Şampiy10
Magazin
Gündem

Öcalan Nevruz’da bunu da açıklasın!

PKK’nın Kandil’deki liderlerinden Karayılan, Öcalan’ın mektubuna yazdığı cevabı anlatmış. Anlatırken mesajlarını, tehditlerini de unutmamış.. PKK’nın gücünden söz ederek aba altından sopa gösterirken diyor ki; “Eğer işler ters dönerse bölgesel avantajları ve taktik performansın başarı kazanacağına inancımızı korumakla birlikte Öcalan’ın ortaya koyduğu perspektifi daha doğru buluyoruz”..

İki eksen etrafında çalışmalarını yoğunlaştırdıklarını anlatarak devam ediyor; “Birinci eksen savaşa hazırlanma.. İkinci eksen demokratik çözüme göre adım.. Birinciyi askıya aldık ama yedekte tutuyoruz.”

Hangi talep savaş çıkaracak?

Dün yazımda PKK rehineleri bıraktı ama asıl iyi niyet gösterisi “silahları bırakarak, bir daha kanlı eylemlere kalkışmayacağına söz vererek olur” demiştim, buydu kastettiğim.. Hiçbir ülkede silah bırakmamış ve tehditlerine aynen devam eden bir terör örgütüyle masaya oturulmaz. Oturulursa işte böyle “silahların, tehditlerin gölgesinde” her tür tavizin verilmesi beklenir. Hükümet bu tehditleri sineye çekiyor, barış şarkıları söyleniyor ve bu arada “tehditlerin sonucu olarak gelecekte ortaya çıkacak daha büyük riskler”den hiç söz edilmiyor. Mesela hala “hangi talep yapılmadığı takdirde terör örgütünün söz ettiği savaş çıkacak” kimsenin bu konuda bir bilgisi yok.

Karayılan “Nevruz’da Öcalan’dan açıklama beklediklerini” de söylemiş. Hükümet topluma ve TBMM’ye “hangi taleplerin ‘Kürt sorunu’ olarak görüldüğünü” açıklamadığına göre bari Öcalan şu “barış anlaşması”nın maddelerini, Hükümet’le ne konuştuklarını açıklasa da herkes biraz bilgilense. Yıllardır “Kürt sorunu” lafından öteye geçilemedi, ne zamana kadar?

NOT: Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Ya Türk’ü, Kürt’ü, Boşnak’ı, Arap’ıyla büyük hedeflere yürüyeceğiz, ya da bizi lime lime edip küçük parçalara bölecekler” demiş ki bu lafa yorum bile yapılamaz. Önce “Büyük hedef ne” onu kesinlikle açıklaması lazım.. Sonra da “Türkiye gibi bir ülkeyi lime lime edeceklerse Hükümet’in, TSK’nın görevlerini öğrenmesi.” Pes artık yani!

Suriyeli kıza saldırı!

Adına pek kibar şekilde “taciz” demekte ısrarlıyız ama bu olayın ve hepsinin asıl adı “saldırı”dır.. Kızlara, kadınlara magandalar, utanmaz yaratıklar tarafından saldırıda bulunuluyor bu ülkede.. Ceza verilmediği için hayasızca sürerek.. Sonuncu olay Şanlıurfa’da ailesiyle çadırda yaşayan 18 yaşındaki Suriyeli kızın başına geldi. Fotoğraflar korkunç; kazık kadar adam kolundan sürüklüyor, kızcağız debelenerek kurtulmaya çalışıyor, polis yardıma geldiğinde ise ağlıyor.

Bakanlıklar neyle meşgul?

Türkiye’de misafir durumunda olan bir genç kıza bile saldıran bu yaratıklara ağır cezalar verilmez ve hatta serbest bırakırlarsa “o hakimler hakkında” da soruşturma açılmalı. Madem ki vatandaşlara yasaklandı bunu yapmak, o zaman “Kadın Bakanlığı, kadın örgütleri, Adalet Bakanlığı” müdahil olmalı.

Bu kadar rezalet, bu adar çağdışı saldırı yetmedi mi hala yahu!



Adalet şöleni!

Aslında İstanbul Barosu’nun 17 Mart Pazar günü sabah 10’da Haliç Kongre Merkezi’nde başlayacak olan Olağanüstü Genel Kurulu’nun basın açıklaması “Zulme Karşı Adalet Şöleni” başlığıyla gönderilmiş. Bildiğiniz gibi Ergenekon duruşmasında yaptıkları açıklama nedeniyle suçlanarak “hapis cezası” istemiyle Baro Başkanı Ümit Kocasakal ve Baro yöneticisi hukukçular hakkında dava açıldı..

Baro bildirisinde şöyle diyor; “Toplumsal adaletin temsilcileri olan avukatlar üzerinden yürütülen itibarsızlaştırma kampanyalarından sonra, sıra şimdi de Barolara geldi. Bu ‘örgütlü’ suç susturulursa, avukatların da savunmasız kalmasının sağlanacağı ve böylece halkın adalet arayışının kırılacağı umulmaktadır. Bu tuzağa düşmeyeceğiz. Önce kuşatılan, ardından da teslim alınan yargının bağımsızlığı için verdiğimiz mücadeleyi yılmadan sürdüreceğiz.

Bedel ödememiz gerekiyorsa, bu bedeli onurumuzla ödemeye hazır olduğumuzu bir kez daha ilan ediyoruz”..

Haksızlığa dur demek!

Bu Olağanüstü Genel Kurul’un Baro yönetimi için “güven oyu” anlamında olacağı görülüyor. Hapis cezası gerçekleşirse yönetimin düşeceği ümidinde olanlara karşılık Baro’ya kayıtlı avukatlar atacakları imzalarla “Biz bu yönetime güveniyoruz ve destekliyoruz” diyecekler.

Adalet Şöleni izlemek isteyenler, Türkiye’nin en büyük barosuna bile haksız-hukuksuz girişimlere “dur” demek isteyenler Pazar günü Haliç Kongre Merkezi’ne gidebilirler.

Yazının devamı...

Koşun yine araştırma var!

