Yok artık, her haksızlığı, hukuksuzluğu, akla hayale gelmeyecek en rezalet olayları görmüş, yaşamış bir ülke olan Türkiye’ye bile skandalın bu kadarı fazla!
Biliyorsunuz “Ergenekon, Ergenekon” diye yıllarca ortaya saklanmış belgeler, silahlar (!) saçılarak, evler aranıp bilgisayarlar ve evlerdeki tüm CD’ler tiftik tiftik edilerek.. “Özel misyonlu” gibi çalışan bazı gazete ve gazeteci ve akademisyenlerle “Ergenekon tutuklusu” diye cezaevine atılan insanlar yargısız infazlarla ilk andan itibaren “suçlu” ilan edilip onurlarıyla oynanarak.. Türkan Saylan gibi bir “sivil toplum kahramanı”, ülkeye sayısız hizmet vermiş değerli bir bilim kadını hayatının son günlerinde en ağır suçlamalarla ve evi aranıp mağdur edilerek.. Diğerleri sabahın beşinde ev aramaları ve tutuklamalarla hayatından bezdirilip, kimileri bu saçmalıktan kurtulmak için yurt dışına kaçmak zorunda bırakılarak sürdürülen bu operasyon nedeniyle hayatının beş yılını cezaevinde tüketenler var..
Bunlar olurken insaflı ve sağduyulu gazeteciler defalarca “Kardeşim sadece ‘bir kaybolup bir ortaya çıkan, ne olduğu belirsiz bir hahamın sözleriyle bu kadar insanın hayatıyla nasıl oynarsınız, dört beş yılda hala mahkum edecek delilleri çıkaramadığınız, Ergenekon ‘terör örgütü’ diyebileceğiniz kanıtları bulamadığınız halde onların ve ailelerinin hayatından yılları nasıl çalarsınız” diye defalarca yazdı, çizdi.
SİZ DE ERGENEKONCUSUNUZ
En deneyimli hukukçular “Bu adalet değil” diye açıklamalar yaptı.. Ve bunları kim yapsa hepsi ya işini kaybetti, ya başına bir çok “faili meçhul olay” geldi veya bu düzeni sürdürenlerin maşaları (ki bunlar hep aynı, bilindik isimlerdir) tarafından “onları koruyorsanız siz de Ergenekoncusunuz” şeklinde hedef göstermelerle sindirilmeye çalışıldı.
KİM BU ‘DEVLET’?
Oysa işe bakın ki yıllar sonra o yalancı haham yeniden ortaya çıkıverdi.. Hem de tesadüfe bakın ki tam Balyoz davası tutukluları, hüküm giydirilmiş generalleri, askerleri için zirveden “onlara haksızlık oluyor, ordunun morali bozuluyor” veya “bir suçları, günahları yoktur” denildiği sıralarda.. Yani iki davadaki paralel gelişmeler gözden kaçacak gibi değil.
Haham Tuncay Güney diyor ki; “Ergenekon davası bir projeydi, bitti artık. İçerdekilerin çıkması gerekir. Ben vicdanen rahatsızım, işkence görmeseydim o konuşmaları yapmazdım. Ergenekon’un temeli sayılan, Emniyette verdiğim ifade geçersizdir. Devlet beni kullandı. Türkiye’de adalet aramak, genelevde bakire aramaktan farksızdır.”
CİNAYETTEN FARKSIZ
Bu skandalın, bu haksızlığın-hukuksuzluğun büyüklüğü “CİNAYET” denecek kadar dehşet vericidir. Bu topluma ve hapse tıkılıp yıllarca özgürlüğüne el konan insanlara reva görülen şeyin adı sadece “hukuksuzluk” değildir, bu “insan hakları katliamı”dır, bu ancak adaletin tümüyle ortadan kalktığı dikta rejimlerinde görülebilecek çağdışı, demokrasi dışı, insanlık dışı bir operasyondur.
Şimdi o; tuvaleti içinde, suyu akmayan bir karış hücrelerde yaşamaya mahkum edilmiş suçsuz insanları hiçbir “ÖZEL YETKİ” artık bir gün daha içerde tutamaz, tutmamalıdır. Ve hiç kimse o mahkemelere “hukuki ve karar vermeye devam hakkı olan meşru mahkemeler” gözüyle bakamaz. Kimse o hakimlerin de hesap vermesi gerekliliğine itiraz edemez.
