Yargıdan şikayet binlerce soru doğurur!
.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “terörle mücadele eden orduyu olumsuz etkilediğini” söyleyerek “yargının tutumunu ve TSK’ya yapılan operasyonları” sert şekilde eleştirdiği konuşması şüphesiz yalnız son günlerin değil son beş yılın en önemli konuşmalarından biriydi.
Çok geç kalınmış ama GERÇEĞİ “nihayet” ortaya koyan bir konuşma.. Aslında “terörle mücadele edecek subayımız kalmadı, ordunun motivasyonunu da olumsuz etkiliyor, ayrıca artık TSK demokratik parlamenter sistemle uyumlu hale geldi” derken “yargının yanlış yaptığını, hakimlerin yanlış kararlar verdiğini” Başbakan ağzından açıklayan bir konuşma.. Ama içinde o kadar çok soru işaretini bir arada barındırıyor ki insan hangisinden başlayacağını bilemiyor. (Başbakan ‘İlker Başbuğ’dan da söz ettiğine göre bazı gazetelerdeki ‘muvazzaf subaylar’ vurgusu doğru değil, TSK’nın yüzlerce mensubunun tutuklu ve mahkum olmasından söz ettiği düşünülür.)
NE OLDU DA ‘UYUMLU’ OLDU?
Mesela ilk soru; TSK şimdi demokratik sistemle uyumlu olduysa daha önce, örneğin İlker Başbuğ döneminde neden değildi?
Konuşmadaki bu tek cümle bile “rütbe dinlenmeden, ne yapıp yapmadığına, seminere katılıp katılmadığına, dönemin Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının böylesine büyük çapta bir darbe hazırlığı provası yapılmışsa bunu gözden kaçıramayacağına” bakılmadan.. İddialardaki somut yanlışları gösteren bilirkişi raporları bile göz önüne alınmadan, avukatların itirazları ve kendileri doğru dürüst dinlenmeden.. Hakimlerin keyfi şekilde “tutukluğun devamına” diyerek aylar-yıllar boyu subayları, generalleri ve dahi Genelkurmay eski Başkanı’nı cezaevinde tutmasının “TSK’yı demokratik sistemle uyumlu” hale getirdiğinin iması olarak algılanıyor.
Eğer böyleyse zaten Başbakan’ın “aynı konuşmada yargıya tepki gösteriyor” olması büyük çelişki değil midir?
SÖYLEYENLER CEZALANDIRILDI
Başbakan’ın bugün söylediklerini yıllar önce; insanlar önce cezaevine koyulup özgürlükleri ellerinden alındıktan sonra suçlama-iddia aranmaya başladığında, o binlerce sayfalık dosyalar “önce hapis, sonra dosya” haline geldiğinde, yüzlerce subay hapsedilirken o subaylara komuta eden en yüksek kademedeki Özkök ve Yalman bu işlerin dışında tutulduğunda, her gün topraklardan hatta denizlerden “saklanmış silahlar”, döşemelerden belgeler fışkırdığında, sahte CD’ler ortaya çıktığında söyleyen tüm gazeteciler televizyon programlarını, gazete köşelerini kaybettiler.
Televizyonda tarafsız ve kaliteli program kalmayınca ekranları ele geçiren sınırsız özgürlük tanınmış birkaç “özel yetkili” kişi, arkalarına “orduyu içeri tıkma” misyonu edinmiş bazı gazeteleri de alarak gerçekleri söyleyen gazetecileri “tutuklu TSK mensuplarını koruyorlar, öyleyse onlar da darbecidir” benzeri sözlerle yargısız infaza tabi tuttular. Aynı anda medyayı “size de yaparız” gizli tehditleriyle sindirerek bu tepkileri, önlemeye çalıştılar.
HAYDİ ‘U DÖNÜŞÜ’NE..
Yargıya arka çıkıyor gibi görünürken aynı zamanda iktidarın görüşlerini destekliyor, “iktidar partisine arka çıkıyor” gibiydiler.. Benzer tepkiler Hükümet üyeleri tarafından da verildiği için konuşmalar örtüşüyordu da.. Şimdi açıp baksınlar bakalım, bağımsız gazeteciler Başbakan’ın bugün verdiği tepkileri “görevlerini kaybetme ve tüm diğer tehlikeler pahasına” ne zaman ekranlarda söylemeye ve yazmaya başlamışlar? Ve şimdi bakalım Başbakan’ın bu açıklamasından sonra nasıl U dönüşü yapacak, ekranlardan neler yumurtlayacaklar?
Bu ülke yıllar boyu siyasetçilere suikast iddiaları, eyleme gidiyormuş gibi durdurulup aranan askeri araçlar, aranan kozmik odalar ve daha bin çeşit yapay olayla uyudu, uyandı.. O günlerde “evet bize suikast yapılabilir” diyerek bu olaylara gaz veren siyasetçiler yıllar sonra “ben aslında suikast iddiasına inanmamıştım” diyerek ortaya çıktılar. Siyaset bu mudur, Türk toplumuna terörle mücadele eden orduya reva görülen bu mudur? Bu haksızlıkları, hataları bile bile yapınca “darbeye karşı”, yapmayınca “darbeci” olunur mu?