Ne çok meraklısı varmış ki Türkiye’de “hiçbir ülkede görülmeyecek kadar sık” kamuoyu (!) araştırması yapılmakta.. Üç gün geçmiyor ki “adeta seçim öncesi süreçte”ymiş gibi bir araştırma patlatılmasın. Beyinlere “yağlama-yıkama” yapılmasın..

Bugün bir araştırma (!) okuyoruz “AKP oyları PKK ile anlaşma sürecinde düştü” diye.. Yarın bir başkası geliyor; “CHP oyları son bir ayda düştü”.. Kimin çıktığı, kimin indiği belli değil, beğen beğen al.. Şirketlerin anlı şanlı isimleri var ama hangisi “hangi partiye yakındır, hatta kankadır” o da belli değil.. Hangisi “güvenilir”dir bilinmez..

(En çok bir veya 2’si dışında)..

Telefon mu, güldürme..

Bakıyorsun “700 kişiyle yüzyüze yapıldı” diyor, arkadan gelen “2000 kişiyle telefonla yapıldı” diyor.. Ben kendime ‘duy da inanma’ diyorum..

Hele telefonla yapılanlar.. Tüm telefonların dinlendiği, telefon konuşmalarıyla insanların yıllarca hapsedildiği ülkede.. Kim gerçek oyunu söyleyebilir ki?

Bu durumda, ya anket beyin yıkaması tümüyle kaldırlmalı (ki tesadüf bu ya, anketlerde ne çıkarsa 70 küsür milyonluk ülkede hiç şaşmadan seçim sonucu da aynı çıkıyor) veya her parti devamlı anket yaptırmalı.. “Sende böyle mi, al bende de böyle arkadaş” durumu..

Aksi takdirde partiler arası “fırsat eşitsizliği” oluyor açıkça!

Emre itaat tartışılmalı!

Askerlerin üstlerinden, komutanlarından aldıkları emirlere itaat ettikleri için tutuklanmaları ve uzun yıllar hapse mahkum edilmeleri insanın aklına bu soruyu getiriyor. Onların tek suçu “emre itaat” olduğuna göre acaba bundan sonra her asker emirleri sorgulamalı mı, bu mu gerekiyor.

Öyle ya, mesela Balyoz Davası ’nda kendi başkanlığı altında yapılan seminere Genelkurmay Başkanı olaya Fransız, Kara Kuvvetleri Komutanı sanki hiç ilgisi yok gibi susuyor.. Suçlanan ve mahkum edilerek özgürlüğünü, ailesiyle geçireceği geleceği kaybedenler kim; onların emrindeki ve seminere katılmaları istenmiş askerler.. Üstelik o sırada “dünyanın öbür ucunda olan” ve katılmayanlar (ama hakkında bir şekilde, sahte CD’ler vs ile alakasız suçlamalar yaratılanlar) bile dahil.. Eh, bu durumda askerlerin “verilen emirlere inanarak, gönül rahatlığıyla uymaları” bundan sonra mümkün müdür? Bence değildir ama başka seçenekleri yok.. Devlet tartışmalı değil midir bu adaletsizliği?

Niçin diye soruyorlar?

Tabii bundan sonra da her an Balyoz veya Ergenekon benzeri düzmece olaylarla aynı akibete uğrayabileceklerini düşünecektir TSK mensupları.. “Özel yetki” verilmiş birilerinin “tanık dinlemeden, sanık konuşturmadan, bilirkişi heyeti oluşturmadan, kafalarına göre tutuklayıp mahkum edebileceklerini” unutmayacaklardır.

Balyoz’dan 18 yıl ceza almış tutuklulardan Deniz Kurmay Albay Nihat Altunbulak bütün bu olayların arkasındaki nedenleri; örneğin “Niçin ana hedef Türk Deniz Kuvvetleri ve onun personelidir” sorusunu toplumun sorgulamasını istediği mektubunu şöyle bitirmiş; “Bugün bizler atmaz isek NİÇİN ateşine odunu, yarın hepimiz erir gideriz KEŞKE çukurunun içinde..”

Ben ise hep “emre itaat” sonunda geldikleri noktayı düşünüyorum.



Lise öğrencileri eşarp yapıyor!

Nasıl bayılıyorum, nasıl takdir ediyorum böyle farklı buluşları ve gençleri sanata yöneltecek gayretleri.. Vakko ile Saint Pulcherie Lisesi 3 yıldır birlikte özel bir projeyi gerçekleştiriyorlar.

Öğrencilerin resim dersinde tasarladığı desenler in “dereceye girenleri” eşarp tasarımı için Cem Hakko’nun sponsorluğunda ipek kumaş üzerine basılıyor. Ve sonra modacı ve sanatçılardan oluşan bir jüri bu tasarımları ödüllendiriyor.

Gelir AKUT’a..

Bu yıl ödül töreninden sonra öğrencilerin (Osmanlı motifli) tasarımlarının bulunduğu eşarplar Cem Hakko ’nun isteği üzerine Akut Derneği adına satışa çıkarılacak, elde edilen gelir derneğe kalacakmış. Bu ilginç geceyi izlemek isteyenler; 27 Mart Çarşamba akşamı 18.30’da Saint Pulcherie Lisesi gösteri salonunda olmayı unutmasınlar!

Yazının devamı...

O bakış ne çok şey anlatıyor!

PKK elindeki “kaymakam adayı, polis, astsubay, uzman çavuş ve erlerden oluşan 8 kişilik rehine grubunu serbest bırakırken terörist lideri olan Süleyman Şahin’in “el sıkma” girişimi karşılıksız kalmış.

Düşünelim; 1.5 yıldan uzun süredir bir ayı ininden beter, yerin 100 m. altında bir mağarada, sağlıkları bozularak, 20-25 kilo kaybederek hapsedilmişler. Kendilerini hapsedenlere bir kötülük yapmış değiller ve terör örgütünün planları içinde “devlete şantaj” olarak kullanılmak üzere onlara cehennem hayatı yaşatılmış. Rehinelerden biri “annesinin uzun süre önce, o mağaradayken hayatını kaybettiğini ve kendisinin onu son bir kez göremediğini” bile bırakıldığı zaman öğrenmiş.

Başka güçler demişlerdi..

