Şampiy10
Magazin
Gündem

Afet mi, cinayet mi?

Bu ülkede yaşayınca insan, her gün yeni bir sarsıntıya hazırlıklı olması gerekiyor ama gördüklerimiz, duyduklarımız da maazallah hazırlıklı olacak gibi değil. Bir korku, gerilim filmi için düşünülecek senaryoları biz gerçek olay halinde yaşıyoruz.

Dün gazete manşetlerindeki “Antalya’da arabalarıyla sele kapılan ve 3.5 yaşındaki kızları Irmak’ı kaybeden aile” haberi de aynen böyle.. Selde evladını suların içinden kurtarmak isteyip de ona ulaşamamak bir kabusta, karabasanda bile tahammül edilmez bir şoktur, gerçeğini düşünün..

Allah onlara sabır versin, baba Sinan Reyhaniye otobüs terminalinden eşini ve çocuklarını almış evine dönerken arabasıyla sele kapılıyor, oğlunu ve bir polisin yardımıyla eşini zorlukla kurtarıyor ama küçük Irmak ’ı bulamıyor.

Bizi de affet Irmak!

“Beni affet kızım” diye ağladığı fotoğrafı görünce “bizi de affetsin” dedim kendi kendime.. Kaymakam Bayram Yılmaz “Karayolları gerekeni yaptı, ihmal yerine ‘talihsizlik’ demeyi tercih ediyorum” demiş. Bıraksınlar bu süslü lafları ve o beş polisin su içinde ilerlediği fotoğrafı incelesinler.

Rüyalarına girsin!

Asfalt neredeyse derenin içinden geçiyor.. Kırık dökük, nehre yapışmış bir köprü ve tahminen Ortaçağ’dan kalma elle dizilmiş taşların üstünden geçen yol.. Yani biraz yağmur yağdığında derenin taşıp araçları yutması zaten an meselesi görünüyor.

Zaten mahalle sakinleri de “Burası terk edilmiş bir bölge, koruma, bariyer, hiçbir önlem yok” demişler.

Bu ülkede “görevini yapmayan sorumsuzlar” yüzünden kaç aile, kaç bebek, kaç çocuk yitirildi. Madem ki bu suçlarda kimse cezalandırılmıyor, hatta kimse üstüne alınmıyor, başta bölgenin Karayolları görevlileri olmak üzere sorumlu her kim ise umarım küçük Irmak her gece rüyalarına girsin ve onlara cezayı o versin. Ailesinin acısı sonsuza kadar bitmeyecek çünkü!



Fırsatçılar!

Tutuklanan üniversite rektörlerinin “üniversitede başörtüsü yasağı”na uydukları için tutuklandığını ve yıllarca cezaevinde süründürülmüş olduğunu artık açıkça anlamak gerekiyor herhalde.. Öyle haksızca şeyler yazılıp çiziliyor ki inanılmaz..

Mesela yıllardır ağır hasta vaziyette cezaevinde bekletilen ve suçunun ne olduğu hala açıklanamayan İnönü Üniversitesi eski Rektörü Prof. Fatih Hilmioğlu kendi döneminde sadece görevini yaptığı için sanki “başörtüsü düşmanı”ymış gibi yazılan yazılar.. Bir yandan onun durumuna üzülüyor gibi yapıp bir yandan bu şekilde acımasızca ve haksızca onu yıpratmaya, bazılarına da “oh olsun” dedirtmeye çalışanlar..

Başörtüsü değil!

Hilmioğlu bir devlet üniversitesinin başındaydı ve “laiklik elden gidiyor” diye değil, laik devlet kuruluşlarında sadece başörtüsüne değil “ tüm dini kıyafet ve ibadetlere getirilen ‘resmi ve yargının onayladığı’ kısıtlama” nedeniyle görevini uygulamaktaydı. Yargının; Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve hatta AİHM’nin kararları doğrultusunda..

Durum böyleyken bunları unutturup şimdi konjonktüre uyarak “bazı çevrelere sempatik görünme” arzusuyla çırpınanlar nasıl da iç sızlatıyor ve “fırsatçı” sözcüğünün örneğini veriyorlar! Üstelik hasta ve evladını cezaevinde kaybetmiş bir insan konusunda.. Yazık!

Yazının devamı...

THY hangi ülkelerde reklam çekmişti?

Türk Hava Yolları’nın 7 ülkeye giden uçaklarda “içki yasağı” uygulamaya başlamasına gelen tepkilerin arkası kesilmeyince THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu Habertürk TV’de pek öfkeli bir açıklama yapmış. Öfkeli ve “iktidara yağcılık kokan” bir açıklama..

Yağ yapacağım derken de “laiklik ve hükümet cümleleriyle” büyük hatayı patlatmış.. Konuşmadan bazı başlıklar şöyle;

“İçki içmeyi laiklik sanıyorlar.. Kimseye pabuç bırakmayız.. THY üzerinden ‘iktidara nasıl vururuz’ diye düşünüyorlar.. Kimseye pabuç bırakmayız.. Koca gazeteler, koca köşe yazarları bir bardak suda fırtına koparıyor vs. vs..”

- İçki yasağını eleştirmek için “içki içiyor olmak”gerekmez, demokratik bir ülkede “özgürlüklerin korunmasını” istemek yeterlidir.

- Bunu yapmanın veya bir uçuşta içki içmek istemenin (ki birçok yolcu uçuş korkusunu bastırmak için içiyor) laiklikle ilgisi yoktur.

- Laiklikle ilgisi olmamakla birlikte “demokratik ve LAİK” yani her dine eşit mesafede duran ülkelerde devletler “devleti bir tek dine taraf gösteren” uygulamaları kuruluşlarında yapamazlar. (Normal, evrensel tarife uygun şartlarda laik bir ülkeden söz ediyoruz.)

- THY bir iktidar kuruluşu değil, bir devlet kuruluşudur, içki yasağına eleştiri “devlete” yapılır, hükümete değil. (Hamdi Topçu yağlama yaparken farkında olmadan Türkiye’de “devlet”in nasıl tek el, tek erk haline geldiğini vurgulamaktadır.)

