Şampiy10
Magazin
Gündem

Simli çantalı küçük kız!

Silivri’de tam 4 yıldır tutuklu bulunan (ne zor davaymış, 4 yılda “ona atfedilen suçun kanıtı” çıkarılamadı) Milletvekili ve Gazeteci Mustafa Balbay’ın; “O Mektubu Yazan Bendim” kitabını büyük bir ilgiyle okudum.

Bu kitapta değerli meslektaşımız 4 yıl boyunca kendisine çocuk yaşta gençlerden, 80 yaşında dedelere kadar çok sayıda “seven”inden gelen mektupları toplamış. Ama ne mektuplar.. Ona sabır aşılamak ya da çektiği haksızlığı azaltmaya çalışmak isteyen satırları okurken gözyaşlarınız öylece süzülüyor yanaklarınızdan, durduramıyorsunuz.. İşte bunlardan birinden bir bölüm; mektup mahkeme salonunda Mustafa Balbay’ın küçük kızını gören bir kadın okuyucusundan geliyor.

“18 Aralık akşamı kızınız Yağmur ve Annesi mahkeme salonuna girdiğinde biz onu severken ne diyeceğimizi bilemedik. Dilimiz dolandı. Birkaç saçma sapan cümleden sonra Babasının biraz önce onun ne kadar güzel resim yaptığını bütün mahkeme salonuna anlattığını söyleyebildik ancak.

O ise gülümseyerek başını salladı ve simli çantasını açıp yaptığı resimlerini ve pullu payetli stickerlarla süslediği küçük defterini çıkardı ve onlarla oynamaya çalıştı. Sanki küçücük aklı ve yüreğiyle o salonun milyonlarca ton ağırlığına meydan okumaya çalışır gibiydi. Mahkemeden koptum. Uzun uzun onu seyretmekten kendimi alamadım.”

HAPİS YATMIŞ OLSA BİLE..

Babası bir darbe sonucu genç yaşında hapis yatmış, diğerinde “en aktif çağında ve hakkıyla kazandığı koltuğundan indirilerek zorla emekli edilmiş bir milletvekili”nin kızı olarak bile bu “darbe yapacak, hükümeti indireceklerdi” iddiasına anlayışla bakmam, vicdanımın bu insanlara yapılan eziyeti, hayatlarından çalınan yılları kabul etmesi mümkün değil.

“Bir gün böyle bir mektup yazacağım aklıma gelmezdi. Ben artık adaletin gecikmesine de razıyım, yeter ki gelsin. Durakta beklerken otobüs gecikince (...) Yoksa adalet bizim semtimize uğramayacak mı? Yanlış yerde mi bekliyoruz? Servisten kaldırıldı mı? Bilmiyorum ki” diyor bir başka mektup Balbay’ın kitabından..

‘MASUMİYET KARİNESİ’ NEREDE?

Haksız mı, bu “iddia ile ya da bilgisayarlarına gönderilen virüsler öne sürülerek tutuklanan veya mahkum edilen”, “hakkınızda böyle bir iddia var, hadi aksini ispatlayın, ispatlayana kadar tutukluğunuzun devamına..” denilen insanlar orada dururken adalete nasıl inanacağız?

Hani hukukta “masumiyet karinesi” vardı ve kendileriyle ilgili bir konu olduğunda siyasiler bile TV’lerden “iddia eden ispatla mükelleftir” diyordu.. “O bunu demiş, sen şunu demişsin, şuraya gidip bilmemkimle konuşmuşsun” şeklindeki suçlamalarla insanları çocuklarından, ailelerinden, işlerinden ayırmanın hukukta yeri olabilir mi?

İşte ben de bu duygularla okudum Mustafa Balbay’ın “O Mektubu Yazan Bendim” isimli kitabını.. Ona ve benzer haksızlığa uğrayanlara içimden sabırlar dileyerek!



Dokunulmazlıkların hepsini kaldırın!

BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda AKP içinde muhalefet ortaya çıkmış. 70’e yakın Kürt kökenli milletvekili bu öneriye karşı çıkmışlar.