El sıkmak için elini uzatan terörist ise “Tokat Reşadiye’de 7 askerin şehit edildiği saldırının emrini veren” kişi.. Hani şu; saldırının arkasından Hükümet üyelerinin “PKK’nın yapmadığını, Ergenekon’u kastederek ‘başka güçlerin olduğunun tahmin edildiğini’ söyledikleri” Reşadiye saldırısından söz ediliyor. Bir iki gün sonra da PKK üstlenmişti saldırıyı..

Üstlenmeseydi “Ergenekon’un Türk askerlerini öldürdüğü” suçu da kafadan yapıştırılacaktı varlığı ispatlanamayan hayali bir örgüte.. Varlığı kanıtlanamadığı gibi, kendi açıklamalarıyla yüzlerce kişinin tutuklanmasına sebep olan haham Tuncay Güney’in “Ergenekon bir projeydi, bitti.. Devlet bana baskı altında bunları söyletti, vicdanım rahatsız, tutukluların hepsi serbest bırakılmalı” dediği örgüt.. Kimseciklerin hala çıkıp bu sözlere karşılık tek kelime etmediği ama gazetecilerin, bilim adamlarının, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un hala içerde tutulduğu örgüt (!)..

Devam edelim, binlerce askeri ve polisi şehit eden örgütün başlarından biri; 7 askerin şehit edildiği saldırının da emrini vermiş ve sonra da dönüp askerlere, polislere el uzatıyor.. Ve hem de gülerek..

Silah bırakmayan örgüt!

Tamam, terör örgütünün bu rehineleri bırakması kendileri açısından çözüm için doğru bir adım (nasıl bir çözüm olacaksa daha TBMM ve hiç kimse bilmiyor ama herhalde Öcalan biliyordur), bununla birlikte tarifsiz acılar çekmiş askerlerin davranışı da onlara göre en doğru davranıştır, kimse aksini iddia edemez.. Ve Uzman Çavuş Zihni Koç’un uzatılan eli sıkmadığı anda yüzündeki “ne hakla şimdi bunu yapıyorsun” ifadesi de unutulmayacak bir ifadedir.

PKK gerçekten iyi niyet gösterecekse önce “silah bırakacağını ve bir daha kimseyi kendi amacı uğruna öldürmeyeceğini” açıklaması gerekir ki buna kesinlikle yanaşmadıkları defalarca ifade edildi.. Peki, yarın istedikleri olmazsa aynı kanlı eylemlere, hatta daha kötüsüne hazır oldukları bilinen bir örgüte “barış istiyor” demek kolay mıdır?

Serbest bırakılan rehinelere ve ailelerine geçmiş olsun, doğrusu kutlanacak bir cesaret ve onur duruşu sergilediler!

Yayın yasağı yetkisi AİHM’ye gitmeli!

Dün yazdığım bir konu bu ama akıldan çıkacak gibi değil.. Başbakan veya onun görevlendireceği bir bakana “medyaya yayın yasağı koyma yetkisi” veren bir yasa çıkarılıyor ve Anayasa Mahkemesi bunun iptali için yapılan başvuruyu reddediyor..

Demokratik yönetime sahip hiçbir ülkede görülmemiş, akla hayale bile getirilmeyecek bir yasadır bu.. Basın özgürlüğünün zaten kısıtlanmış olduğu, siyasi eleştiri yapan gazetecilerin işlerini kaybettiği, medyanın siyasi gücün baskısı altında olduğu bir ülkede ise artık “ifade ve basın özgürlüğü kısıtlamasında” varılacak son noktadır.

Bundan sonra gelecek hükümetler dahil hiçbir iktidarın böyle bir yetkisi olamaz..

Muhalefet yapamaz

Hukukçulara danıştım, “muhalefet partileri AİHM’ye başvuramaz mı” diye sordum, bu olamıyormuş. Ama medya mensuplarının böyle bir hakkı varmış. Anayasa Mahkemesi ülke içinde başvurulacak en üst mahkeme olduğuna, o da “özgürlüklerin kısıtlanması”na karşı çıkmadığına göre bunu gazeteciler yapabilir. Ülkenin medyasının, bağımsız gazetecilerin zaten hali hazırda ne sıkıntılarla karşılaştığı da ortadadır.

Ben kendi adıma “halkın çok sevdiği, hala izlemek için sabırsızlandığı TV programımın sebepsiz yere, siyasi baskı sonucu kaldırılması” ile medya özgürlüğümün yeterince kısıtlandığına inanıyorum. Bundan daha ötesini, hükümetlerin açıkça basına müdahale ve yayın durdurma yetkisini de AİHM’ye götürmeyi düşünebilirim. Geçen defa götürdüğüm davayı kazandım, bunu da kazanacağımı umuyorum. Bekleyip göreceğiz.



TKDF Başkanı’nın en zor günü!

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı, değerli dostum Canan Güllü ’nün Salı günü vefat eden annesi dün Ankara Kocatepe Camii’nde yapılan törenle ebediyete uğurlandı..

Kadın ve çocuk hakları ve uğradıkları şiddet olaylarının durdurulması konusunda, yıllardır mücadele veren, aynı mücadele içindeki çok sayıda kadın kuruluşunu yöneten Canan Güllü ve tüm ailesine başsağlığı, sevgili annelerine de Allah’tan rahmet diliyorum, nur içinde yatsın!

Yazının devamı...

ODTÜ azapta gerek!

“Dünyanın en iyi 60 üniversitesi” arasına girerek uluslar arası ve “torpilsiz” başarısıyla Türkiye’yi onurlandıran Orta Doğu Teknik Üniversitesi “YÖK tarafından kadro verilmediği için” sıkıntıdaymış.. Öğrencilerinin yaptığı protestolar nedeniyle (ki kuruluşundan bu yana her zaman yapılmıştır, her üniversitede de olabilir) yönetim kadrosuna varana kadar hesap sorulan ODTÜ’nün Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar “Ek kadro istemiyoruz, mevcut kadromuza atama yapamıyoruz, kullanım izni verilmiyor” diyerek duruma tepki göstermiş.

Ödül yerine ceza..

