Şampiy10
Magazin
Gündem

İnsan gibi insan olabilmek!

Dün sabah ben de eşi Cemre Birand ve oğlu Umur Birand’a başsağlığı dilemek üzere Mehmet Ali Birand’ın evindeydim. Beklenmedik bir zamanda bu büyük kayıplarına rağmen onları gayet metin ve sakin görmek (halen şoku atlatmamış olmaları da büyük ihtimaldi ama) takdir edilecek bir durum olmanın yanında memnunluk vericiydi, zira ben bile gözyaşlarımı tutmakta zorlanıyordum..

Sadece çok değerli bir dostu ve yıllarca aynı çatı altında, aynı yayın gruplarında gazetecilik ve televizyonculuk yaptığım, birbirimizin programlarına katıldığımız, beni de meslektaş olarak takdir ettiğini defalarca belirterek gurur duymamı sağlamış bir medya ustasını kaybetmenin acısı değildi hissettiğim.. Bütün ülkemiz adına bu kadar iyi yetişmiş, gerçek bir aydının kaybına üzüntüm sonsuzdu.. Hiçbir ülkede olmadığı gibi Türkiye’de de Mehmet Ali Birand gibi “boşluğu doldurulamayacak, eksikliği her zaman hissedilecek” insanlar kolay yetişmiyor, onlara sık rastlanmıyor. Hayat boyu “kendini adamak ve dört dörtlük hale gelmek”le oluyor bu!

NE ÇOK SEVİLMİŞ!

Oradan çıktıktan sonra gün boyu rastladığım herkesin ilk sözü bana başsağlığı diledikten sonra “onu ne kadar sevdikleri” oldu.. Bir gün önce onun ölüm haberini TV’den duyup bana bildirirken hüngür hüngür ağlayan ve gece boyu gözyaşları durmayan kızım Yasemin’in ve karşılaştığım diğer gençlerin üzüntüsü Mehmet Ali Birand’ın her yaştan izleyicisine kendini aynı şekilde sevdirdiğini gösteriyordu..

Bir okuyucum ise yorumunda şöyle yazmıştı; “Zaman zaman ona kızdığım da oluyordu ama şimdi, ölümünden sonra içimde ne kadar yer kaplamış olduğuna kendim bile şaşırdım”.. İşte gerçek gazeteci, iyi gazeteci olmak böyle bir şey, size kızanlar bile değerinizi takdir etmekten, bıraktığınız boşluğun doldurulamayacağını hissetmekten kendilerini alamazlar. Ki bu söylediklerimi bugün “onu uğurlamaya gelen büyük kalabalıklar” da açıkça ortaya koyacaktır zaten!

HER ŞEYİ SÖYLEYEBİLİRSİNİZ

Kanal D Haber Müdürü Salih Selçuk çok güzel anlatmış Birand’ı, diyor ki; “Hiçbirimizin beklemediği bir ölümdü. Aslında o da hiç beklemiyordu. Hastaydı ama o hiçbir zaman hastalığı kendine yakıştıramadı. Mehmet Ali Birand için her şeyi söyleyebilirsiniz, duayen, gazeteci, belgeselci, programcı, yazar, her şey (muhabirliğe olan tutkusunu unutmayalım) diyebilirsiniz ama ona en yakışan sıfat insanlığıydı. Mehmet Ali Birand gerçekten insan gibi bir insandı”..

İşte budur, sıfatının “insan” olması herkesi “iyi insan, arkasından ağlanacak insan” yapamaz, yapamıyor ama Birand “insan gibi insan”dı. Hayatı “yaşanmaya değer” bulan ve en iyi, en verimli şekilde yaşayan ve başkaları için de “yaşanmaya değer” olduğunu her haliyle gösterebilen, pozitif duygular veren, nazik, düşünceli bir insan.. Tanıyanlar için aynen böyle ve onun için de katlanmak daha zor..

Dün ben de rastladığım herkes gibi kendimi onu düşünmekten bir an bile alamadım, bu nedenle yine onu yazıyorum. Bu kayba duyduğum üzüntünün çok uzun süreceğini, onun gülen yüzünü, renkli ve sıcak kişiliğini hep hatırlayacağımı biliyorum. Nur içinde yatsın.

Bir kez daha “başsağlığı” dileklerim hepimize..



Şiddet uygulayan şiddetten vazgeçmez!

Bu nedenledir ki ABD’de ve Avrupa ülkelerinde “şiddete yatkınlığı görülen” 18 yaş altı gençler ve çocuklar bile toplumdan derhal uzaklaştırılarak ıslah evlerinde tutulur, uzun süre tedavi edilir ve ancak tümüyle iyileştiğine inanılırsa, o zaman bile görevliler tarafından sık sık ziyaret edilmek şartıyla evine, normal yaşama döndürülür. (Şu sıralarda Türkiye’de vizyonda olan Oscar adayı “Umut Işığım” filminde de psikolojik sorunlu bir genç adama yapılan bu klinik sonrası takibi görüyorsunuz.)

Türkiye’de ise psikiyatri kliniklerinden çok daha fazla hasta dışarıda.. Hasta oldukları ise ancak birini, çoğu kez de karılarını, eski karılarını, boşandıkları eşlerini, ayrıldıkları sevgililerini veya kendilerini daha baştan istemeyen kadınları öldürdüklerinde ortaya çıkıyor..

Bu uyarıları aslında “TV’lerden, uzman psikologların açıklamaları eşliğinde devletin yapması” lazım ama tüm çağrılarımıza rağmen yapmıyor.. Eğer yapsa; örneğin boşanmak üzere mahkemeye başvurmuş ve anne-baba evine dönmüş kadınların hasta ruhlu kocaları tarafından öldürülmeleri büyük ölçüde önlenebilirdi.

Bu cinayet haberlerine baktığınızda çoğunun ortak noktasının “boşanmak üzere evi terk etmiş kadınların ‘eşlerden gelen barışma teklifine inanması’ bu nedenle bir kez daha buluşmayı kabul etmesi” olduğunu görüyorsunuz. Demek ki şiddet nedeniyle eşinden ayrılmak isteyen kadınlar “boşanmayı düşündürecek kadar ağır şiddete maruz kaldığı halde, bunu yapanın düzeleceğine inanarak” ona yeniden görüşme fırsatı vermeseler, buluşmasalar (bu şekilde davranmalarının doğru olduğu konusunda uyarılsalar), o süre içinde ve boşanmadan sonra da uzunca bir süre devlet korumasında, “gizli bir sığınma evinde” tutulsalar çoğunu kurtarmak mümkün olabilir.

YA TUTUKLA, YA İZLE..

-Bu şekilde “ölüm tehlikesi altında” olan ve hatta son zamanlarda sık rastlandığı gibi “öldürüleceğini kesin şekilde söyleyen kadınlar”ın kesinlikle bir polis tarafından yakın mesafeden izlenmesi gerekir.

-Oysa bizde bu durumdaki kadınlara çoğu kez koruma verilmediği gibi karakola başvurduklarında “kocandır, evine dön” gibi (“ölüm haktır” diyen ve kadının öldürülmesine sebep olan vali bile duyduk) olmayacak müdahalelerle karşılaşıyorlar.