Olabilir, BDP’liler her ne kadar ağızlarına geleni söyler, siyasetçisinden güvenlik gücüne kadar herkese hakaretler yağdırır ve dahi tokatlar hale geldilerse de yalnız onların dokunulmazlığının kaldırılması “eşitliği” bozacak bir durum.. O zaman “bütün dokunulmazlıkları kaldırmak” tek çözüm görünüyor.

Böylece yalnız onlar eylem ve söylemleri nedeniyle yargı karşısına çıkacağına “bir milletvekilinin (hatta sıradan bir vatandaşın) yapmaması gerekeni yapan herkes” çıkar ki doğrusu budur. Böylece rakip partilerin birbirlerini suçlamalarına da gerek kalmaz, bir yanlış varsa yargı karar verir (yargının tarafsızlığı kalmadığı için bunun da sakıncaları var ama o konuda şu anda yapacak şey yok.)

Ben yine de “kimsenin dokunulmazlığının kalkmayacağına” inanıyorum...

Yazının devamı...

Kadın ve çocukların ahı tutar!

Biliyorsunuz..

“Kadın ve çocuk tecavüzleri” konusunda yasa değişiklikleri hazırlanırken 2002 yılında açıklanan tasarıdaki akıl almaz, çağdışı, asla kanun olamayacak maddelere büyük bir tepkiyle karşı çıktığım için TCK Komisyonu’nun iki üyesi tarafından bana açılan davaları.. Bunların “biri hariç” hepsini kazandığımı..

“Bu maddeleri yasalaştırmak isteyen ancak ruh hastasıdır” şeklindeki cümlem nedeniyle Prof. Doğan Soyaslan’a 2007’nin para birimiyle 15 milyon TL tazminata mahkum edildiğimi.. Bu haksız ve yanlış mahkeme kararını (yalnız kendi adıma değil, tüm gazetecilerin ifade özgürlüğü ve kadın-çocuk davaları açısından) AİHM’ye götürdüğümü.. Ve AİHM’nin Türkiye’yi “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade ve düşünce özgürlüğüyle ilgili 10’uncu maddesini ihlal ettiği” gerekçesiyle bana 7000 Euro (AİHM önce 25 bin Euro demişti ama devletimiz reddetmiş) artı “ödediğim tazminatı faiziyle birlikte geri vermeye” mahkum ettiğini biliyorsunuz.

KADIN KURULUŞLARI VE HAYTAP

Ben de bu parayı üç ay içinde- aldığımda “kadın ve çocuklarla ilgili sorunları araştıran kadın kuruluşlarına ve sokak hayvanları için çalışan HAYTAP’a bağışlayacağımı” açıkladım (büyükçe bir kısmı TKDF’nin ülke çapında yapmakta olduğu “ensest-aile içi çocuk tecavüzü” araştırmasına harcanacak).

Aynen Doğan Soyaslan’ın yaptığı gibi parayı alıp çekilebilirdim ama “milletin vergilerinden alınacağı için” bunu yapmayacak ve o parayı yine millet yararına harcayacağım. Ama burada önemli bir soru var ortada..

HAKSIZ KAZANÇ

O yanlış karar sonunda Doğan Soyaslan yıllar öncesi (bugünkünden de daha değerli) oldukça yüklü sayılan bir para miktarını “haksız kazanç” olarak aldı.. Buna karşılık ben hem maddi, hem de “yazısında hata yapan gazeteci” durumuna düşürüldüğüm için “manevi” kayba uğratıldım. Sınırlara her zaman saygılı olduğum için “hayatım boyunca kaybettiğim tek dava”ydı bu.. (TV programımın kalkması için uğraşanlar bile yıllarca yaptığım programda tek dava açamamıştır, o kadar dikkatliyim yani.. Açılsa da “tarafsız bir mahkeme şartıyla” kazanırım ki artık o “tarafsızlık” noktasında maalesef bir soru işareti bulunmakta.)