Hani “Gölge etme başka ihsan istemem” sözü tam da bu durumlar için söylenmiş. Bu ülkede başarıya, gurur veren, onurlandıranlara ödül filan verilmiyor, bekleyen de yok zaten.. Ödül hak edenlerin en ağır cezalara çarptırıldığı, hiçbir şey hak etmeyenlerin ise “kusursuz şekilde ödüllendirildiği” bir ülke olduğumuz son yıllarda iyice ortaya çıkmıştır. Yine de kafamızı kuma gömerek görmezden gelemeyiz.

Dünyanın en iyi 60 üniversitesi arasına giren üniversiteye bunun reva görülmesi sineye çekilecek bir olay değildir. Rektör Ahmet Acar “ilk, orta, lise, üniversite, yüksek lisans ve doktora yapan biri 25 yıl okuyor, sonra biz onları 2200 TL maaşla çalışmaya ikna ediyoruz ama kadro alamıyoruz” diyerek “olacak iş mi bu” sorusunu detaylı şekilde sormuş oluyor.

Dil bilene para yok!

Dil bilmeyen, basınla ilgisi olmayan “bir partili”nin ayda 21 bin TL ile “basın ataşesi” olarak İsviçre’ye ( tercüman gerektiği için ona da 11 bin), eşinin 15 bin TL ile aynı elçiliğe gönderildiği yerde, konusunda uzmanlaşmak için “en iyi üniversitelerde 25 yıl eğitim” alan, “ana dili gibi, ders verecek kadar lisan konuşan”lara 2200 TL’lik kadro verilmiyorsa bu fecaat haksızlığa susulur mu, siz söyleyin.

Tamamen siyasete bağımlı hale gelmiş olan YÖK’ün yaptığı “şeytan azapta gerek” tarzı bir intikam almak olabilir mi acaba?

Have are you?

Ben söylemedim, hemen atlamayın üstüne, “dil bilmediği halde İsviçre Bern Büyükelçiliğine atanan” Hacı Mehmet Gani söylemiş.. TÖMER Dil Eğitim Merkezi’nde 9 ay İngilizce kursuna gittiğini ve mezun olduğunu anlattığı ve hakkındaki iddialara cevap verdiği açıklamada “Eğer bu kurslar 9 ayda sadece ‘have are you’ hitabını öğretiyorsa söyleyecek başka söze gerek yoktur” demiş.

Şimdi bırakın Türkiye’deki kursu, ABD’de, İngiltere’de 9 ay kursa gitse ve o süreçte yabancılarla konuşmaya çalışsa dahi bir basın ataşesinin bilmesi gereken lisan düzeyinin “yüzde birini” öğrenemez, bunun tartışması yoktur ama “How are you” olması gereken soruyu “have are you” olarak vermesi zaten ne öğrendiğini açıkça gösteriyor. İnsanı güldürmesinler..

Açıklamasının altına gelen yorumlardan bazıları şöyle;

- Hacı sorsaydı google bile doğrusunu söylerdi. Bununla da kalmaz İngilizcede “have are you” diye bir sözün olmadığını kulağına fısıldardı. Ah Hacı ah, yaktın bizi, TÖMER’de sana böyle mi İngilizce öğrettiler yani?

-KPDS’den B aldım, 30 küsür lira dil tazminatı alıyorum. Keşke TÖMER’e gideymişim zamanında.

-“Nasılsınız”ın İngilizce karşılığına “have are you” diyorsa Sultanahmet’teki seyyar satıcıdan daha az İngilizce biliyor demektir.

-9 aylık kursla bir ülkeyi yurt dışında temsil edecek kadar mükemmel İngilizce öğrenen bu kişi yakında “evrenin sırlarını” da çözer.

- Bern İngilizcesi.. “Have are you”..

- “Have are you çok yakışmış bu açıklamaya.. Ben hakkımı helal etmiyorum, haram olsun diyorum.”

Vatandaşın ne düşündüğünü merak ediyorlarsa yorumların tamamını okusunlar bence!



‘İleri demokrasi’ budur işte!

Anayasa Mahkemesi (AYM) Başbakan’a “geçici yayın yasağı” yetkisinin verilmesini Anayasa’ya aykırı bulmamış. Sebep ise “hızlı ve seri karar alınmasını gerektiren bir özellik arz etmesi” imiş.

Bu durumda “milli güvenliğin gerekli kıldığı savaş, terör, doğal afet benzeri haller”de ve “kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasının kuvvetle muhtemel olduğu” dönemlerde Başbakan veya onun görevlendireceği bir bakan istediği gibi gazete ve TV’lere “geçici yayın yasağı” getirebilecek.

Kırmızı kar yağınca..

Ana Muhalefet Partisi haklı olarak bu tanımların soyut olduğunu, istendiği şekilde yorumlanıp, kullanılabileceğini belirterek Anayasa Mahkemesi’ne iptal istemiyle başvurmuş. İki üye (ki bunlar büyük ihtimalle son 10 yıl içinde değiştirilemeyen, bağımsız kalabilen üyelerdir) dışındakiler iptal istemini “ibarelerin içerik ve kapsamının tek tek belirlenmesi mümkün değildir” diyerek ret etmiş.

Meğer “kriz sona erince geçici yayın yasağı kalkabilecek” miş. Mesela şu anda da keyfe göre “terörle ilgili bir kriz var, bu konunun yazılıp konuşulmasına yayın yasağı getirdik” denebilir.. Sınırsız bir zaman dilimi için.. Tabloya bakalım; yargı siyasete göbekten bağlı, kırıntıları kalan basın özgürlüğü Hükümet’in avucunda ve Türkiye’ye “ileri demokrasi” geldiği iddia ediliyor.

Referandum öncesinde “yargı bağımsızlığı gelecek” diyen Demokrat Yargı Derneği Başkanı referandumun hemen ertesinde hatasını kitap yazarak anlatmıştı. Şimdi “ileri demokrasi geldi” diyenler ise bir de “başkanlık sistemi” gelirse çok kitap yazacaklar. Söylemedi demeyin!

Yazının devamı...

Basın seminerine katılan kazanıyor!

