan’ı feda etmemek için bir günde yasa çıkaran, İlker Başbuğ için kılını kıpırdatmadı. Şimdi kamuyu yanıltmak için demeç veriyor..

-Mehmet Haberal’ın 9 savcıdan tazminat kazanmasından sonra kanun çıkarıp tazminatları devlete ödetenin bu durumdan şikayetçi olduğuna beni kimse inandıramaz.

-Dokunulmazlıkları kaldırma sözü veren Başbakan’a sorulduğunda “yargıya güveni olmadığını” söyledi. Önceleri gidişten memnunken şiraze kaçınca tehlikeyi o da gördü. Ama çok geç, macun tüpten çıktı, yapı çöktü!

BAŞBAKAN GÜVENMİYORSA..

Başkaları da var ama bu kadar alabiliyorum.. Sonuncu yorum bana şunu da hatırlattı; bırakın “özel yetkili” mahkemelerin “hukuka aykırı” olduğu söylenerek kaldırılmasına rağmen bu davaları sürdürmelerine izin verilmesindeki hukuk felaketini, ülkenin Başbakanı’nın güvenmediği yargıya “haksızca” tutuklanmış veya (suçsuzluklarını gösteren delillere bakılmadan) mahkum edilmiş insanların nasıl ve neden güveneceği, zorla güvenmek zorunda bırakılması çok önemli değil midir?

SEBEP SEÇİM Mİ?

Bizler Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadarki tutumunu aniden değiştirerek “özel yetkili” mahkemelerin tutukluluk kararlarını açıktan açığa eleştirmesine yine de olumlu anlamlar yüklemeye çalışırken İngiliz gazetesi Financial Times’da Türkiye’de dikkat çekmeyen noktalarla ilgili bir analiz yazısı yayımlandı.

Bu yazıda Erdoğan’ın “Kürt politikasındaki, Suriye politikasındaki değişimi ve son günlerdeki olumlu havasının nedenleri; 2012’de PKK terörüne 500 şehit vermemiz, ekonomik büyümenin yüzde 3’e düşmesi, Türkiye’nin Suriye’ye tavrı konusunda yalnız kalması olarak değerlendirilirken asıl vurgu “yaklaşan seçimler ve Erdoğan’ın ‘başkan olma’ hevesi”ne yapılıyor.

O zaman düşünüyorsunuz; acaba “başkan olursam değişeceğim, ben de Cumhurbaşkanı Gül gibi daha ılımlı bir politika izleyeceğim, iddia edildiği gibi padişah kesilmeyeceğim” mesajı mı verilmek istenmektedir.

Vallahi azizim, artık politika dediğiniz şey öyle sahne arkası planlarla yürüyor ki herşey olabilir, bakalım hangisi doğru çıkacak!

Yazının devamı...

TSK üzerindeki baskı saklanamaz halde!

Dün Başbakan Erdoğan’ın yıllar geçtikten ve Oramiral Güner istifa ettikten sonra “Bu operasyonlar, uzun tutukluluklar terörle mücadele eden TSK’nın moralini bozuyor, olumsuz etkiliyor, oralara gönderecek subay kalmadı” diyerek yargıyı eleştirdiği konuşmasıyla ilgili yorumlarıma başlamıştım. Yine dün; Oramiral Nusret Güner’in istifasının arkasından 2 paşanın daha, hatta 4 komutanın daha istifa edeceği, Gölcük Tersane Komutanı Şevki Şekerefeli’nin istifasının hazır olduğu ama henüz işleme konulmadığı iddiası basına yansıdı.

TSK ve özellikle Deniz Kuvvetleri üzerinde uzun süredir operasyonlarla, tutuklamalar ve mahkumiyet kararlarıyla yaratılan baskı ve bunun komuta kademesinde neden olduğu olumsuz hava artık “toplu istifalar” boyutuna gelirken Başbakan’ın yaptığı açıklama da uzun süre tartışılacaktır haliyle.. Şimdi dünkü yazının devamını veriyorum..



Dört-beş yıldır tutuklu olmasına rağmen hala hakkında hüküm verilmeyen (verilemeyen) insanlar serbest bırakıldıklarında, ağır hasta ve yaşlı olanlar bırakıldıklarında (Başbakan istiyorsa bırakılacaklardır ama madem ki “yargıda özel yetkiler”e rağmen bile böyle bir karar verilebiliyor, daha önce ölüm döşeğindeki annesini göremeyenler, cezaevinde ağır hastalanıp hayatını kaybedenler olduğunda, Rektör Fatih Hilmioğlu en büyük acıları, hastalıkları yaşarken ve bunlar devamlı yazılırken, ülkenin dünya çapında gururu, organ naklinin mimarı Prof. Haberal hastanede yatarken neden verilmedi?) çektikleri ıstırapları, kaybedilen yılları kim tazmin edecek? Bu soruları çok uzun süredir sormaktayız, Başbakan söyledi diye yeni başlamadık ama o süreler içinde tek bir cevap da verilmedi.

HAKİMLERİ KURTARAN YASA!

Ve tabii Başbakan Erdoğan’ın bu konuşması “yargının iktidardan tamamen bağımsız olduğu” varsayımına dayanıyor ki asıl büyük soru işareti burada.. Yukarda söz ettiğim gibi Hakim ve Savcılar Üst Kurulu bile dahil olmak üzere, tüm yüksek mahkemeler dahil olmak üzere artık yargının “bağımsız” ve “tarafsız” ve de “korkusuz” hareket etme imkanı kalmış mıdır, önce bunu tartışmak gerekir.

Bu bitince, madem ki hakimlerin yanlış karar verdikleri siyasetin en üst noktası tarafından dile getirilmektedir, o zaman neden “yanlış yapan hakimlerin de yargıya hesap vermesi” imkanı yasayla ortadan kaldırıldı, “her vatandaşın yargı karşısında eşit olmasını ve hakkını arayabilmesini gerektiren demokrasi” de buna neden gerek görüldü onu tartışmaya gelir sıra.. Sonra da AİHM’ye kişisel olarak başvurma hakkının neden çok zorlaştırıldığına.. (AİHM’ye çok dava gidiyor mazereti yeterli değil, o zaman da “neden en çok Türkiye’den gidiyor” sorusu var. Cevabı ne bu sorunun?)

BİR DE PKK SORUSU!