ÖZEL YETKİLİ NE DEMEK?
Yoksa bazı okurlarımızın sorduğu gibi şimdi artık nasılsa “terörle müzakere” gündemde olduğu, toplumda bunun beklentisi olduğu için ordunun “içerde” olmasının anlamı mı kalmamıştır, tepki vereceği şüphesi mi kalkmıştır?.. Eğer yıllar boyu bu haksız ve yanlış operasyonlara ve dahi 300’den fazla askere verilen ağır hapis cezalarına susar, Tokat’taki PKK saldırısında bile yargı sürecini beklemeden “başka örgütler olabilir” der ve yılların sonunda “yargı operasyonlarını” eleştirirseniz bu soruların hepsi gelir akla..
Bu askerleri, gazetecileri, rektörleri, cerrahları tutuklayan, deliller lehlerinde olsa bile umursamadan mahkum eden “özel yetkili” mahkemeler bu kadar sınırsız yetkiyi nereden aldılar? Sonunda “hukuka aykırı” oldukları, hatta “devlet içinde devlet” haline geldikleri açıklanmasına rağmen neden hala bu davaları onların bitirmesi istendi?
YA HSYK, YA ‘YARGI SÜRECİ’?
Madem ki bu mahkemelerin operasyonları, hakimlerin kararları (ondan habersiz kuş bile uçmayan) Başbakan tarafından bile yanlış bulunarak eleştirilmektedir o zaman “referandumdan sonra üyeleri Adalet Bakanlığı bünyesinden isimlerle değiştirilen, başında da Adalet Bakanı’nın bulunduğu HSYK” neden bu hakimler konusunda gerekeni yapmadı?
Yapamıyorsa, yargı üst kurulunun bile karışamadığı mahkemeleri Başbakan’ın eleştirmesi yargıya siyasi müdahale sayılmaz mı ve “baskıya yaramayacaksa” neye yarar? Bunları sormak basının hakkıdır, zira bugüne kadar Hükümet bu davalar konusunda hep “yargı ne derse o olur, yargı sürecini bekleyelim” söylemindeydi, demek ki bu söylemde hata varmış..
Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk da Başbakan Erdoğan’la aynı sırada daha önce de işaret ettiği “Yargı sorunu”nu bir kez daha dile getirdi ve cezaevindeki bu insanların neyle suçlandığını bilmediğini söyleyerek “Aklınız eriyor mu, terörle savaşan bir adamı terörist diye tutukluyorsunuz? Neye dayanıyorsunuz?” diye sordu..
Erdoğan da “Elinde örgüt kurmaktan delil varsa ver hükmü, bitir işi. Ama yoksa yüzlerce subayı içerde tutmak morali bozar” sözleriyle aynı noktaya değiniyor. Ki bütün bunlar sadece Balyoz davası, Casusluk davası için değil, “Ergenekon” davası diye tutuklanan insanlar, Odatv davası diye yıllarca özgürlüğü elinden alınan gazeteciler için de geçerli..
Yıllarca kendileri ve aileleri en ağır şekilde mağdur edilen bu insanlar için “özel yetkili” mahkemeler hangi “KESİN” delillere dayandığını artık bekletmeden açıklamak zorundadır. Aleyhte delillerin sahte olduğu ispatlanmasına karşın bunlara hiç bakmadan verilen 18-20 yıl hapis cezaları da açıklanmalıdır. Yarın devam edecek...
‘İfade özgürlüğü’ davası!
Yargıda yapılan yanlışlardan söz ederken “ifade özgürlüğü” kapsamına giren konuşma veya yazıların dava konusu yapılmasını atlamak olmaz.. Türkiye’nin en başarılı kadın avukatlarında “ilk üç”e girecek, Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’nin kurucusu, yıllardır ülkede kadın haklarını bıkıp usanmadan savunmuş olan Avukat Canan Arın da bu davalardan biriyle uğraşıyor şu sıralarda..
Sebep ne; Türkiye’de küçücük yaşta dedesi yaşında adamlarla zorla evlendirilen kız çocukları, “çocuk gelinleri” anlatırken verdiği örnekler.. Daha doğrusu bu örneklerin “kızları küçük yaşta evlendirme”de temel alınamayacağını söylemesi..
Bu örnekler gazete ve TV’lerde çok kez verilmiş ve halen veriliyor olmasına rağmen ona dava açıldı. Aynen Fazıl Say’a açılması gibi.. Böylesine tanınmış bir kadın hakları savunucusu, çocuklara bile kadın muamelesi yapılan bir ülkede her örneği verebilir, ifade özgürlüğü sınırları içindeki konuşmalar da 21’inci yüzyılda rahatça yapılabilmelidir. Umarım Canan Arın’ı da bunca yıllık çalışmaları için ödüllendireceğimize pişman etmeyiz!