- THY Yönetim Kurulu Başkanı yağ çekerken aynı anda “normal eleştiri hakkını kullanan” gazete ve gazetecilere ayar çekme hakkına sahip değildir.

GELELİM REKLAM OLAYINA..

Bırakın tüm diğer fiyasko savunmaları bir yana; THY adına reklam çekenler 90 saniyelik reklamfilmi için dünyayı 3 kez turladılar. Milletin cebinden milyonlarca lira harcandı ve hepimiz buna rağmen “beğendiğimizi” yazdık. Peki yabancı ülkelerin havaalanlarına bile “Globally yours” posterleri asan, “en fazla ülkeye uçan havayolu” olduğunu tekrarlayan THY bu dünya yolcularının “içki istemesi”ne nasıl ipotek koyabilir? Bu nasıl “global” havayoludur ki sadece Suudi Arabistan, İran benzeri radikal Müslüman ülke uygulamalarını yapmaktadır (kaldı ki o ülkelerde bile isteyen insanlar kaçak şekilde içki içiyor).. Milletin parasıyla finanse edilen bir kuruluşta rekabet gücünü etkileyecek bir girişimi “keyfi olarak” nasıl yapabilir?

Kararı her kim verdiyse o, buna kendinde nasıl hak görebilir, oyuncak mı bu işler?

MANCHESTER UNITED’A NE DİYECEKSİNİZ?

Haydi Türklere yaptınız, reklam filmi çektiğiniz İngiltere, Manchester United futbolcuları, Fransa, İtalya, ABD, Çin ve çok sayıda diğer ülke vatandaşları “yasak konulan” uçaklarda bulunup içki isterlerse onlara ne cevap verilecek?

“Kimseye pabuç bırakmayız” dediği “kimse” halktır, halkın sesi medyadır, demokrasiden söz etmek zorlaşsa bile henüz o kadar da değil!

(Meraklısına NOT: 17 yaşımdan bu yana sık sık yurt dışı uçuşu yapmakla birlikte şimdiye kadar tek bir kez içki içmedim ama böyle yasak olmayacağını yazarım.. Bu kapsamda mail göndermeye zahmet etmeyin.)



Kadına şiddete tepki gösterisi!

Perşembe günü saat 1’de Beşiktaş Meydanı’nda “Sevgililer Günü’nde tüm dünyada 1 milyar kadının aynı anda dans ederek kadına şiddeti protesto ettiği” gösterinin bir parçası olan eylemdeydim. Türkiye’de VATAN gazetesinin desteklediği bu eylemin halktan gördüğü ilgi, katılımın yüksekliği ve herkesin elindeki VATAN’ın hazırladığı “kırmızı el” ler beni mutlu etti.

Biz orada tepki gösterirken bile Türkiye’de kim bilir kaç kadın ve çocuğun “şiddetle karşı karşıya” olduğunu bildiğim için içimden dans etme isteği gelmese de biraz katılmaya çalıştım. Gözüme çarpan eksiklik ise “kadına şiddet”ten söz ederken “çocuklar”ın unutulmasıydı. Gösterinin sunumunu yapanlar, konuşanlar bu konuyu tümüyle unuttular ki Türkiye’de “sesi çıkmayan, çektiklerini anlatmaktan bile korkan çocuklar”ın aile içi ve dışında karşılaştığı şiddet bu konudan asla soyutlanamaz. Unutulamaz.

ERKEKLER DE KATILDI

Beşiktaş Belediyesi organizasyonu kusursuzdu, Başkan İsmail Ünal güzel bir açılış konuşması yaptı, katılanlar son derece coşkuluydu ve en önemlisi bu bir kadın gösterisi olmasına rağmen “çok sayıda erkek” kırmızı eller tutarak dans etmekteydi. Erkeklerin şiddete karşı çıkması, bu konuyu kadın olayı olarak görmemesi, soruna çözüm bulunması açısından çok önemli.

Bu arada, VATAN Ekler Bölümü’nde tüm meslektaşlarımın, başta Genel Yayın Yönetmeni Güney Öztürk olmak üzere günlerce, sabahlara kadar çalışarak bu özel gösteri için hazırladığı “Kırmızı” ilavesi de gurur duyulacak kadar güzeldi, söylemeden ve onları kutlamadan geçemeyeceğim. İşte bu büyük sorun ancak böyle özveriyle ve el ele vererek, toplum duyarlılığını da arttırarak çözülebilir!

Yazının devamı...

Türklük’ten istifa mı?

Ertuğrul Özkök “Türklüğünden istifa ettiğini” yazmış. Bunu yapmasına neden olarak da birilerinin kendisini “Türk hassasiyetinden dolayı” “Kürt sorununun önündeki tek engel” olarak yazmalarını” göstermiş.. O birilerinin “başkaları” üzerinde nasıl baskı kurdukları bellidir, bunu yaparken bir de dönüp “ben hiç baskı hissetmiyorum, sen de hissetme” gibi parlak sözler de ederler üstelik.

Ama bu “alıştırmalar” ve o kapsamda yapılan baskılar Ertuğrul Özkök’ü rahatsız etse de genelde ne Türklere, ne de Kürtlere işler söylemiş olayım.

Türkler gibi Kürtler de “kendi milliyetinden istifa etme” orijinalliğini kabul etmeyeceklerdir. Neden etsinler ki, tam aksine mesela BDP bugüne kadar milliyetçiliğin en alasını yaparak geldi. Tamam, çözüm için herkes elinden geleni yapsın ama olanları, yapılanları tarihten silmek mümkün mü?

Eğer teröre çözüm getirilecek, bu mücadele bitecekse bunun öncelikle “özerklik” talebinin karşılanmasına bağlı olduğu açıkken milliyetinden istifa niye? Türklüğü anayasadan silmek mi sorunu çözecek? Hangi çılgın bu millete kimliğini unutturacak?

PARDON, MİLLİYETİNİZ NEDİR?