Sonuca gelelim, ben TV’lerden “çekilin kadınların önünden de tecavüzcüleriyle evlensinler” diyen, çocuk tecavüzünde “çocuğun rızasına bakılsın” diyen birinin bu haksız kazancı edinmesine karşıyım. Neden onun harcadığı para devletin yani milletin cebinden çıksın?

‘ADALET BAKANLIĞI MÜŞAVİRİ’

Bu nedenle bir karşı “manevi tazminat davası” açmayı düşünüyorum ama öğrendiğime göre devlet de (eğer isterse) bu parayı ödedikten sonra “kararı veren hakime” rücu ediyormuş. Yalnız hakime olduğu takdirde Soyaslan ve benzer şekilde haksız kazanç elde edenlerin yanına kalıyor. Bu da “büyük bir haksızlık” olarak görünüyor. “Yanlış kararla ödenen tazminatların devlete kesinlikle iade edilmesi” gerekir. Hukuk varsa doğrusu budur!

Ama.. Hala “üniversitede hukuk dersi veren” Doğan Soyaslan o davalar sırasında akıl almaz şekilde dosyasının üzerine “Adalet Bakanlığı Müşaviri” yazmıştı ki gönüllü avukatım olan kadın dernekleri avukatlarının hayretten ağzı bir karış açık kalmıştı (Batı ülkelerinde “Prof” bile yazamaz).. Tabii ki böyle bir görevi olan (Adalet Bakanı o hakimlerin geleceğine karar veren HSYK’nın başında, düşünün) kişinin davasına bakan hakimin vereceği kararın böyle olmasına şaşmamak gerek.

Zaten bu görev (halen yapmıyorsa bile) onu “devletin parayı geri istemesinden” de kurtaracak, onun cebine kalan haksız kazancı katlanmış haliyle millet geri ödeyecektir. Adına “adalet” deniyor ama!

TEŞEKKÜR

Sevgili okurlarım, dostlarım, meslektaşlarım; hakkımdaki AİHM kararı internette ve gazetede açıklandıktan sonra günlerce arkası kesilmeyen tebriklerinizle, son derece gururlandıran övgülerinizle, sevincinizi, takdirlerinizi anlatan mesajlarınızla “yanımda olduğunuzu” bana hissettirdiniz.

O kadar güzel anlatımlarla hissettirdiniz ki nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Ama şunu iyi biliyorum, o yazdıklarınız “bu ülke için, bu toplum için her çabaya, her zorluğa değeceğini” mükemmel anlatıyor. Hepiniz sağ olun, var olun, sonsuz teşekkürler!

NOT: Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kamalak telefonla arayanlar arasındaydı. Kutlarken bana “hukuki yarar sağlayacak” bilgiler de verdi. Sayın Kamalak’a tekrar teşekkür ederim.



Hakim ne anlamalı?


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaatı artık çok zorlaştırdılar biliyorsunuz. Ama sonuçta yine de gidilebilir. Hakimler karar verirken “yapacakları yanlışlar”ın yıllar sonra bile “bumerang gibi kendilerine döneceğini” bilerek vermeliler. Benimle ilgili karar; ilerde diğer gazetecilerin “kendilerine yapılan haksızlıkları” götürdüklerinde “ne yönde karar verileceğini” de gösteriyor. Çok önemli bir başka noktayı da..

RUH HASTASI..

Dava konusu olan yazılarımda; çocuk tecavüzü olaylarında “çocuğun rızası”nı aramak isteyenlerin, “kadın ve çocuklara toplu tecavüzlerde suçlulardan birinin evlenmesi halinde hepsinin serbest bırakılmasını” isteyenlerin “ancak ruh hastası olabileceğini” yazmıştım. AİHM, böyle düşünen profesörlere “ruh hastası” deyimine ceza kesilmesini “ifade özgürlüğüne aykırı” bulduğuna göre bugün her iki konuda da hala “aynı yönde, kararlar veren hakimler”e bu sözü yakıştırmanın da suç olmayacağı sonucuna varabiliriz.

