Şampiy10
Magazin
Gündem

Geleceği gören Üniversite!

Başta “bankacılık” olmak üzere yaptığı her işte getirdiği yenilikler ve başarısıyla adını o sektöre altın harflerle yazdıran Hüsnü Özyeğin durmak, yılmak bilmiyor.. İyi ki de bilmiyor ve onun gibi insanların ülkelerine neler kazandırabileceğini en iyi örneklerle göstermeyi sürdürüyor. Hepimizin duyması gereken çalışmalar bunlar, morale ve güzel olaylara öyle ihtiyacımız var ki!

Hüsnü Özyeğin ’in son girişimlerinden biri; 5 yıl önce kurulan “Özyeğin Üniversitesi” ydi. Kurulmasının üstünden kısa süre geçmesine rağmen bu üniversite daha şimdiden en çağdaş, en modern Batı ülkelerindeki benzerlerini bile geride bırakarak uluslar arası ödüller aldı.. Dünyada ilk kez gerçekleştirilen ve gençlere geleceklerini izlettirerek doğru seçim yapmalarını sağlayan “Hayatının Oyunu” projesi Avrupa Yaratıcılık Festivali Eurobest’in “Gold” ödülünü aldı ve böylece Türkiye’ye dijital alanda ilk ödülü kazandırmış oldu.. Burada Rektör Prof. Dr Erhan Erkut ’un da kutlanmayı hak ettiğini söylemek gerekiyor.

Üniversitesi’nin “geleceği izlettiren oyun” la ödül almasına şaşmamak gerek, zira Özyeğin’in geleceği çok iyi görme yeteneği bu kez de son yıllarda tüm dünyada gençlerin en büyük taleplerinden biri olan “aşçılık” ı hedef almış.. Süper bir adımla; en iyi okulu Türkiye’ye, Özyeğin Üniversitesi ’nin bünyesi içine getirmekle sonuçlanarak..


‘Le Cordon Bleu’ rüyası!’

Bu Fransızca ismi bilenler çoktur ama bilmeyenler de olabilir, açıklayayım.. “Dünyanın en prestijli, en iyi mutfak sanatı okulları” nın başında gelen (mutfak sanatlarının “şövalye nişanı” olarak tanınıyor) ve bu mesleğe ilgi duyanlar için tam anlamıyla bir rüya okul “Le Cordon Bleu” ..

Ben iyi bilenlerden biriyim çünkü kızım Yasemin “Koç Üniversitesi Ekonomi Bölümü” nü bitirdikten sonra Londra Cordon Bleu ’de “aşçılık” eğitimi aldı, Londra’da bazı restoranlarda Michellin yıldızlı şeflerle çalıştıktan sonra Türkiye’ye döndü, şimdi de aynı konudaki çalışmalarını sürdürüyor. Onu bu eğitimi sırasında ziyaret ettiğimde Londra’da bir ara sokaktaki küçük okul binasını ve mutfakları gördükten sonra Çarşamba günü Özyeğin Üniversitesi’ndeki açılışta yeni okul bana saray gibi geldi..

Son derece geniş ve modern, öğrencilerin öğrendikleri teknikleri uygulamasını sağlamaya müsait çok sayıda tezgahın olduğu mutfaklar, ders ve yarışmalar için daha da geniş, profesyonel donanımlı mutfaklar ve salonlar, toplantı odaları, aklınıza ne gelirse var..

Fransız şefler öğretecek

Yemek konusunda dünyaca ünlü iki ülkenin; Fransa ve Türkiye ’nin işbirliği sonunda hiç şüphe yok ki mükemmel aşçılar yetişecektir.. Gastronomi ve Mutfak Sanatları Lisans Programı öğrencileri Le Cordon Bleu’nün usta Fransız şefleri tarafından verilen 4 yıllık eğitimin sonunda Özyeğin Üniversitesi ve Le Cordon Bleu sertifikası alarak mezun oluyor. Bu uluslararası geçerli sertifika ile de dünyanın her köşesinde kariyer yapma şansı elde ediyor.

Benim gibi yemek yemeğe ve yapmaya meraklı kişiler için bundan daha ilgi çekici bir ortam bulunamazdı. Cordon Bleu şeflerinin hazırladığı minik kanepeleri, Londra’dan gelen Pasta Şefi Christoph Bidault ’un yaptığı nefis pastaları tadarken okulun Master Chef ’i Gilles M.Company ile fotoğraf da çektirdim. “Chef” liğe iyice özenerek.. İnanın bana, zamanım olsa sadece “mutfakta daha ustalaşmayı” öğrenmek için bile bu okula devam edebilmek isterdim.. İlgili gençler mutlaka denemeli bence!

Camide tek tip kıyafet!

İmamı açıklamış; Sultanahmet Camii’nde kadın turistlere ‘tek tip kıyafet’ uygulaması başlıyormuş.. Uzun ve önden fermuarlı, kendi kıyafetinin üstüne giyilen bir manto gibi.. Saçlar için de geniş bir şalı var..

İtalya, ,İspanya gibi ülkelerdeki bazı kiliselerde de yazın kısa kollu, kolsuz kıyafetle dolaşan turistlere “bir hırka” giymeleri ve başlarını örtmelerinin söylendiğini biliyoruz. Camilere girerken de “dine, ibadete saygı” gereği kapalı bir kıyafet olması elbette gerekir, şortla, mini etekle ibadethane gezilmez.. Ama bu haberin fotoğrafındaki kıyafet, hiç abartı yok tam bir Suudi Arabistan kıyafeti.. Hani yabancı turist veya yerli halk kafasına “bir dantel şal, bir eşarp” koysa veya “diz boyu etek, pantolon” giyse kabul edilmeyecek. İllaki dev bir şal.. İllaki yere kadar manto..