Yeni anayasadan “Türklük” tanımını çıkaracaklarsa bu da olacaktır ama kağıt üstünde çıkarılması insanların “Türküm” demesini engellemeyecektir. Bu anlayışa göre ABD vatandaşı olan 72 farklı orijinden insan “Amerikalı” olduğunu söylemesin, İspanyol “İspanyolum”, Fransız “Fransızım” , İtalyan “İtalyanım” demesin mi? Demiyor mu?

Sınırlardan geçerken bize verilen formlarda “hangi milletten olduğumuz” sorusuna (Nationality ) nasıl cevap verelim peki? Yoksa dünyaya da kendi hazırladığımız “Türkiyeli” yazan formları mı dağıtacağız?

Herkes milliyetiyle gurur duyarak birlikte yaşamayı öğrenmeli, yapılması gereken budur! Hiçbir çözüm insanı milliyetinden vazgeçiremez!



Başbuğ oturup ‘paket’ mi bekleyecek?

Efendim “4’üncü Yargı Paketi”nde de tutuklu askerlerin serbest kalmasını sağlayacak bir düzenleme yokmuş. Demek ki başta Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ olmak üzere “terör örgütü, darbe hazırlığı örgütü vs” denerek tutuklanmış askerler için yine bir ümit yok..

İmzası olmayan, kimin hazırladığı belirsiz dijital veriler “gerçek delil” sayılarak 18-20 yıl hüküm giydirilenler için ise hiç mi hiç yok.. Yargıtay imkanı da kalkacağına göre, yerine getirilecek mahkemeye “bu davalar dışındakilere bakabilir” diye keyfi bir madde bile konabilir. Hakta, hukukta, çıkarılan yasa ve kararlarda keyfiyet de sınırsız malumunuz.

KANUN FABRİKASI!

En basit, ilk akla gelen örnekler; MİT’çilerin sorgulanmaması için acele çıkarılan yasa, özel yetkili mahkemelerin “hukuka aykırı bulunarak kaldırılmasına” rağmen Balyoz, Ergenekon, casusluk davası gibi davalara bakmaya devam etmelerinin sağlanması.. Ki bu keyfi yasa faaliyetlerine Meclis Başkanı Cemil Çiçek bile tepki gösteriyor.

“TBMM kanun fabrikasına döndü, bir ülkede bu kadar çok kanun çıkarılmaz” diyor.

Peki, bu durumda; 4’üncü Yargı Paketi de Başbuğ ve diğer tutuklu asker ve siviller, daha yıllarca hapiste oturup, “hangi nedenle alındığı” bile belli olmayan özgürlüklerine, ailelerine kavuşmak için “PAKET” mi bekleyecekler?

İktidar partisi isterse yeni bir paket çıkar, istemezse çıkmaz, yıllar böylece geçer gider. Bu mudur yani?

KİŞİYE ÖZEL KANUNLAR!

Tabii ki değildir, olamaz. Onun için bu durumun bir açıklaması olup olmadığını İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’a sorayım dedim ama sorarken “onun da aynı durumda olduğunu, şu sıralarda kendi başına gelen bir başka hukuksuzlukla mücadele etmekte olduğunu” hatırladım..

Buna rağmen sorumu kısaca cevapladı. Diyor ki;

“Kanunlar kişilere ve durumlara göre çıkarılmaz, objektif ve soyut olur. Türkiye’de kişiye özel, konjonktüre özel kanunlar çıkarıldığı için ortaya da yeni adaletsizlikler çıkıyor. Birini tutuklayacağınız zaman önce geçerli delili gösterip sonra tutuklayabilirsiniz. Türkiye’de son zamanlarda yapılanları ise akıl havsala almıyor. Bir Genelkurmay Başkanı’nı “terör örgütü yöneticisi” diye tutukluyor, onun mücadele ettiği teröristi ise gizli tanık yapıyorsanız bunun açıklaması yoktur.

Hukuki olmayan bir süreci hukukla açıklamaya çalışmak mümkün değil, yapılan hata bu!”

Gerçekten de sapla samanın birbirine karıştığı, istenen kişilere uygun suçların icat edildiği, sahte delillerin delil sayıldığı bir ortamda hangi haktan, hangi hukuktan söz ediyoruz ki?

Yazının devamı...

AKP-Cemaat kavgası mı?

Son zamanlarda özellikle Balyoz Davası konusunda en sık duyulan yorumlardan biri “olup bitenin, yargıyla ilgili tepkisel açıklamaların nedeninin AKP ile Cemaat arasındaki kavga” olduğu.. Başbakan istiyor, yargı yapmıyor, durum böyle olmasaydı şimdiye kadar Balyoz Davası sonuçlanır, tutuklu ve hükümlülerin çoğu serbest kalırdı şeklindeki konuşmaları sıkça duyuyoruz.

Ki aslında Ergenekon olayını kendi ifşaatlarıyla (!) başlatan ve o günlerde manşetlerden, TV haberlerinden inmeyen Tuncay Güney ’in son “Ergenekon bir projeydi, bitti. Hapistekilerin bırakılması gerekir. Ben o suçlamaları işkence altında yaptım, devlet beni kullandı, vicdanım rahatsız” açıklamasından sonra Ergenekon davasının da hemen sonuçlanması gerekiyor..

BALBAY NEDEN TUTUKLU?

Neden bu skandal olay konusunda tık çıkmadığını, hiç ağza alınmadığını anlamak mümkün değil.. Örneğin Mustafa Balbay, Prof. Dr. Mehmet Haberal, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu (üstelik iki Prof. da hasta ve Hilmioğlu tutuklu iken evladını kaybetti), Tuncay Özkan ve diğer tutuklular hala hangi nedenle tutuklular, bu açıklamadan sonra nasıl israrla içerde tutuluyorlar?

Haham Tuncay Güney’e kimlerin “işkence altında ifade verdirdiği” neden açıklanmıyor ve kimse üstüne alınmıyor? Devletin görevi bunları millete açıklamak değil midir?

GERÇEKÇİ DEĞİL

Özel Yetkili Mahkemeler ’in sahte delilleri “geçerli” kabul ederek verdiği hükümler Yargıtay kalkarsa nasıl düzeltilecek? Yerine gelecek mahkeme bunu yapacak mı?