Başbakan’ın konuşmasının bir de “terörle mücadele edecek subay kalmadı” boyutu var. Şu sıralarda “PKK ile müzakere” sürecindeyiz ama aynı PKK bir yandan terör saldırılarını sürdürüyor. Daha 7 Ocak’ta Çukurca’da “Karataş üs bölgesi” denilen ayıptır söylemesi kırık dökük bir gecekondu benzeri yerde (yazıklar olsun o gençleri korunmasız şekilde ortada bırakanlara) bir bölüğe saldırdılar. Uzman Çavuş Mehmet Doğan “120 PKK’lıya karşı” aslanlar gibi mücadele ederek bölüğünü korumuş ama nur içinde yatsın, kendisi şehit oldu. Peki bu nasıl bir anlaşma, nasıl bir “kanlı silahları bırakmadan barış süreci”dir? Ne barışı, böyle barış müzakeresi olur mu? Öcalan başka konuşuyor, örgütü ona rağmen eylemi sürdürüyorsa, Başbakan “terörle mücadele edecek subay kalmadı” diyorsa Öcalan’la ne “müzakere”si yapılıyor?

Tabii, içerdeki askerler çıksa bile terörle mücadele edenlere “terörist” etiketi yapıştırılmış olan ülkede bu askerlerin hala canını siper etmesi “iki kat takdir” gerektirir, o da çok boyutlu olayın bir başka açısıdır. Her açıdan bakınca sorular bitecek gibi değil!



PKK ‘Kandil’le görüşülsün’ diyor!

Ben terör örgütüyle yapılan görüşmelerle ilgili yukarıdaki soruları yazarken PKK’nın Kandil sorumlularından Mustafa Karasu “Abdullah Öcalan’ın padişah olmadığını, teröre son verilmesi isteniyorsa kendileriyle de görüşülmesi gerektiğini” açıkladı. Tabii bu lafların anlamını ve ciddiyetini göstermek üzere (Öcalan barıştan söz ederken) Kandil’in terör saldırılarını sürdüreceğini tahmin etmek zor değil. Onun için sınırdaki, terör bölgelerindeki askerleri korumak için devlet her önlemi almalıdır, onları yalnız bırakıp da‘Karataş üs bölgesi’ne döndürmesinler olayı yani.. Yetti artık!

BARIŞ LAFINDAN RAHATSIZ!

Karasu’nun konuştuğu programda BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da “Barıştan değil, çözümden söz edin” diyerek sormuş;

- Çözüm politikanız var mı?

- Kürtlerin temel hakları kabul edilecek mi?

- ‘Güçlünün barışı’ mı yapılmak isteniyor?

Görüldüğü gibi PKK “tek ses” halinde olmadığı gibi BDP de “barış süreci” denmesinden bile rahatsız. Bu konuşmalar da her fırsatta “Öcalan’la barış konuşuyoruz, süreç iyi ilerliyor” denmesindeki çelişkiyi ortaya koyuyor, nedir bu kendimizi mi aldatmaktayız, Hükümet’in artık duruma bir açıklama getirmesi gerekir. PKK ve BDP devamlı açıklama yaptığına ve “sadece Öcalan’la olmaz” dediklerine göre devlet burada her kim ise “süreç Öcalan’la devlet arasında” diyerek zaman kazanıyor görünmesi anlaşılır değildir. O süreçte can kaybı yaşanıyor ve kaybedilen canlar da milletin canına tak ettirdi artık.

Başbakan “terörle mücadele edecek subay kalmadı” diyerek “mücadele”den söz ediyor, aynı anda “müzakere”den söz ediliyor, BDP ve PKK “hem barış süreci deyip hem Kandil’e operasyon olmaz” diyor.. “Hangisi doğru” yarışması mıdır bu?

Yazının devamı...

Yargıdan şikayet binlerce soru doğurur!

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “terörle mücadele eden orduyu olumsuz etkilediğini” söyleyerek “yargının tutumunu ve TSK’ya yapılan operasyonları” sert şekilde eleştirdiği konuşması şüphesiz yalnız son günlerin değil son beş yılın en önemli konuşmalarından biriydi.

Çok geç kalınmış ama GERÇEĞİ “nihayet” ortaya koyan bir konuşma.. Aslında “terörle mücadele edecek subayımız kalmadı, ordunun motivasyonunu da olumsuz etkiliyor, ayrıca artık TSK demokratik parlamenter sistemle uyumlu hale geldi” derken “yargının yanlış yaptığını, hakimlerin yanlış kararlar verdiğini” Başbakan ağzından açıklayan bir konuşma.. Ama içinde o kadar çok soru işaretini bir arada barındırıyor ki insan hangisinden başlayacağını bilemiyor. (Başbakan ‘İlker Başbuğ’dan da söz ettiğine göre bazı gazetelerdeki ‘muvazzaf subaylar’ vurgusu doğru değil, TSK’nın yüzlerce mensubunun tutuklu ve mahkum olmasından söz ettiği düşünülür.)

NE OLDU DA ‘UYUMLU’ OLDU?

Mesela ilk soru; TSK şimdi demokratik sistemle uyumlu olduysa daha önce, örneğin İlker Başbuğ döneminde neden değildi?

Konuşmadaki bu tek cümle bile “rütbe dinlenmeden, ne yapıp yapmadığına, seminere katılıp katılmadığına, dönemin Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının böylesine büyük çapta bir darbe hazırlığı provası yapılmışsa bunu gözden kaçıramayacağına” bakılmadan.. İddialardaki somut yanlışları gösteren bilirkişi raporları bile göz önüne alınmadan, avukatların itirazları ve kendileri doğru dürüst dinlenmeden.. Hakimlerin keyfi şekilde “tutukluğun devamına” diyerek aylar-yıllar boyu subayları, generalleri ve dahi Genelkurmay eski Başkanı’nı cezaevinde tutmasının “TSK’yı demokratik sistemle uyumlu” hale getirdiğinin iması olarak algılanıyor.

Eğer böyleyse zaten Başbakan’ın “aynı konuşmada yargıya tepki gösteriyor” olması büyük çelişki değil midir?

SÖYLEYENLER CEZALANDIRILDI

Başbakan’ın bugün söylediklerini yıllar önce; insanlar önce cezaevine koyulup özgürlükleri ellerinden alındıktan sonra suçlama-iddia aranmaya başladığında, o binlerce sayfalık dosyalar “önce hapis, sonra dosya” haline geldiğinde, yüzlerce subay hapsedilirken o subaylara komuta eden en yüksek kademedeki Özkök ve Yalman bu işlerin dışında tutulduğunda, her gün topraklardan hatta denizlerden “saklanmış silahlar”, döşemelerden belgeler fışkırdığında, sahte CD’ler ortaya çıktığında söyleyen tüm gazeteciler televizyon programlarını, gazete köşelerini kaybettiler.