Beş yıldır bu davayı “incelemekte” olan özel yetkili mahkemelerin derhal Haham’ın söz ettiği “proje” kim tarafından ve ne amaçla (belli aslında) hazırlanmıştır, söz ettiği “devlet”; devletin hangi örgütü veya kimlerdir, ona kim bu suçlamaları yapsın diye “işkence” yapmış veya tam aksine çıkar sağlamıştır bunları halka açıklaması gerekir.
HUKUK ÖLMÜŞSE..
Bu feci durumun aynen “Balyoz Davası” için de geçerli olduğu son açıklamalardan anlaşılıyor. Kim bilir kaç tutuklu, kaç asker, kaç yaşlı general cezaevinde ağır hastalandıktan, hatta hayatını orada kaybettikten sonra, Ergin Saygun ölüm tehlikesi içine girdikten, yoğun bakımlara düştükten sonra ona tahliye kararı çıkıyor, herkes üzüntü bildiriyor..
Söyler misiniz şimdi; bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “en çok Türkiye’den gelen olaylara” bakıyor olmasın da ne olsun? Kendi ülkende hukuk ölmüşse ne yapacaksın ki?
Oto sansür gereksiz.. Mi acaba?
Olayın farkında olan herkes gibi ben de Ayşenur Aslan’ın CNN’deki Medya Mahallesi programı bir kez daha yayından kaldırıldı mı diye merak ediyorum. Telefonla arayarak kendisine sordum, “Maalesef ben de bilmiyorum, bakalım Pazartesi yayınlanacak mı, yönetimden hala ses çıkmadı” cevabını verdi.. Düşünün, bu kadar beğenilen ve çok izlenen bir program yapan, bu kadar iyi ve deneyimli bir televizyoncunun programı geçen yaz da aynı sorunu, aynı sıkıntıyı yaşıyor, tepkilerden sonra “iktidara yakın bir isimle birlikte sunulması şartıyla” tekrar başlıyor ve buna rağmen sorun bitmiyor..
Neden? Tek neden; ülkede olup bitenin “gerçek gazeteci” gözüyle, “gerçeğe uygun şekilde” yansıtılması.. Medyanın ise ülkede daha önce darbe dönemlerinde bile görülmemiş ölçüde bir “siyasi baskı” altında tutulması..Demokrasi adına, medya adına daha acı ne olabilir ki?
‘TEK TARAF’MIŞ, PÖH!
İnternette bu sorunun cevabını ararken Aslan’ın Cumhuriyet’te yayımlanmış bir röportajından “Akif Beki’nin programa nasıl dahil edildiğini” öğrendim. Benzer hallerle benim ve programımın da karşılaşmış olduğunu, tüm başarısına rağmen yaz öncesinde ve tam referandum ile seçim öncesinde “sanki TV dizisiymiş gibi” tatile sokulduğunu ve sonra da (internette bir hafta içinde on binlerce izleyicinin tepkisine rağmen) sessizce bitirildiğini hatırladım.
Nazlı Ilıcak’ın arasının iyi olmadığı Ayşenur Aslan’ın ekranda taklidini yaptığını ve “tek taraflı program yapıyordu” dediğini anlatan haberi gördüm. Meslektaşlarını her fırsatta ekranlardan kötüleyen ve hedef gösteren Ilıcak hemen (kopyasıyla birlikte) aynaya baksın, “tek taraflı kimdir” bunu görmesinin en kestirme yolu bu..
Ve Akif Beki’nin birlikte program yaparken Aslan’a “kendine oto sansür uyguluyor musun” diye sorduğunu, “Tabii uyguluyorum” cevabını alınca “ben uygulamıyorum, sen de uygulama, herşeyi söyle” dediğini, onun da “sen niye uygulayasın, senin için tehlike yok ki” diyerek güldüğünü izledim.
Ben de güldüm bu traji komik duruma..
Madem ki gazetecinin oto sansür uygulamasını, rahat konuşamıyor olmasını iktidara değil de kendine bağlı bir durum, bir tercihmiş gibi göstermeye çalışıyorlar, o zaman neden ekranlarda “tek ses” halinde konuşan ve iktidarın her icraatını öven gazeteciler dışında kimse kalmadı, neden onlar adeta “imparator” havasında ekranlarda kasılıp durmakta ve patronlar tarafından paylaşılamamakta, programdan programa koşmaktadırlar? Ayşenur Aslan gibi başarılı bir TV programcısı neden yanına mutlaka “iktidara yakın isimlerden birini” almaya zorlanmakta ve mecbur bırakılmaktadır, bu sorunun cevabını vermeleri gerekir.
O cesareti bulabilirlerse tabii!