Ve üstelik, gün içinde yüzlercesini askıya koyamayacaklarına göre bu mantoyu “daha önce çok kişi giymiş” olacak.. Özellikle yazın sıcakta, kendisinden önce “terlemiş insanların giydiği” bir kıyafeti kim giymek ister? Başkasının kafasına sardığı şalı kim sarmak ister?

Sanıyorum, Sultanahmet’i gezmek isteyecek turistleri baştan kaçırmayı amaçlıyorlar, akla gelen bu!

Yazının devamı...

Atatürk için ağlayan Kral!

Cumhurbaşkanı Gül’ün davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Ürdün Kralı Abdullah ve zarif eşi Rania Anıtkabir’i de ziyaret ettiler. Önce ‘ne kadar şık’ olduklarını söylemeden geçemeyeceğim, Rania’nın her zaman giyimiyle-güzelliğiyle dünya modacılarını bile etkilediği biliniyor ama bu kez Kral’ın şıklığı da dikkat çekiciydi.. Cumhurbaşkanı Gül de ondan geri kalmamıştı ve benzer bir şıklık içindeydi..

Anıtkabir’i ziyaretlerine ise Kral Abdullah’ın saygı duruşu sırasında yanaklarından süzülen gözyaşlarıydı. Bu gözyaşlarına “tarihten gelen duygular”ın neden olabileceğini” yazan meslektaşlarımız oldu, hiç şüphesiz kendine göre her tür yorumu yapanlar da çıkacaktır oysa yoruma gerek var mı acaba?

Ondan ilham alıyor!

Bu kadar duygulanmasının nedenini kendisi anlatmış zaten.. Anıtkabir Özel Defteri’ne “Büyük devlet adamı, Türk halkının kalkınmasının sembolü, Türkiye’nin birliği, bağımsızlığı ve genç nesillere iyi bir gelecek bırakmak için çalışmış olan, modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü kabrinin önünde yad ediyorum” yazmış..

Daha önce Atatürk için “Ondan ilham alıyorum. Dünyanın gördüğü en büyük liderlerden biri” dediği de biliniyor.. Bir insan “kral olsa bile” eğer dürüst ise, duygularını-takdirini göstermekten çekinmeyecek kadar da samimi, içten ise bu kadar hayranlık duyduğu, ilham kaynağı olan, dünyayı etkilemiş büyük bir devlet adamının kabrinde duygulanır, ağlayabilir..

Bizim takdir edemediğimizi

O gözyaşlarına da asla “ağlayan bir erkek, hatta bir kral” gözüyle bakılmaz, tam aksine bu içtenlik “Kral’ın kendisine hayranlık” yaratır ki bence kesinlikle öyle oldu.. Ürdün Kralı’nın gözyaşları Türkiye’yle ilgili trajik bir durumu da daha çok görünür kıldı.

Kendi ülkesinde “Atatürk” adını bile kullanmaktan kaçınanlar, bu ülkenin kurucusuna kusur bulmaya çalışanlar, hatta halkının gözünden düşürmek için her fırsattan yararlananlar varken Kral Abdullah O’nun adını tam olarak söylediği gibi “krallara ilham kaynağı bir büyük lider olduğunu” da bir kez daha vurgulamış oldu..

Helal olsun Kral’a!

Rol model Türkiye!

Dünyanın prestijli araştırma kuruluşlarından biriymiş “Zogby”.. 20 Müslüman ülkede anket yapmış ve bu ankette Yemen dışındaki ülkelerin vatandaşları “Türkiye’nin kendileri için rol model olduğunu” belirtmişler. Çoğu Türkiye’nin “Arap dünyasına istikrar ve barış gelmesine katkıda bulunduğunu” söylemiş.

Beğenmedikleri laiklik!

Şimdi bir araştırma da “Türkiye’nin laik-demokratik rejime sahip olmasının bu sonuçtaki rolü” için yapılsa o rolün ne kadar büyük olduğu da ortaya çıkar. Zira bugüne kadar pek çok kez Arap ülkeleri vatandaşları tarafından vurgulandığı gibi “Türkiye’nin rol model olmasını” öncelikle (din ve devlet işlerini ayıran, her dine eşit haklar sağlayan) laiklik sayesinde din, mezhep savaşlarına-kavgalarına-bölünmelerine düşmemiş olması, kendi içinde istikrarı korumayı başarması sağlamıştır.

Kendisi de aynı duruma gelmiş olsaydı, diğerlerine katkı sağlayacak hali kalmazdı. Burada “geleceği öngörebilen ve tüm önlemleri önceden alan büyük lider” Atatürk’ü bir kez daha anmak gerekiyor. Ona şükran borçluyuz.. İnanmayan Kral Abdullah’a sorsun!

Hiç değilse diğer Müslüman çoğunluklu ülkelerin haline bakıp laiklikle uğraşmaktan vazgeçer miyiz acaba?



Şiddet azalmadı!

Başbakan Erdoğan Türk Metal İş Sendikası 18’inci Kadın Kurultayı’nda konuşurken “Şiddet gerek yasal düzenlemeler sayesinde, gerek duyarlılık sayesinde azalmaya başladı” demiş. Kadın ve çocuklara karşı şiddet bugüne kadar hiç görülmemiş şekilde katlanarak artarken, şiddet sözcüğü tam anlamıyla “vahşet”e dönüşürken bu sonuca nasıl ulaştı anlaşılır gibi değil.

