Şampiy10
Magazin
Gündem

PKK devlete ‘aciz’ diyor!

Tamam, her ne kadar “başkanlık sistemi için BDP’nin desteği” karşılığında her talebin kabul edileceği gibi bir durum açıkça görülüyorsa da yıllardır süren terörün bitmesi için bir umut doğdu, çoğunluk da bu konuda zehir içip “kızılcık şerbeti içtim” deme havasına girdi ama bir taraf ağzına geleni söylerken geriye kalan herkesten “susma” beklenmesi de haksız bir beklentidir.

Başbakan Erdoğan “Bizim için Kandil’dekiler, Türkiye’deki teröristler sınırdan ikinci bir ülkeye gittiği anda süreç fiilen başlamış demektir” dedi. Kandil’dekiler zaten “başka bir ülkede” değil mi? Onlar ve Türkiye’dekiler örneğin; istedikleri anda sınırı kolayca geçerek geri dönebilecekleri “Suriye Kürdistanı”na giderlerse süreç başlamış mı olacak?

İktidar-Muhalefet kavga ederken..

Böylesi kritik bir dönemde Başbakan Erdoğan’la Ana Muhalefet Lideri Kılıçdaroğlu arasında “Tunceli’de konuş”, “Sen Rize’de konuş” mealindeki sözlü düellolar aralıksız sürerken bir yandan da çok önemli ve dikkat gerektiren açıklamalar yapılıyor.

Geçen Cuma akşamı TV’de terör uzmanı Prof. Dr. Ümit Özdağ “Bir çözüm girişimi yapılacaksa terör örgütü zayıf durumdayken yapılmalıydı, şimdi yapılması PKK’yı devlet karşısında zafer kazanmış konuma getirdi, güçlendirdi” demişti. PKK’nın Kandil’deki üst düzey yöneticilerinden Duran Kalkan bu yorumun doğruluğunu gösteren bir konuşma yapmış. Özetle diyor ki;

“AKP 12 Haziran seçimi sonrasında PKK’yı silahla ezebileceği yanılgısına düştü. O saldırıları yürüttükçe gördü ki PKK daha da gelişiyor, kendini 2’ye katlıyor, AKP ise geriliyor, şimdi ortamı yumuşatarak oy oranlarını arttırmaya bakıyorlar.

Devam ediyor: “AKP’nin insancıllaştığı yok, çaresizdir. ‘Mart ayına kadar PKK bitecek’ diyorlardı, politikaları PKK tarafından başarısız kılındı. Şimdi Başbakan ‘zehir olsa içerim, bütün riskleri üstleneceğim’ diyor. Güven vermiyor ama çaresiz kalmıştır .

Gitmezlerse ne diyeceksiniz

‘Giderlerse onlara bir şey demeyeceğim’ diyor. Gitmezlerse de diyemiyorsun zaten.. ‘PKK gitsin, sorun çözülsün’ diyor. PKK sorun değil, soruna çözüm arıyor. Sen çözmezsen PKK’yı değiştiremezsin. ‘Kürt özgürlüğünü sağlamaya’ sonuna kadar kararlıdır, bunu herkes bilsin.”

İşte PKK’nın Kandil yöneticilerinin görüşü, ayrıca “Önder” dediği Öcalan’ın da bu görüşleri benimsediğini satır aralarında söylemiş.

Erdoğan devleti temsil eder

Şimdi.. Başbakan Erdoğan bütün o açıklamaları “AKP Genel Başkanı” olarak değil, “Türkiye’nin Başbakanı” olarak söylediğine, “devlet” i temsil ettiğine göre PKK da bu “acizler”, “çaresizler” sözlerini devlete söylemiş oluyor. “PKK’nın güçlendiğini, devletin çaresiz kalarak bu adımları attığını” anlatıyor. Bunlar “dünyanın da duyacağı, dünyaya karşı yapılan açıklamalar”dır aynı zamanda.. Ve sonunda “Kürt özgürlüğü sağlanmazsa PKK terörünün artarak sürdürüleceği” tehdidi vardır. Bu durumda “Kürt özgürlüğünü sağlayacak talep” yerine getirilmediği takdirde örgütün silah bırakması söz konusu değildir. Hükümet’in “Bizim öncelikli amacımız silah bırakmaları” sözleri de bir anlam ifade etmemektedir.

Peki nedir “Kürt özgürlüğünü sağlayacak” şart? İşte bunun üstü hep kapalı.. Devlete aciz, çaresiz derken o noktaya değinilmiyor. Bu mudur “sorun çözümü”? Böyle mi olmalıdır?

“Devlet”in “Hükümet” ayağı, millete acil bir açıklama borçlu değil mi acaba?



Keşke Türkan Saylan görseydi!

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ’ni kurarak binlerce yoksul çocuğa eğitim kazandıran, cüzzam hastalığıyla mücadele için özel hastane kuran bu çalışkan, akıllı, cesur kadın doktora hayatının son günlerinde milletçe şükranlarımızı sunmamız gerekirken bunu yapamadık..

Tam aksine, o en zor günlerde bile cesaretle, nezaketle gülümsemekten vazgeçmeyen Prof. Dr. Türkan Saylan ’ın evini ve ÇYDD şubelerini polisler bastı ve didik aradılar. Onun tertemiz, saygın, onurlu yaşamını lekeleme amacıyla en haksız, en acımasız iftiralarla kampanyalar sürdürenler oldu.

Bu “ülkesine, Cumhuriyet’e, Ata’sına gönülden bağlı” büyük insanı üzüntü içinde kaybettik ama onu sevenlerin ve eğitim kazandırdığı on binlerce gencin kalbinde sonsuza kadar yaşayacaktır.

Keşke rahmetli Türkan Saylan da görseydi, bu yıl ÇYDD 24’üncü yılını kutlayacak , bu nedenle Başkanı Prof. Dr. Aysel Çelikel bir basın toplantısı düzenleyerek “2009’da Derneğe yapılan baskınlar” sonrasında ülkenin eğitim konusunda en başarılı sivil toplum kuruluşunun 4 yılda kat ettiği yolu anlatmaya karar vermiş. Gönderdiği basın bülteninde gurur verecek çalışmalardan söz ediliyor.