“Ruh hastası” olduklarının söylenmesini ve buna inanılmasını istemiyorlarsa “çocuğun rızası” lafından ve “tecavüzcüleri serbest bırakmak”tan vaz geçsinler (daha geçen hafta 15 yaşında kıza tecavüz eden ve ikisi Emniyet’te görevli polis olan 34 suçluyu birden bıraktılar). Yoksa tekrar “mahkeme isimleriyle birlikte” ruh hastası olduklarını yazacağım.

Yazının devamı...

Şu ‘dokunulmazlık’ meselesi!

Biliyorsunuz birçok konuda görüşlerini açıkladı Cumhurbaşkanı Gül.. Anayasa’ya göre “her vatandaş eşit haklara sahip” olsa da diğer vatandaşlar gibi bir baskıyı hissetmediği için istediği her şeyi söyleyerek yapıyor açıklamalarını, ne mutlu ona.

Cumhurbaşkanı, Muhteşem Yüzyıl dizisi konusunda Başbakan’ın sözlerine karşılık “Dizilerde tarihin esin kaynağı olması sevindirici” dedikten sonra dizi eleştirilerinin “Tarihçilere sorulmasını” önermiş.. BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda “En aykırı düşünceler bile tartışılabilir, fikirler söylenir ama şiddeti teşvik edici konuşma olmaz” diyerek dokunulmazlıkların kaldırılmasına taraftar görünmüş. (Af edersiniz, sohbeti kesmiş olacağım ama bu tür sözler bende hep sorular yaratıyor nedense; “en aykırı düşünceler, fikirler” derken?? En sevilen, en başarılı TV haber programları, hatta “Haberler”i, hatta güldürü programları “eğer tarafsız gözle bakıyor ve dürüstçe eleştiriyorsa” neden devam edemiyor örneğin? Neden onlar kaldırılıyor da hep aynı görüşleri papağan gibi tekrarlayan “iki hanım ve bir erkek” kanaldan kanala uçmaktalar?)

EŞİTLİK VARSA..

Bu dokunulmazlıkların kalkması konusu çok önemli, çünkü..

1- İktidar partisi yıllar önce bunun yapılacağına dair söz vermişti.

2- Yine yukarda belirttiğim gibi; Tüm vatandaşlar anayasal olarak eşit haklara sahip ise, bu madde “sözde” kalmış değilse neden bazı vatandaşlar “işlemedikleri suçlar”dan dolayı bile hapis cezası alırken milletvekilleri “işledikleri suçlar”dan dolayı almasınlar? Bu nasıl eşitlik, nasıl hukuktur?

BDP’li milletvekilleri artık gerçekten açıkça terör örgütünden farksız konuşmaya, davranmaya, güvenlik güçlerine hakaret etmeye veya tokat atmaya, PKK ile birlikte mitingler-gösteriler yapmaya başladılar. Bir terör örgütüyle alakası olmadığı halde, yıllarca “Genelkurmay Başkanlığı” yapmış olan İlker Başbuğ’a bile “terör örgütüyle ilişki” yakıştırılarak aylardır cezaevinde tutulurken, hayatını “terörle mücadele”ye adamış insanlar ya da gazeteciler, milletvekilleri aynı nedenle özgürlüklerinden olurken BDP’nin neden “dokunulmaz” olduğunu herkes merak ediyor.

YARGININ YERİNE GEÇMEK!

Aynen, bu insanlar “kanıtlanmış bir darbe-muhtıra vs hazırlığı” olmadığı halde cezaevine gönderilirken, kapı gibi “27 Nisan muhtırası”nın sahibinin cezadan muaf tutulması gibi. Kararı yargı vermiyor, siyasetçi veriyor. Siyasetçi bir yandan “biz 27 Nisan’da dimdik durduk” diyerek bir muhtıra olduğunu ima ediyor, diğer tarafta en kesin ifadeyle “ama o bildiriydi, muhtıra değildi” diyerek kararı yargıdan alıyor, yargının yerine geçiyor.