Aile içi şiddet, boşanan kadınların en vahşi cinayetlere kurban gitmesi, ülke genelinde “aile içi tecavüze uğrayan çocuk sayısının” hızla artması ama gizlenmesi açıkça ortada.. Kadın ve çocuklar aileden başlayarak her ortamda tehlike altında.. Yasalar gerekli cezaları vermediği gibi hakimler mevcut yasaları bile uygulamıyor.

Bence keşke konuşmadan önce “kadın sivil toplum kuruluşları”ndan bilgi alsalar. Zira bu şekilde hem halk yanlış bilgilendirilmiş, hem de Hükümet kendi kendini “doğru olmayan bir duruma” inandırmış oluyor. Oysa tam aksine tabloyu iyi bilip acil düzenleme yapmaları gerekiyor!

Yazının devamı...

Kasıt mı var?

Pazartesi günkü “Balyoz ve Ergenekon davaları”yla ilgili yazıma çok sayıda okuyucu yorumu geldi. İlginç bir şekilde çoğu ‘Başbakan Erdoğan da bu davalarla ilgili uzun tutukluluk süreleri konusunda yargıyı eleştirince bir umut doğmuştu, ben de bir fark yaratacağını düşünmüştüm” cümlelerime takılmışlar ve beni ikna etmeye uğraşmışlar.

Örneğin yazımın altına yorum gönderen bir okurumuz: “Sayın Başbakan uzun tutukluluk şikayetinde samimi olsaydı, hukuksuz olduğu için kaldırılan ‘özel yetkili mahkemeler’in bu davalara bakmaya devam etmesi için yasa çıkarmazdı. Hem hukuksuz olduğu için kaldıracaksın hem de hala adil karar bekleyeceksin. Tamamen timsah gözyaşları” demiş.

Süre uzatıldı

Bir başkası: “Bilirsiniz ‘maç devam ederken kural değiştirilmez’ diye bir söz vardır. Bu davalar açılmadan önce terörle ilgili tutuklu yargılanma üst sınırı 5 yıldı, davalar devam ederken bir gecede AKP oylarıyla 10 yıla çıkarıldı.. Bunlar artan tepkiler karşısında samimi olmayan sözler” diyor. Bunlara benzer tepkiler fazla..

Şubat ayında bu konuda yazan Bersan Özcan ise şunları yazmış:

“Sonradan Ergenekon adı verilen Ümraniye soruşturmasında ilk tutuklamalar 2007 yılının Haziran ayında yapılmıştı. Neredeyse 6 yıl geçti ve Ergenekon’dan hiçbir mahkeme kararı çıkmadı. Aradan geçen 5.5 sene içinde mahkeme hükümleri çıkmış olsaydı Ergenekon sanıklarının çoğunluğu bugünlerde tahliye edilirdi.

Son yargı paketi ile cezası 1 seneden az kalmış olan binlerce hükümlü tahliye edildi. Ergenekon davası bitirilseydi sanıklara 15 yıl verilse bile hükümlü bunun 5’te 2’sini yatacaktı, yani hapiste kalmış olacaktı. Ee zaten bazı tutuklular 6 seneden beri hapishanedeler.”

Yargı paketinden yararlanma..

Ve şöyle devam ediyor: “Karar hükümleri bence kasten çıkarılmıyor, böylece tutukluların son yargı paketinden faydalanmaları engellenmiş oluyor. Ergenekon sanıklarından hiçbirisini tanımam fakat burada hukukun açık ihlali var. Beş buçuk senede hiçbir karar hükmünün çıkmamış olması manidardır.”

“Hüküm giymekten beter tutukluluk” olur mu demeyin, olurmuş işte!

28 Şubat darbe mi, nasıl?

Hâlâ ısrarla “28 Şubat darbe”dir diyenler var ki bunu yaparak; bir yanda 12 Eylül gibi gerçek bir darbeyi yapanlar ve “bugün olsa yine yapardım” diyenler elini kolunu sallayarak gezerken “darbe olmayan” 28 Şubat nedeniyle insanların tutuklanması gibi bir anlamsızlığa destek veriyorlar.

Ayıptır sorması ama bu “28 Şubat darbedir” diyenler neden acaba o dönemin hayatta olan Başbakan Yardımcısı’na tek kelime etmiyor, “Onun da kuzu gibi kabul etmemesi gerekirdi ama başbakanlığı Erbakan’dan bir an önce kapmak için memnun bile oldu, bakanlarla birlikte hemen imzayı bastı” demiyorlar? 28 Şubat dönemini anlatan kitaplarda Erbakan’ın da Çiller’in de “Herşey yolunda, askerle gayet iyi ilişkiler içindeyiz, hiçbir sorun yok” dedikleri en yetkili ağızlardan ortaya konmuş.(Bakmayın Çiller’in sonradan kendini mağdur ilan etmesine..)

Çiller’e yakınlığıyla tanınan ama 28 Şubat öncesinde gidişten rahatsız olarak istifa eden DYP’li siyasetçiler TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na “kesinlikle darbe değildi” demişler ve zaten Erbakan da 28 Şubat’tan aylar sonra Çiller’in baskılarıyla istifa etmiş.

Hükümet kararını uygulama cezası

Tamam ordunun bir baskısı söz konusu ama darbe olmadığı açık-net ortada.. Peki nedir bu israrla tarihe “darbe” yazdırma çabası? Yoksa asıl mesele “28 Şubat’ta alınmış, altında hükümet imzalı Milli Güvenlik Kurulu kararlarını uyguladıkları” için suç işlemiş sayılan ve iddianame bile hazırlanmadan 10 aydır tutuklu bekletilen insanları daha yıllarca cezaevinde süründürüp intikam almak mıdır?