Toplantı bu sabah 11’de Taksim Hill Otel’ de yapılacakmış.. Haberi olmayanlara da duyurmak istedim.

Yazının devamı...

Küçük kızların evlendirilmesi suçsa ceza verin!

Urfalı Esranur Ağıç daha henüz 16 yaşındaydı.. Uluslararası “çocukların korunması” yasalarına göre “çocuk” sayılıyor.. Bizim de imza attığımız, onayladığımız yasalar bunlar.. Zaten zavallı Esranur’a bu nedenle “medeni nikah”yapılamamış, zorla ve imam nikahıyla “amcasının oğlu” ile evlendirilmiş.

Çocuk gönlü, başkasına aşıkmış kızcağız.. Amcaoğlu’yla evlenmeyi istememiş ama dinleyen mi var, “evleneceksin” denmiş, imam gelmiş, oldu-bitti! Bu ülkenin yasalarına göre de yasak, ayrıca medeni nikah olmadan evlenmek de yasak ama suçun cezasını uygulayan yok.. O nedenle zavallı çocuklar, üstelik çoğu kez başlık parası karşılığında kadın sayılarak ve “dedeleri yaşında” adamlara satılarak hayatlarını bu işkenceye katlanıp esir gibi sürdürmeye zorlanıyorlar.

Şimdi bi ‘şiddet’ mi?

Esranur evlendirildikten sonra sevdiği gencin “bıçaklanarak öldürüldüğünü” duymuş ve 9’uncu kattan kendini atarak canına kıymış. O genç acaba “Esranur onu sevdiği için” mi öldürüldü, başka bir nedenle mi bu bilinmiyor.

Ama önemi de yok bu memlekette. Hukukla alakasız uygulamalar yapılan, suçu söylenemeyen, delil gösterilemeyen insanların zindanlara tıkıldığı, hatta “olmayan deliller var gibi gösterilerek” hükümler verildiği ülkede kadınların ölümüne sebep olanlara, tecavüzcülere, katillere her tür anlayış gösterilir, her tür ceza indirimini uygulamak için yarışılırken böyle suçların lafı mı olur?

‘Aile Bakanlığı’ değil!

“Esranur’un ölümüne kim sebep oldu”, “sevdiği genci kim öldürdü”, bu soruların cevabını yargı aramalı ve gerekeni yapmalıdır. Ama aynı şekilde “Kadın Bakanlığı”nın, Adalet Bakanlığı’nın, STK’ların bu olayların takipçisi olması gerekir. Bu ülkede ailenin değil, “kadın ve çocuk”ların büyük sorunları varsa o bakanlığın adı “Aile Bakanlığı” olamaz, “Kadın ve Çocuk Bakanlığı” olabilir ancak..

Aynen bu olaylara “kadına şiddet” olayı denemeyeceği gibi.. Sözcükleri değiştirip “tecavüz”ü “taciz”, “vahşet”i “şiddet” yapınca felaketin boyutu değişmiyor, sadece kendimizi aldatıyoruz, bunu öğrenelim artık! Yazıktır bu çocuklara!



Kozmik oda davası!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast iddiasından sonra aranan Genelkurmay’da “en gizli devlet sırlarının saklandığı” kozmik odalarla ilgili dava açılacakmış. Arınç ilk zamanlarda, 2009 yılında “bize suikast yapılabilir” derken son günlerde o bile “buna inanmıyorum” demeye başlamıştı.. Ve aradan geçen 3.5 yılda da kozmik oda aramalarıyla ilgili bir sonuç bildirilmemiş ve olay neredeyse unutulmuştu..

Başbakan Erdoğan’ın yargıya “uzun tutukluluklar”konusunda “elinizde delil varsa verin kararı, bitirin işi, yoksa böyle uzun tutukluluk olmaz” anlamına gelen açıklamasından sonra tam artık uzun süre “iddialarla”hapiste bekletilen insanların serbest kalacağı veya en azından “tutuksuz yargılanacağı” duygusu ortaya çıkarken Ergenekon davasıyla bağlantılı yepyeni bir “kozmik oda” davası başlayacağı görülüyor.

Proje ne oldu?

Zira Arınç’ın evinin önünde dolaştıkları için yakalanan iki subaydan birinin “kozmik odaya geçiş izni olduğu” ve bu odadan çıkan bilgilerde “siyasetçi, sivil toplum kuruluşu lideri” gibi isimler, Ümraniye’den çıkan silahlarla ilgili belgeler vs. bulunduğu söyleniyor.

Bu durumda doğal olarak yine sorular geliyor akla; Bu önemli belgelerin, isimlerin, suçlamaların ortaya çıkması 3.5 yıl mı aldı? Mesela Ergenekon olayını “müthiş ifşaatları” daha doğrusu sonradan kendisinin açıkladığı gibi “yalan ve iftiralarıyla” başlatan haham Tuncay Güney’in “Ergenekon bir projeydi, bitti. Devlet bana işkence altında yalan söyletti. Hapistekilerin bırakılması lazım” sözlerinin hemen arkasından ortaya çıkarılabilecekken neden bir süre daha bekletildi?

Adalete güven bitince..

Hele de başlatıldığında manşetlerden inmeyen kişinin son konuşmasının arkasından artık bu iddialar o kadar inandırıcılıktan uzak geliyor ki insan ne düşüneceğini bilemiyor. “Adaletin ve yargıya güvenin kaybolması” vatandaşı böyle ortada bırakıyor işte..

Bundan daha kötü ne olabilir ki?

Yazının devamı...

Gölge başbakan ‘İmralı’ ve esir asker!