Geçenlerde Mor Çatı Kadın Sığınma Evi’nin kurucusu Avukat Canan Arın’ın duruşması vardı. Türkiye’nin en başarılı kadın avukatlarından biri, nasıl konuşacağını bilmez mi? Bir konuşmasında “çocuk yaşta evlilikler” konusunda verdiği iki örnek nedeniyle hakkında “hapis istemiyle” dava açıldı. Oysa verdiği örnekler defalarca kitaplarda, gazetelerde, TV’lerde konuşulmuş, yazılmış, tartışılmış örnekler.. O söyleyince dava açılıyor..

PADİŞAHLAR KUSURSUZ MUYDU?

Yine ‘aynen’ diyeceğim, aynen “Muhteşem Yüzyıl” meselesi gibi.. Biz padişahların sadece iyi taraflarını, kahramanlıklarını, savaşlarını görelim, tamam da ya bir Hollywood filminde o padişahların çok daha rahatsız edici yaşam sırları ortaya dökülürse ne yapacağız? Bu Amerikan filmcileri “yargıya, patrona baskı” filan dinlemez çünkü, geçmişteki tüm ABD başkanlarının bile ipliğini pazara çıkarır, bizim padişahlar da pek Zemzem suyuyla yıkanmış sayılmazlar.

Demem o ki, önce bırakalım bu alınganlığı, dokunulmazlıklar yaratmayı, her eleştiriyi “suç işlendi” diye yaftalamayı.. İyice abartıldı, traji komediye dönüştü artık.. Sonra da “herkes, suçlanmayı hak etmeyen, hayatı boyunca kurallar-yasalar dışına çıkmamış olanlar bile nasıl hukuka (eski hukuktan eser kalmasa bile) saygı göstermek zorunda” ise BDP de “teröre devamlı şehitler veren bir ülkede” suç sayılacak eylem ve söylemlerinden dolayı hesap vereceğini bilsin.

EŞİTLİK İŞTE!

Başka konularda “eşitlik” isterken “buradaki eşitliği” de unutmasınlar.

Cumhurbaşkanı Gül’ün konuşmasında bir nokta daha vardı, atlamayayım. “Darbe Komisyonu önemli bir adımdır. Türkiye’nin geldiği noktayı gösterir” dedi. Ve lakin onca kişi konuştu, Komisyon’un bunlardan çıkardığı sonuç öylece geçildi. Mesela “polisle askeri karşı karşıya getirme” potansiyeli olan maddeler göze çarpıyor. Bunların topluma açıklanıp tartışılması gerekmiyor mu?



Pasta yesinler!!

Okul formalarının ve önlüklerin aniden kaldırılması bitmeyen tartışmalara neden olunca kararı “tek başına” verenler tarafından açıklamalar geliyor. Bir o köşeden, bir başka köşeden geliyor ama hep aynı sözler. (“Avrupa ülkelerinin hiçbirinde yok” iddiasının doğru olmadığı, formanın kalktığı ülkelerde bile “tekrar konmasının” istendiği açıkça biliniyor bu arada.. Ben de dün araştırarak yazmıştım.)

Diyorlar ki “aileler zaten önlüğe para veriyordu, onun yerine kıyafet alır”.. Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’e “halk ekmek bulamıyor” dendiğinde verdiği; “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cevabını hatırlatıyor bu söz.. Yoksul aileler önlüğü, formayı, ona uygun bir çift ayakkabıyı sene başında bir kez ve bin zorlukla denkleştirerek alıyorlar.

Forma-önlük kalkınca ise çocuklar arasında “kıyafet rekabetleri, özenti, kıskanma, alay etme” gibi olaylar ve duygular gelecek gündeme ve her gün ayrı kıyafet isteyecek o çocuklar. Ders yerine ertesi gün giyeceği kıyafeti düşünecek. Hiç değilse bunu deneyerek gören Fransa, Almanya gibi ülkelere ve formayı kaldırmayan İngiltere, ABD ve diğer ülkelere baksınlar.

Aynı “zenginlik” statüsünde olmayışımızı, sosyal devletin oralarda sağladığı imkanları da ekleyerek!