Yazının devamı...

Biri ‘Balyoz’u anlatsın artık!

Sadece Balyoz ’u değil, Ergenekon’u da anlatsın ve desin ki “kardeşim şu ve şu kesin deliller nedeniyle bu insanlar yıllardır hapiste tutuldular, eşlerini-çocuklarını-torunlarını görmeden ömür tükettiler. O özel yetkili hakim ve savcılar haklıdır”. Ergenekon konusunda mesela “haham Tuncay Güney’in ‘devlet bana işkence ederek konuşturdu, Ergenekon davası bir projeydi bitti’ sözleri şu nedenle doğru değildir” desin.. Hayır, kimse konuşmuyor ve gazetecisinden cerrahına, askerinden siviline, rektöründen komutanına bütün o insanlar cezaevlerinde çürümeye terk ediliyor.

Başbakan Erdoğan da yıllar sonra çıkıp “özel yetkili mahkemeler”in keyfi ve uzun tutuklamaları konusunda “Yeter artık, elinizde kesin delil varsa bitirin işi, yoksa bu tutukluluklara son verilsin” şeklinde konuşunca bir umut doğmuştu.. Bu çıkışının da siyaset olduğunu, inandırıcı olmadığını söyleyenler vardı ama ben “bir değişiklik yaratacağına” inanmıştım doğrusu.. Gerçi teoride bu da “yargıya siyasi müdahale sayılırdı” ama “özel yetkili” mahkemelerin “hukuka aykırı olduğu” resmen açıklandığına göre “mevcut şartlarda” sayılmazdı da..

Yalanlarla yürüyen davalar!

Olmadı, ben yanıldım, herşey eski tas, eski hamam devam ediyor. Ama örneğin Balyoz davası sanıklarından gelen mektuplardaki “sahte delil” listeleri de insanın uykularını kaçırıyor, vicdanını yaralıyor.

Mesela “Şu bilgisayarda yazılmış” dedikleri dosyaların hiçbirinin iddia edilen bilgisayarlarda yazılmamış olması.. Mesela “2008 yılında suça karıştığı iddia edilen bir subayın 2006’dan sonra Malezya’da olması ve hiç Türkiye’ye gelmemesi”.. Mesela “Fuhuş, Şantaj ve Casusluk” davasında şantaja uğrayan kimse olmadığı için şantajın düşmesi.. Fuhuş yaptırdığı iddia edilen kadının mahkemeye “bekaret raporu” sunması..

3 Ağustos 2010’da adli emanete teslim edilen dijital bir dosyada “Ekim 2010’da (2 ay sonra) gerçekleşen olaylar”ın bulunması.. 3 Ağustos 2010’da yapılan bir aramada el konmuş bir harddiskin kopyasının polis tarafından “8 Mart 2010”da alınmış olduğu bilgisinin tutanaklara geçmesi (yani el konmadan 5 ay önce polis kopyasını çıkarmış).

Raporlar-Deliller saklandı!

CD’lerdeki iddia olaylardan bazılarının CD’ler adli emanete teslim edildikten aylar sonrasının tarihinde olması.. Bu saçmalıklar “iddiaları yalanlayan tarihler”in sadece bir kısmı.

Bunların yanında örneğin 163 askerin topluca tutuklanmasını sağlayan gelişmeler arasında; dijital sahtelikleri ortaya koyan bilirkişi raporlarının özel yetkili savcı tarafından mahkemeye gönderilmemesi.. Gelecekte olmuş şeylerin önceden yazıldığını kanıtlayan “sanıklar lehine deliller”in de mahkemeye gönderilmeyip özel yetkili savcı tarafından adli emanete saklanması.. Sayılmayacak kadar çok karanlık nokta var..

Cumhuriyet Savcılığı “sanık delilleri çürütmekle görevlidir” diyor. Delil denilen sahtelikler açıkça ortaya konuyor ama kabul edilmeyerek yüzlerce kişi 16-18-20 yıl hapse mahkum ediliyor. Üstelik gerçek suçluların, gerçek darbecilerin, katillerin bile mahkum edilmediği bir ülkede..

Bir kez daha sorayım; adı nedir bunun, adalet mi, sakalet mi?

Odunlu öğrenci!

İlhan Elbirler isimli okurumuzun yazdıklarını sizinle paylaşmak istiyorum.

“Sayın Mengi; dünkü TV programlarından birinde Van’ın bir ilçesinde okullarının girişinin kardan kapandığı ve çocukların da açtıkları bir tünelden dershanelerine girdiklerini seyrettim. Dikkatimi çeken ‘her çocuğun elinde bir odun parçası olduğu’ idi. Bu odunları dershaneye giren her çocuk sobanın kenarına bırakıyordu. Bu olayı yıllar önceleri de biliyorduk. Baştakiler de hala ‘Başbakana A-330 Airbus da yakışır daha büyüğü de’ desinler..! Yazık”.

Şimdi burada Başbakan’ın Airbus uçağından çok “her aileye en az 3 çocuk” politikası eleştiriye değer bence.. Eğer devletin okullara gerekli odun-kömür sağlayacak imkanı yoksa, ülkenin ücra bir köşesinde, hava şartlarıyla ve yoksullukla boğuşarak okumaya çalışan küçük öğrencilerden bile odun getirmeleri isteniyorsa hangi anlayışla “fazladan çocuk” telkini yapılabilir ki?

Mevcut çocuklar “aile içinde ve dışında” şiddetten korunamıyorsa, çocuk yaşta zorla evlendirilmelerini önleme konusunda bile tek adım atılmıyor, tek ceza uygulanmıyorsa nasıl yapılabilir ki?