Televizyonda tarafsız ve kaliteli program kalmayınca ekranları ele geçiren sınırsız özgürlük tanınmış birkaç “özel yetkili” kişi, arkalarına “orduyu içeri tıkma” misyonu edinmiş bazı gazeteleri de alarak gerçekleri söyleyen gazetecileri “tutuklu TSK mensuplarını koruyorlar, öyleyse onlar da darbecidir” benzeri sözlerle yargısız infaza tabi tuttular. Aynı anda medyayı “size de yaparız” gizli tehditleriyle sindirerek bu tepkileri, önlemeye çalıştılar.

HAYDİ ‘U DÖNÜŞÜ’NE..

Yargıya arka çıkıyor gibi görünürken aynı zamanda iktidarın görüşlerini destekliyor, “iktidar partisine arka çıkıyor” gibiydiler.. Benzer tepkiler Hükümet üyeleri tarafından da verildiği için konuşmalar örtüşüyordu da.. Şimdi açıp baksınlar bakalım, bağımsız gazeteciler Başbakan’ın bugün verdiği tepkileri “görevlerini kaybetme ve tüm diğer tehlikeler pahasına” ne zaman ekranlarda söylemeye ve yazmaya başlamışlar? Ve şimdi bakalım Başbakan’ın bu açıklamasından sonra nasıl U dönüşü yapacak, ekranlardan neler yumurtlayacaklar?

Bu ülke yıllar boyu siyasetçilere suikast iddiaları, eyleme gidiyormuş gibi durdurulup aranan askeri araçlar, aranan kozmik odalar ve daha bin çeşit yapay olayla uyudu, uyandı.. O günlerde “evet bize suikast yapılabilir” diyerek bu olaylara gaz veren siyasetçiler yıllar sonra “ben aslında suikast iddiasına inanmamıştım” diyerek ortaya çıktılar. Siyaset bu mudur, Türk toplumuna terörle mücadele eden orduya reva görülen bu mudur? Bu haksızlıkları, hataları bile bile yapınca “darbeye karşı”, yapmayınca “darbeci” olunur mu?

ÖZEL YETKİLİ NE DEMEK?

Yoksa bazı okurlarımızın sorduğu gibi şimdi artık nasılsa “terörle müzakere” gündemde olduğu, toplumda bunun beklentisi olduğu için ordunun “içerde” olmasının anlamı mı kalmamıştır, tepki vereceği şüphesi mi kalkmıştır?.. Eğer yıllar boyu bu haksız ve yanlış operasyonlara ve dahi 300’den fazla askere verilen ağır hapis cezalarına susar, Tokat’taki PKK saldırısında bile yargı sürecini beklemeden “başka örgütler olabilir” der ve yılların sonunda “yargı operasyonlarını” eleştirirseniz bu soruların hepsi gelir akla..

Bu askerleri, gazetecileri, rektörleri, cerrahları tutuklayan, deliller lehlerinde olsa bile umursamadan mahkum eden “özel yetkili” mahkemeler bu kadar sınırsız yetkiyi nereden aldılar? Sonunda “hukuka aykırı” oldukları, hatta “devlet içinde devlet” haline geldikleri açıklanmasına rağmen neden hala bu davaları onların bitirmesi istendi?

YA HSYK, YA ‘YARGI SÜRECİ’?

Madem ki bu mahkemelerin operasyonları, hakimlerin kararları (ondan habersiz kuş bile uçmayan) Başbakan tarafından bile yanlış bulunarak eleştirilmektedir o zaman “referandumdan sonra üyeleri Adalet Bakanlığı bünyesinden isimlerle değiştirilen, başında da Adalet Bakanı’nın bulunduğu HSYK” neden bu hakimler konusunda gerekeni yapmadı?

Yapamıyorsa, yargı üst kurulunun bile karışamadığı mahkemeleri Başbakan’ın eleştirmesi yargıya siyasi müdahale sayılmaz mı ve “baskıya yaramayacaksa” neye yarar? Bunları sormak basının hakkıdır, zira bugüne kadar Hükümet bu davalar konusunda hep “yargı ne derse o olur, yargı sürecini bekleyelim” söylemindeydi, demek ki bu söylemde hata varmış..

Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk da Başbakan Erdoğan’la aynı sırada daha önce de işaret ettiği “Yargı sorunu”nu bir kez daha dile getirdi ve cezaevindeki bu insanların neyle suçlandığını bilmediğini söyleyerek “Aklınız eriyor mu, terörle savaşan bir adamı terörist diye tutukluyorsunuz? Neye dayanıyorsunuz?” diye sordu..

Erdoğan da “Elinde örgüt kurmaktan delil varsa ver hükmü, bitir işi. Ama yoksa yüzlerce subayı içerde tutmak morali bozar” sözleriyle aynı noktaya değiniyor. Ki bütün bunlar sadece Balyoz davası, Casusluk davası için değil, “Ergenekon” davası diye tutuklanan insanlar, Odatv davası diye yıllarca özgürlüğü elinden alınan gazeteciler için de geçerli..

Yıllarca kendileri ve aileleri en ağır şekilde mağdur edilen bu insanlar için “özel yetkili” mahkemeler hangi “KESİN” delillere dayandığını artık bekletmeden açıklamak zorundadır. Aleyhte delillerin sahte olduğu ispatlanmasına karşın bunlara hiç bakmadan verilen 18-20 yıl hapis cezaları da açıklanmalıdır. Yarın devam edecek...



‘İfade özgürlüğü’ davası!

Yargıda yapılan yanlışlardan söz ederken “ifade özgürlüğü” kapsamına giren konuşma veya yazıların dava konusu yapılmasını atlamak olmaz.. Türkiye’nin en başarılı kadın avukatlarında “ilk üç”e girecek, Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’nin kurucusu, yıllardır ülkede kadın haklarını bıkıp usanmadan savunmuş olan Avukat Canan Arın da bu davalardan biriyle uğraşıyor şu sıralarda..

Sebep ne; Türkiye’de küçücük yaşta dedesi yaşında adamlarla zorla evlendirilen kız çocukları, “çocuk gelinleri” anlatırken verdiği örnekler.. Daha doğrusu bu örneklerin “kızları küçük yaşta evlendirme”de temel alınamayacağını söylemesi..