(Bir de “çocuklar formadan sıkılıyordu” mazereti var.. Hangi çocuklar sıkılmış, kim duymuş, hepimiz okuduk, çocuk okuttuk niye hiç duymadık? Çocukları o kadar düşünüyorsak “parasız eğitim” isteyenlerin polis dayağı yemesini önleyelim!)

Yazının devamı...

Sonunda ‘tek tip kıyafet’ gelecek mi?

Dün bu “okullarda kıyafetin serbest bırakılması” konusuyla ilgili yazmaya başlamıştım, karar “tepeden inme” olarak verildi ama özellikle velilerin tepkileri bitecek gibi görünmüyor, o nedenle devam ediyorum.

Önce üniversitelerde “türban serbest olsun” dendi.. Her ne kadar “laik ve tüm din ve inançtan vatandaşı olan, laik-demokratik rejimi nedeniyle devletin tüm din ve inançlara eşit mesafede olması gereken, bu nedenle de son yıllara kadar devlet alanlarında ‘belli bir dine ait kıyafet veya ibadetler’e izin verilmeyen” bir ülkede yaşasak da yıllar süren tartışmalardan sonra “ergen, kendi iradesiyle giyimine karar verecek yaşta” insanlar için türban da serbest bırakıldı.

Sonra eğitim sistemi değiştirildi, “4+4+4” denen sistemle “ana okulu çağında çocukların ilkokula başlatılması” kararlaştırıldı. Daha doğrusu yine birçok karar gibi “tepeden inme” olarak, tartışılmadan bu sistem yürürlüğe sokuldu. Sonra bir gün aniden “ilköğretimden başlayarak” tüm okullarda önlük ve formaların da kaldırıldığı açıklandı, buna da “tek tip kıyafet olmasın, herkes istediğini giysin” söylemiyle açıklama getirildi.

AVRUPA ÖRNEK VERİLEMEZ!

Bakıyorsunuz; “Avrupa ülkelerinde çoktan terk edilen bir uygulama” gibi aynen referandum döneminde “yargıya, HSYK’ya siyasetçiler tarafından üye seçilmesi” konusunda yapılana benzer bir mazeret öne sürülüyor. Referandumda da Batı ülkelerinde çoktan terk edilmiş bir uygulama varmış gibi gösterilmişti. Kaldı ki o ülkelerde bizde olduğu gibi “başta yargı olmak üzere tüm kurumlar üzerinde hakimiyet kurmak isteyen ikidarlar” olmadığı için seçip seçmemeleri önemli de değil, buna rağmen önlem alıyorlar.

Dönelim, okul kıyafeti konusunda İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkeler örnek gösterilebilir mi? Cevap kesin bir “hayır” olacak. Öncelikle bu ülkeler dünyanın en zengin 8 ülkesi arasında oldukları için “öğrencilerin kıyafetleri açısından” çıkacak sorunlar, bir çok okuyucunun yazdığı gibi “arkadaşları gibi giyinemeyenlerin hissedeceği eziklik, ailelere sıkıntı yaratma” konuları söz konusu değil.

DİSİPLİN VE EŞİTLİK!

Bu ülkelerde yaşayan arkadaşlarıma bire bir sorarak öğrendim; İngiltere’de okulların yüzde 90’ında “forma” var, nedeni ise “disiplin ve eşitlik”.. Fransa’da şu anda yok ama geri getirilmesi yine aynı nedenle “zengin öğrencilerin okulu defile podyumuna çevirmesi, öğrencilerin ders yerine ne giyeceğini düşünmesi” nedeniyle gündemde.. Almanya’da yok ama vatandaşlar arasında Türkiye’deki gibi gelir uçurumları da olmadığı gibi, “sosyal devlet” tam anlamıyla işlediği ve parası olmayanlara devlet gelir sağladığı için “herkes az çok benzer kıyafetler” giyebiliyor. Buna rağmen Alman vatandaşlarının çoğu da aynı sorunu, hatta “maddi durumlar arasındaki eşitsizlik nedeniyle zenginlerin fakir öğrencilerle alay etmesi” sorununu dile getiriyor.