Bütün gazete manşetleri “İmralı” ya ait artık.. “İmralı dedi ki..” , “İmralı’ya kim gidecek” , “İmralı’ya Anayasa kitabı ve Darbe araştırma Komisyonu Raporu gidiyor” , “İmralı’ya tespih hediye edecekler” .. Böyle gidiyor günlük haberlerimiz..

“İmralı” nın “İmralı’sı” 5 yıldızlı otele de dönüştürüldü mü orası anlatılmıyor ama herhalde olmuştur.. Artık “gölge başbakan” filan haline geldiği için yakında serbest bırakılması da kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Demek ki hala “silah bırakmamış olan terör örgütü” nün liderine bunlar yapılıyor ve yapılacak, besbelli ki tartışması da olmayacak.. Kuralları o koyuyor .

Kontrol PKK’da..

Cuma akşamı TV’de Ümit Özdağ “terör uzmanı gözüyle” bu “terörle müzakere” sürecini değerlendirirken; “Bu süreç sadece PKK’nın Güneydoğu’da güçlenmesine yarayacak. Şimdiden terör örgütü devlete karşı zafer kazanmış durumda.. Eğer böyle bir süreç başlayacaksa terör örgütünün zayıf olduğu ve kontrolün onda değil, devlette olduğu şartlarda başlamalıydı” diyordu.. “Yaza doğru terör eylemlerinin yeniden başlayacağı” tahminiyle birlikte..

Şimdilerde adı “İmralı” olarak değiştirilen Öcalan ’a “Anayasa kitabı ve Darbe Araştırma Raporu” neden gidiyor, o da ayrı bir merak konusu.. Mesela İlker Başbuğ davasında tanık olarak eski Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının dinlenmesini kabul etmeyen ama “bir teröristi” tanık olarak kabul eden mahkeme görüldüğüne göre yakında Öcalan da mı “darbe araştırma” dedikleri davalarda tanık olacak ki rapor gerekli, nedir?

Sıkılırsa rapor!

Yeni anayasayı o mu yazacak ki Anayasa kitabı gerekli, nedir? Yoksa canı sıkıldıkça darbe raporu veya anayasa okuması mı düşünülüyor?

Ve bu arada “20 aydır PKK’nın elinde esir olan Astsubay Emin Söpçeler” in eşi kucağındaki küçük kızıyla birlikte “Öcalan’a ricada” bulunuyor. “PKK kaçırdıklarını bırakırsa barış süreci gerçekten başlar” diyor.

Peki PKK’nın “silah bırakmasına” dahi gerek görülmeden, bu istenmeden ( Hükümet bunu isteyecek güçte bile değildi, zira daha başlangıçta BDP “silah bırakmanın asla istenmemesi gerektiğini” söyledi) her türlü taviz veriliyor. Anayasa’yı Öcalan yazacakmış gibi ona anayasa kitapları gönderiliyor da hiç değilse daha en başta “esir aldıkları askerleri, varsa sivilleri bırakmaları” da mı onlardan istenmiyor?

Bu kadar mı değersiz esir askerlerin hayatı? Karıları mı yalvarmak zorunda kurtarmak için? Bütün bu olanlara içi cız ediyor insanın yazarken bile yahu!



Zenci mi, nerede?

Bu “zenci” hikayesi bitti sanarken yeniden hortlatıldığını görmek çok şaşırtıcı doğrusu.. Başbakan Erdoğan yine Ana Muhalefet Partisi’ne çatarken “Ana muhalefet tüm imkanları elinde tutmak istemiştir. Kendi çocukları en iyi okullarda okuyacak, gecekondudakiler okumayacak. Aradan sıyrılanlar ‘zenci Türk’tür. Ben de onlardan biriyim” demiş. (Ana Muhalefet Genel Başkanı’nın kardeşi inşaat bekçisi değil miydi?)

Şimdi bırakalım bir zamanlar “kendine zenci yakıştırması yapan ve siyasi olarak da bunun pek yararını gören kesim” den olanların artık villaların en alasında oturup, dünyanın her köşesine seyahatler yapıp, en pahalı jiplerle geziyor olmasını.. Çocuklarını ABD’nin en iyi üniversitelerinde okutmasını bir yana.. Acaba Süleyman Demirel ’den Bülent Ecevit ’e, bugüne kadar ülkenin en ücra köylerinden milletvekili seçilerek TBMM’ye girenler, “en zenginler” listesinin başındaki aileler de bu tarife göre zenci mi oluyorlar?

Ayrıca, eğer gecekonduda oturanları “mağdur” olarak örnek vereceksek en azından çok çocuğa teşvik yerine “üç beş çocuk yapmamalarını” önermek gerekir. Onların sağlığı, eğitimi ancak böyle sağlanabilir. Bilmem ki artık bana mı herşey “politik” ve “çelişkili” gelir oldu, yoksa öyle mi?



Çerkesler gurur duyar!

Vatan’daki röportajında AKP’nin kurmaylarından Yasin Aktay “Türk kimliğini Çerkesler de sorunsuz benimsemiş değil. Türklük hakkındaki algıları çok olumlu sayılmaz. Çerkesler Türklerle evlenmezler” benzeri sözler sarfetmiş.

“Tarafsız olduğuna kesin inanılan bir araştırma” yapılmadan (ki artık bu da çok zor, bir ya da iki güvenilir şirket var) böyle bir genellemeyi yapma hakkına kimse sahip değildir.

Artık kimse sorup sorgulamıyor, akla gelen her şey de o andaki rüzgara göre , kimin işine nasıl geliyorsa söyleniyor ama bu kadarı fazla.. Hiç de öyle “Türklerle evlenmezler” durumu söz konusu olmadığı gibi Çerkeslerin büyük çoğunluğu Türk kimliğiyle gurur duyar. Yasin Aktay ’ı bilmem ama ben anne tarafından Çerkes soyundan geliyorum ve gurur duyuyorum. (Buna rağmen kesin bir genelleme yapma hakkına da sahip değilim.)

Yapılmasını da (hele bir profesör tarafından) çok yanlış buluyorum.