O kadar çok soru var ki cevaplanmayan, sormakla bitmez. Ama ayıptır söylemesi, bu “AKP-Cemaat kavgası yüzünden” yorumu bana hiç de gerçekçi gelmiyor. Bu nasıl kavgadır ki seçim zamanı gelince hemen düzeliyor ve ortak hareket başlıyor?

Yargıyı eleştirmek nasıl bir çelişkidir ki bir yandan “hatalı hakim ve savcılara dava açılması” yasayla önleniyor?

Nasıl bir çelişkidir ki “bu davanın savcısı” olduğunu söyleyenler, aynı davanın mahkemesini eleştiriyor? Anlayanlar, anlamayanlardan daha mı zeki acaba?



Asıl sorumlular serbestken...

28 Şubat soruşturması kapsamında ifadesi alınan 5 emekli general için tutklama talebinde bulunulmuş. Buyrun, bir anlaşılmaz da burada.. Dönemin hükümetinin yaptıkları, MGK kararlarını nasıl istekle yerine getirdikleri, “orduyla tam bir uyum halinde çalışıyoruz, herşey kurallara uygundur” açıklamaları tüm belgeleriyle ortada..

Dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı aynen 12 Eylül’ün ve 27 Nisan’ın sorumluları gibi serbest.. Balyoz Davası diye yüzlerce kişi tutuklanmış ve mahkum edilmişken o dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman da serbest.. Sanıkların tüm taleplerine rağmen mahkemede ifade vermelerine bile gerek duyulmuyor.

Ee, nedir bu “beş generale tutuklama talebi” .. Dam üstünde saksağan değilse nedir? Birleri açıklasa da toplum bilgilense!

Yazının devamı...

BDP ve PKK bu sözü verecek mi?

Son günlerde bir “ben de dağa çıkarım” modası başladı ki akıllara seza.. Müjdat Gezen de katıldı sonunda yarışa..

Terör bitsin, kan dökülmesin herkes ister de 30 yıldır devam eden, 30 binden fazla canın feda edildiği bir kanlı pazarlık da birilerinin bireysel olarak dağa çıkıp terörist ikna etmesiyle bitmeyeceği bellidir. Hele de bu pazarlık aslında “devlete karşı yeni bir devlet” isteğiyle yapılıyorsa hiç mi hiç bitmez..

Din kardeşiyiz, birbirimizi aldatmayalım, BDP “barış için” dediği (aslında terörü bitirmek için) istediklerini açıklıyor; “Anadil, vatandaşlık tanımı yani Türk yerine ‘Türkiyeli’ denmesi ve belki vatandaşlığın da Türk-Kürt olarak ikiye bölünmesi ve bölgesel yönetimlerin güçlendirilmesi”..

DANANIN KUYRUĞU..

Sanatçıların dağa çıkmasına, ülkeyi yöneten siyasetçilerin “zehir olsa içerim” diyerek halkı hazırlamasına filan gerek yok, artık sonunda nasılsa yapacaksın, olay o noktaya geldi, yap bunları, durdursunlar terörü..

Ama mesela Müjdat Gezen “bölünme olmadıktan sonra her pazarlık yapılabilir” diyor ki işte dananın kuyruğunun koptuğu yer orası.. Bu şartların sonuncusu yine “özerk bölge”yi anlatıyor.. Irak ve Suriye Kürdistanları ile birleşmesi kaçınılmaz olacak bir bölgenin ilk adımı.. Ki bugün de BDP’liler “Kürdistan’da özgür yaşamak” olarak açık ve net tanımını yapıyorlar, birinci şart “özerk Kürdistan” diyorlar zaten.. Peki bu durumda ne olacak, ikna için dağa çıkmaktan vaz mı geçilecek?

Biraz daha inceleyelim.

TAM BAĞIMSIZLIĞA DOĞRU..

“Bizler Türkiye’de demokratik bir cumhuriyette ‘özerk yönetimlerle’ herkesin özgürlüğünü sonuna kadar yaşadığı mutlu bir ülke arzuluyoruz”. BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak partisinin kongresinde, Apo’ya da selamlar-sevgiler sunarak söylemiş bunu..

Eh Öcalan’la yani terörle “devlet”in müzakereleri her iki taraf da mutlu görünerek sürdüğüne göre “özerk yönetim” konusunda anlaşmaya varılmış sayabiliriz herhalde.. Zaten ayıptır hatırlatması daha Hükümet “açılım” dediği gün ‘sizin açılımınız yanlış açılım, bunlar için onbinlerce insan hayatı kaybedilmezdi, mesele sonunda özerkliğe gelecek’ demiştik. Geldi..

Ama şimdi önemli birkaç soru çıkıyor ortaya.. Özerklikle başlayan bölünmeler hiçbir ülkede orada kalmıyor, başlangıçta “çok teşekkürler, bize özerk bir bölge verdiniz” dense de sonunda mutlaka “tam bağımsızlık” isteğine kadar, onlarca yıl mücadele sürdürülüyor, can kayıpları da sürüyor. BDP’nin sık sık örnek gösterdiği İspanya’da olduğu gibi..

DÜNYA ÖNÜNDE SÖZ!

Ortada örnekler olduğuna göre; eğer Hükümet, pardon “devlet” özerklik konusunda karar verirse, BDP ile PKK da dünyanın önünde “hiçbir zaman tam bağımsızlık zorlaması için teröre baş vurmayacakları, Irak-Suriye gibi ülkelerde oluşacak Kürdistan’a katılmak için baskı yapmayacakları” konusunda söz verecek mi?

Güneydoğu bölgesindeki illerde daha şimdiden Türkçe konuşanlara planlı şekilde tepki gösterildiği, yalnızca Kürtçe konuşulmasına izin verildiği, Kürtçe bilmeyenlerin işe alınmadığı gibi haberler daha şimdiden duyuluyor. “Özerk yönetim” dendiği anda bu illerde “ayrı bir devlet havası” estirilmeyeceğine, “üniter devlet yapısına sadık kalacağına” söz verecek mi?

Verirse bu sözler ilerde dönmeyeceğinin yeterli garantisi olacak mı? Devlet detayları unutmamalı!