Görüldüğü gibi her konuda Batı’yla kıyaslama yapılamaz zira aynı şartlarda olmadığımız halde onlar da formanın öneminin farkında..

‘OKULDA TÜRBAN’ MESELESİ

Gelelim “tek tip” meselesine.. Gerçi Cumhurbaşkanı Gül “En aykırı konular bile tartışılabilir” diyor ama gerçek öyle değil, tartışmak (bırakın “aykırı”yı, farklı bir görüş ten söz ediliyorsa)artık beraberinde “korku”yu, en hafifinden ertesi gün medyanın azarlanması korkusunu getirir ama meslek bu, zorunluyuz.. (Tüm ekranlardan eksilmeyen iki-üç çığırtkan ise her ağızlarına geleni söylemekte sınırsız özgürlüğe sahipler.)

Eğitim sendikalarının çoğu da bu uygulamayla “okullarda türban”ın serbest bırakılması noktasına gelineceği şeklinde görüş bildirmişler. Eğer kısa sürede (bu bir ya da birkaç yıl olabilir) mesele “isteyen öğrenci türban da takabilir” noktasına gelecekse.. Ve öğretmenlere de aynı süre içinde “okullarda türban takma izni” gelecekse.. Henüz konuları tam değerlendiremeyen, kolayca etki altına girmeye açık bu öğrenciler din derslerinde başlarını örterken “Müslüman kızlar, kadınlar her zaman başını örter” telkinleri sonunda nasıl bir baskı hissedecekler?

EN DEMOKRAT OLANLAR BAŞLASIN

Bu baskı büyük şehirlerde daha geç hissedilse de birçok bölgede, ilde aileler de kısa süre sonra çocuğuna baskı uygulamaya başlamayacak mı? Öyle ya, sonuçta hem “daha iyi Müslüman” olacağına dair bir baskı, hem de arkadaşların yanında “öğretmen veya okul yönetimleri” tarafından yapılacak “mahalle baskısı” ve “not baskısı” söz konusu olacak. Kim direnebilir?

Henüz “başörtüsü örtmeyen ama bu dine inanan her kadın Müslümandır, Müslümanlıkta zorlama yoktur” argümanına aklı ermeyen çocuklar ne diyebilir?

Bu uygulamanın sonunda “tek tip” başka kıyafete dönüşmeyeceğinin bir garantisi var mı? “En de-mokrat” olan, bu nedenle tepeden inme her uygulamaya anında, düşünme gereği bile duymadan “ben taraftarım” diyenler bu tartışmaları hemen başlatsınlar. Geri dönüş olmasa da duymakta yarar var!

NOT; “Kısa kol giyen öğrencilere” ise yasak geliyormuş. Batı’yı örnek alıyorlarsa baksınlar Batı’da böyle bir şey var mı? Ayrıca okul formalarının yaz ayları için “kısa kol gömleği” vardı, bundan sonra öğrenciler kollarını mı sıvayacak?



BDP’ye kim daha yakın?


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Bursa’da bir fabrikayı gezerken bir kadın işçi ona “Sizi çok severdik ama BDP’ye yakın göründüğünüz için bu sevgi düştü” demiş. Kemal Kılıçdaroğlu “makul görüşler ileri süren” her partiyi dinleyen bir yapıya sahip. Bununla birlikte “Oslo’da terör örgütüyle, İmralı’da Öcalan’la (Hükümet’in isteği doğrultusunda) yapılan görüşmeler”e karşı çıktı. Açılım’ın yanlış başlatıldığını söyledi.

Türkiye’deki “terör” konusunun diğer ülkelerin sorunlarından önce gelmesi gerektiğini tekrarladı. Kısacası onun ve partisinin çizgisi kesinlikle “BDP-PKK ile yakınlığın söz konusu olamayacağı” bir çizgi. Ama.. Referandum öncesinden başlayarak rakiplerinin devamlı “aynı çizgideler” diyen haksız vurguları demek ki halkın kafasında yer ediyor. Bu kadın işçinin sözleri bunu gösteriyor.