Bir de partinin kurmayı bunu söylerken Başbakan’ın verdiği “Mehmet Akif Arnavut’tu” örneği var. Aynı gün, aynı konuda bu kadar birbirine zıt örnekler vermeleri de tuhaf doğrusu!

Yazının devamı...

Meclis Atatürk’ün değildi!

Perşembe günü Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın “başkanlık sistemi”yle ilgili konuşmasında geçen “Zavallı Obama” sözünü ve Menderes ile İnönü dönemlerindeki durumu irdelediğim yazı konusunda Doçent Dr. Ekrem Ali Akartürk aradı..

Öğrencileriyle “başkanlık sistemini” tartışırken bu konu üzerinde de durduklarını söyleyerek yazımdaki bir noktaya değinmek istediğini belirtti. Bozdağ’ın “Atatürk döneminde de yasama ve yürütmenin O’nun elinde olduğunu, ABD Başkanından daha güçlü yetkileri olduğunu” söylemesi üzerine yazdığım ve ‘savaş sonrası ve bir geçiş dönemi olan bu dönemi ve onun liderliğini başkalarıyla karşılaştırmak yanlıştır’ dediğim bölüm..

Tüm yetki Meclis’in!

Akartürk “Bu karşılaştırmanın rahatlıkla yapılabileceğini” hatta “özellikle yapılması gerektiğini” belirterek şunları söyledi:

“23 Nisan 1920’de Meclis açıldığında Milli Mücadele’nin başlamış olduğunu, savaşların devam ettiğini ve 1921 Anayasası’nın bu şartlar altında yapıldığını.. Buna rağmen ‘özel yetkiyle donatılmış’ hiç kimse olmadığını.. Cumhurbaşkanı bile olmadığını (ilk cumhurbaşkanı 1923’te).. Mustafa Kemal’in sadece Meclis Başkanı olduğunu.. Bütün yetkinin Meclis’e ait olduğunu..

Savaş devam etmesine rağmen “olağanüstü hal” yetkisinin de olmadığını.. Atatürk’ün hep “çok partili sisteme geçiş” için çalıştığını, bu nedenle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdurttuğunu.. Geçiş dönemi olmasına rağmen demokrasiyi hep ön planda tuttuğunu.. 1921 Anayasası’na “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” şartının konduğunu..

Kadın milletvekili için...

Ve bütün bu nedenlerle bugün TBMM çatısı altında demokratik yönetime kavuşmuşsak bunu tamamen onun değerlerine ve yaptıklarına borçlu olduğumuzu” hatırlattı. Atatürk’ün bugünkü demokratik ülke liderleriyle karşılaştırılacak bir demokrasi anlayışına sahip olduğunu da..

Ben de onunla konuşurken Atatürk’ün TBMM’ye “en az 50” kadın milletvekilinin girmesini istediğini ama bu konuşmayı Meclis’te yaparken bile erkek milletvekillerinin ayaklarını yere vurarak protesto ettiklerini ve “onun isteğine rağmen” ancak 17 kadının girebildiğini hatırladım.

Hepsine birlikte bakınca; kendi kurduğu Meclis’te bile “yasama ve yürütme onun emrindeydi iddiası”nın doğru olmadığı açıkça görülmüyor mu?



Torba yasa, çorba hukuk!

Darbenin alasını yapmış, insanları idam ettirmiş, binlerce kişi işkence görmüş, halkın seçtiği insanlar iktidardan indirilmiş.. Üstelik “anarşi vardı, şimdi olsa yine yaparım” diye de açıkça itiraf ediyor, suç da kabul etmiyor (o anarşiyi isteyince durdurdun da daha önce ‘bağlı olduğun sivil iradeyle ortak çalışarak’ nasıl durduramadın diye sormak lazım.). Bu da yetmiyor; “Beni yargılayamazsınız, kurucu iktidarım, AİHM’ye gideceğim” diyor.

Demek ki darbe yapan bir de anayasa yaparsa Zemzem suyuyla yıkanmış olacak.. Darbe mağdurları nın çoğu gidememiş, AİHM’ye “darbeci” olarak kendisi gidecek..

Dünya inanmaz

Ama o darbeci olarak suç kabul etmezken, kendisinin (Şahinkaya’nın, Özkök’ün, Yalman’ın, Büyükanıt’ın) özgürlüğüne hiç dokunulmazken “darbe yapmamış, tam aksine demokrasiye saygılı olduğunu her fırsatta söylemiş” insanlar başta İlker Başbuğ olmak üzere yıllarca zindanlarda çürüyecek. Hem de kendisi Genelkurmay Başkanı iken başlamış olan ve yıllar sürmesine rağmen “böyle bir terör örgütünün varlığı” kanıtlanmamış olan “Ergenekon davası” ile ilişkilendirilerek..

Hem de “hukuka aykırı olduğu için kaldırılan ama kaldırılmasına rağmen bu davaları sürdürmesine izin verilen” özel yetkili mahkemenin (Başbuğ’un kurtulmaması için zahir) eski Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in, kuvvet komutanlarının “tanık olarak” dinlenmesini bile keyfi şekilde reddettiği görülerek..

Karadayı dışarıda ama...

Bir başka örnek; Dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı dışarıdayken ve suçsuz bulunurken, dönemin hükümetinin ve MGK kararlarının uygulandığı 28 Şubat için generaller ve askerler cezaevine atılıyor, onlara çile çektiriliyor..

Ve arkasından.. Her gün yeni yasalar, paketler çıkarılan ülkede “4’üncü Yargı Paketi’nde de Başbuğ’u ve tutuklu askerleri kurtaracak bir düzenleme olmadığı” görülüyor. Ortaya çıkan bu hukuk garabetinin, hukuk çorbasının adı nasıl olur da “darbeleri yargılama ya da orduyu siyasetin dışına çekme operasyonu” olur anlamak mümkün mü? Literatüre “paket yasa”dan, “torba yasa”dan sonra “çorba hukuk” tanımı kazandırıldı..