Son seçimde Amasya’dan iktidar partisi milletvekili adayı olup kazanamayan Hacı Mehmet Gani isimli şahıs (herhalde üzülmesin diye) İsviçre Bern’e “basın ataşesi” olarak atanmış ve aldığı yüksek maaş da soru önergesi olmuş..

Aslına bakarsanız zaten bu “diğer ülkelerdeki basın ataşeleri”nin ne iş yaptığı belli değildir.. “Hükümetlerin propagandası” ile meşgul olmak mıdır görevleri bilinmez, yabancı basında Türkiye için kötü olan her haber çıkar, örneğin “Ermeni Soykırım iddiası” konusunda Türkiye’yi hep suçlu çıkaracak TV yayınları yapılır, onlar da öylece izlerler. “Türk tezi”ni doğru anlatacak, yetkili bir tarihçiyi de biz konuşturalım demeden..

Zengin ülke(!)nin ataşesi

Başa dönelim; Hacı Gani basın ataşesi atanmış, maaşa bakalım; 12 bin dolar.. Yani 21 bin TL’nin üstünde.. Dil bilmediği için 6 bin dolar (10 bin 800 TL) maaşla bir de tercüman Bu da yetmemiş, eşini de 8 bin dolar (yaklaşık 15 bin TL) maaşla aynı elçiliğe “din ataşesi” yapılmış. O da elçilik görevlileri ve çevreye din dersi mi verecek acaba? Din hocası mıdır, hadi öyle diyelim İsviçre’de ne gereği vardır?

Ve işe bakın, Ana Muhalefet Partisi’nin verdiği soru önergesine göre Hacı Gani İsviçre’de iletişimini sağlayacak İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca’nın hiçbirini bilmiyor. Basınla ilgili hiçbir deneyimi de yok, kendisi hukukçu.

İngilizce kursu yetermiş!

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bu duruma gelen tepkilere karşı Hacı Mehmet Gani’ye destek vermiş ve atamanın “mevzuata uygun” yapıldığını, 9 ay İngilizce kursuna, ayrıca basın seminerlerine katıldığını, tercümanın da aslında “büro görevlisi” olduğunu söylemiş.

Demek ki 9 ay İngilizce kursu “rahatça konuşmak ve İsviçre medyasını, yazılan-çizileni, TV programlarını takip etmek” için yeterli.. Demek ki yıllarca dil eğitimi alan ve basın deneyimi olan, medyacılığı öğrenmek için onlarca yıl göz nuru döken gazeteciler Hacı Mehmet Gani kadar zeki olmadıkları için bunca yıla gerek duyulmuş.. Hani hiç değilse toplum “tam saf” yerine konmasa insanın içi bu “yoksullarla dolu” ülkede yapılan haksızlıklara böylesine yanmayacak!

Metin Serezli’ye veda!

Dün Teşvikiye Camii’nde değerli tiyatro ve sinema sanatçımız Metin Serez-li’nin cenaze törenindeydim. Bir insanın ne kadar sevilip takdir edildiği cami avlusunu dolduran kalabalıklardan ve onların üzüntüsünden anlaşılabiliyor, iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık vardı ve karşılaştığım herkes “Türkiye’nin iyi yetişmiş, yeri doldurulamayacak insanlarının kaybı”ndan duydukları üzüntüyü anlatıyordu..Araba onu alkışlar arasında son yolculuğuna götürürken sanatçı dostları ve onu takdir ettikleri için koşup gelen vatandaşlar arasında hıçkırıklarla ağlayanlar vardı.. Metin Serezli Türk Tiyatrosu’nun gururu sanatçılardan biri olduğu kadar özel hayatında da dost canlısı, her zaman güler yüzlü, nazik, tam bir centilmendi. Başta eşi Nevra Serezli olmak üzere ailesine ve tüm sevenlerine, büyük bir ustasını kaybeden Türk Tiyatrosu’na başsağlığı diliyorum. Nur içinde yatsın.



Öcalan tutanaklara neden kızsın?

BDP “İmralı görüşmelerinin tutanaklarının Parti Meclisi üyeleri tarafından çoğaltıldığını, partinin basın biriminde çalışan bir görevlinin de tutanakları bir gazeteciyle paylaştığını, sorumlu PM üyelerinin istifa ettiğini, basın birimindeki kişinin ise işine son verildiğini” açıklamış.

Sonunda “Öcalan’dan özür diledikleri” de bu açıklamada yer alıyor. Şimdi öncelikle; madem ki bu tutanakların sızdırılma sorumluluğu BDP tarafından açıkça kabul ediliyor ve sorumlular istifa ediyor, işten çıkarılıyor, en büyük özürlerden biri sebep olan kişiler tarafından “eline geçen tutanakları yayınlayan Milliyet gazetesi yönetimi ile tutanakları elde eden Namık Durukan”dan dilenmelidir.

Anasının sütü gibi..

Bir gazete ve gazeteci BDP’nin PM üyeleri ve kendi bünyesinden görevlilerin rahatça çoğaltıp verdiği bilgiyi kesinlikle ve anasının sütü kadar helal şekilde yayınlar, gazetecilik budur. Görevini en iyi şekilde yapan gazeteciler ise “yerin dibine batsın” benzeri sözlerle karşılaşmak yerine kutlanmayı hak eder.

Bir önemli nokta daha var; Öcalan’dan neden özür dilediklerini anlayamadım ben.. Öcalan’ın bu durumdan şikayeti değil, tam aksine memnuniyeti olmalı.. Öyle ya, Türkiye ve dünya; “Öcalan’ın Türkiye anayasasını yazacak, ülkenin yeni bir rejime (başkanlık sistemi) geçişine bile kendisi karar verecek kadar, bir partiyi kendisi iktidara getirip gönderebilecek kadar güçlü olduğunu” o tutanaklardan öğrendi.. BDP aslında Öcalan’dan değil, çok zor duruma düşürdüğü Hükümet’ten özür dilemeliydi!

Yazının devamı...

Üç maymunlar dönemi!

Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’i “darbeye ikna” ile görevlendirildiği ama “Özel’in karşı çıktığı” iddia edilen Balyoz sanığı emekli Korgeneral Doğan Temel Genelkurmay’a “Özel’in tanıklık etmesi” ve olayın doğru olup olmadığını açıklaması için başvurmuş..