-Sığınma evlerinin çok sayıda olması ve kadınların gazete ve TV’lerle bu konuda bilgilendirilmesi gerekir, o da yok..

-Şiddet uygulayan hasta kocaların şikayet üzerine “tutuklanması” gerekir, kadınlar “tutuklanmayacağına o kadar emin ki gidip savcıya ifade veriyor, gelip daha beter dövüyor” diyor.

-Kadının ve eğer yanına almışsa çocuklarının “kimlik bilgilerinin gizli tutulması” gerekir, bu da yok. Kolayca ulaşılıyor.. Peki tablo böyleyken kadınları öldürülmekten koruyabilir misiniz? Cevap “hayır” ve zaten böyle olduğunu her gün görüyoruz.

TERÖR KADAR ÖNEMLİ!

Öldürülen kadınların hemen hepsi genç ve hepsinin küçük çocukları var. Onların da hayatı annelerininkiyle birlikte mahvoluyor. Artık kadın cinayetlerini, kadına karşı her tür şiddeti “sıradan bir olay” gibi görmekten, bu şekilde yansıtmaktan, duyarsızlıktan vazgeçmek zorundayız.

Sadece kadınlar, kadın örgütleri, Kadın Bakanı değil, toplum olarak bu konuyu öne çıkarmak, ülke çapında bir “kadına şiddete hayır” kampanyası başlatmak gerekiyor ve öncelikle medyaya “sorunu gündemden düşürmemek” konusunda büyük görev düşüyor.

TBMM’ye düşen görevi söylemeye bile gerek yok; bir yandan cezaları ağırlaştırıp, suçluları affetmekten vazgeçilmesini sağlamak, diğer yanda “kadınlara, çocuk yaşta kızlara uygulanan haksızlıkları ve tüm eşitsizlikleri, ayırımcılığı” ortadan kaldırmaya çalışmak. Topluma gerekli eğitimi her yolla ulaştırmak.

Daha ne söylenebilir bilmem ki.. TBMM’ye davet etsinler ve tüm vekiller dinlesin de kadın kuruluşları anlatsın kendilerine ne yapılacağını! Zaman kaybetmeden, cinayet kurbanı kadınların sayısı (ve cinayet hızı) terör kurbanlarına yetişti neredeyse, konu terör kadar önemli !

Yazının devamı...

Sevgili Birand.. Ne büyük bir kayıpsın!

Mehmet Ali Birand benim SABAH gazetesinde birlikte çalıştığımız yıllarda tanıdığım, o ilk yıllardan beri her zaman çok sevdiğim, takdir ettiğim, gazeteciliğe aşık gerçek bir ustaydı. Onu mesleğimiz dışında da tanıma fırsatı bulduğum için mutluyum, evinde de aynı şekilde nazik, içten bir dosttu.. Sevgili annemi kaybettiğimde Levent Camii’nin avlusunda koşarak bana doğru gelişi gözlerimin önünde.. O zaman da yanımda olmayı ihmal etmemiş, iyi günde olduğu gibi zor günlerinde de dostlarını yalnız bırakmayacağını göstermiştir.. Bu nezaketi, zerafeti nedeniyle de yeri her zaman çok ayrı olmuştur bende..

Onun hastalanarak Amerikan Hastanesi’ne kaldırıldığını duyduğum an dua etmeye başladım, Birand’ın hayata dört elle tutunacağını, bunu da atlatacağını umuyordum. Dün onu arayarak asistanı ile konuştum ve bilgi aldım, konuşabildiği anda ona sevgilerimizi, dua ettiğimizi iletmesini rica ettim. O da söylentilerin gerçek olmadığını, “atlatacağını” umduğunu söyleyince biraz rahatladım..

Ama tam bu yazıyı bitirmeye hazırlanırken onu kaybettiğimizi duydum. Çok ama çok üzgünüm, ne büyük bir kayıp hepimiz için, uzun yıllardır onun gülen yüzünü, renkli kişiliğini ekranda izlemiş olan herkes için ve Türk medyası için!

Sevgili Mehmet Ali Birand’a Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum. Mekanı cennet olsun!

Hayata gülümseyen usta!

Cemre Birand da aynen Mehmet Ali Bey gibi içten, güleryüzlü ve çok akıllı bir hanımdır. Eşini çok sevdiğini onları tanıyan herkes bilir, onun acısına, bıraktığı anılara dayanmak çok zor olacak, Cemre Hanım’a Allah dayanma gücü ve sabır versin.

Yaptığı bir röportajda Cemre Birand sorulan “Sizce en iyi anchorman kim” sorusuna “Mehmet Ali diyeceğim ama..” diye başlamış. Evet, bence de “en iyi ilk 3” arasındaydı ve bunu da başarı grafiği ile, aldığı sayısız ödülle Türkiye’ye ispatlamıştı zaten.. Onu bu kadar başarılı yapan neydi biliyor musunuz? Bence ekranda da “aynen olduğu gibi görünmesi, kızdığı zaman da sevindiği zaman da bunu gizlemeye çalışmaması, hatalarını, dil sürçmelerini bile bir özellik, farklılık haline getirebilmesi, kendi hatalarına kendisinin de gülebilmesi”ydi.

BEYAZ’IN PROGRAMI!

Beyazıt Öztürk’ün onu anlatan programına katıldığında bu hataları ekranda gösterildiği zaman nasıl kahkahalar attığını bugün gibi hatırlıyorum. Beyaz iyi ki o programı yapmış, şimdi tekrar yayınlamalı ve bize onu “en neşeli haliyle hatırlama” fırsatını vermeli.. Ağır şekilde hasta olduğunu öğrendikten sonra bile kimseye hissettirmeyen hatta aynı keyifli halini sürdürerek unutturan, yılbaşında eşiyle çıktığı son tatili ballandıra ballandıra anlatarak sevenleriyle paylaşan bu “aynı zamanda” cesur ve hayata gülümseyen ustayı hiç unutmayacağız.

Ben unutmayacağıma ve onun esprilerini, gülen yüzünü çok özleyeceğime öyle eminim ki!



İlker Başbuğ çok haklı!

Bazı konular var ki daha haberi gördüğünüz anda, o dakika yazmak, yorumlamak istersiniz. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un “PKK’lı teröristlerle birlikte affedilebileceği” iddialarına karşılık “böyle çıkacağıma ömür boyu hapiste çürümeyi tercih ederim” demesi de bu haberlerden biri..