“Sevsinler böyle adaleti” demesin de ne desin bu toplum? Dünyayı ve tarihi hiç kimse bu olaylarda adalet gözetildiğine inandıramayacak!

Yazının devamı...

Şiddet eken, fırtına biçer!

Karadeniz’de BDP’lilerin ziyareti sırasında çıkan olaylar için herkes kafasına göre “neden ve sorumlu” yaratıyor.. Kimi fırsattan istifade, her olumsuz olayda yaptığı gibi “muhalefet partileri, CHP ve MHP provoke etti” diyerek olayları çarpıtıyor, muhalefet de altında kalmayıp “AKP’liler Öğretmen Evi’nin kapısındaydı, olayları onlar yönetti” diyor, kimi “Karadeniz ırkçılığı seçti” diyor vs. vs..

Peki atasözünün dediği gibi “hırsızın hiç mi suçu yok”? Bu konuda; salim kafayla yapılacak en doğru yorumu dün Yılmaz Özdil yapmıştı.. Herkes kendini “bir bölgenin veya ülkenin sahibi” zanneder ve öyle konuşmalar ve eylemlerle siyaset yürütmeye kalkarsa sonunda olacağı budur ve kimsenin de şaşırmaya, sorumlu aramaya hakkı yoktur.

Pkk’yla aynı çizgi??

Burada ilk göze çarpan çelişki referandum öncesinden başlayarak sık sık muhalefet partilerini “PKK ve BDP ile aynı çizgide” gösteren iktidar partisinin, bunu yaparken dönüp “BDP’ye karşı kalabalıkları CHP ve MHP kışkırttı” demesidir. Hafızalar zayıf ama tümüyle kayıp değil ya..

Her nedense, ne karşılığında olduysa, referandumdan önce “eylemsizlik” kararı alan ve bunu “seçim sonrasına kadar uzatan” .. Referanduma “katılmama kararı” da alarak oyların tümünün “iktidar partisi tarafına” akmasını sağlayan.. Seçimden hemen sonra “artık bir gün bile beklemeyiz, derhal verdiğiniz sözleri tutun, yoksa..” diye tehdit eden BDP ile ortadaki açık duruma rağmen o süreçte (referandum ve seçim) tam aksine bir çıkışla “muhalefet partileri BDP ve PKK ile aynı çizgide” propagandaları yapılmıştı..

Dur ve düşün

Muhalefetin halk gözünde yıpratılması açısından o dönemde bu gerekli görülmüştü de, böyle olduğunu iddia eden kişiler şimdi nasıl “aynı çizgideki partilerin” BDP aleyhine provokasyon yaptığını öne sürebiliyorlar? Halkın da sadece dinlemesi yetmez, arada bir durup düşünmesi gerekir bunları değil mi?

Bir parti diğerine “Sivas’ın ötesine geç de görelim” demiş miydi demişti, bir parti Bakan için “bu bölgede halkın arasına girersen olacağı budur” demiş miydi demişti, Bir parti diğerine “Diyarbakır’a girmen için abdest alman gerekir” demiş miydi demişti, fazla aramaya gerek yok, Karadeniz’de olanlar onların eseridir..

Terör örgütünden farksız..

Ve tabii, onlarca yıl Güneydoğu bölgesinden başlayarak her köşede terör eylemleriyle “sorun çözümü” üretmeye kalkanların, “terör örgütüyle beraber olduğunu” her fırsatta açıklayan, hatta “terör tehditlerini” kendisi yapan, şiddeti-kan akmasını destekleyen, emniyet güçlerini bile tokatlayan-hakaret eden, terör saldırılarının yıldönümünü coşkuyla kutlayan bir partinin, o şiddetin hafif çapta olanıyla karşılaşınca “seçilmiş insanlar bu ülkede özgürce dolaşamayacak mı” diye feveran etmesi de kara mizahtan farksız oluyor.

Türkiye’deki anlamsız ve değiştirilmesine izin verilmeyen sistemde “halk tarafından seçilmiş”, bileğinin gücüyle gelmiş milletvekili yok ama yine de bir şekilde (liderler tarafından) seçilmiş insanlar var.. Peki seçilmiş Bakan için “bu bölgede halkın arasına girmeye kalkarsan olacağı budur” diyenlerin, şimdi dönüp “seçilmişler özgürce dolaşamayacak mı” deme hakkı var mıdır?

Halk anında unutabilir mi?

“BDP’nin terörün uzantısı olarak Meclis’te bulunmasını kabul etmediğini” söylemiş olan Hükümet’in Karadenizliler “terörün uzantısını o bölgede istemeyince” sorumluluğu muhalefet partisine yıkmaya çalışmasının anlamı var mıdır? Siz “şimdi artık terör yapamayacağız, buna karar verdik” dediğiniz anda, geçen 30 yılda çektiklerini, verdiği şehitleri, döktüğü gözyaşlarını, yapılan tehditleri, saldırıları, düşmanca ifadelerle etnik milliyetçilik söylemlerini bir anda unutmasını halktan bekleyebilir misiniz? Bunu görmeyince kızabilir misiniz?

Sonuç şu ki, eğer toplumun kabul edeceği şekilde bir “terörü sonlandırma” anlaşması yapılacaksa, etnik köken farkı gözetilmeden bir arada yaşamak üzere bir çözüm üretilecekse “geçmişte yaşanan felaketleri, yapılan yanlışları” unutmak için bu toplumun zamana ihtiyacı olduğu da unutulmamalıdır.

Kimse olayda farklı sorumlular aramasın, zira çok sorumlusu var!



‘İzm’ olmadan sevgi!

Birileri Atatürk’e saygı, sevgi, bağlılık içeren konuşmaları duyar duymaz başlıyor; “Vayy Kemalizm, vayy Kemalistler..” Yani mutlaka bir “izm” olacak işin içinde.. Peki bu olmadan, sırf minnet duygusuyla, saygı ve sevgiyle insanlar Atalarını anamaz mı? Onun adını ve bıraktığı değerli mirası unutmak zorundalar mı?