BİRBİRİNİN SIRTINI KAŞIMAK..

Ortada yine geçen referandumda “BDP’nin katılmayıp Güneydoğu’da oylarını iktidar partisine devretmesi”ne benzer kurnaz bir plan var gibi.. Başkanlık sisteminin ne olursa olsun, büyük partiler ve sonuçları tahmin eden herkes karşı çıksa da getirilmesi için BDP ile pazarlık da söz konusu.. “Sen benim sırtımı kaşı, ben de senin” dünyanın her yerinde bilinen bir sözdür, onun gibi.

“Yapılacak referandumda iktidar ile BDP’nin müşterek adım atabilecekleri” açıklanmış. Sözcükler arkasına gizlenmediğinde “Sen bana başkanlık ver, ben sana özerklik” anlamına geliyor. Olacağı budur.. Onun için “başkanlık sisteminin tartışılmasını istiyoruz” konuşmaları filan hep hikaye, Türkiye’ye “uysa da uymasa da” yapılacağı en baştan, ilk söylendiği anda belliydi.

Benim asıl anlayamadığım AKP ile BDP her zaman gayet güzel işbirlikleri yaparken iktidar partisinin devamlı olarak CHP ile MHP’yi halka “BDP ile aynı çizgideler” diye empoze etmesindeki haksızlık.. Siz anlayabiliyor musunuz?

Yazının devamı...

‘Devlet’ dediğin nedir?

Şimdi yine “devletin üç erki” konulu bir konferans vereceğim size.. Durun kaçmayın hemen ciddi konuyu görüp, hiç de karışık değil, aksine gayet basit. Bir beyin jimnastiği, iyi gelir hafta başında..

Demokratik ülkelerde devlet “üç kuvvet”ten oluşmuştur malumunuz; Yasama (yani meclis), yürütme (yani hükümet) ve yargı (bağımsız olması gerekir ama değil, onu da not edelim..) Ve gelelim “Ergenekon terör örgütü, Ergenekon suç örgütü” benzeri tanımlarla yıllardır gazetecisinden rektörüne, doktoruna, milletvekiline kadar çok sayıda insanın suçlandığı iddilara..

ÜÇ ERKTEN BİRİ!

İşini bitirip misyonu tamamladıktan hemen sonra ABD’ye kaçan meşhur haham Tuncay Güney bu operasyonu başlatan iddiaları konusunda ne dedi; “Devlet beni kullandı, işkence edilmeseydi o suçlamaları yapmazdım.. Vicdanım rahatsız..Ergenekon bir projeydi, bitti, hapistekiler çıkarılmalı” dedi.. Şimdi bundan sonra ne olacak, kimler neyi inkar edecek, kimler nasıl U dönüşü yapacak, utanması olmayanlar bile yargısız infazlarından dolayı özür dileyecek mi bilinmiyor, zaman hepsini gösterecektir ama..

Haham’ın söz ettiği devlet bu üç erkten hangisi, o ortaya çıkmalı.. Böyle köşeye sıkışılan durumlarda hep yapıldığı gibi; “daha da sarsıcı (bu kez zor bulunur ama, savaş filan çıkarsa ancak) bir başka olay öne çıkarılarak” unutturulmamalı..

Hepsi devlet; TBMM de devlet, Hükümet de devlet, yargı da devlet.. Bunlardan hangisi Haham Tuncay Güney’i “Ergenekon iddiaları” uydurması için, her daldan “seçilmiş isimleri” hapse göndermek için zorladı, hangisi işkence yaptırdı? İnsanların hayatının 4-5 yılını çalan, benzeri görülmemiş uzunlukta “tutuklulukları” dünyadan ve ülke içinden gelen tüm tepkileri umursamadan sürdüren “özel yetki verilmiş” mahkemeler ve (ceza almaları “çıkarılan özel bir yasayla önlenen) hakimler mi? Meclis mi? Hükümet mi?

Yoksa Hükümet’e bağlı bir istihbarat kuruluşu filan mı?

Haydi başlayın beyin jimnastiğine, hangisini seçtiğiniz bana da bildirin olmaz mı?

(Bu konunun şakası yok aslında tabii, ülkeyi yönetenler tarafından derhal cevaplanması gerekiyor. Gelinen noktada özel yetkili mahkemelerin bu davalardan hemen el çektirilmesi de!)



THY’nin ‘tam tesettür’ kıyafetleri!

THY’nin yeni “uçuş ekibi” kostümlerini görünce ilk aklıma gelen ‘acaba ihaleyi bir Arap-Singapur ortaklığı’ mı kazandı sorusuydu ama meğer modacı Dilek Hanif’e aitmiş. Ve neyse ki “bunların kesinleşmediğini, örnek modeller olduğunu” söylemiş. THY’den yapılan açıklamada da “henüz modelin kesinleşmediği” bildirilmiş. Kotil ise “THY ne yaparsa en iyisini yapar” demiş ki maalesef bu sözü ancak THY reklamlarında geçerli, gerçek hiç öyle değil.. Hele yurt dışı uçaklarda çok faul var.

Dilek Hanif ’i uzun yıllardır tanıyorum, modern, zarif bir kadındır, doğrusu bu kıyafetler “kesinleşmemiş bile olsa” nasıl onun elinden çıktı anlamadım. Herhalde “sipariş” böyle olmalı, yoksa kendisinin asla giymeyeceği kıyafetleri “Türkiye’yi temsil eden” havayolu hosteslerine giydirmeyi düşüneceğine inanmak zor.

NAMAHREM VAR!

Şapka Arap fesi, veya Singapur Havayolları taklidi, kıyafet yerlerden çeneye kadar tam tesettür, bir eldiveni eksik, sadece eller açıkta.. Her neyse twitter’da gereken her şeyi söylemişlerdi, “ünlü yorumları” olarak verilenleri okurken gülmekten gözümden yaşlar geldi (yine, yine).. Birkaçını paylaşalım.

Metehan Demir: “Zaten uçuş korkusu olanlar uçağa bindiğinde bir de THY’nin bu yeni kostümlü ekibiyle karşılaşırsa ne yapar?” Metehan’ın 2’nci yorumu da iyiydi: “Herhalde yolcuları gülmekten öldüren keyifli bir uçuş için hazırlanmış..”