Yerden göğe kadar haklıdır yani.. Neden cezaevine konduğu, bunu hak etmek için nasıl bir suç işlediği belli değil.. “Onun döneminde açılan internet sitelerinden dolayı” dediler, o sitelerin daha önce açıldığını ve kendisinin döneminde tam aksine kapattırdığını açıkladı.. “Terör örgütü lideri” olduğunu söylediler, hangi örgüttür, teröriste karşı mücadele sürdüren insanın kendisi nasıl terörist olabilir anlaşılır gibi değil. Görünen o ki, yaptığı bazı konuşmalar (belki 2009 yılında medyaya yaptığı açıklama) birilerini rahatsız etmiş, birçok başkalarının başına geldiği gibi o da önce içeri atılmış, sonra suç-delil aranmaya başlanmış.. Bu durumda, suç işlemediğini, sadece görevini yaptığını, demokrasi sınırları içinde kaldığını düşünen (hele de Türk Ordusu’nu yönetmiş) bir insan tabii ki “teröristler için çıkarılacak bir af”tan yaralanarak serbest kalmayı, “bir terör örgütüyle ilişkisi gerçekten varmış ve bunu kabul ediyormuş” havasında bırakılmayı kendine yakıştırmaz.

İlker Başbuğ’un açıklaması son derece yerinde bir açıklamaydı ve gerçekten öyle serbest kalmayı asla kabul etmemelidir. Evet, tam emekli olmuşken, tam hayatının dinlenme-huzur bulma safhasına geçmişken başına gelen şey dayanılır gibi değil ama diğeri de değil. Bu kadar sabretti, biraz daha beklesin bakalım ne suç bulacaklar zorlayarak!



Şahan’ın kamera arkası!

“Celal ile Ceren” filminin galasına gideceğimi bildirmiştim, son dakikada “çok kalabalık olacakmış, davetiye sayısından fazla insan gidecekmiş” dediler, ben gidemedim. Sıra ortasına oturursam ve çok kalabalıkta “klostrofobi” oluyorum, Türkçesi arkadaşlar “daral geliyor” kaçmak istiyorum, o nedenle baştan denemedim.. Vizyona girdiğinde kaçırmayacağım kesin ama.. Başkalarını bilmem, ben Şahan Gökbakar’a çok gülüyorum, (filmlerinin fazla küfürlü diyalogları, gaz çıkarma sahnelerini filan eleştirsem de) onu yetenekli ve “şeytan tüyü var” denecek kadar sevimli buluyorum. Zeki olmayan birinin bu kadar güldüremeyeceğini biliyorum.. Reklamlarda da aynı derecede başarılı..

Celal ile Ceren’i henüz görmedim ama internette filmin kamera arkasını izledim ve gülmekten yerlere yattım. “Düştüm” desek daha doğru, koltuktan düştüm.. Eğer hala duruyorsa mutlaka izleyin, çekimlerde öyle eğleniyor, öyle gülüyorlar ki filmi nasıl bitirmişler anlamıyor insan!

Yazının devamı...

Yoksa yeni anayasayı Öcalan mı yazmalı?

Düne ait iki haber şöyleydi; “Öcalan’ın son önerisi.. Yapılacak yeni anayasanın kritik bölümlerini Osman Can ile Numan Kurtulmuş yazsın”.. “PKK’nın gençlik yapılanması DYGM’ye üye oldukları iddiasıyla yargılanmakta olan 9 üniversite öğrencisi dün yine hakim karşısına çıktı. Gizli tanık Özgür öğrenci derneklerinde ‘asker ve polisler şehit olduğunda kutlama yapıldığını, halay çekildiğini’ söyledi”..

Yıllardır şehit cenazelerinin arkasının kesilmediği terör saldırılarıyla yaşayan bir ülkede bu iki haberin vatandaş gözüyle nasıl değerlendirileceğini düşününce ne çıkıyor? Bir yanda asker ve polislere yapılan saldırılarda şehit olan masum insanlar için “gençlik yapılanmasında bile” göbek atılan, işlenen cinayetlere sevinen bir örgüt, diğer yanda bu cinayetler için emri veren PKK liderinin “yeni anayasayı kimin yazacağına” karar verecek duruma gelmesi..

Bir yanda Paris’te öldürülen örgüt üyeleri için ulusal yas öneren PKK, diğer yanda “asker ve polisler katledildiğinde göbek atan” PKK.. Durum bundan farklıysa ve ben vatandaş olarak tabloyu göremiyorsam biri açıklasın lütfen..

SİLAHLAR BIRAKILSIN DİYE..

Tamam, artık terör bitsin, PKK silah bıraksın ve bunun için “mümkün olan, makul olan” her şey yapılsın ama bugüne kadar on binlerce insanın öldürülmesinden sorumlu olan bir terör örgütü liderinin “anayasayı kimin yazacağı” konusunda devlete direktif verir ya da öneride bulunur hale gelmesi doğal bir durum mudur?

PKK Paris’te suikast sonucu ölen örgüt mensupları için gözyaşları döker, “bu üzüntüyü herkes paylaşsın” derken, bugüne kadar ülkede güvenliği sağlamak üzere “görev başında” saldırılarla, döşenen mayınlarla öldürülen insanlar, şehit asker ve polisler, bütün o saldırılar tamamen unutulmalı mıdır, unutulması mümkün müdür?

PKK liderine özel TV verilmesine (hatta belki yakında bilgisayar da verirler), siyasi lider havasında ziyaretçilerle görüşmesine, devlet istihbarat görevlilerinin onun ayağına gitmesine “terörün bitme umudu” adına kimse sesini çıkarmıyor ama kısacık sürede “anayasayı şu isimler yapsın” diyecek noktaya gelmesi olacak şey değildir.

KENDİSİ YAZSIN BARİ!

Eğer “olacak şey” ise o zaman şu da olabilir; yeni anayasayı Öcalan yazsın, Osman Can düzeltsin.. Malum Osman Can’ın referandum dönemindeki “yararları” anlatılmakla bitmez (Demokrat Yargı Derneği Başkanı Hakim Orhan Gazi Ertekin o dönemi yazdığı kitapta pek güzel anlattı ama çok geç kalmıştı), bu konuda da çok yararlı olacağı kesindir !



Devlet kadın cinayetlerine seyirci mi kalacak?

Biliyorum “güvenlik butonu” diye bir şey çıktı ve erkekler tarafından ölüm tehdidi altındaki kadınlara verildiği açıklandı. Kaç kişiye verildi onu bilmiyorum, ben duymadım çünkü.. Bu arada “koruma” isteyen birçok kadın da savcılıklar bunu sağlamadığı için kocaları veya taciz eden erkekler tarafından öldürüldüler.

Salı günü gazetelerde; sığındığı baba evinde “savcılığın tahsis ettiği çağırmalı korumayı çağıramadan” kocası tarafından 4 bıçak darbesiyle öldürülen 35 yaşındaki Gönül Cihangir’in, eşinden 2 yıl önce ayrılan ve “onun tarafından” öldürülen Emel Gökbayrak’ın (öldüren koca sonra da intihar etmiş), küçük çocuklarıyla birlikte feci şekilde öldüren Aysel Geniş’in (kocası kayıp) haberleri vardı. Açıkça ortada ki verilen korumalar bile daha çağrılamadan kadınlar hunharca öldürülüyor. Çoğu kez kaçtıkları baba evinde, ana babalarının gözleri önünde, bazen o zavallı bebekleriyle birlikte, bazen onların gözü önünde öldürülüyor. Bu da “güvenlik butonu” olsa da onu kullanamadan öldürüleceklerini gösteriyor.