Bu örnekler gazete ve TV’lerde çok kez verilmiş ve halen veriliyor olmasına rağmen ona dava açıldı. Aynen Fazıl Say’a açılması gibi.. Böylesine tanınmış bir kadın hakları savunucusu, çocuklara bile kadın muamelesi yapılan bir ülkede her örneği verebilir, ifade özgürlüğü sınırları içindeki konuşmalar da 21’inci yüzyılda rahatça yapılabilmelidir. Umarım Canan Arın’ı da bunca yıllık çalışmaları için ödüllendireceğimize pişman etmeyiz!

Yazının devamı...

BDP’ye önerileni herkes yapmalı!

Ahmet Türk’ün “barış süreci” denilen “PKK ile anlaşma süreci”nde Hükümeti “Kürtlerin üzerine bomba yağdırdılar” diye suçlaması ortalığı karıştırdı biliyorsunuz. Zaten bu süreç (Oslo görüşmeleri, Öcalan’ın yol haritaları vs’den sonra) tekrar başlar başlamaz Paris’te üç PKK’lı kadına suikast düzenleyenlerin de PKK’lı olması ihtimalinin kuvvetli olduğu Paris Savcısı tarafından açıklanmıştı.

Yani PKK hem süreci kendi baltalıyor, hem de Hükümeti bunu yapmakla suçluyor görüntüsündeydi. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik yaptığı açıklamada “Geçmişte de PKK’nın yönettiği örgüt içi infazları örtmek için bu tip açıklamalar yaptılar. Fransa’daki araştırmaları etkilemeye çalışmaları gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet etmeyecek” dedikten sonra çok önemli iki noktaya değinmiş ki bence bu konuşmanın ana fikri budur..

1- Tüm Kürtler PKK çizgisinde değil ama PKK ile aynı çizgide olmayan Kürt aydınları ya tehdit ediliyor, ya sıkıntılı duruma düşürmek için gayret gösteriliyor.

2- Bundan sonra bu süreç içinde “Hükümeti suçlayıcı açıklamalar” yapmasınlar. (Bu konuşmada Çelik “PKK’nın-Öcalan’ın yanında süreçte biz de olmalıyız” diyen BDP’nin daha önce söyledikleriyle çelişkisini de vurguluyor.)

ÇOĞUNLUK İSTEMİYORSA..

Burada “Kürt sorunu net olarak nedir” sorusu geliyor akla. Zira Hüseyin Çelik’in sözlerinden de çıkan sonuca göre başlatılan süreç aslında “PKK ile anlaşma” sürecidir. Okurumuz Selçuk Tınaz “Muhatap PKK.. Ama sorunun tanımı tam olarak yapılmadığı için çözümün ne olacağı da bir türlü söylenemiyor. TV’lerden ‘Merak etmeyin Kürtlerin büyük çoğunluğu Türkiyeden ayrılmayı istemiyor’ denmekte.. Eğer Kürtlerin çoğunluğu Türkiye’nin geri kalanıyla birlikte yaşamak istiyorsa bu sorunun adını Kürt sorunu koymak hiç mantıklı değil. Eğer Kürt sorunu Kürtlerin bir toprak parçasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyetinden ayrılmaları değilse nedir” diye soruyor ve bu soruya cevap alınamadığını belirtiyor.

Bu sorunun cevabını tüm toplum merak ediyor aslında ve bütün bu karşılıklı görüşmeler-çekişmeler sürerken de Hükümet tarafından açıklanması gerekiyor. Tamam, olumlu görünen bir süreç başladı ama “bu süreci başlatan sorunun tam tanımı” nedir?.. Açılım süreci “yetersiz” olduğuna, oradaki vaatler PKK tarafından beğenilmediğine ve terör bugüne gelinene kadar artarak sürdürüldüğüne göre onlara fikir değiştirten vaat ne oldu? Bunu öğrenmek “her gelişmeyi peşinen kabul etmesi” beklenen toplumun hakkıdır.

BASKIDAN ŞİKAYET OLUYOR DEMEK Kİ..

Dönelim Hüseyin Çelik’in iki madde halinde yazdığım vurgularına.. “PKK ile aynı görüşte olmayan Kürt aydınlara” ne yapıldığını bildirmiş. Aslında tabii bu konuda sadece PKK lideri Öcalan’ın “yeni yol haritası”na uyulması gerektiğini, farklı görüşteki Kürt aydınlar dahil başka kimsenin görüşünün önemli olmadığını en iyi “masaya oturanlar”ın bilmesi gerekir.

Onunla görüşmeyi MİT yapıyor ama MİT’in nereye bağlı olduğu ve kim tarafından gönderildiği belli. Burada dikkat çeken şu; Bugün siyasi muhatap olarak devletle masaya otursa da PKK “terörle özdeşleşmiş” bir örgüt ve böyle bir örgütün “farklı görüşteki Kürt aydınları” tehditle ve her yöntemle susturmaya çalışmasına şaşılamaz.

Ama Türkiye’de ülkeyi yöneten iktidar partisinin de“farklı görüşteki aydınlara, gazetecilere, sivil toplum kuruluşlarına, partilere, hatta yargıya” siyasi baskı uyguladığı, aydınların-gazetecilerin işlerini bile bu nedenle kaybettiği biliniyor. Hatta HSYK üyelerinin Adalet Bakanlığı bünyesinden seçilerek değiştirilmesi, başında da Bakan’ın bulunması bile başlı başına “yargıya ağır bir siyasi baskı” olduğunu gösterir. Bir yanda bu tablo dururken diğer tarafta “PKK’nın Kürt aydınlara yaptığı benzer baskıları” kınamak çelişki yaratıyor değil mi?

DÜRÜST SİYASETİ ÖZLERKEN..

Aynen Hükümet’in bir yanda “BDP’nin kendilerini suçlamamasını” isterken diğer tarafta CHP’yi “Milletvekiliniz Aygün PKK’lı aileye taziyeye gitti, kusura bakmayın üzüm üzüme baka baka kararır” sözleriyle “PKK sempatizanı parti” gibi gösterme, bu şekilde suç yaratma çabası gibi..

Bir milletvekilinin özgür iradesiyle yaptığı bir eylem (hukuk dışı durum yoksa bir şey söylemek de zaten mümkün değil, hukuk dışı ise neden Hükümet görüşüyor sorusu çıkar) eğer partiye zarar veriyorsa bunu o parti düşünür ama.. Kendisi “PKK ile masaya oturma” kararı vermiş ve “herkes bu süreci desteklesin” diyen, Ana Muhalefet Partisi bir soru sorduğunda bile onları “süreci baltalamak”la suçlayan iktidar partisinin “Milletvekili Aygün’ün kararını partisine mal ederek açıkça suçlama yapması” tam bir çelişki olarak görünüyor.