Başvuru şöyle; “Orgeneral Necdet Özel’e böyle bir olayın konuşması, ikna gayreti, hatta küçük bir imanın yapılıp yapılmadığının acilen sorulması ve cevabın Yargıtay temyiz dilekçesine eklenmesi..”

Cevap şöyle; “Devam eden yargılama ile ilgili beyanda bulunmayacağı, mahkeme çağırırsa bilgi vereceği..”

Tek cümle..

Hiç şüphe yok ki bu kadar haksız ve hukuksuz şekilde tutuklanan, sahte delillerle mahkum edilen yüzlerce insan bu dönemde “dava süreçlerinde bildiklerini bile açıklamayarak komuta ettikleri TSK mensuplarına yapılanlarda rol oynayan” Özkök, Yalman, Özel gibi komutanlarını tanıma fırsatı da buldular.. Nitekim hayatının büyük kısmını terörle mücadeleye adamış olan emekli Tümgeneral Osman Özbek kitabında fotoğraflarının altına “Silivri ve Hasdal’daki tutsak askerler komutanlarını arıyorlar” yazmış. “Konuşmayan”, konuştuğu zaman da yuvarlak cümlelerle konuyu geçiştiren, bu nedenle hayatı mahvolanları düşünmeyen komutanlarını..

Oysa örneğin Özel’den istenen tek bir cümle; “böyle bir konuşma veya iması oldu” ya da tek kelime; “olmadı”.. Bunun için “mahkemenin çağırmasına” ne gerek var? Üstelik “dava sürüyor” dedikleri dava Yargıtay’da.. Zaten bittiğinde artık geri dönüşü yok, bir tek AİHM kalıyor ki o da daha çok yılın kaybı demektir.

‘Özel yetkili keyifler

Ve öte yanda; eğer Balyoz seminerinde suç anlamında bir “amaç dışı eylem” olmuşsa o anda görevini yaparak soruşturma açtırmayan Özkök ve Yalman’ın, 27 Nisan muhtırasını veren Büyükanıt’ın, 28 Şubat suç ise o dönem Genelkurmay Başkanı olan Karadayı ’nın serbest olması, yüzlerce kişi hapisteyken olaylarla hiç ilgileri yok havasında dolaşmaları..

Vicdanları rahat mı acaba, rüyalarında hapisteki silah arkadaşlarını görmüyorlar mı?

Ergenekon deseniz (hele de haham Tuncay Güney’in “Ergenekon bir projeydi, bitti” konuşmasından sonra), İlker Başbuğ’dan başlayarak haksız ve hukuksuzca içerde tutulan, yılları çalınan insanlarla ilgili ayrı bir traji komedi var ortada.. Daha kaç yılları çalınacak “özel yetkili” keyiflere kalmış!

Vasiyet!

Başbakan Erdoğan Dünya Kadınlar Günü’nde Siirt’te yaptığı konuşmada “vasiyetinden” söz etmiş. Sağlık sorunu bulunduğu için insanın aklına kötü şeyler geliyor “vasiyet” lafını duyunca, bir endişesi mi var acaba diyor.. Zira hiç alışılmış, duyulmuş bir durum da değil, dünya geneline, tarihe baktığınızda da siyasetçiler bir konunun vasiyet olması yerine “halk ülke adına daha doğru olduğuna inandığı için” yapılmasını isterler, kısacası bu söz her bakımdan şaşırtıcı.

Gelelim vasiyetin ne olduğuna; Başbakan yine sık sık yaptığı gibi “en az 3 çocuk” isteğini tekrarlamış, hatta bir kadın dinleyicinin “en az 5” demesi üzerine daha da memnun olmuş. Ama aynı konuşmada “kadınların şiddete karşı direnmesini, kendini korumasını, polise başvurmasını” önermiş. Ki Dünya Kadınlar Günü’nde Türkiye’de tüm gösteriler, tüm tepkiler “kadına şiddetin artması”na yönelik oldu.

Çocuklar sahipsiz!

Kadınların polise gitmesini bırakın, “güvenlik butonu” verilerek sözüm ona korunması sağlanan kadınlar bile sokak ortasında ya da sığındığı ana baba evinde ayrıldıkları cani adamlar tarafından öldürülüyor. Ve Türkiye’de şiddet sadece kadınlara değil asıl “tümüyle korunmasız, sahipsiz durumda olan çocuklar”a yöneliktir.

“Aile içi çocuk tecavüzleri-ensest” artmasına rağmen yıllardır Bakanlık “aileye müdahale” saydığından mı nedir bu konuyu ağzına bile almıyor. Çocuklar aile içi ve dışında tacize, tecavüze uğruyor, “aile içi tecavüz”ün çözümü ağza alınmadığı gibi, “bir çocuğa tecavüz eden 25-30 kişi anında serbest” bırakılıyor, ceza diye bir şey yok, adeta teşvik var.. 13-14 yaşında babası, dedesi sayılacak adamlarla evlendirilen çocuklar ayrı bir konu.. Sığınma evlerinde analarıyla birlikte yaşayanlar ayrı.. Yoksulluktan okul çantası, ayakkabısı alamayanlar, eğitim alamayanlar ayrı..

Çok çocuğu önleyin!

Yüz binlerce çocuk bu sıkıntıları yaşarken, onları kurtarmak yerine hala “3-5 çocuğa teşvik” kesinlikle yanlıştır, eğer konu “Güneydoğu’daki 20-30 çocuk doğumu” ile ilgili söyleniyorsa o zaman “çok çocuk doğumunu önlemek” için çözüm bulmak gerekir.

Mesela “3 çocuktan fazlası”na vergi artırımı gibi.. Sonuçta hızlı nüfus artışının yükünü devlet, millet karşılıyor! Kendi kendimize konuşuyoruz işte, duyan mı var?

Yazının devamı...

‘Batsın böyle siyasetçilik’ denecek mi?

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “İmralı tutanaklarının parti üzerinden sızdırıldığının anlaşıldığını” açıklamış. Bununla birlikte “milletvekillerinin sızdırmadığını” belirterek, zan altında tutulmayı kabul etmeyeceklerini de söylemiş. Pardon şimdi, anlayan var mı durumu?