Devlet bu çözümsüzlüğe son vermeli ve tehdit altında olduğunu söyleyen kadınları “tehdit eden kişileri izlemenin yolu”nu bulmalıdır. Yeterli kanıt varsa tutuklama (ki hakkında herhangi bir suç kanıtı olmayan insanlar bile iddialarla tutuklanıp yıllarca cezaevlerine tıkılır ve sonra delil aranırken) derhal yapılmalı ve bu vahşet son bulmalıdır.

Tüm ülke adına büyük bir utançtır bu olanlar.. Daha ne kadar susulacak?

Yazının devamı...

Demirtaş’ın sözleri tam isabet!

Paris’te 3 PKK’lı kadının öldürülmesinin arkasından önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli vurguladı “en önemli nokta”yı.. Dedi ki; “AKP ve PKK artık son kartlarını açmışlardır. Son vuruşu yapmak için her yolu deneyecekler, her tahrik ve tertibattan kaçınılmayacaktır. Türkiye içinde örtülü operasyonların, saldırıların, suikastların olabilirliği gündeme alınmalıdır”.

Sonra Başbakan Erdoğan “Paris’teki olayın başlatılan süreci etkilemeyeceğini” söyledi.. Onun konuşması üzerine dün konuşan BDP Genel Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da“Bu katliamlarla provokasyon yapmak isteyenlerin hevesi kursağında kalacak” dedi ve PKK adına garanti vererek “Paris’te ölen PKK’lıların Diyarbakır’daki cenazesinde provokasyon olmaz, sıkıntı olmaz” dedi ama asıl önemlisi şunu söyledi;

“Failler karanlıkta kalır, arkasındaki güçler ortaya çıkmazsa önümüzdeki günlerde başka provokasyonlar olabilir, açığa çıkarılması gerekir. Başbakan ‘süreci etkilemez’ derken PKK adına mı konuşuyor, şaşırdım doğrusu. Öldürülen kişiler AKP yöneticisi değil, yani açıklama yapılacaksa PKK’nın yapması lazım”..

ŞİMDİ DİKKAT!

Demirtaş bu son cümleleriyle olayın can damarının üzerine basmıştır. “Süreç devam eder”, “Paris’teki suikast ‘süreci baltalamak isteyenler’ tarafından gerçekleştirilmiştir” gibi sözler bu olayda söylendi ama ya Devlet Bahçeli’nin ve Demirtaş’ın söylediği “provokasyonlar, saldırılar, suikastler” devam ederse? Her saldırıda, her can kaybında “süreci baltalamak isteyenler yaptı, süreç devam etmeli” denerek biraz tartışılıp hiçbir şey olmamış gibi yola devam mı edilecek?

Öyle ya, Paris’teki olayı gerçekleştirenlerin de kim olduğu belli değil, herkes olabilir, hatta Fransa tarafından birileri ya da PKK’nın dış ülkelerdeki bağlantıları da olabilir. “PKK’nın kendi içinde güç çekişmeleri, hesaplaşmaları” olduğu da hep söylenmiyor mu? Artık danışıklı mıdır, gerçek midir bilinmez Öcalan’ın söylediklerine karşı Kandil’den farklı sesler (son olarak silah bırakma konusunda) yükselmiyor mu?

KİM GÜVENCE VERECEK?

Bu durumda, madem ki Öcalan’ın hala örgütünü büyük ölçüde kontrolü altında tutabildiği söylenmektedir, o PKK’ya “karşı eylem olarak yeni cinayetler işlenmemesi” için hakim olmalı, “süreci başlatan ve yöneten” Hükümet de Emniyet’iyle, MİT’iyle gerekirse ülke çapında güvenlik önlemlerini beş katına çıkararak askerini, sivilini korumalıdır.

Sonuçta Paris’teki olayın “bir iç hesaplaşma olmadığını” veya provokasyon olarak kim tarafından yapıldığını ortaya çıkarmak pek de kolay görünmüyor. O zaman Demirtaş veya bir başkasının bu olayı “derin devlet” yapmış havada konuşması da kendini yargı yerine koymaktan ve “bir tarafı kışkırtmaktan, yeni planlara meşruiyet kazandırmaya çalışmaktan” farksızdır.

“Derin” olan her güç yapmış olabilir ve kimin diğerinden daha “derin” olup olmadığı da belli değil. Umalım da failler bir an önce ortaya çıksın ve çıkana kadar da herkes beklesin. Aksi takdirde bu gidişin sonu olmaz, “akan kan dursun” isteği de lafta kalır!



Bir eşcinsellik eksikti, tamamlamış!

Olmayacak, utanılması gereken ne kadar yalan, uydurma, saçmalama varsa hepsi Türkiye’de mevcut.. Bırakın başkalarına, topluma karşı sorumluluğu, insanın öncelikle “aynaya bakıp kendine karşı mahcubiyet duyması” olmayınca herşey söylenebiliyor, yapılabiliyor.

Haber şöyle; Ülke TV’de “Ersoy Dede ile Bugün” programında İlahiyatçı Yazar Ali Rıza Demircan “Eşcinsellik laik bir sorundur, dindarların sorunu değildir” dedi. Aynı kişi “Aile için meşru ilişkiler de ibadettir ama cinsel hayat namaz ölçüsünde ibadet değildir” demiş.

AYIP DEĞİL Mİ?

Kendi kendilerine yeni “kutsal kitaplar” yazıyorlar Maşallah.. Sorgulamadan her duyduğuna inanan birilerini bulunca da inandırıyorlar maalesef.. Bu nedenle aslında böyle aklına geleni sorumsuzca söyleyen kişilerin TV programlarına çıkarılmaması gerekiyor aslında.. Ve tabii burada mesela, söylenenler “İlahiyatçı” tanımına bile, diğer ilahiyatçılara bile zarar veriyor.

Bırakın birilerinin de çıkıp “Ya padişahların bu tür ilişkileri için ne diyeceksiniz, laik oldukları için mi böyleydi” diye sorabilecek olmasını, “herkesin din ve inancında özgür olması, devletin de her dinden vatandaşa eşit haklar tanıması” demek olan laikliği benimseyen tüm insanlara, o TV’yi seyreden ve yanlış düşüncelere kapılan gençlere ayıp değil mi bu söylenen?

Nedir yani, bu yazar veya ilahiyatçı laik insanların dindar olmayacağını, “cinsel sapkınlık” dediği eşcinselliği yalnızca onların onaylayacağını ve daha bir sürü “asla genelleme yapılmayacak” noktanın laikliğe ve laik görüşü benimsemiş insanlara yapıştırılabileceğini mi anlatmaya çalışıyor ekranda?

RTÜK NEREDE?

Ve dizilerdeki kıyafetlere, konuşmalara vs’ye müdahale eden RTÜK bu “topluma fahiş yanlış bilgi ileten” bu konuşmaları aynen Atatürk’e ekranlardan yapılan hakaretler gibi hiç duymuyor mu?

TV ekranlarını milyonlarca kişi izliyor ve bunlara izin verilmesi olacak şey değildir. Bakmayın siz bu ülkede artık her şeye bir “olur” bulunduğuna!

Yazının devamı...

DYP’lileri kim kaçırtmış?