Asıl “yazık” olan nokta bu işte!

Yazının devamı...

Başkanlık ‘ne usulü’ olsun?

Cumhurbaşkanı Gül ’ün “başkanlık sistemi” denilen ve ABD’den başka bir ülkede başarılı olduğu görülmemiş “tek adam” sistemi ni onaylamadığı daha önceki konuşmalarından biliniyor.

Ama çoğu kez yapıldığı gibi “farklı görüş” ortadan kaldırılmaya veya “yumuşatılmaya” çalışılarak bu soru ona defalarca soruluyor. Yine soruldu ve Gül bu kez “Türkiye için uygun bir sistem olduğunu düşünmüyorum. Eğer demokrasiye yeni geçen bir ülke olsaydık anlaşılabilirdi ama Türkiye’de çok eskiden beri işleyen bir parlamenter sistem var ve ben bu sistemin doğru olduğuna inanıyorum. Zaten şu anda bile cumhurbaşkanı gereğinden fazla yetkiye sahip” demedi..

Dikkat çeken çelişki!

Yumuşattı açıklamasını; “daha önce bizim ‘Türk usulü’ demokrasimiz vardı ama noksandı. Buna benzer noksanlıklar olmaması lazım” dedi.. Okuyan ne anlıyor; “başkanlık sistemine karşı olmaktan vazgeçti de artık noksan olmamasını tartışmakta” .. Ama ( Taha Akyol röportajında) hemen arkasından “zamanı gelince tekrar cumhurbaşkanlığına aday olup olmayacağını oturup arkadaşlarıyla tartışacağını” da söylemiş.

Peki burada yeni bir soru işareti, daha doğrusu çelişki ortaya çıkmıyor mu? “Zamanı geldiğinde” cumhurbaşkanlığı zaten ortadan kalkmış, bugün “fazla” bulduğu yetkiler “başkan” da on kat daha fazlasına çıkmış olacak (Yani Gül için ‘zamanı’ bir daha hiç gelmeyecek).. Ayrıca bir cumhurbaşkanının konuşurken sözlerini ‘halkın kolayca anlayacağı şekilde, açık ve net hale getirmesi’ gerektiği gibi ‘daha önce yaptığı açıklamaları’ da birden unutmaması, hatta onları da net hale getirmesi gerekir.

‘Daha iyi demokrasi’ açıklanmalı

Mesela daha önce “parlamenter demokratik sistemin iyi işlediğini” anlatan bir konuşma yapmışsa ve arkasından “Türk usulü demokrasi eksikti, bu sistem de eksik olmasın” diyorsa bu eksiklerin “başkanlık sistemi gelirse nasıl tamamlanacağını”, eğer böyle bir ihtimal görüyorsa kendisinden dinlemek isteriz.

Defalarca yazdık, hukukçular anlattı ve zaten örneklerle ortada, bir baskı ve haksız yönetim söz konusu olduğunda gidilecek “bağımsız yargı” yok, bunları dile getirecek “bağımsız medya” yok, neredeyse tamamı yıllardır güçten yana “taraflı” yayın yapmakta..

Muhalefet partilerinin görüşleri hiç önem taşımaz hale getirilmiş, iktidarın istediği her şey ya kanunlarla veya olmuyorsa referanduma giderek sağlanıyor. Başkanın hatalı kararlarını durduracak “senato” yok.. Eyalet sistemi ve yetkileri paylaşan “eyalet valileri” de yok. Milletvekilleri ise bugünkünden beter “başkanın emrinde” olacak..

Tablo bu iken Sayın Gül acaba “muhalefet partilerini de tümüyle yok kılacak” başkanlık sisteminin, “Türk usulü demokrasideki eksikleri” nasıl tamamlayacağını açıklayabilir mi? Açıklarsa sanıyorum siyaset bilimciler , toplum ve hatta daha önce bu sistemin “denenip başarısız olduğu, diktatörlüklerle sonuçlandığı” ülkeler de fazlasıyla yararlanırlar.

Kafanıza ÇYDD kadar taş düşsün!

Bildiğiniz gibi Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bugüne kadar her yıl ülke çapında“eğitim konusunda sıkıntısı olan” yüzbinlerce öğrenciye eğitim sağlamış olan en büyük sivil toplum kuruluşlarından biri. “Çağdaş bir eğitim ve yaşam felsefesi” ile ülkenin her köşesinde yeni şubeler açarak, 2009’da 30 bin olan kız öğrenci burs desteğini 2012 sonunda 55 bine, üniversite burs sayısını 33 binden 69 bine çıkararak (bütün baskılara, baskınlara, bilgisayarlara el koymalara rağmen) yollarına devam ediyorlar.

Müthiş gelişme

‘Burslu’ öğrencilerin ‘mezun olan’ gençlerin, “Çağdaş Gençlik Birimi” nin yer aldığı yeni projeler, engelli çocuklara yönelik çalışmalarda yer alacak gençlerin yurt dışında eğitilmesi , yarışmalar , Doğu’da ve her köşede okul , yurt , eğitim evleri açılması ve daha sayısız gelişme içinde ÇYDD ..

Ama tabii bu ülkede “iyilik cezasız kalmayacak” ya, kötülükten nemalananlar susmuyor. Son olarak Derneğe destek için bağış yapan “TPF ve BTF” isimli derneklerin, “EVS ve AGH” nin yabancı dernekler olduğu imajı yaratarak “diğer ülkelerin maddi desteğini aldıklarını” öne sürüyor, “ABD’den gelen paralarla okul yapıyorlar” diyerek yıpratmaya çalışıyorlar.