Parti üzerinden sızdırılmış ama milletvekilleri sızdırmamış. Parti üzerinden.. Ama “zan altında” tutulmayacaklar.. Kim sızdırmış, kim zan altında o zaman?

‘Çaylar geldi’..

Konuşma sırasındaki en ince detaylar; “çayların gelmesi”, Öcalan’ın “Sırrı’ya doğru dönerek konuşması”, “biraz duraklaması”, “elindeki kalemi Pervin’e vermesi” bile not edilmiş. Milletvekilleri görüşmeyi bu şekilde detaylı kaydettikten sonra onlar değilse hemen o anda kim bunu alıp sızdırabilir?

Onlar veya en yakınlarındaki bir başkası sızdırdıysa zan altında kalmalarına tepki göstermeye kimin hakkı vardır?? Hayır, insanın iyice kanına dokunuyor şimdi, yani “gazeteciler, basın” sadece görevini en iyi şekilde yaptığı için her türlü hakarete muhatap olacak, “batsın böyle gazetecilik” olacak , icabında işlerini kaybedecekler (nasıl demokrasi, nasıl basın özgürlüğü ise bu) ama BDP milletvekilleri “zan altında” bile kalmayı reddedecek.

Sıktı artık

Neden, çünkü gazetecinin yanında “silahlı bir terör örgütü” yok, bu mudur? Kusura bakmasınlar ama bu çelişkiler, bu kendini “özel” saymalar, bu ayırımcılık iyice sıktı artık, tutanaklar BDP’den sızdırıldıysa hiçbir tepkiye kızma hakları yok!

Kadınlar onu dövsün!

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, AKP Kırıkkale İl Başkanı Mehmet Demir’in Veda Hutbesi’nden aldığını söylediği ve erkeklere önerdiği “Çaresiz kalındığı noktada kadınların hafifçe dövülebileceği” cümlesine tepki göstermiş.

“Hiç kimsenin Hz. Peygamber’in hayatının bütünlüğü içinden bir cümleyi alıp oradan hükümler çıkaramayacağını, bütün erkeklerin Hz. Peygamber’in insanlara öğrettiği ‘kadınlara karşı davranış, zarafet ahlakı eğitiminden geçmesi gerektiğini” söyleyerek “o metinleri doğru anlamak lazım” demiş.

Öncelikle Diyanet İşleri Başkanı Görmez’i “olayları dikkatle takip ederek yapılan yanlışlara zamanında müdahalede bulunduğu” için gönülden kutluyorum. Aslında onun ve kendisi gibi gerçek din bilimcilerin bu “metinleri doğru anlamak lazım” konusunda TV’lerde konuşmaları gerekir (ki biz programımızda bunu yapmaktaydık)..

Aynı şekilde Mehmet Görmez “uydurma hadisler” konusunda da duyarlıdır, bunların da işine gelenler tarafından zararlı-yanıltıcı şekilde kullanıldığını biliyor. Ayıklanacaklarına söz vermişti, toplumu bu konuda bilgilendirmesi doğru olur.

Sonra da.. Allah kullarını eşit yarattığına göre “kimsenin kimseyi dövme hakkı olduğunu” da bildirmiş olamaz.. Orada da “yanlış anlama” problemi var. Bu nedenle, bundan sonra erkeklere “kadınları dövebilirsiniz” diyenleri kadınlar bir olup dövmeli bence..

Hafifçe değil, esaslı dayak.. Mehmet Demir’in sözlerinin neden olacağı “şiddet”te olduğu gibi.. Aynen Ayşe Paşalı ve diğerlerine yapıldığı gibi.. Nasıl olduğunu anlayınca bir daha söyleyemeyecekler!



Muhterem Nur’un duygusal konuşması!

Müslüm Gürses’in mezarını ziyaret eden eşi Muhterem Nur “Nasılsa öleceğim diye ameliyat olmak istememişti, keşke onu hastaneye yatırmasaydık, ameliyat olmasaydı” demiş. Dün Milliyet Cadde’de “Cadde’deki Hayalet” Müslüm Gürses’in Memorial Hastanesi’nde geçirdiği tedavi sürecini, karaciğer yetmezliğinden akciğer sorununa kadar baştan sona tüm detaylarıyla, “ondan tek kuruş tedavi masrafı alınmadığını” da belirterek yazmıştı.

Muhterem Nur’un şimdi duygusal davranması ve bunları söylemesi mümkündür ama topluma mal olmuş, çok sayıda hayranı etkileyecek isimlerin bu tür tepkileri hastaneye haksızlık olduğu gibi en önemlisi; “diğer hastaların da hastaneye başvurmak yerine evde ölümü beklemesi”ne neden olabilir.

İyileşebilirdi!

Öncelikle eğer steril ortamda bir hastane ve iyi doktorların tedavisi olmasaydı büyük ihtimalle (Kasım başında hastaneye yatan) Müslüm Gürses çok daha önce kaybedilebilir, yılbaşını bile eşiyle elele geçiremeyebilirdi. Bağırsak tembelliği başladığında ciddi ağrılar çekebilir, “kolonoskopinin sağladığı rahatlık” yerine kimbilir ne sıkıntılar yaşardı.

Hastane şüphesiz bu tedavileri “vücut tedaviye cevap verir” ümidiyle yapmıştır, kaldı ki bazen en ümitsiz durumlardan kurtulup yıllarca yaşayan hastalar olabiliyor. Ben “keşke ameliyat olmasaydı, hastaneye yatmasaydı” türü tepkilerin, (hastanenin açık bir hatası söz konusu değilse) gösterilmemesi gerektiğine inanıyorum.

Yazının devamı...

Cumhurbaşkanı’na şikayet haksız mı?

Bildiğiniz gibi Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu terörün bitmesi umuduyla başlatılan girişimler konusunda “Süreci AKP ile BDP ortak götürüyor. Halkın yüzde 50’si dışlanmış durumda. Bu sürecin sonu bugünkünden kötü olabilir” diyerek Cumhurbaşkanı Gül’ den “sürece müdahale etmesini” istedi. Ve süreci MİT’in değil, Meclis’in görevlendireceği bir komisyonun yürütmesini istedi. Haksız mı? Hayır.. Yanlış mı yapıyor? Hayır..