“Bu ne perhiz, ne lahana turşusu” denecek bir çelişki.. Ama “referandum öncesinden başlayarak” bir yandan PKK ile görüşme yapıp diğer tarafta rakiplerine “aynı görüşteler” suçlamasını öyle kolay yapıştırdılar ki artık bu büyük çelişkiler bile şaşırtmıyor. Türkiye’de “dürüst siyasete özlem” duyulurken siyaset ne hale geldi, ben artık anlamıyorum.



Kedileri inceleyen uzmanların sözleri..

İki gün önceki yazımda ‘bu sevimli ama çoğu sokaklarda bakımsız haldeki hayvancıkları koruma duygumuzu arttıracağı ümidiyle’ mümkün oldukça kedilerle ilgili sözler yazacağımı belirtmiştim, işte üç “kedi atasözü”..

-Bir köpek sizi eğlendirebilir ama bir kediyi siz eğlendirmelisiniz.. George Mikes

-Kediler nazik “efendi”lerdir, yerinizi bildiğiniz sürece.. Paul Gray

-Burada kedilere nasıl davrandığımız, cennetteki statümüzü belirleyecektir.. Robert A. Heinlein



Üç günlük kaçış!

Sevgili okurlarım, seyahatte olduğum için yazılarıma iki gün ara veriyorum, Pazartesi’ye buluşmak üzere.. RM

Yazının devamı...

Yanlış karar veren hakim hesabını vermelidir!

Önce ABD ’de “kız arkadaşına tecavüz eden” Metin Rıza Gürel’in hapis cezasını “mağdur yeterince direnmemiş” gerekçesiyle 16 yıldan 6 yıla indiren yargıç Johnson’a “uyarı cezası” verildiği haberiyle başlamak istiyorum.

ABD’yi karıştıran böyle bir yargı olayında suçlunun orada bile “bir Türk olması” çok üzücü, nasıl isterseniz öyle yorumlayın ama burada “Türk yargısının da, yasa yapıcıların da ders alması gereken” önemli bir tablo var ortada..

YARGI BÖYLEYSE YARGIDIR!

Tecavüze uğrayan genç kadın olay sırasında halen “sanığın kız arkadaşı” .. Buna rağmen “kadının isteği dışında zorla gerçekleşen” bir ilişkiye 16 yıl yerine sadece “6 yıl” hapis cezası verilmesi kabul edilmiyor ve yargıç uyarılıyor. İşte adalet ve gerçek yargı budur.

Türkiye’de ise kendisiyle hiçbir bağlantısı olmayan, sokakta görüp peşine düştüğü kadınlara, öğrencilere, öğretmenlere (ülkenin öbür ucuna kaçsalar bile izleyerek) tecavüz eden ya da tecavüz sonrası öldüren , hatta saldırısını sokakta yapan sapıklara , küçücük kızlara saldıranlara , küçük yaşta kızları başlık parası karşılığı yaşlı erkeklerle evlendirenlere , “çocuklara toplu tecavüz eden ahlaksızlara” bile her türlü hukuk dışı sebep ayarlanarak tekrar halk arasına salıveriliyorlar.

HUKUK DEVLETİYLE FARKIMIZ..

Böyle büyük bir suç işleyen, çocukların-kadınların ve ailelerinin hayatını mahveden hasta ruhlu kişilerin, “18 yaş altı olsalar bile” serbest bırakılması yalnızca adaletsizlik değil, “suçu önemsiz göstererek” yayılmasına, tekrarlanmasına yol açmaktır. Ki ABD örneğinde görüldüğü gibi derhal “uyarı cezası” almaları, hatanın devamı halinde “kendilerinin de yargılanması” gerekir.

Bugüne karda defalarca söyledik bunu ama Türkiye’de hakimleri devlet korumasına alan ve dava açılmasını önleyen bir yasa bile çıkarıldı. İşte “demokratik, gerçek hukuk devletleri” ile aramızdaki en önemli fark burada ortaya çıkmıştır! Bu durum derhal değiştirilmediği, toplum ile medya hala duyarsızca sustuğu ve izlediği takdirde daha yıllarca sapıkların çocuk ve kadınlara saldırmasını, bu “yargı destekli” tecavüz ve felaket olaylarını izlemekten kurtulamayacağız!

Şimdi ABD’deki haberden önce yazdıklarımı paylaşalım..

TEKRAR KOMİSYONA GELİYOR..

Geçen salı AKP İstanbul Milletvekili Alev Dedegil aradı, aynı hafta Pazar gün yayımlanan “Hadım Yasası Adalet Komisyonu’ndan geçti” konulu yazım üzerine konuştuk. Dedegil, Hadım Yasası teklifini Aşkın Asan’la birlikte hazırlayan milletvekili.. Bu haberi ben bir kadın örgütü başkanından gelen mail üzerine internetten araştırarak yazmıştım, oysa henüz tasarı Komisyonda kabul edilmemiş, bununla birlikte Alev Dedegil “Teklifin Komisyona bugünlerde geleceğini, yazılmasının ‘yaşananları ve daha önce yapılan yanlışları hatırlatması açısından’ iyi olduğunu” belirtti.

HADIM EN UYGUN CEZA!

Ülke çapında çok daha sık görülmeye başlanan kadın ve çocuk tecavüzlerinin önlenmesi, bu suçların cezalarının arttırılması, özellikle de tecavüz suçu işleyenlerin “ilaçla hadım edilmesi” konularında yoğun şekilde çalıştıklarını anlattı. Bu konu son derece önemli.. Çocuk ve kadın tecavüzleri konusu ele alınırken “aile içi tecavüz” ün artık gizlenmemesi, açık ve net şekilde tartışılması, verilecek ağır cezaların (öyle korkunç olaylar anlatılıyor ki hadım “aile içi tecavüz suçluları” için de uygundur) kararlaştırılması ve caydırıcılık açısından bunların topluma en iyi şekilde duyurulması gerekiyor. Aynen yıllarca “töre cinayeti” adı altında “namusunu temizleme” bahanesiyle kadın ve çocuk yaşta kızların hem tecavüz mağduru olup hem de öldürülmesine ilgisiz kalındığı, hafif cezalar verilerek neredeyse teşvik edildiği gibi aile içi tecavüz ve diğerlerine de sessiz kalınıyor.

YA ÇOCUKLARIN İNSAN HAKLARI?