Artık Türkiye’de en yakın tarihi, görüp yaşadıklarımızı bile tersine çevirerek anlatmak, açıkça bilinenlerin bile yanlış olduğuna inandırmaya çalışmak moda oldu galiba.. Mesela “28 Şubat’ın darbe olduğunu herkesin kabul ettiğini” söylemek..

“DYP’lilerin o dönemde silah zoruyla partiden kaçmasının sağlandığını” söylemek..

“Darbe geliyor havası yaratılarak dönemin hükümetinin istifaya zorlandığını” söylemek..

Refah Partisi’nin kapatılmasını “darbe olduğuna ikna için” kullanmak..

REKTÖR SEÇİMLERİ FARKLI DEĞİL!

28 Şubat’ın “darbe olduğunu” düşünmeyenlerin sayısı hiç de az değil (herkesin öyle düşündüğünü söylemek ise hiç doğru değil), kaldı ki bunu o dönemin hükümeti de hiç ifade etmedi. Tam aksine Erbakan da, Çiller de o sürecin tamamında “askerle ne kadar iyi anlaştıklarını” söylemekte adeta yarışıyorlardı..

Yine dönemin hükümeti; 28 Şubat’taki MGK kararlarından dört ay sonra ve “darbe geliyor” havasından dolayı değil, Tansu Çiller’in aralarında daha önce yaptıkları “dönüşümlü başbakanlık” anlaşmasını süre dolmadan önce uygulamaya koyması için Erbakan’ı sıkıştırarak bir an önce onun yerini kapma isteğinden dolayı istifa etmişti. Ve Erbakan’ın istifasından sonra Çiller “artık başbakanlığını kesin gördüğü için” son derece mutlu ve emindi.. Tüm sorunu “Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümet kurma işini kendisi yerine Mesut Yılmaz’a vermesi” ile başladı ki bu da bugün bile yaşanan “Cumhurbaşkanı’nın en fazla oyu almış rektör adayı yerine 3’üncü, dördüncü olmuş isimleri rektör olarak ataması”ndan hiç farklı değildir.. (28 Şubat döneminde Erbakan ve Çiller’le ilgili gelişmelerin çoğu Çiller’in en yakınındaki kişi; basın danışmanı Mehmet Bican’ın “28 Şubat’ta Devrilmek” isimli kitabında da anlatılıyor.)

İstifa eden DYP’liler ise “silah zoruyla” değil, büyük çoğunluğu “Refahyol Hükümeti’nin ve olayların gidişinden rahatsızlık duydukları, toplumdaki tepkileri de gördükleri için” istifa etmişlerdi. Ki bunların başında Refahyol’un kurulması için Erbakan’la görüşmeyi yapan, yaparken Erbakan’a “bu koalisyona kendi partinizden de, DYP’den de ciddi tepkiler gelecektir, hazır olun ve durumu büyütmeyin” diyen, o günlerde Çiller’in sağ kolu, eski TOBB Başkanı Yalım Erez vardı (Çiller’e erken seçime gidilmesini teklif etmiş, kabul ettiremeyince istifa etmişti, koalisyonu kuran kişi silah zoruyla bıraksa bugün anlatmaz mıydı?).

Erez kısa süre önce de olanları TBMM’de “Darbeleri Araştırma Komisyonu”nda anlattı ve “28 Şubat’a darbe denemez” dedi.

BATI’DA PARTİ KAPATMA YOK MU?

Parti kapatma olayına gelince.. Türkiye’de buna karşı çıkılıyor olabilir ama Batı ülkelerinde parti kapatma yokmuş da sadece Türkiye’de partiler kapatılmış gibi ve bu da “28 Şubat için darbe kanıtı” imiş gibi yansıtırsak yanlış olur, durum böyle değil çünkü..

Her neyse, 28 Şubat’a “darbe” demek zorlama bir durumdur ama elbette bir ordu baskısı olduğu da yadsınamaz.. Ama eğer sorumlu aranıyorsa, bu sorumluların başında “Ordu bildirgeyi MGK’ya getirdiğinde onu imzalayarak kolaya kaçmak yerine o anda istifa etmeyen hükümet” gelir.

Ki bunu da en iyi açıklayan kişi bence Hüsamettin Cindoruk olmuştu! Bu yazıları yazma nedenim ise en büyük darbelerden; 12 Eylül’den, 27 Mayıs’tan daha çok “hükümet imzasıyla uygulanan kararlar” denebilecek 28 Şubat ’ın gündemde tutulması, asıl darbe oymuş gibi konuşulması.. Bu çelişkilerin tamamı..

Dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı serbestse, içerdekiler neden tutuklu (aynen Balyoz olayı gibi), bu gibi çelişkiler çok rahatsız edici değil mi sizce de?



15’inde kız ‘erde’ olmalı.. Yanlış!

Haber şöyleydi; İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Polis Akademisi Başkanı Remzi Fındıklı’nın “15’inde kız ya erde, ya yerde olmalıdır. Erkeğin göbeklisi, karının bebeklisi makbuldür.. Bal arıdan, kavga karıdan olur” gibi ifadeler içeren kitabının “genel kültür kitabı olduğunu” savundu.

Bakan Şahin “kitapta yer alan sözlerin kamuoyunda sıklıkla kullanılması ve halkın olaylara, olgulara bakışını göstermesi adına derlendiğini” de söylemiş.

Şimdi; Peygamber hadisleri arasında bile “uydurma, ekleme” çok sayıda hadis bulunduğunu ve bunların elenmesi için bir komisyon kurulacağını bugünkü Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in kendisi TV’de söylemişti. Bu işlem sonradan yapıldı mı bilmiyoruz, çünkü hiçbir haber çıkmadı ama..

BAKAN DESTEKLEMEMELİ..

Peygamber hadisleri arasında bile doğru olmayan çok sayıda söz varsa özdeyiş denebilecek sözler arasında da vardır ve bu kitapta geçen sözler de böyledir. Diyelim ki Remzi Fındıklı veya bir başkası “kendi kafasına uygun bulduğu” bu sözleri alıp bir kitapta topladı. Bir bakanın hele de “ülkesinde çocuklara, çocuk yaşta kızlara taciz-tecavüz saldırılarının arkasının kesilmediğini, çocuk yaşta kızların dedesi yaşında adamlarla evlendirildiğini” en iyi bilmesi gereken bakanlardan biri olan İçişleri Bakanı’nın böyle yanlış sözler bulunan bir kitaba destek çıkması, savunması büyük bir hatadır.

Ülkesindeki tüm genç kızlar, kadınlar başta olmak üzere “zarar gören, mağdur olan toplum adına” büyük hatadır. Çocuklara kadın gözüyle bakılması adına da, onlara saldıran sapıkları cesaretlendirecek olması adına da hatadır.

15’inde kız “Türkiye’nin imza attığı uluslar arası sözleşmelere göre 18 yaş altında olduğu için çocuk” sayılır, henüz yetişkin değildir, bu nedenle “erde olması” genellenerek doğru kabul edilemez. Kavga sadece karıdan çıkmaz, çok kez kocadan çıktığını “şiddetinden, dayağından kaçmak için boşanmak istediği için kocaları tarafından öldürülen kadınların çokluğu”ndan görmek mümkündür.