Ortada Meclis varken

Böylesine önemli ve sonunda hala büyük tehlike olan bir süreci Meclis’i dışlayarak “Hükümet ile Öcalan’ın ve BDP’nin” götürmesi her şeyden önce demokrasiye ve milli iradeye (milletin seçerek TBMM’ye gönderdiği partilere) karşı bir durumdur.

Öcalan’ın kendisi de, Kandil’deki PKK yöneticileri de defalarca “talepleri istedikleri gibi karşılanmadığı takdirde” savaş çıkacağını, hatta kıyamet kopacağını söylediler. Bugüne kadar devlete ne tehditler yapıldı, Hükümet’e “PKK güçlenince aciz, çaresiz kaldılar” benzeri sözler sarfedildi.. Bunlar bilinirken Kılıçdaroğlu’nun “sürecin sonu bugünkünden kötü olabilir” endişesi de haksız bir endişe değildir.

Öcalan Anayasa yazarken

Meclis’in 2’nci büyük partisi olan CHP birçok kez “İmralı’da Öcalan’la yapılan görüşmelerin tutanaklarının kendilerinden saklandığını, hiçbir konuda bilgilendirilmediklerini” dile getirdi. Aynı şekilde MHP de bu sürecin dışında tutuluyor. Peki “Öcalan’ın neredeyse cezaevinden anayasa yazdığı, başkanlık sistemi hakkında bile ‘şöyle olursa destekleriz’ diye pazarlık ettiği” konularda ülkenin iki büyük partisinin hiç bilgilendirilmemesi kabul edilir bir durum mudur?

Habur meselesi

Şimdi Başbakan Erdoğan “İkinci bir Habur yaşamak istemiyoruz” diyor.. Yani o günlerde çok mutlu oldukları ve “PKK’lıların Habur’dan gelmesinin çözüm olacağına inandıkları” girişim başarılı olmamış, bir sonuç vermemiş, tam aksine “PKK’nın bir şovu, bir güç gösterisi” olarak kalmıştır.

Aynı durumun bu “süreç” için olmayacağı yüzde yüz kesindir diyebilirler mi? Deseler bile muhatapları aksini söylerken ne kadar geçerlidir? Elbette sağduyusu olan herkes terörün bitmesi için bu adımların yeterli olmasını umuyor ama ortada kesin hiçbir şey olmadığı gibi “en ufak bir hataya” da yer yok.

Ve ayrıca, Başbakan referandum ve seçim öncesinde (durum tam aksine olmasına rağmen) hep “muhalefet partileri ile BDP ve PKK’nın aynı çizgide olduğunu” tekrarlamıştı.. Sürece onları dahil etmediği takdirde ya kendi partisi için açıkça bu iddiadan söz edilir, “AKP-PKK ekseni oluşturdular” denirse?

Suriye sınırı örgütlere teslim!

Suriye Devlet Başkanı Esad “Türkiye ile sınırın yüzde 25’ini PKK, yüzde 75’ini El Kaide kontrol ediyor. Bölgede Kürt devleti kurulma şansı artmış durumda” dedi. Bölgede “Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de Kürt devleti, Büyük Kürdistan kurma projesi” daha önce açıkça dillendirilmişti. Süreçten söz ederken bu sürecin her yönüyle masaya yatırılması ve örneğin “özerklik” gibi konularda sorumluluğun TBMM ile paylaşılması gerekir.

Kısacası “geldiği noktada” sonu eskisinden de büyük risk taşıyan bu konunun “seçim düşünülerek” yürütülmesi çok yanlıştır. Cumhurbaşkanı Gül’ün bu uyarıyı yapma zamanıdır, geç bile kaldı!

Kutlamaya hakkımız var mı?

“8 Mart Dünya Kadınlar Günü” için aylar öncesinden başladı panel, toplantı, konferans davetleri.. Eğer kanatlarım olsa ülkenin bir ucundan öbürüne, sivil toplum kuruluşlarının davetlerinden belediye veya siyasi parti davetlerine uçmam gerekirdi. Ama maalesef kanatlarım olmadığı gibi kadına karşı erkek şiddetinin-vahşetinin önlenemediği ülkemde ben yıllardır Kadınlar Günü’nü kutlamıyorum, bunu da her yıl yazıyorum.

Bu yıl başta “Mor Çatı ve 50’ye yakın kadın örgütü” olmak üzere oldukça büyük kitleler “Türkiye’de 8 Mart’ın kutlanmasındaki büyük çelişki”yi vurguladılar. LDP Genel Başkanı Cem Toker “çocuk gelinler”e dikkat çekerek “8 Mart kutlanacak gün değildir. Yas tutulmalıdır, ağıt yakılmalıdır” demiş.. Dikkatimi çekti Tarkan da “8 Mart Dünya Kadınlar Günü aslında takvimimizin çok derin acılarla yüklü bir günüdür ve kutlanacak bir gün de değildir bence” diye başlayan güzel bir basın bülteni yayınlamış. Bu gidişle zor görünüyor ama umarım bu özel günü kutlamaya hakkımız olan günlere kavuşuruz. Beni konuşma yapmak üzere davet eden herkese (bazılarını cevaplayacak zaman bulamadım özür diliyorum) sonsuz teşekkürler.



Özür!

Sevgili okurlarım, içime dert oldu düzeltmeden unutamayacağım; Perşembe günü “Atatürk için ağlayan Kral” başlıklı yazımın ikinci paragrafının ilk cümlesinde hata olmuş.. “Anıtkabir’i ziyaretlerine ise Kral Abdullah’ın yanaklarından süzülen gözyaşları damga vurmuş” olması gerekirken cümle hatalı bitmiş. Yazılarımın özelliği “sizinle konuşur gibi içimden geçenleri en doğal haliyle aktarmam” olduğu için hızla yazıyor ve çoğu kez “cümleleri değiştiririm” korkusuyla tekrar okumaktan kaçınıyorum. Ama o zaman da bu risk doğuyor.. Nadiren bu tür hata görürseniz bağışlayın lütfen!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.