Haydi bunları da geçelim, “ifade özgürlüğü”nü dilinden düşürmeyenlerin bu özgürlüğe kastı nedir ki insanları konuşur konuşmaz “izm” sınıflandırmasına tabi tutuyorlar? Kendiyle çelişkinin de sınırı olmalı arkadaşlar!

Yazının devamı...

Zavallı Obama..

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ İstanbul’da “Hükümet Sistemi Arayışları ve Başkanlık Sistemi” konulu bir konferansta kendilerinin başkanlık sistemini benimsediklerini bildirirken ABD Başkanı Obama’yı da “zavallı” bulduklarını söylemiş. Daha doğrusu “bizim Burhan Hoca” dediği Burhan Kuzu’nun görüşünü aktarmış.

Sebep neymiş ? Koskoca ABD Başkanı’nın parlamentoda hiçbir etkisi yokmuş. Oysa Atatürk, Menderes ve İnönü dönemlerinde o liderlerin dediği olmuş, yasama ve yürütme onların elindeymiş, “ABD başkanlığından daha güçlü bir sistem”miş... Mesela “Atatürk ne derse hükümet onu yapmış”.

Yeni rejim gelirken!

Ya sevgili okurlar, sevgili dostlar, Sayın Bozdağ, bu öyle bir konuşma ki inanın hukuk fakültelerinde “başkanlık sistemi ve demokrasi” konulu derslerde “her cümlesi tartışılmak üzere” okutulabilir.. “Başkanlık sisteminin ne olup, ne olmadığını anlatmak üzere” okutulabilir..

Öncelikle Atatürk’ü bu konularda asla diğer hiçbir liderle beraber anamayacağımızı bilmek lazım.. Bir padişahlığa son vererek “demokratik, parlamenter rejim”e geçilen, yokluk içinde geçmiş bir kurtuluş savaşı sonrasında yepyeni bir devlet inşa edilen, “ilk Meclis’in kurulduğu” bir dönemi başka dönemlerle kıyaslayamazsınız.. Yapılan devrimlerle taşların yerine oturması için bir süre “o rejimi kuran lider”e kayıtsız şartsız uyulması gerekmişse “ama o zaman böyleydi” diye örnek gösteremezsiniz. Mantıken çok yanlış örnektir bu.

İnönü ve Menderes!

Gelelim Menderes ve İnönü’ye.. Hükümet üyeleri İnönü dönemini “milli şef, tek adam dönemi, şöyle emir vermiş, böyle yaptırmış” diye eleştire eleştire bitiremiyorlar. Bundan 75 yıl önceki olayları bile bugünkü partisine fatura ederek İnönü’yü kötülüyorlar. Peki ne oldu şimdi, birdenbire onun dönemi, onun sistemi çok mu makbul oldu?

Menderes dönemi deseniz, onun keyfi kararları ve bunlara karşı çıkılamamasının sonucu ne olmuş unuttular mı yoksa? 27 Mayıs darbesini ve Menderes’in o nedenler öne sürülerek idam edildiğini unuttular mı?

Yani, “hafıza zayıflığı” desen olamaz, “işlerine geldiğinde kötülüyor, işlerine geldiğinde halka inandırıcı örnek vermek için övüyorlar” desen o da olmaz, eh “başkanlık sistemi gözleri kararttı” desen, işte onu bilemem..

Diktatörlüğe dönüşmeden..

Bir de “zavallı Obama” var değil mi, onu unutmayalım. Dünyanın en büyük gücü denilen ABD’nin “zavallı” başkanı.. “Parlamento, hükümet, yargı”, yani devleti oluşturan üç kuvvet onun tam emrinde değil, başkan ama söz dinletemiyor!! Yasama ve yürütme emrinde olmadığı gibi “üçüncü erk yargı işimizi bozuyor” diye yargıyı da fazla görmüyor.

Neden, çünkü efendim hiçbir başkan bu güce sahip olamaz, sistem, halk izin vermez de ondan..

Zaten ABD’de başkanlık sisteminin başarıyla, diktatörlüğe dönüşmeden yürümesinin (diğer ülkelerde ise yürüyememesinin) nedeni; Bekir Bozdağ ve Burhan Kuzu’nun beğenmediği durumdur.

Başkan’ın kararlarının “senato”nun da bulunduğu iki ayrı mecliste kabul edilmesi gerekir, çok güçlü ve bağımsız yargı hataları önleyecek imkana sahiptir, eyaletlerin her biri bağımsız devlet gibi, valileri nin her biri ise birer başkan gibidir, güç tek elde değildir.

Bizde ise bugünkü durumda bile “devletin üç erki” tek gücün elindedir, bu durumda bir de başkanlık sisteminin gelmesi nasıl bir sonuç doğurur, halkın bunu düşünmesi, TARAFSIZ hukukçuların da ekranlara çıkıp anlatması gerekir.

Tabii, geçen referandum gibi “kimse bir şey anlamadan” tepeden inme bir referandumla kabul edilmeyecekse..

Zavallı Obama.. İzin verin biraz güleyim!



Meydan senin ey efem!

Aman da ne güzel efeleniyorlar, ne rahat oynatıyorlar kalemlerini.. İstedikleri kişileri oracıkta infaz, onlar hemen KILIFINA UYDURULARAK haksız duruma düşürülüyor, okuyan ın çoğu da “kılıfına uydurulmuş” her şeyi yutuyor nasılsa.. Mesela yılların başarılı habercisi, televizyoncusu Ayşenur Aslan’ın programı “basın ve ifade özgürlüğü” kalmadığı için, olayları gerçek bir gazetecinin yapması gerektiği gibi “tarafsız ve gerçeğe uygun” değerlendirdiği için kaldırıldı mı, kaldırıldı.. Hemen kamuoyunu yanıltmak üzere ve “meslektaşlarını feda ederek” ve de “kendileri taraflı” şekilde yorumlayıveriyorlar.