Bunca felaket haberinden sonra hala “tecavüzcüye hadım cezası” dendiğinde bile ortaya çıkıp “ama efendim insan haklarına aykırı” diyen işgüzarlar görülebiliyor. Tecavüz suçu işleyenlere az ceza verilmesi için “kesik ve ani hareketlerle işlenmişse ceza indirilsin” saçmalıkları duyulabiliyor. Türkiye gibi “AB üyeliği isteyen, çağdaş olduğunu iddia eden” bir ülke bunları aşmak zorundadır artık. Dünyaya rezil olmak, çağdışı kalmış ülkeler arasında boy göstermek istemiyorsa, Meclis’i durumun ciddiyetini fark ediyorsa tabii! Bu kez TBMM Adalet Komisyonu ’nda aynı garabet haberleri duymayalım lütfen!



Filozoflar kadar akıllı!

Çok sevdiğim ve benim tüm hayvanlar gibi kedileri de sevdiğimi ve koruduğumu bilen Deniz Adanalı yılbaşında bana küçük bir kedi takvimi verdi .. Günü geçince o sayfayı koparacağınız, ama üzerinde muhteşem kedi fotoğrafları ve onlarla ilgili çok hoş sözler olduğu için benim koparamadığım minnacık bir takvim.

Sokak kedileri o kadar korunmaya muhtaç ve o kadar bakımsızlar ki, öyle aç ve hasta kalabiliyorlar ki belki “onlara yardım edilmesini”, ne kadar “özel ve sevgi dolu hayvanlar olduklarının fark edilmesini” sağlayabilirim diye sizinle bu takvimi paylaşmaya karar verdim. Bundan sonra zaman zaman (mümkünse her zaman) kedilerle ilgili sözler ve resimler bulacaksınız burada..

İşte bunlardan ikisi; “Çok sayıda filozof ve kediyi inceledim. Kediler şüphe götürmeyecek şekilde sınırsız bir akla sahip. Hippolyte Taine”

“Burada kedilere nasıl davrandığımız cennetteki statümüzü belirleyecektir. Robert A. Heinlein”..

Tabii aynı şekilde sokak köpeklerini de korumamız gerekiyor. Evlerine aldıkları kedi ve köpekleri bile sıkılınca sokağa, parka atıveren sorumsuz ve bencil insanların çok olduğu bir ülkede, yüzlerce-binlerce kedi ve köpeğin ormanlara, dağlara atıldığı , yaz bitince yazlık yerlerde aç-susuz kaderine terk edildiği bir ülkede yardımsever, hayvan sever, sorumlu insanlara çok ihtiyaç var.

PET SHOP YERİNE EVLER..

İngiltere’de ülke çapında on binlerce hayvan sever aile birleşerek yıllar önce bir “kedileri koruma organizasyonu” kurmuşlar. Bahçesi veya evi müsait olanlar odlarına-bahçelerine bakıma muhtaç kedi yavrularını alıyor, sonra bunları internetten fotoğraflarıyla duyuruyor ve kedi almak isteyenler “pet shop” lardan alacaklarına bu evlerden kedi alıyorlar.

Bunun dışında o organizasyon yine ülke çapında yayılmış gönüllü şubeleriyle “milyonlarca pound” bağış toplayarak sokaklardaki tüm kimsesiz hayvanları korumak için de çalışıyor. Böyle olunca sokaklarda perişan yavrular kalmıyor ve ayrıca hayvanları küçücük kafeslere hapsederek, sıcak ve soğukta geceleri de bırakarak para kazanmayı düşünenler de bunu yapamıyor.

Keşke Türkiye’de de aynı şey yapılabilse.. İnsanlar yalnızca kendilerini düşünerek, “tüm dış etkilerden korunarak” steril hayatlara özenerek yaşamasa ve sokak hayvanlarına da yardım etse. Siz “yardım edenlerden” olun!

Yazının devamı...

Darbeye karşı olan ‘hukuk’a saygılıdır!

Aynen böyledir; darbelere karşı iseniz mutlaka “demokrasi”ye, demokrasinin bir numaralı şartı olan “insan hakkına ve hukuka” saygılı olmanız gerekir. Elbette bunlara saygılı hiç kimse, hele de “darbelerin mağduru” olmuş kişiler bir darbeyi, muhtırayı veya darbe teşebbüsünü onaylamaz. Ama darbeye karşı olmak da hiçbir zaman “bir başka haksızlığı, hukuksuzluğu destekleme ya da göz yummak” demek değildir.

Artık herkes biliyor ki özel yetkili mahkemeler “hukuka aykırı bulunarak ve Hükümet üyeleri tarafından da bu açıkça söylenerek” kaldırıldı. Buna rağmen “hukuka aykırı” bu mahkemelerin yıllar boyu ülkenin gazetecilerini, bilim adamlarını, milletvekillerini, askerlerini, rektörlerini yargılamasına izin verilmesi inanılmayacak kadar fahiş bir hukuk ayıbıdır.

ANNESİNİ GÖREMEDEN..

Darbe hazırlığı vardı iddiasıyla hapsedilen yüzlerce askere ceza çektirilirken o dönemin asıl sorumlusu olanların dışarıda olması ve tanık olarak mahkemeye çağrılmamaları bir başka hukuk ayıbıdır.. Onlara ayrıcalık tanınırken ağır hasta olan ve evladını da cezaevindeyken kaybeden Fatih Hilmioğlu hala acımasızca hapis tutuluyor, kaç kişi tutuklu halde hastalandı, hayatını kaybedenler, ölüm döşeğindeki annesini son bir kez görmesine bile izin verilmeyenler oldu.

Ve şu anda özel yetkili mahkemeler kaldırılmasına rağmen hala bu davalar için karar mercii olmalarına izin verilmesi de, bu mahkemelerin insanlara neredeyse ömür boyu hapis cezası verme aşamasında “bize yetecek kadar bilgi aldık, diğerlerine bakmamıza gerek yok” diyebilmeleri de dünya çapında bir başka hukuksuzluktur. Peki bunca hukuksuzluk hali hazırda ortadayken çıkıp da “darbeler demokrasi dışıdır, buna karşıyız” demek kadar büyük çelişki olur mu?

GENELKURMAY YALANLADI AMA..

Mahkemenin gerekçeli kararında “Balyoz Davası’nda sanıkların sahte olduğunu öne sürdüğü delillerin aslı Genelkurmay’da, mahkemeye de gönderildi” demesinden sonra Genelkurmay’ın bunu yalanladığını “Balyoz Güvenlik Harekat Planı diye bir bölüm olmadığı, Oraj ve Suga isminde eylem planları da olmadığı” açıklaması yaptığını biliyoruz.. Oysa “özel yetkili” mahkeme (verilmiş özel yetkiyi kötüye kullanır gibi) bu “yalanlanan” planlara göre ve “iddialardaki belgelerin sahte, bilgilerin yanlışlarla dolu olduğunu ortaya koyan raporlara” rağmen tam 365 askere 6 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası verdi. (Her gün çok sayıda mektup geliyor Balyoz sanıklarından.. Hepsinde “mahkumiyet nedeni olarak gösterilen” bu sahte delillerin maddeler halinde yazılarak çürütüldüğü görülüyor. Bunları mahkeme de bildiğine göre Balyoz Davası’na gerçeklerin ışığında yeniden bakılması gerekmiyor mu? Adalet adına?)