Ve son olarak; erkeğin göbeklisi de hiç makbul filan değil, kendilerini aldatmasınlar, katlanan da “çaresizlikten” katlanıyordur göbeklilere!

Yazının devamı...

Hadım Yasası Komisyon’dan geçti!

İnşallah TBMM Genel Kurulu’nda da kabul edildiğini görürüz, tecavüzcülerin ilaçla hadım edilmesini sağlayacak yasa tasarısı Meclis Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Bundan sonra kadın ve çocuklara saldıran sapıklar, çocuk yaşta kızları dedesi yaşında adamlarla evlendirenler cezadan kurtulamayacaklar umarız. Tabii hakimler görevlerini yapar ve yasaya göre karardan şaşmazlarsa..

Teklifin sahibi AKP Ankara Milletvekili Alev Dedegil ve Aşkın Asan’ı içtenlikle kutluyorum. Bu yasa belki de Türkiye’de “sapıkları durduracak en etkili önlem ve aynı zamanda suçlular için en iyi ceza” olacak, vazgeçmeyip sonuca gitmeleri takdire şayandır. Vazgeçmeyip diyorum çünkü Komisyonda epeyce tartışma yaşanmış; “tecavüze uğrayan mağdur bu nedenle evini, işini, okulunu terk ederse cezanın bir kat ağırlaşması”nı sağlayacak maddenin akıl almayacak şekilde “tesbiti zor” vs denerek bazı milletvekilleri tarafından “çıkarılması” istenince Dedegil (gayet haklı şekilde) kızarak Komisyonu terk etmiş. Ki 2000’li yılların başında TCK ve Medeni Kanun değişikliği sırasında TBMM’de yaşananlarla çok benzer olaylardır bunlar.

BAŞTA ENSEST OLMALI!

Öte yanda “12 yaşını doldurmamış çocuklarla ilgili tecavüz davalarında cezanın 1 kat arttırılması”nı sağlayacak madde kabul edilmiş. Bu iyi bir gelişme ama.. Aslında imzalanan uluslar arası sözleşmelerde 18 yaş altı “çocuk” kabul edildiğine göre “18 yaşını doldurmamış kişiye” denmeliydi, büyük hata.. (Ki burada CHP’li bir kadın milletvekili “Hüseyin Üzmez’i kurtaracaksınız, ondan 12 yaş altı diyorsunuz” itirazını yapmış.)

Aynı şekilde “suçun beden ve ruh sağlığı bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı” işlenmesi halinde, yani zihinsel veya bedensel özürlü bir mağdurun olması halinde..

Suçun kan veya kayın hısımlığı içinde bulunan bir kişiye karşı yani “aile içi tecavüz” olarak işlenmesi (ENSEST) ya da üvey babanın tecavüzü söz konusu olması halinde cezanın 1 kat artacağı da kabul edilmeliydi. Ve bunlar en önemli maddeler olduğundan en başta yer almalıydı.

Bunların hiçbiri için “cinsel istismar suçu” denerek cezalar hafifletilemez, ağır suçlar daha hafif sayılacaklarla aynı kefeye konamaz, Türkiye’de hala medyada da, yargıda da yapılan büyük hata budur.

Bakın, AKP Gümüşhane Millletvekili Kemalettin Aydın “Komisyon toplantısını terleyerek, midesi bulanarak, vücuduna kramplar girerek izlediğini” söylemiş. Sadece maddeleri tartışırken bile milletvekilleri bu hale geliyorlarsa o vahşi, acımasız, gözü dönmüş tecavüzcülerin (hele de toplu tecavüzlerde) karşısında küçücük çocukların, güçsüz kadınların ne hissedeceğini akıllarından çıkarmamalılar.

Ve öncelikle de bugüne kadar devamlı gizlenmiş, Bakanlığın da hiç değinmediği ensest olayına çözüm olacak önlemler ve en ağır cezalar düşünülmelidir. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu şu sıralarda “Türkiye Ensest Araştırması” yapmakta ve vaka sayısının çok yüksek olduğunu bildirmekte.. Meclis bu çalışmayı görerek, sivil toplum kuruluşlarının görüşünü alarak yasaya son halini vermelidir.

AĞIR HAPİS!

Kadınlar ve çocuklar bu dehşet suçları işleyenler karşısında çok çaresiz bırakıldılar. Mahkemeler doğru kararı vermekten o kadar uzak ki, adeta suçlunun yanında yer alıyor ki, mağdur kız ve kadınların sığınacağı evler o kadar az ve onlardan bile habersizler ki, bu nedenle hakkını aramaya kalkmayan mağdurlar var.

Hem tecavüze uğrayıp mağduriyet yaşayan, hem de sanki suçu kendisi işlemiş, bu korkunç olayı kendisi istemiş gibi “töre” diye, “namusu temizleme” diye öldürülen çocuk yaşta kızlar var.. Artık yeter, Hadım Yasası Meclis tarafından da mutlaka kabul edilmelidir.

Batı’da olduğu gibi affa uğramayacak ağır hapis cezaları getirilmeli, bugüne kadar yapıldığı gibi “toplu tecavüzcüler”in bile hakimler tarafından serbest bırakılması (onların gazeteciler, askerler gibi kaçma ihtimali yok ya, tutuksuz yargılıyorlar) önlenmelidir.

Hastalıklı, çevreye zarar veren kişiler için “istemeyen insana ilaçla tedavi yapılmaz” gibi anlamsız itirazların, önleme gayretlerinin de duyulmayacağını umuyoruz artık..

ARANIZDA ‘RUH HASTASI’ MI VAR?

Yine 2002 yılına döndük sanki, o zaman da “çocuk tecavüzlerinde çocuğun rızası var mı ona bakılsın” gibi korkunç bir madde koymaya çalışmışlardı, ben de ‘ancak bir ruh hastası bunu söyleyebilir’ demiştim biliyorsunuz..

Adalet Komisyonu’nda bir madde değiştirilmiş ve şöyle olmuş; “Suçun ani ve kesik hareketlerle işlenmesi halinde ceza üçte bire indirilir”.. AİHM daha önce bu tepkimi “basın özgürlüğü sınırları içinde” bulduğuna göre 2013’te, 10 yıl sonra bir kez daha sorayım; Aralarında ruh hastası mı var? Bu nasıl bir maddedir Yarabbi? Demek bundan sonra tecavüzcülerin hepsi “Biz ani ve kesik hareketlerle tecavüz ettik” deseler cezaları mı azalacak? (Bu olay AİHM’ye giderse herhalde davaya bakarken gülmekten gözleri yaşarır..)

Lütfen bu işkenceyi topluma yapmasınlar ve o maddeyi de derhal çıkarsınlar. Meclis önünde binlerce kadınla protesto yapmaya zorlamasınlar bizi! Alev Dedegil boşuna terk etmemiş toplantıyı!



Öleceğini bilen kadın!!