Naim Dilmener: “THY’ye tavsiye, erkekler beyaz çorap giysin ve her bir tekine kırmızı iplikle THY işlenmiş olsun..”

İstiklal Akarsu: “THY uçaklarının pencereleri de kapatılsın namahrem var, kuyrukları da kesilsin, ne öyle havada kuyruk sallamalar filan..”

Ömür Özdemir: “Pargalı bey bir çay alabilir miyim. Pargalı maalesef öldü efendim.. Şşt Nigar kalfa, bi çay yollasana buraya (yeni kostümlü THY uçağı)..”

Elçin Yahşi: “Ben Sümbül Ağa’nın kabin memuru olmasını çok isterim.”

Ümit Alan: “THY’nin lüks görünmeye çalışan kebap salonu perdesi kumaşından elbise yaptırması iyi olmuş. Modeline hiç girmeyelim, o nasıl bir zevksizliktir?”

Cem Davran: “THY kıyafetleri köşe yastığı, kırlent mübarek..”

Umalım da son yılların modası “uysa da yaptım, uymasa da” THY kıyafetlerine yansımasın!



Manşetlere neden çıkmadı?

Ergenekon operasyonları Tuncay Güney’in iftiraları ile başladığında başta “yol gösteren, bu işi misyon edinmiş” gazeteler olmak üzere maşallah tüm manşetler buna ayrılıyor, masum insanlar yargısız infazlarla tüm ekranlardan büyük bir kesim gazeteci ve akademisyen tarafından acımasızca suçlanıyor, birçok kişide hedef gösteriliyordu.

Şimdi, dünyanın her ülkesinde kıyamet koparacak, toplumların derhal hesap soracağı ve sorumluların asla koltuğunda kalamayacağı büyük bir itiraf açıkça yapılmasına rağmen “nedense” akıl almaz şekilde bu olay manşetlere çıkmadı. Sanki yeterince önemli değilmiş gibi küçük haberlerle geçiştirildi.

Demokratik, insan hakkına saygılı vs. vs denilen bir ülkenin medyası ve susan toplumu adına utanç verici değil midir bu tablo? Bunca yılını haksız yere hapiste geçiren insanlar adına bir felaket değil midir?

O süreçte gerçekleri anlatıp azar işiten, susturulan ve sonunda haklılıkları ortaya çıkan “yabancı basın örgütleri” nasıl da takdiri hak ediyor!

Yazının devamı...

Ergenekon skandalı.. Haham’a kim işkence yaptı?

Yok artık, her haksızlığı, hukuksuzluğu, akla hayale gelmeyecek en rezalet olayları görmüş, yaşamış bir ülke olan Türkiye’ye bile skandalın bu kadarı fazla!

Biliyorsunuz “Ergenekon, Ergenekon” diye yıllarca ortaya saklanmış belgeler, silahlar (!) saçılarak, evler aranıp bilgisayarlar ve evlerdeki tüm CD’ler tiftik tiftik edilerek.. “Özel misyonlu” gibi çalışan bazı gazete ve gazeteci ve akademisyenlerle “Ergenekon tutuklusu” diye cezaevine atılan insanlar yargısız infazlarla ilk andan itibaren “suçlu” ilan edilip onurlarıyla oynanarak.. Türkan Saylan gibi bir “sivil toplum kahramanı”, ülkeye sayısız hizmet vermiş değerli bir bilim kadını hayatının son günlerinde en ağır suçlamalarla ve evi aranıp mağdur edilerek.. Diğerleri sabahın beşinde ev aramaları ve tutuklamalarla hayatından bezdirilip, kimileri bu saçmalıktan kurtulmak için yurt dışına kaçmak zorunda bırakılarak sürdürülen bu operasyon nedeniyle hayatının beş yılını cezaevinde tüketenler var..

Bunlar olurken insaflı ve sağduyulu gazeteciler defalarca “Kardeşim sadece ‘bir kaybolup bir ortaya çıkan, ne olduğu belirsiz bir hahamın sözleriyle bu kadar insanın hayatıyla nasıl oynarsınız, dört beş yılda hala mahkum edecek delilleri çıkaramadığınız, Ergenekon ‘terör örgütü’ diyebileceğiniz kanıtları bulamadığınız halde onların ve ailelerinin hayatından yılları nasıl çalarsınız” diye defalarca yazdı, çizdi.

SİZ DE ERGENEKONCUSUNUZ

En deneyimli hukukçular “Bu adalet değil” diye açıklamalar yaptı.. Ve bunları kim yapsa hepsi ya işini kaybetti, ya başına bir çok “faili meçhul olay” geldi veya bu düzeni sürdürenlerin maşaları (ki bunlar hep aynı, bilindik isimlerdir) tarafından “onları koruyorsanız siz de Ergenekoncusunuz” şeklinde hedef göstermelerle sindirilmeye çalışıldı.

KİM BU ‘DEVLET’?

Oysa işe bakın ki yıllar sonra o yalancı haham yeniden ortaya çıkıverdi.. Hem de tesadüfe bakın ki tam Balyoz davası tutukluları, hüküm giydirilmiş generalleri, askerleri için zirveden “onlara haksızlık oluyor, ordunun morali bozuluyor” veya “bir suçları, günahları yoktur” denildiği sıralarda.. Yani iki davadaki paralel gelişmeler gözden kaçacak gibi değil.

Haham Tuncay Güney diyor ki; “Ergenekon davası bir projeydi, bitti artık. İçerdekilerin çıkması gerekir. Ben vicdanen rahatsızım, işkence görmeseydim o konuşmaları yapmazdım. Ergenekon’un temeli sayılan, Emniyette verdiğim ifade geçersizdir. Devlet beni kullandı. Türkiye’de adalet aramak, genelevde bakire aramaktan farksızdır.”