Harp Akademileri eski Komutanı emekli Org. Bilgin Balanlı hakkında yine Balyoz davasında “2007’den sonra Bilvanis Çiftliği’nin onun talimatıyla izlenmesi” öne sürülerek, Oraj Eylem Planı nedeniyle ve flash disk belgesi ‘delil kabul edilerek’ hüküm verilmiş.

Balanlı ve avukatı “Bu flash disk belgesinin de Türk Hava Kuvvetleri tarafından incelendiğini ve sahte olduğunun bildirildiğini”, ayrıca Bilvanis Çiftliği’nin 2003-2006 arasında “tarikat merkezi olduğu ve irticai faaliyet gösterdiği” iddiasıyla Hükümet’in de bilgisi dahilinde MGK kararıyla MİT, Emniyet Müdürlüğü ve Jandarma tarafından takip edildiğini ama bu izlemenin 2006’da bittiğini açıklamışlar.

SAHTE BELGE, BELGE OLUR MU?

Net şekilde görülüyor ki ortada özel yetkili mahkemelerin hukuka aykırı olmasından başlayıp sahte belgelerin gerçek kabul edilmesiyle süren ve Genelkurmay tarafından örneğin burada “Oraj diye bir plan yoktur” denmesine rağmen varmış gibi kabul edilerek hazırlanan gerekçeli karara, verilen hükme kadar bir dizi hukuksuzluk mevcut.

Şimdi, tamam darbeye hatta “yapılmamış sadece yapılacağı iddia edilen” darbeye bile karşı olalım ama bu da bir yandan hukuk çiğnenirken diğer tarafta “bakın darbeleri önledik, yapma ihtimali hatta aklından geçirme ihtimali olanları bile içeri tıktık” demek için, bunu mazur görmek için neden olamaz.

Hele de darbe yapmış, muhtıra vermiş Genelkurmay Başkanları serbestçe dolaşırken.. Hele de dönemin Genelkurmay Başkanı’na dokunulmamış ama askerler “28 Şubat darbedir” denerek cezaevine konmuşken..

Hukuk böyle keyfe göre çiğnenir, sahte deliller delil sayılır, kimin ortaya attığı belirsiz iddialar yargı tarafından kabul görür ama diğer tarafta bilirkişi raporları bile dikkate alınmadan hüküm verilirse bu toplum neye güvenecek, biri açıklayabilir mi?



Ne iki yüzlülük ama!

Kanımı donduran şeylerin başında yalan ve iki yüzlülük gelir. Bizim ülkede de çok sık oluyor, olaylar açıkça belliyken, her şey görülüyorken bile birileri çıkar ve herkesi aptal yerine koyarak olaylara başka kılıflar giydirir, olduğundan farklı gösterir.

Gözlerin içine baka baka yalan söyler ve inanılmasını bekler. Tabii bunun 21’inci yüzyılda bile hala yapılabiliyor olmasının nedeni hala “yalana kolayca, sorgulamadan inanan büyük kitleler”in olmasıdır, bu da var ne yazık ki..

Sonradan çıkıp “tüh ben inanmıştım, nasıl da yanılmışım” diye kitaplar, köşe yazıları döşeniliyor ama iş işten geçmiş oluyor. Bu kafalar süs müdür, neden zamanında kullanılmaz, orasını sormayın.

ÇARŞAF BASKISI!

Nereden aklıma geldi bunlar, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın İran’da üniversite öğrencilerine yönelik “çarşaf giyme baskısı”nı eleştiren konuşmasından.. Kısa süre önce haberdi, dikkatimi çektiği için saklamışım.. Diyor ki; “Bazı üniversitelerde kızlar çarşaf giymeye zorlanıyor, bunu zorla yapıyorlar. Baskıyla gerçekleşen tercihin değeri yoktur.”

İşte mesela bunu duyunca insan anında “yok ya, kimi kekliyorsun” tepkisi veriyor. Sen değil misin çarşaflı kadının kolu biraz kısa olsa, saçı biraz görünse kadınların peşine devrim polislerini takan, hapisle tehdit ettiren?

Sen değil misin renkli çarşafı, türbanı, gözlüğü kadınlara yasaklayıp “tek tip kara çarşaf” diye tutturan, kadınları “kıyafet kurala uymamış” diye tutuklatan? Stadyumları, kafeleri hatta nargile içmeyi kadınlara yasaklatan, erkeklere blucini, modern saç kesimini yasaklayan? Gösterilere katılan kadınları kırbaçlatan, üniversiteye giren kadın sayısına sınırlama getiren, üniversitede tiyatro çalışmasına bile izin vermeyen? Şimdi mi baskıya karşı çıkıyor veya “öyle görünme” gereği duyuyorsun?

İki yüzlülük, yalanı halkına yutturacağına inanmak insanlara böyle büyük yalanlar söyletebiliyor, Allah her ülkeyi korusun bunlardan!

Yazının devamı...

Hükümet istese program yapardı!

Levent Kırca son olarak geçtiğimiz hafta Fatih Altaylı’nın programında onunla sürdürdüğü garip çekişmeyle gündeme oturdu.. Beyaz TV’de örneğin her akşam birileri başka birilerine ağzına geleni söylüyor ve kimse de rahatsız olmuyor ama nedense Levent Kırca’nın her cümlesi olay oluyor.

Neyse, o da zaten bu durumdan memnun görünerek devamlı yeni konular, yeni sebepler yarattığına göre mesele yok, kendisini ilgilendirir, böyle sürüp gidecek demek ki.. Perşembe günü yine (her konuşmada yazmayı ihmal etmeyen) aynı meslektaşımız Levent Kırca ile ilgili bir yazı daha yazmış, ona olan tüm öfkesini ortaya koymuştu. Bu da sürüp gittiğine göre “yazan kişiyi” ilgilendirir ama o yazıda dikkat çeken ama öylesine geçiştirilmiş önemli bir nokta vardı..

HER HÜKÜMETE MUHALİF!