Geçen Çarşamba akşamı TV’de haberleri izlerken duydum bunu.. İstanbul’da 30 yaşında ve 1 çocuklu bir kadın (A.Y) kocası tarafından tam 7 kez saldırıya uğramış. Adam her seferinde yakalanıyor, bırakılıyor ve gidip yine kadını en ağır şekilde yaralıyor.

Anlattığına göre A.Y.’nin kafasında ödemler, dikişler, vücudunun her yerinde yaralar, morluklar var. Diyor ki; “Şikayetçi olduğumda karakolda bana ‘o senin kocandır, seni sever, idare et, ses çıkarma” gibi sözler söyleniyor. Kocam tutuklanmayacağına o kadar emin ki savcıya gidiyor, ifade veriyor, gelip yine dövüyor. Bir dahaki sefere öldürecek. Kurtulamayacağımı biliyorum”..

Şimdi biz bu ülkede adalet olduğunu mu söyleyeceğiz? Eğer bu ülkenin “şiddet gören” kadınları, devlet tarafından da korunmadıklarına, mutlaka öldürüleceklerine bu kadar emin konuşuyorlarsa ve sonunda yüzlercesinin “geride bebeklerini, çocuklarını yalnız bırakarak” öldürüldüğü de görülmüşse orada adalet olduğunu kim iddia edebilir?

A.Y. bu korkunç kocanın elinden mutlaka kurtarılmalıdır. TBMM’de Hadım Yasası’nı çıkarmak üzere çalışan milletvekilleri “şiddete uğrayan kadınların acil şekilde korumaya alınması” için de ellerinden geleni yapmalıdır. Türkiye’de teröre verdiğimiz şehitler kadar çok kadın ve çocuk korkunç olaylarla hayatını kaybediyor, en hafifinden “cehennem azabı içinde” yaşıyor.

Bu utanç tablosu bitsin artık!

Yazının devamı...

Şehit pilotun ailesinin sorma hakkı yok mu?

Demek ki “devlet”in vatandaşlara; gazeteci, sivil, asker, bilim adamı, sivil toplum kuruluşu, rektör demeden herşeyi sorma, “onunla konuştun, bu toplantıya katıldın” diye tutuklama, delil-kanıt bakmadan hapse atma yetkisi ve hakkı var.. Ama vatandaşın, hele de evladını “kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir savaşa gereksiz müdahale” nedeniyle kaybetmiş vatandaşlara bunu sorgulama hakkı yok..

Suriye’deki iç savaşa karışma hatamız nedeniyle uluslar arası hava sahasında düşürülen Türk uçağında şehit olan Pilot Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy’un ailesi, avukatları Mehmet Katar ile “Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Mehmet Erten ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında” suç duyurusunda bulunmuş. MİT ise buna karşılık hemen “soruşturma başlatan Malatya Cumhuriyet Savcılığı ile Avukat Katar hakkında” suç duyurunda bulunmuş.. Onların iddiası ve nedeni neymiş?

ŞEHİT AİLESİ SAVAŞ İSTER Mİ?

“Planlı bir psikolojik harekatın parçası olmak ve savaş kışkırtıcılığı yapmak”.. Şimdi bunu duyanlar “pardon, hangi psikolojik harekat, hangi savaş kışkırtıcılığı” diye sormaz mı?

Zaten evladını şehit vermiş bir aile, onların sözcüsü durumundaki avukat savaş kışkırtıcılığı yapar mı? Böyle bir duyuru ile “psikolojik harekat”ın bir ilgisi olabilir mi? Ve ayrıca bu uçak, o pilotlar “başkalarının savaşa karışması” nedeniyle, onların emirlerini uygulamak üzere oradaydılar.. Savaşa meraklı oldukları, “aman Suriye’nin işine biz de karışalım” dedikleri için değil..

HAK VE ÖZGÜRLÜĞE BASKI!

Malatya Savcılığı için de, Avukat Katar için de bu iddia gerçekten çok anlamsız (komik demeyelim).. Anlamsız olduğu kadar; vatandaşın “yargıda hakkını arama özgürlüğüne” de ciddi bir baskı anlamı taşıyor. Ülkede sorgulanmayan kalmadığına, en zirvedekiler bile cezaevlerinde sorgulandığına, yargı karşısında herkesin eşit olması gerektiğine göre, MİT de devletin kurumu olduğuna göre “devlet memurları” neden sorgulanmaktan muaf tutulacaklar ki? Son derece doğal bir durum bu!



AİHM’yi de sorgular mıyız?

MİT’in açtığı dava gibi anlaşılmaz bir dava daha..

Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi, Fazıl Say’a “Ömer Hayyam’ın daha önce defalarca yazılmış bir dörtlüğünü yazdı diye” dava açılmasını kınamış.. Ki bu durumu en iyi Başbakan Erdoğan’ın anlaması, daha önce “şiir” okuma yüzünden yaşadığı sorunun benzerini Fazıl Say yaşıyor diye tepki göstermesi beklenir..

Bu kınama üzerine “TCK’nın 301’inci maddesini ihlal”den PEN’e soruşturma açılmış.. Uluslar arası PEN Başkanı bunun “düşünce ve ifade özgürlüğüne saldırı” olduğunu tüm detaylarıyla açıklamış. Yani bu insan hak ve özgürlüklerine yapılan baskılarla dünyaya daha ne kadar rezil olacağız belli değil..

Doğrusu bu gidişle yakında Uluslar arası PEN’e, özgürlük ihlallerini raporlarına koyan AB’ye veya AİHM’ye de (verdiği kararlardan dolayı) soruşturma başlatır mıyız diye merak ediyor insan!



Atatürk’ün cenaze namazı!

Perşembe gecesi geç vakit Beyaz TV’den aradılar ve “Fatih Bayhan” isimli tarihçi olduğunu söyleyen ve lakin tarihi yalanlardan ibaret sanan kişinin (Atatürk’le ilgili dedikodularını yazdığım için) benim tarih bilgim hakkında konuştuğunu (daha doğrusu yine aynı alışkanlıkla dedikodu yaptığını), cevap hakkı doğduğu için bağlanmak isteyip istemediğimi sordular. TV programlarına telefonla bile bağlanmıyorum ama cevabı vermek istedim.

Kısaca açıklamamı yaparak bu tür haksız ve yanlışlarla dolu bir tartışmanın içine girmeyeceğimi, bu ülkeye sınırsız yararı dokunmuş bir büyük önderi “tarih konuşuyormuş gibi yaparak” çekiştiremeyeceklerini, Bayhan’ın her cümlesiyle halkın gözünde biraz daha düştüğünü belirterek kapattım. Tabii ‘benim tarih bilgime veya diğer bilgilerime de o şahsın değil, ancak okurlarımın, halkın karar vereceğini, onların da beni yeterince tanıdıklarını’ söyleyerek..

CEMAL KUTAY AÇIKLADI!