CİNAYETTEN FARKSIZ

Bu skandalın, bu haksızlığın-hukuksuzluğun büyüklüğü “CİNAYET” denecek kadar dehşet vericidir. Bu topluma ve hapse tıkılıp yıllarca özgürlüğüne el konan insanlara reva görülen şeyin adı sadece “hukuksuzluk” değildir, bu “insan hakları katliamı”dır, bu ancak adaletin tümüyle ortadan kalktığı dikta rejimlerinde görülebilecek çağdışı, demokrasi dışı, insanlık dışı bir operasyondur.

Şimdi o; tuvaleti içinde, suyu akmayan bir karış hücrelerde yaşamaya mahkum edilmiş suçsuz insanları hiçbir “ÖZEL YETKİ” artık bir gün daha içerde tutamaz, tutmamalıdır. Ve hiç kimse o mahkemelere “hukuki ve karar vermeye devam hakkı olan meşru mahkemeler” gözüyle bakamaz. Kimse o hakimlerin de hesap vermesi gerekliliğine itiraz edemez.

Beş yıldır bu davayı “incelemekte” olan özel yetkili mahkemelerin derhal Haham’ın söz ettiği “proje” kim tarafından ve ne amaçla (belli aslında) hazırlanmıştır, söz ettiği “devlet”; devletin hangi örgütü veya kimlerdir, ona kim bu suçlamaları yapsın diye “işkence” yapmış veya tam aksine çıkar sağlamıştır bunları halka açıklaması gerekir.

HUKUK ÖLMÜŞSE..

Bu feci durumun aynen “Balyoz Davası” için de geçerli olduğu son açıklamalardan anlaşılıyor. Kim bilir kaç tutuklu, kaç asker, kaç yaşlı general cezaevinde ağır hastalandıktan, hatta hayatını orada kaybettikten sonra, Ergin Saygun ölüm tehlikesi içine girdikten, yoğun bakımlara düştükten sonra ona tahliye kararı çıkıyor, herkes üzüntü bildiriyor..

Söyler misiniz şimdi; bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “en çok Türkiye’den gelen olaylara” bakıyor olmasın da ne olsun? Kendi ülkende hukuk ölmüşse ne yapacaksın ki?



Oto sansür gereksiz.. Mi acaba?

Olayın farkında olan herkes gibi ben de Ayşenur Aslan’ın CNN’deki Medya Mahallesi programı bir kez daha yayından kaldırıldı mı diye merak ediyorum. Telefonla arayarak kendisine sordum, “Maalesef ben de bilmiyorum, bakalım Pazartesi yayınlanacak mı, yönetimden hala ses çıkmadı” cevabını verdi.. Düşünün, bu kadar beğenilen ve çok izlenen bir program yapan, bu kadar iyi ve deneyimli bir televizyoncunun programı geçen yaz da aynı sorunu, aynı sıkıntıyı yaşıyor, tepkilerden sonra “iktidara yakın bir isimle birlikte sunulması şartıyla” tekrar başlıyor ve buna rağmen sorun bitmiyor..

Neden? Tek neden; ülkede olup bitenin “gerçek gazeteci” gözüyle, “gerçeğe uygun şekilde” yansıtılması.. Medyanın ise ülkede daha önce darbe dönemlerinde bile görülmemiş ölçüde bir “siyasi baskı” altında tutulması..Demokrasi adına, medya adına daha acı ne olabilir ki?

‘TEK TARAF’MIŞ, PÖH!

İnternette bu sorunun cevabını ararken Aslan’ın Cumhuriyet’te yayımlanmış bir röportajından “Akif Beki’nin programa nasıl dahil edildiğini” öğrendim. Benzer hallerle benim ve programımın da karşılaşmış olduğunu, tüm başarısına rağmen yaz öncesinde ve tam referandum ile seçim öncesinde “sanki TV dizisiymiş gibi” tatile sokulduğunu ve sonra da (internette bir hafta içinde on binlerce izleyicinin tepkisine rağmen) sessizce bitirildiğini hatırladım.

Nazlı Ilıcak’ın arasının iyi olmadığı Ayşenur Aslan’ın ekranda taklidini yaptığını ve “tek taraflı program yapıyordu” dediğini anlatan haberi gördüm. Meslektaşlarını her fırsatta ekranlardan kötüleyen ve hedef gösteren Ilıcak hemen (kopyasıyla birlikte) aynaya baksın, “tek taraflı kimdir” bunu görmesinin en kestirme yolu bu..

Ve Akif Beki’nin birlikte program yaparken Aslan’a “kendine oto sansür uyguluyor musun” diye sorduğunu, “Tabii uyguluyorum” cevabını alınca “ben uygulamıyorum, sen de uygulama, herşeyi söyle” dediğini, onun da “sen niye uygulayasın, senin için tehlike yok ki” diyerek güldüğünü izledim.

Ben de güldüm bu traji komik duruma..

Madem ki gazetecinin oto sansür uygulamasını, rahat konuşamıyor olmasını iktidara değil de kendine bağlı bir durum, bir tercihmiş gibi göstermeye çalışıyorlar, o zaman neden ekranlarda “tek ses” halinde konuşan ve iktidarın her icraatını öven gazeteciler dışında kimse kalmadı, neden onlar adeta “imparator” havasında ekranlarda kasılıp durmakta ve patronlar tarafından paylaşılamamakta, programdan programa koşmaktadırlar? Ayşenur Aslan gibi başarılı bir TV programcısı neden yanına mutlaka “iktidara yakın isimlerden birini” almaya zorlanmakta ve mecbur bırakılmaktadır, bu sorunun cevabını vermeleri gerekir.

O cesareti bulabilirlerse tabii!

Yazının devamı...

Gül ‘başkanlık sisteminin zararlarını’ açıklamalı!

Başkanlık sistemi Anayasa Komisyonu ilk kurulduğunda ortada yoktu. Ne zaman ki artık anayasa konusunun daha fazla geciktirilemeyeceği güne gelindi, yazım süreci başladı, daha önceleri arada bir değinilen ve “tartışılıyormuş” havası verilen başkanlık sistemi güm diye ortaya bırakılıverdi.

Ve üstelik “demokrasinin en önemli şartları; bağımsız ve hukuka uygun çalışan yargısı, bağımsız ve özgür medyası kalmadığı halde” adına hala demokrasi denilen bu rejimde yine “TBMM’nin bir kez daha devre dışı bırakılacağı” söylenerek.. “İstediğimiz sonucu almazsak referanduma gideriz” denerek..