Çamur tutmaz!

Oysa Turkish Philantrophy Fondation (TPF) ve Bridge To Turkey Foundation (BDF) ABD’deki Türklerin kurduğu dernekler.. EVS; Avrupa Gönüllü Sistemi , AGH; Avrupa Gönüllülük Hizmeti ..

“Johnson and Johnson” ise Türkiye’de Türk şirketi kurmuş bir yabancı firma ve bu Türk şirketi küçük çocuklarla ilgili ürün sattığı için “2 ana sınıfı” açarak destek vermek istemiş. Yani söylenen yalanlar tabak gibi ortada.

Kendisi ülkeye katkı için, “gençlere, çocuklara yardım” için küçük parmağını kıpırdatmayanlar, bir de dönüp çamur at izi kalsın yöntemiyle karalamaya çalışıyorlar.

İsteyen bu zavallı gayretlerini sürdürsün ama ÇYDD gibi dürüst ve onurlu dernekler , yöneticileri gibi dürüst ve onurlu insanlar çamur tutmaz, o çamur döner sıvamaya çalışana bulaşır sonunda! Başkan Prof. Aysel Çelikel ve tüm derneği 24’üncü yıllarında gönülden kutluyorum.

Yazının devamı...

PKK silah bırakmayacak ülkeyi terk etmeyecek!

İmralı ’ya giderek PKK terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan’la “yeni yapılacak anayasa” ve “terörün bitmesi için çözüm şartı” denilen şartları görüşen BDP heyetinin bu görüşmelerinin içeriği dışarı sızdı ya..

“Nasıl, neden, kim” sorularının cevapları havada uçuşmaya başladı hemen.. Yemin ediyorum bu ülkede her konu sonunda sokak kavgasına, çocuk çekişmesine dönüyor ve bu milletin “tenis maçı izler gibi bir o yana, bir bu yana bakarak” yaşama çilesi hiç bitmiyor. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural ’ın “özellikle sızdırıldı, tepkilere bakarak şartları belirleyecekler” iddiası yabana atılacak gibi değil ama sonuçta hangi nedenle ve kim tarafından sızdırılırsa sızdırılsın önemli olan bu değil, “sonunda ne olacağı” .. Ki asıl o belli değil!

Şartları PKK koyuyor!

Başbakan Erdoğan “PKK silah bırakıp, sınırdan başka bir ülkeye geçsin, süreç başlar” diyor.. Oysa PKK Kuzey Irak ve Suriye başta olmak üzere Türkiye ’de ve her yerde.. Zaten kendileri de “vur-kaç” yöntemini bırakıp “vur-kal”a geçtiklerinde söylemediler mi; “sınır ötesi diyorlardı, artık ötesi filan yok biz buradayız, bir yere gitmiyoruz” diye?

Erdoğan’ın bu sözünden sonra Kandil’deki yöneticileri “şartları biz koyuyoruz, o çaresiz kaldığı için taleplerimizi karşılayacak” demedi mi? Şimdi İmralı görüşmelerinde çıkan çekişme de bu.. PKK ‘sınır dışına çıkma’ yı kabul etmiyor, ‘silah bırakma’ nın zaten lafını bile etmiyor.

Daha “Oslo’daki ilk görüşmeler”, hatta referandum ve seçim öncesinde alelacele “açılım” ilk kez başlatıldığında “Bir terör örgütü silah bırakmadan masaya oturulmaz, devletle bu şekilde görüşme başlatmak yanlıştır” diye baştan söyleyenlere “vay, çözüm sürecini baltalıyorlar” dediler, oysa birilerinin olayların geleceği noktayı daha ilk adımda gördüğünü kabul etmenin zamanı geldi.

Devlet yerleşirmiş..

PKK’nın “sınır dışına çıkma şartını kabul etmemesinin nedeni” ne bakalım ve bu sürecin ne kadar yanlış bir zamanlamayla başlatıldığını görelim.. PKK, eğer sınır dışına çekilirse “boşalttığı alanlara devlet güçlerinin yerleşeceği” endişesi taşıyormuş. Olacak şey mi; Türkiye sınırları içinde terör örgütü “alanlara sahip” ve buralara “devlet gücü” giremiyor, ifade bu.. Kendi ülkesinin topraklarına güvenlik güçlerinin girecek olması da PKK’nın endişesi oluyor.

Eh öyle devlet olmaz zaten.. PKK bir de “sürecin başarısız olması halinde tekrar sınırı geçerek o bölgelere yerleşmesinin zorluğundan” söz ediyor.

Sürecin başarısı neye bağlı?

Örgüt “Anayasada Kürt halkının varlığının zikredilmesi”ni, “özerklik” için de yasalarda düzenleme yapılmasını da istediğine göre “sürecin başarılı olması”yla ne kastedildiği açıkça ortada artık. Bunlar yapılmadığı takdirde (tabii Öcalan’ı da kapsayan bir af fı unutmayalım) geri dönüp teröre başlayacaklar.

Bir yanda “başkanlık sistemi için BDP’nin desteği” ne ihtiyaç duyan ve bunu açıklayan Hükümet, diğer tarafta bu “çözüm” talepleri.. “Zamanı siz seçtiniz, haydi çözün” demekten başka söz kaldı mı?

Af yalnız KCK’ya mı?

Şimdi yeni anayasadan önce “cezaevlerindeki tüm siyasi mahkumlara af çıkarılmalı” tartışması başladı ve zaten “özel yetkili” mahkemeler tarafından ve “hukuka aykırı işlemlerle” tutuklanmış, mahkum edilmiş sivil-asker yüzlerce insanın da bu aftan yararlanarak çıkması umudu doğdu..