Aslan ne yapmış?

Neymiş efendim; “hükümet yanlısı programlara ‘hükümet karşıtı’ programla cevap verilmez”miş , “tarafsız” programla karşılık verilirmiş. Peki Ayşenur Aslan “hükümet karşıtı” olacak ne yaptı da aniden tarafınızdan “taraflı” yapılıverdi? Yalan bir haber mi vermiş, yalan yanlış yorum mu yapmış, adil gözle bakıldığında dava konusu olacak bir hatası mı görülmüş (adil göz kısmı önemli çünkü artık keyfe göre dava açılabiliyor), nedir? Bunların hiçbiri yok, “hükümete karşı” diye bir durum da yok..

Gazetecinin ölçüsü “hangi hükümet olsa aynı durum, aynı şekilde değerlendirilir” olmalıdır ve “Medya Mahallesi” de aynen böyleydi, her kesim tarafından izleniyor olmasının nedeni de zaten buydu. Ama yetmedi, yetmedi çünkü kıvırtmadan açıkça söylenirse medyanın, hele de TV programı yapanların “eleştirme” özgürlüğü çoktan ortadan kalkmıştır.

Neden iki kişi?

Kalkmadıysa Ayşenur Aslan gibi “bir programı tek başına başarıyla yıllarca götürmüş ve götürecek her özelliğe de sahip” bir gazetecinin yanına neden mutlaka “iktidara yakın biri” gerekiyor bunu açıklasın arkadaşlar..

O program “iki sunucusu anlaşamadığı için” kalkacak program mıdır ki “neden buymuş gibi” konuşuyorlar? Üstelik hiç de öyle olmadığı ortada, Ayşenur Aslan program kaldırılmadan “iki gün önce” CNN yönetiminin bu kararı vereceğini bilmiyordu, problem o olsaydı bilirdi.

Gazeteci dürüst olur, yönetimi korumak adına okurunu yanıltmaz, hiç değilse bu kadarını yapsınlar!

Yazının devamı...

Gazetecinin bir ‘katil’ olmadığı kalmıştı

Devletin memurları “onbinlerce kişinin öldürülmesi emrini veren İmralı”nın ayağına gönderilirken diğer tarafta tutuklu gazetecilerin “katil, bombacı, sahtekar” olarak genellenmesi gerçekten şok edici bir durum.. Başbakan Erdoğan bir iki isim baş harfi söylüyor, arkasından tüm tutuklu gazetecilere bu yakıştırmaları genelleme halinde yapıyor.

Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı’nın “hangi gazetecileri kastederek tutukluluklarını dile getirdiğini” bildiği halde (ki başta “üstelik milletvekili” Mustafa Balbay vardır) onu bu “katil” dediği isimlerle birlikte anıyor.. Bu da halkı yanıltmak değil midir, politika uğruna gerçekleri saptırmak değil midir?

İngiliz muhalefeti yapmaz..

“Siz hiç İngiliz muhalefetinin ‘basın özgürlüğü yok’ diye sağda solda ağladığını gördünüz mü” demiş Başbakan.. İyi de İngiltere’de basın hiç bugün Türkiye’de olduğu gibi bir baskı, korku yaşadı mı, herhangi bir hükümet bu baskıyı uygulamaya cesaret edebilir mi?

Türkiye’de basın özgürlüğü, hatta “Sanat özgürlüğü” olmadığını bugün Avrupa Parlamentosu da söylüyor, dünya basın kuruluşları da, AB raporları da.. Acaba Başbakan bu tür bir raporun İngiltere’ye verildiğini gördü mü, görmesi mümkün müdür?

Son derece üzücü bütün bu olanlar, “sözün bittiği nokta” tam bu olmalı.. Oy uğruna bu kadarına değer mi diye düşünüyor insan!



Vur gözüne, gözüne!

Silivri ’de Ergenekon duruşmasını izlemeye giden, adil yapılmadığı zirveden de açıklanan yargılamalarda adaleti aramaya giden insanlara yine güvenlik güçleri tarafından “düşman” muamelesi yapıldı. Dün gazetelerin birinci sayfasında verilen “tazyikli su sıkıldığı için gözü kanayan” kadın vatandaşın fotoğrafı ülke adına utanç verici, insanlık dışı tablonun açık ispatıydı. (İstanbul Baro Başkanı’na mahkeme salonunda “adalet aradığı için” dava açılır ve fırsattan istifade ile düşürülmeye çalışılırsa vatandaşa olacak da budur..)

Devamlı aynı soruları soruyoruz ve dünya olanları görüyor ama “sorumluları” hiç çekinmeden bu “en doğal hakkını kullanan vatandaşa şiddet” gösterilerini sürdürüyor. Üniversitede de, işçi gösterisinde de, sıradan bir yürüyüşte de, duruşma izlemeye gidenlere de hep aynı baskı, aynı şiddet..

Özel yetkili Adana Valisi

Önündeki büyük resim bu olan diğer bürokratlar da Adana Valisi Hüseyin Coş gibi örneğine uygun hareket ediyor, taklidini patlatıyor, Adana’da “özel yetkili vali” kesiliyor.

Mahkeme kararı olmadığı halde Gazeteci Taner Talaş’ın ağabeyinin 3 çocuğu ve eşiyle yaşadığı evine gecenin 3’ünde po-lisleri dolduruyor, evi didik didik aratıyor. Sebep; Kırıkkale Valisi iken “bir kadın doktora taciz olayıyla” gündeme gelen ve sonra da bu doktoru Adana’ya aldıran Vali hakkında milletvekillerine gönderilen mektupları arıyorlarmış.

Mektup filan çıkmamış.. Ama olayın iç yüzü çıkıyor..

Meğer Gazeteci Taner Talaş “Vali’nin işler karıştırdığı ihaleler”i haber yapmış. Şimdi de “Suriyeli sığınmacılara yapılan yardım ihalelerini” haber yapmak üzereymiş.