‘REFERANDUMA GİDERİZ’ NE DEMEK?

Ne demek bu? Siz TBMM olarak partiler arası bir “Anayasa Komisyonu” kurmuşsunuz.. Orada neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tartışıyorsunuz, Meclis de orada duruyor, bu durumda “referanduma gideriz” ne demek? Komisyonun ne anlamı kaldı o zaman, göstermelik miydi? Ya bizim dediğimizi kabul edersiniz veya sizi sileriz, bu mudur?

Ancak uzman hukukçu ve siyaset bilimcilerin açıklayabileceği bu kadar teknik bir konuyu, aynen geçen referandumda “yargı konusunda” olduğu gibi (HSYK o referandum sonrası bağımsızlığını tümüyle yitirdi, Adalet Bakanlığı’nın emrine girdi) nasıl halka sunacaksınız? Artık “nasıl”ı yok, her şey yapılıyor da yazık değil mi bu ülkeye, sonuçta zarar vereceği açık ve net bir sistem değişikliğini zorla getirmeye?

Durum öyle bir hal aldı ki sanki başkanlık geldi de artık karşı olmak demode kaldı gibi filan.. Öylesine tepeden inme bir eylem..

ARINÇ İPUCUNU VERDİ!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç daha önce “Benim çekincelerim var, avantajlarından çok dezavantajları olan bir sistem başkanlık” diyen Cumhurbaşkanı Gül ile benzer çizgideydi, şimdi birdenbire “başkanlığa karşı olanlar”a, özellikle de muhalefet partilerine kızıyor. Kızarken de bu sistemin neden uygun olmadığını kendi ağzıyla satır arasında açıklayıveriyor.

Öncelikle not etmek gerekir ki zaten hali hazırda başkan yetkilerini kuşanmış bir yönetim ve ortadan kalkmış bir güçler ayrılığı durumu varken bir de “başkanlık sisteminin Türkiye’ye hiç mi hiç uygun olmadığına ve zarar vereceğine” inananlar yalnızca muhalefet partileri değil. Biraz olsun bu sistem konusunda bilgisi olan, “ABD dışındaki tüm uygulamaların baskı rejimleriyle sonuçlandığını” bilen herkes karşı.. Cumhurbaşkanı Gül dahil..

Bu nedenle Bülent Arınç’ın ve Burhan Kuzu’nun “inandırıcı olabilmek için” yine muhalefeti hedef almalarında bir haklılık yok.

BU NASIL TARTIŞMA?

Arınç şöyle diyor; “Parti liderlerinin uykusu kaçıyor.. ‘Genel başkan olarak kimse bize bakmayacak’ diye kişisel endişelerinden dolayı sisteme karşı çıkıyorlar.. Sanki Cumhuriyeti bırakıp totaliter bir rejim gelecek gibi.. Biz bütün sistemlerin konuşulmasından yanayız”..

Ve aslında bütün olayı özetleyen cümleler bunlar.. Muhalefet partilerinin başkanlık sistemine karşı olması hiçbir demokratik ülkede iktidar tarafından böyle değerlendirilmez. Zira “tartışıyoruz, konuşulmasını istiyoruz” demenin anlamı “karşımızdakilerin görüşlerine de saygı duyacağız” demektir öncelikle, onların görüşleriyle alay edeceğiz demek değildir, bu bir.. İkincisi; karşılarındakiler öncelikle “halkın oylarıyla TBMM’ye girmiş” büyük partilerdir, demokrasilerde sadece “en çok oy alan parti” yoktur.

BAŞKAN HER ŞEY!

Sonra, eğer başkanlık sistemi muhalefet partilerinin “genel başkan olarak kimse bize bakmayacak” diyeceği bir sistemse, “muhalefet edecek ve başkan dışında sözü dinlenecek” kimse ortada kalmayacak ise zaten sadece bu bile “demokrasiden çıkılacağını” gösterir ve başkanlığın en önemli zararını ortaya koyar. Demek ki muhalefetin endişeleri “kişisel endişe” değil, ülkenin geleceği adına endişedir. Kaldı ki böylesine önemli konularda muhalefet partilerinin her söylediğini halka şikayet etmek, devamlı olarak ‘onlar zaten hiç iktidar olamadılar ki’ benzeri sözlerle sindirmeye çalışmak da başlı başına garip bir siyasettir.

Ve tabii “biz konuşulmasından yanayız” lafı da “istediğimiz olmazsa referanduma gideceğiz” diyen bir iktidar için fantezi gibi kalıyor. Hani “istediğiniz kadar konuşmak serbest, sonunda nasılsa biz bunu getireceğiz” demek gibi..

MİLLETE ANLATIN!

İktidar partisi gerçekten “tartışılması isteğinde samimi” ise, yine referandumu emrivaki olarak yapmayacaksa yanlarına uzman hukukçuları (tarafsız olanları kastediyorum tabii, özgürce konuşabilirlerse) alarak TV’lerden millete “Bu sistem neden sadece ABD’de başarılı oldu? ABD’nin başka ülkelerde olmayan hangi sistem farklılıkları var? Oradaki ‘tam bağımsız yargının ve senatonun’ varlığı, başkanın yetkilerinin nasıl sınırlandığı, eyaletler ve valilerin yarattığı farklılık, parlamento üyelerinin özgür davranabildiği ‘disiplinsiz parti sistemi’nin Türkiyedeki sistemle farkı” gibi konularda halkı aydınlatsınlar.

Daha da iyisi Cumhurbaşkanı Gül de aynı programlarda “başkanlık sisteminin neden avantajdan çok dezavantajı olduğunu” açıklasın. Bakalım kaç kişi “mevcut şartlarla bu sistemin pek ala bağdaşacağına ve sonucun totaliter rejime gitmeyeceğine” inanacak.

İnanmayanlar daha fazla olsa bile, bize uymayacağı kesinlikle görülse bile referandumun sonucu yine “evet” çıkar, o da başka mesele..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.