Ama bakıyorum söz ne zaman buraya gelse konuşmacıların hepsi “çözüm sürecinde KCK’lılara af çıkar, diğerlerini yine inatla içerde bırakırlar” endişesi taşıyor.

Hani artık “bu ülkede ‘olmaz’ diye bir şey olmaz, tam aksine her şey olabilir” noktasındayız ama bu kadarı olmaz herhalde.. Bakalım af konusu ne zaman gündeme gelecek?

Yazının devamı...

Tek sorun ‘cumhuriyetçi’ olmaları mı?

Hani artık “Türk’üm” derken bile huzursuzluk hisseder hale getirildik ya, yakında “Türkiye Cumhuriyeti” derken de aynı huzursuzluğu hissettirecekler mi diye korkuyorum.

Cumhuriyet’in korunmasını istemek de suç olur mu diye düşünüyorum. “Olmaz, olmaz” demeyin, herşey olabilir. Sadece Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e bağlı insanların başına gelenlere baktıkça her şey olabilir. Artık baskılar hukukçulara kadar vardı. Çağdaş Hukukçular Derneği’ne gece yarısı operasyonundan sonra İstanbul Barosu Başkanı Kocasakal ve baro avukatlarına olanlara bakın..

Halka açık Barobahçe’de

Kocasakal geçenlerde Kanlıca’da açtıkları ve halka da açık olan “Barobahçe” isimli, yeşillikler içindeki tesiste basına bir toplantı yaparak kendileriyle ilgili davayı anlattı.

Biliyorsunuz “12 Eylül darbesi sonrası hakkında dava açılan ilk baro başkanı” olan Ümit Kocasakal ve 10 yönetim kurulu üyesi için “yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüs” ten “Balyoz davasına bakan özel yetkili mahkeme” tarafından 2-4 yıl arasında hapis cezası isteniyor.

Hakim ‘Savcının eşi’..

Bu çelişki de çok enteresan tabii, ülke yöneten siyasiler ve eski Genelkurmay Başkanı çıkıp özel yetkili mahkemeleri her türlü etkileyecek konuşmalar yaparken, “yürütmenin yargıya açık müdahalesi” hiç sorun olmazken, “bir hukuksuzluk gördüğünde eleştirmek” en doğal hakkı olan Baro Başkanı için dava açılması enteresan değilse nedir?

Her neyse bu da oldu ve dava açıldı.. Ama diğer gelişmeler daha da enteresan; Baro Başkanı ve yöneticilerini yargılayacak mahkemenin kadın hakimi “onlara iddianame hazırlayan savcının eşi” imiş.. Artık bu nasıl tesadüf ise öyle olmuş, “adalete” güveneceksiniz!!. HSYK’nın referandumdan sonra Adalet Bakanlığı bünyesinden isimlerle baştan aşağı değiştirilmesine rağmen “bağımsız” kaldığına inanıyorsanız sonucun adil olacağına da inanacaksınız.

Sıra Barolarda..

Hepsi bu kadar değil; o arada “Baro yönetimi seçiminde Kocasakal ve ekibinin yüzde 60 oyuna karşı yüzde 20 oy alan (başkanlık yarışında Kocasakal’dan sonra 2’nci olan kişi eski AKP Ataşehir İlçe Başkanı imiş) ekip, dava açıldığı için Baro yönetiminin düştüğünü iddia etmiş. Böylece “onları gönderir, yerlerine biz geçeriz” diye düşünüyor olmalılar.. Asıl amaç bu olsa da büyük resme baktığınızda “medya, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler sindirildi, susturuldu, sıra barolara geldi” mesajı gayet net görünüyor.

Hukuksuzluk “hukuk ve hukuk kuruluşlarının içine” kadar işlemişse adaleti nasıl ararsınız?

Gerçekten dehşet olaylar yaşanıyor ! Ve eğer görevini yapmaktan, Başbakan’ın bile dahil olduğu milyonlarca insan gibi “Balyoz Davası’ndaki hukuksuzluğa tepki göstermek”ten başka bir şey yapmamış olan Kocasakal’ı engellemek için de bir “içeri atma nedeni” bulurlarsa Türkiye gerçekten bitmiş demektir!

İktidar samimi ise bunu yapar!

Başbakan Erdoğan biliyorsunuz yıllar geçtikten sonra Balyoz Davası’nda tutuklanan askerlerin uzun süre tutuklu kalmalarına karşı çıkmıştı.. Mahkemeye “elinde delil varsa ver kararı, yoksa bu kadar uzun tutukluluk olmaz” demişti.

Gerçi verilen “karar”larda da geçersiz, sahte olduğu kanıtlanmış deliller geçerli kabul edildiği için o kararlar da tartışmalı ama tutuklular için eğer iktidar partisi samimiyse öncelikle “tutuklu milletvekilleri”nin serbest bırakılmasını sağlayabilir.

İsterlerse bunu yapabilecekleri ortadadır. Terör örgütü liderine özel eve varıncaya kadar her imkan tanınırken ve artık mesele “serbest bırakılması tartışmasına” gelmişken milletvekillerinin bir karış odada hapis tutulması çok ayıp olmuyor mu?

Yazının devamı...

Bu vahşet ne kadar sürecek?

Bu ülkeyi idare etmek için seçilmiş siyasetçiler “ağzında peynirle ağaca çıkmış karga” gibi şişinip dururken ve “birbirlerini aşağılayarak oy arttırma” yarışıyla zaman kaybederken ülkenin kadınları, çocukları korku filminden farksız hayatlar yaşıyor. Ve bu durum, ne kadar gündeme getirilirse getirilsin kimsenin umurunda bile değil!