Dün arayan izleyiciler ve okurlar oldu, ben kapattıktan sonra sanki programa gelecekte tekrar katılacakmışım gibi konuşulmuş, böyle bir şey olmayacak.. Ve “Atatürk’ün cenaze namazının da kılınmadığını” da son zamanlarda belli kişiler dillerine doladılar, bir kez daha ima etmiş, o da bir başka yalan.. (İnsanın; “diyelim ki dindar değil”di, ne yapacaksın? Vatanı kurtaran kahramanı, küllerden güçlü bir devlet yaratan dahiyi böylelikle yıpratmayı mı umacaksın? Hani nerede “din-inanç özgürlüğü”? Size mi kaldı atalarınızın din ölçüsünü saptamak?)

Sayısız eser bırakmış ve 90 yaşına kadar yaşamış olan ünlü tarihçimiz rahmetli Cemal Kutay’ın kitaplarında da “Kılındı, çünkü cenaze namazı kılınırken ben oradaydım” dediğini daha önce yazmıştım. Bir kez daha yazayım, bu müthiş “tarihçi” açar da, Kutay’ın olağanüstü güzellikteki, bilinmeyenleri de anlattığı kitaplarını okur da feyz alır, Ata’sına saygıyı akıl eder belki!

Yazının devamı...

Hindistan’a mı döneceğiz?

Fakir bir ülke, insanların çoğunun sokakta yattığı, yiyecek-içecek bulamadığı, çamaşırını bile nehirde yıkadığı, kadına da değer verilmeyen bir ülke Hindistan.. Ve bunların sonucu olarak sokaklarda kadınlara tecavüz ediliyor, adı “dünyanın tecavüz başkenti” olarak geçiyor, başkentinde bile tecavüz olaylarının arkası kesilmiyor.

Son olarak başkent Yeni Delhi’de 16 Aralık 2012’de 23 yaşında bir üniversite öğrencisine 6 sapık cani tarafından bir otobüste tecavüz edildi ve zavallı genç kız bir de üstüne demirle dövüldükten sonra hareket halindeki otobüsten atılarak hayatını kaybetti.

HALK SOKAKLARDA!

3 defa ameliyat edilerek kurtarılmaya çalışılan ama başına ve vücuduna aldığı darbelerden iç organları iflas eden öğrencinin hayat mücadelesini kaybetmesi üzerine binlerce gösterici sokaklara dökülerek “adalet istiyoruz”, “tecavüzcülere idam” pankartlarıyla protesto gösterileri yaptılar. Hükümete “tecavüze karşı önlem alması için” uyarılarda bulundular.

Güvenlik güçlerinin alarma geçmesine, metroların bile kapatılmasına rağmen gösteriler iki haftaya yakın süre aralıksız devam etti. Ve sonunda 6 tecavüzcü “cinayetle suçlanarak” tutuklandı ve hepsine idam yolu açıldı.

‘ERKEK OLDUĞUM İÇİN UTANIYORUM’

Hindistan’daki tecavüz isyanına uluslar arası üne sahip aktörleri Shah Rukh Khan da katıldı ve tecavüz kurbanı kızın ölümünden sonra Twitter’a “Seni kurtaramadık. Erkek olduğum için özür dilerim. Bu toplumun bir parçası olduğum için özür dilerim, söz veriyorum senin sesin için savaşacağım” yazdı.

Bunları duyarken, okurken Türkiye’nin kadın ve çocuk tecavüzlerinde, üstelik hasır altına gizlenen aile içi çocuk tecavüzlerinde (ensest) Hindistan’la aynı durumda, hatta bence daha da kötü durumda olduğu ve hiçbir sanatçının bu konuyu ağzına bile almadığı geldi.

KORUNAN SAPIKLAR!

Türkiye’de bir çocuğa 25-30 kişi toplu tecavüz ediyor ve sapık tecavüzcülerin hepsi bir anda serbest bırakılıyor. Kimi polis memuru (ve üstelik bu olaydan sonra “ilçe müdürü” yapılanlar var) olduğu için, kimi kaymakam, öğretmen vs. olduğu için korunuyor, kimi “öğrenci, yaşı 18 altı” diye bırakılıyor, kiminin ise “iyi hal”ine, takım elbiseyle duruşmaya gelmesine bakılıyor.

Bu felaket bir veya birkaç kez değil, onlarca kez yaşandı ve tecavüze uğrayan çocuklar Adli Tıp’larda muayene işkenceleriyle hırpalanırken, ruhlarında iyice onarılmaz yaralar açılırken tecavüzcüler “tutuksuz yargılanmak üzere” bırakılıverdi.

RIZA VAR MI, RIZA?

Tabii bir de “kızın rızası” skandalı var.. Yasalarda olmamasına rağmen hala birçok hakim “tecavüz kurbanı”nın rızası var mı ona bakılsın diyebiliyor, hangi hukuka dayanıyorlar, bu nasıl rezalettir belli değil.

Kısacası mahkemelerde tam bir “vahşete arka çıkma” hali sürmekte.. Hükümet ise tüm uyarılara rağmen bu konuyu, yok edilen hayatları, tüketilen çocuk ve kadınları (hele de ensesti) gündeme getirecek kadar bile önemsemiyor. Oy getirecek bir konu olmadığı için mi bilinmez..

AÇLIK GREVİNE Mİ BAŞLAYALIM?

Ne yapmak gerekiyor o çocuk ve kadınları kurtarmak için acaba? Biz de

Hintli sanatçı gibi “böyle bir toplumun parçası olmaktan utanıyoruz” diye mi bağıralım. Yoksa Hindistan halkı gibi sokaklara mı dökülelim? Ya da dünyaya bu rezaleti duyurmak için “Meclis önünde açlık grevine” filan mı başlayalım.

Hükümet aile içi ve dışı çocuk-kadın tecavüzlerini bitirmek için derhal harekete geçmek ve önlem üretmek zorundadır.

Hükümet tecavüz cezalarını en ağır hale getirmek ve uygulanmasını sağlamak, aksi görülen mahkemelere yaptırım uygulamak zorundadır. Tecavüz mağduru çocuklarda bile “rıza” arayan, hukuktan nasibini almamış hakimlere de..

Ülkenin sanatçılarına, aydınlarına gelince.. Keşke aralarında “Hintli aktör kadar duyarlı” biri olsaydı.. Bunca felaket olay duyuldu, onlardan bir ses, bir nefes duyulmadı. Yazıklar olsun!

Bakan pek şaşırmış!!

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer Adana’da bir okulda öğrencilere “Aramızda kalsın” diyerek sormuş; “Okul kıyafetlerinin serbest bırakılması güzel oldu mu?”.. Cevap; “Hayır”. Ve elbette bu “güzel” cevap aralarında da kalmamış.

Düşünün, bu okul üstelik “özel” okul, Özel Ekin Fen Lisesi.. Yani Adana’nın zengin aile çocuklarının gidebileceği, öğrencilerin istedikleri kıyafeti alabileceği, her gün farklı kıyafetle “defile yarışına” katılabileceği bir okul.. Ve öğrenciler bu uygulamadan memnun olmadıklarını Bakan’ın yüzüne söylüyorlar..

Keşke bir karşı soruyla “Durup dururken hangi nedenle buna gerek gördünüz? Hepimiz halimizden memnunken bunu neden yaptınız” deselerdi. Nasılsa “aralarında” kalacak, bunu da öğrenmiş olurdu herkes!!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.