Diyordu ki; “Eğer Fox adlı kanalda hükümete yolladığı ‘mavi boncuklar’ hükümet tarafından kabul görseydi, bugün program yapmaya devam edecek ve İşçi Partisi rozetini de asla yakasına takmayacaktı.”

Sonra diyordu ki; “Fakat ‘süper tahammülsüz’ hükümet, onun gibi miadı dolmuş birine dahi tahammül edememiştir.. O da mecburiyetten muhalif olmuştur.” Şimdi, diğer herşeyi bırakalım, bugün kızıyor olabilirsiniz ama “ne demiş, ne yapmış olursa olsun” kimseye ve yıllarca ilgiyle izlenmiş bir tiyatro sanatçısına haksızlık yapmamak gerekir. Levent Kırca her dönemde, her hükümete muhalif olmuş, tüm liderleri (hatta eşlerini de katarak) en komik şekilde taklit etmiş, her dönemdeki saçmalıkları, yanlışları skeçlerle göstermiş ve aslında verdiği her mesajı “sanatın, sanatçılığın gereği” olarak görmüştür.

Bunu not edelim.. Sonra bu meslektaşımız “hükümetin (kendisine göre miadı dolmuş) sanatçıya bu kadar tahammülsüz olmasına” pek az değinerek onunla ilgili olumsuz yorumlarını maddeler halinde sıralamaya devam etmiş.

DEMOKRASİ DEĞİL!

Oysa bu noktanın üstünde (Levent Kırca kadar olmasa da) daha fazla durabilir, hükümetin sadece sanatçılara değil, aynı şekilde her hükümet döneminde gündemi tarafsız yorumlayan ve gerekli eleştirileri yapan medyanın bugün görevini bu şekilde sürdürmesine de, hatta “gerçeklerin bilimsel açıdan çekinmeden yorumlanmasına” da, üçüncü erk yargıya da tahammülsüz olduğunu, buna ise “demokrasi” değil, “otokrasi” denebileceğini yazabilirdi mesela..

Bu nedenle ekranlarda sadece “iktidarın her icraatını öven bir iki isim” kaldığını, üniversitelerde öğretim üyesi olan değerli siyaset bilimcilerin, sosyologların TV’lerde olayları yorumlamaktan kaçındığını ve zaten artık hiçbir kanalın böyle tarafsız yorumları istemediğini yazabilirdi.

MAVİ BONCUK FELAKETİ

“Eğer mavi boncuklar hükümet tarafından kabul görseydi, program yapmaya devam ediyor olacaktı” cümlesinin demokrasi adına başlı başına bir felaket olduğunu, bir hükümetin demokratik ülkelerde asla TV kanalları, hem de tüm TV kanalları ve gazeteler üzerinde böyle bir baskı kuramayacağını, halkın haber alma özgürlüğüne ve ekran tercihlerine siyasi ipotek konamayacağını okuyucusuna anlatabilirdi. Ama tam ifadeyle, açık ve net anlatamayışının sebebi de yine o “mavi boncuklu cümle”dir.

Yani, anlatırsan senin program da gider azizim, nokta son!

BÜYÜK HATA NEYDİ?

Bu arada, “Levent Kırca’nın artık yeteri kadar izlenmediğinin, miadını doldurduğunun” gazete ve TV’lerden iddia edilmesi konusunda kişisel düşüncem şöyledir; Levent Kırca’nın yaptığı en büyük hata eski eşi Oya Başar’la ayrılırken yıllar süren ekran birlikteliklerini bozması oldu. Bunu arkadaşım Oya Başar’a da söylemiştim, evlilikleri bitse de profesyonel sanat beraberlikleri sürmeliydi.

Kırca “yalnız başına da aynı başarıyı sağlayacağını” düşündü, başarısında Oya Başar’ın büyük rolünü fark edemedi ve o parlak günleri bir daha yakalayamadı. Bence bugün bile bir TV kanalı ikisini bir araya getirip aynı programı başlatsa ve eski günlerindeki “daha özgür ve baskıdan uzak” ortam mevcut olsa, eleştirilerini-taklitlerini aynen yapabilseler, bunları söyleyenleri yine mahcup edebilirlerdi. Ama her iki tarafın yanaşmayacağını ve zaten o ortama izin verilmeyeceğini biliyorum.

Bir de.. Kırca her konuştuğunda onun sanatçı kimliğine verip veriştiriliyor ama artık “İşçi Partili siyasetçi” kimliğiyle konuşmuyor mu?



Fatih Belediyesi hayvanları korumalı!

Fatih’te oturan tanıdıklarım devamlı olarak ““Fatih Camii civarındaki çok sayıda kedinin” hasta, aç ve çok bakımsız olduğunu, kimseciklerin onlarla ilgilenmediğini söyleyip duruyorlar.

Ben tek kişi olarak bile oturduğum sitede görüş mesafemdeki tüm hayvanları, eski sitemdeki ve sokakta gördüğüm tüm hayvanları beslemeye, hasta olanlara ilaç vermeye çalışıyorum. Bahçemde, evimde 25-30 kediye bakıyor, onlara sığınacakları köşeler yapıyor, annesini kaybetmiş bebek kedileri hemen alıyorum. Ne olacak ki, onlar da bir köşede yaşıyorlar, hayatları kurtuluyor.

İNSANLAR İSTESE...

Bu çok zor bir iş değil. Eğer herkes evindeki yemek artıklarını bir gazete üzerinde kedi ve köpeklere verse, onlara bir kutu, bir kulübe koyabilse çok sayıda hayvan perişanlıktan kurtulabilirdi. Gözü akan kediler genellikle grip oldukları için gözleri akıyor, onlara bir enjektörle (büyüklere 1 ml, küçüklere 0.5) Zitromax 5 gün verilse iyileşirler, bunu da, bakımlarını da belediyeler yapabilir.

Fatih Belediyesi de kolayca yapabilir, yakında sokak kedi ve köpekleri için çok şey yapan belediyeleri yazacağım. Onlar nasıl başarıyor? Sadece kendimizi düşünerek, belediyeler de sadece “oy getirecek konuları” düşünerek yaşayamayız.

DİNDAR TÜM CANLILARI KORUR!

Fatih “dindar insanların çoğunlukta olduğu” bir semt olarak bilinir. Onlara “Hz. Peygamber’in hayvanlara nasıl önem verdiğini, bir seferden dönerken bile önce atları elleriyle yıkayıp doyurduğunu, sonra kendisinin yemek yediğini” bir kez daha hatırlatmak gerekir mi?

Lütfen çaresiz sokak hayvanlarını koruyalım, lütfen!!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.