Sadece şu son örneği düşünün; Erzurum ’da evli ve 4 çocuklu kadın “çocuklarının gözü önünde çıplak dolaşan ve kendisine onların önünde tecavüz eden” kocasını bıçaklıyor, gelen polislere de “Beni cezaevine atın, ancak orada rahat ederim” diyor. Cezaevine atılsa o adam anne korumasından uzak, sahipsiz kalan çocuklara kim bilir neler yapacak ama artık bunu bile düşünemiyor.

Maymunu ateşe atmışlar

Rahmetli anneciğim “maymunu ateşe atmışlar, yavrusunu ayağının altına almış” derdi. Sonsuz acı içinde kalan insanların gözünün hiçbir şey görmeyeceğini anlatır bu söz.. O “şiddet ve vahşetle yaşatılan” kadınlar da bu durumda..

Cezası ne olacak bu adamın? İyileşince o da diğer tecavüzcüler, sapıklar gibi bırakılacak ama “gerçek ağır tahrik” altındaki bu anne büyük ihtimalle hapis cezasına çarptırılacak. Türkiye’de “adalet” adını verdikleri çorba böyle işliyor çünkü..

Adana’da 15 yaşında iki kız çocuk zorla akrabalarıyla “berdel” usulü evlendirilmişler. Düğünü polis basınca kızlar “Biz okumak istiyoruz, ailelerimiz zorla evlendirdi” demişler. Ortada “devlet” varsa derhal bu kadına, onun 4 çocuğuna, zorla evlendirilen iki çocuğa sahip çıkar ve suçluları cezalandırır .

Bu yapılmadığı takdirde ortaya çıkıp “Biz kadınlar, çocuklar için şunları yaptık” diye saymaları çok komik oluyor, bilsinler. Teröristlere bile “çok sempatik” bakılan bir ülkenin kadın ve çocukları bu kadar acıya terk edilemez!

Vehbi Koç Ödülü ‘süper doktor’a!

Tam 12 yıldır “eğitim, sağlık, kültür” alanlarında en iyilere verilen Vehbi Koç Ödülü ’nü 2013’te ABD’nin en iyi üniversitelerinin başında gelen Harvard Üniversitesi ’nde “Genetik Hastalıkları Bölüm Başkanı” olan Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil aldı.

Dünya çapında son derece önemli buluşlara imza atmış bu başarılı doktorun adı kendi ülkesinde pek fazla ön plana çıkmamışken Vehbi Koç Vakfı ’nın (daha önce verdiği ödüllerde olduğu gibi) bu ödülü “en çok hak eden” kişiye vermesi doğrusu yeterince takdire değer. Bu yıl maalesef Vakıf Başkanı Semahat Arsel geçirdiği kaza sonrasında tam iyileşemediği için (eksikliği fark ediliyor) ödülü Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç verdi.

Diyebet ve şişmanlık geni

Ben kulaklarıma inanamadım; Gökhan Hotamışlıgil bugüne kadar binlerce bilim adamının keşfe çalıştığı “diyabet hastalığı” na ve “şişmanlığa” neden olan ve genleri bulmuş. Bundan sonra elde edilecek gelişmelerde ne büyük rol oynayacağını siz düşünün.

Ödül töreninde, kimsenin dikkat etmediği, akla bile getirmediği “fillerin saçı var mı” sorusu ve fillerin yürüdüğü bir çizgi film göstererek davetlilerin cevabı bulmasını beklemesi de ancak onun kadar pratik zekaya sahip birinden beklenirdi..

Genç öğrenci buluyor

Sonunda “300 yıldır kimsenin aklına gelmeyen” bu sorunun cevabını Princeton Üniversitesi’nde 20 yaşında bir öğrencinin bulduğunu, “kafa ve vücuttaki bu seyrek kıllar ne işe yarıyor” araştırması yaptığını ve bu araştırmadan çıkan kıl tasarımının “özgün malzeme üreten” bir firma tarafından kullanıldığını, Cambridge’de bunu üreten firmanın ise sonunda “375 milyon dolar” a satıldığını anlattı.. Meğer o gözle görünmeyen seyrek kıllar “filin vücut ısısının yüzde 20’sini kontrol ediyor”muş.

Özgürlük!

Prof. Dr. Hotamışlıgil “bu öğrencinin büyük bir buluş yapabilmesinin nedenleri” ni açıklarken bir numarada “Özgürlük” dedi. Princeton’daki özgür ortamın öğrenciye verdiği rahatlığın bu buluşa katkısını vurguladı. En çok alkışı da bu vurgu aldı..

Ödül töreninden sonra yemek sırasında yakınımda bir grupla konuşmakta olan karizmatik ve güleryüzlü Dr. Gökhan Bey ’in yanına giderek onu coşkuyla kutladım ve kısa bir sohbet yaptım. Ona ‘en önemli ödülleri hak eden büyük buluşları kadar içtenliği, esprili kişiliği ve tüm fotoğraflarında da göze çarpan güleryüzünün fark edildiğini, böylesine zorlu çalışma içinde bile bu özellikleri korumasının dikkat çektiğini’ söyledim. Yine aynı içtenlikle teşekkür etti.

Sıkıntılı olayların, gerilimli ortamların sonu gelmeyen ülkemizde bize bu gururu yaşatan insanlarımızın olması ne büyük mutluluk.. Onu da, Vehbi Koç Vakfı ’nı da ayakta alkışlıyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.