Görüldüğü gibi balık baştan kokuyor, bu tür olaylar başlayınca ülkenin her köşesine yayılıyor.

Bu valiye ve o jandarmalara hesap sorulur mu sizce? Cevabı biliyorum maalesef!

Yazının devamı...

Terör dosyaları düşecekmiş!

TBMM’de 923 “dokunulmazlık dosyası” varmış, 738’i BDP’ye, 57’si bağımsız vekiller Ahmet Türk, Leyla Zana, Aysel Tuğluk ve Levent Tüzel’e aitmiş. Çoğu da “terör örgütünün propagandasını yapmak” nedeniyle.. Zaten BDP bu propagandayı her an tekrarlıyor ve açıkça yapıyor.

Burhan Kuzu ise 4’üncü Yargı Paketi’nde propaganda suçuna “cebir ve şiddet” şartı getirileceğini, bu durumda “şiddet içermeyen” örgüt propagandası suçlarıyla ilgili dosyaların düşeceğini söylemiş.

CEZAEVİNDEKİLER NİYE ORADA?

Tamam, düşürsünler, açıkça reklamını yapmak bile serbest göründüğüne göre zaten bu çelişki anlamsız. Ama öte yanda hiçbir açık eylemi, reklamı, niyeti görülmemiş asker-sivil yüzlerce insan neden “hangi terör örgütü olduğu bile belirsiz, ad konamayan bir nevi terörle ilişkilendirilerek” hapiste tutuluyor?

30 bin kişinin ölümünden sorumlu örgütle bağlantı, açık net reklamını yapmak, onun için çalışmak suç değilse, “şiddet-cebir” aranıyorsa, içerdekiler, o gazeteciler, milletvekilleri, rektörler, cerrahlar hangi “şiddet ve cebir”in failidir?

ORDUYU ETKİSİZ KILMAK MI?

O insanlar, bir darbeyle ya da terörle filan hiçbir ilgileri olmadığı halde sırf “bu dönemde sivilleşme yolunda önemli adımlar atıldı, bakın ordu siyasetin dışına çekildi” demek için mi yıllardır mahkumiyetten beter ceza çektiler, onurlarıyla oynandı?

Bu “özel yetki” verilmiş ama “hukuk dışı olduğu” için kaldırılmış mahkemelerin tutukladığı veya “sahte delillerle” hüküm giydirdiği insanlara “daha önce yapılmış darbeler”in cezası çektirilemez. “Bir daha olmasın” diye masum insanlar cezalandırılamaz, bunun sorumluluğu da unutturulamaz.

Cezaevindeki siyasi dava sanıklarının durumu normal mahkemeler ve Yargıtay ile artık uzatılmadan sonuçlandırılmalıdır.



Var olan çocukları koruyun!

Tam bir kara mizah! Gazete manşetlerinde 21’inci yüzyıl Türkiye’sinin en büyük ve turistik şehirlerinden Antalya’da uyduruk, derme çatma, dere içinden geçen yol nedeniyle bebeğini kaybeden aile haberinin altında ya da üstünde “Çok çocuk yap, erken emekli ol” haberi yer alıyordu dün..

Çalışma Bakanlığı çalışan kadınları çocuk yapmaya teşvik için paket hazırlamış, “çocuk sayısına göre emeklilik yaşı düşecek”miş. Yani, bir tane de Türkiye için hayırlı bir habere rastlasam (derler ya) dişimi kıracağım..

HAYAL ALEMİ!

Sanki mevcut çocukların hepsi tok, hepsinin eğitimi mükemmel sağlanmış, ücra köşelerdeki köylerde sallarla nehir geçerek okula gitmek zorunda kalan çocuklar, giyecek ayakkabısı, yiyecek bir dilim ekmeği olmayanlar, çöpten çocuklarına ekmek toplayan anneler yok.. Sanki aile içinde ve dışında tacize, tecavüze uğrayan binlerce çocuk yok.. O çocukların örneğin kız olanlarına büyüdüklerinde şiddet olayları filan önlenmiş, herkes güvende ve refah içinde..

Kala kala “nüfusu daha da arttırmak” kaldı.. Çalışmayan kadınlar az doğuruyormuş, nüfus zaten hızla artmıyormuş, 80 milyona dayanmaya ramak kalmamış gibi çalışan kadınlar teşvik ediliyor.

Umarım çalışan kadınların hepsinin “kafaları da” çalışıyordur.. Şu anda en gerekli şey çünkü!



‘Kızım Olmadan Asla’..

Sally Field’ın başrolünü oynadığı “Kızım Olmadan Asla” filmini daha önce iki kez izlemiştim. Cumartesi akşamı bir sinema kanalında rastlayınca yine takıldım ve ilk kez izliyor gibi merakla izledim. Bir İranlı doktorla evlenerek Humeyni devrimi sonrasında İran’a yerleşen bir Amerikalı kadının “diğer kadınların çektiklerini” çektikten sonra küçük kızıyla birlikte ülkeden kaçmaya çalışmasını konu alan filmde Türkiye de var..

ÖZGÜR ÜLKE

İran’daki baskıdan, zülumden kaçılan “özgür ülke” olarak.. Kadınların nasıl insan haklarının elinden alındığını, dinin baskı aracı haline getirilmesiyle nasıl bir erkek egemenliği kurulduğunu, sanki kadınlar dini kendileri anlayıp ibadetini uygulayamazmış gibi onlara nasıl hükmedildiğini, çarşaflara bürünen kadınların bile yalnız sokağa çıktığında gördüğü şiddeti ve cezaları çok güzel anlatıyor..

Bence Türkiye’de ulusal kanallarda sık sık gösterilmesi gereken bir film. Beğenmediğimiz ve şimdilerde alay etmeyi marifet saydığımız laikliğin bu ülkeyi ve demokrasiyi nasıl korumuş olduğunu anlamak ve takdir etmek için özellikle şart!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.