Kılıçdaroğlu “aynı çizgideler” suçlamasıyla seçim yaklaşırken daha çok karşılaşacağını düşünmeli ve yeterince açıklama yapmalı..Havada asılı kalıyor bu suçlamalar görüldüğü gibi!

Yazının devamı...

Muhteşem Yüzyıl, okul formaları ve rakı!

Birbirini takip eden üç gün içinde bu üç konunun arka arkaya ülke gündemine oturması “demokrasi açısından” pek fazlaydı doğrusu.. Dün nereye gitsem sokaktaki oto parkçıdan, dükkandaki tezgahtara kadar herkesin ağzında “okul formalarının kaldırılması ve TV dizisi için kanal patronu ile yargıya yapılan baskı” vardı..

Hemen herkes aralarında sözleşmiş gibi “sanki tüm sorunlar bitti de sıra dizilerin kaldırılmasına geldi”den başlıyor, “eğer kaldıracaklarsa diziler ve filmlerdeki şiddet sahnelerine, dinle ilgili gösterilen yalan yanlış bilgilere, cinlere perilere baksınlar” diye devam ediyor ve “okul formalarının kaldırılmasının sadece öğrencileri değil aileleri de nasıl sıkıntıya sokacağı” ile bitiriyordu.

TEPEDEN İNME..

Biri “benim çocuğuma pahalı kıyafet alacak imkanım yok, şimdi diğer çocuklara özenip bizden her gün ayrı kıyafet isteyecek, ne yapacağım” derken, diğeri “yalnız kıyafet mi, o kıyafetlere zengin çocukları kimbilir neler ekleyecek, bekle de gör” diyor, bir başkası “unutmayın, okul çevrelerinde uyuşturucu satanlar da artık öğrencilerin arasına karışacak ve onlardan ayırmak mümkün olmayacak” diye atılıyordu. Ki sonuncu nokta çok önemli, zira “okulların çevrelerinde konuşlanan” bu satıcıların nasıl büyük zarar verdiği biliniyor.

Bu konuların hepsinde asıl dikkati çeken nokta aynen eğitimde “4+4+4” sistem değişikliğini başlatırken olduğu gibi sanatta da, formada da hep kararların uzmanların konuşmasına, olumsuz yönleri açıklamasına fırsat vermeden tepeden inme verilivermesi.. Oysa bir kararı verirken konuları iyi bilen insanları dinlemek hükümetler için keyfi değil, zorunlu bir durumdur. Sonuçta tüm toplumu ilgilendiren kararlar alınıyor ve bunların arkası da “daha ciddi başka konuların tepeden inme ele alınması” olarak geliyor.

Belki okul formaları büyük çoğunluğun düşündüğü gibi “yakın gelecekte okullarda da tesettür kıyafetlerinin serbest bırakılması” nedeniyle kaldırıldı. Din derslerini bu şekilde izlemelerinden sonra her güne yayılması düşünülüyor, bilemeyiz. Ama “başörtüsü” konusunun Kur’an’da bile yalnızca “kadınlar”ı ilgilendirdiği unutulmamalı. Beş yaşında okula başlayan çocuklar baskı altına sokulmamalı.

RAKI İÇEN ÖĞRETMENLER

Üçüncü konu “bir fotoğrafta rakı içerken görülen öğretmenler için inceleme başlatılması” idi ki artık “pes” dedirtecek bir haberdi bu.. İran’da, Suudi Arabistan’da bile isteyen insanların evlerinde içki içtikleri bilinirken Türkiye gibi demokratik rejimle yönetilen (“tam demokrasi” demek artık zor) bir ülkede “rakı içti” diye insanları inceleme başlatmak gerçekten “pes”ten başka bir şey değildir.

Neyse ki “soruşturma açılmasına gerek görülmediği” dün akşam saatlerinde açıklandı. Zaten başında büyük dertler olan bir ülkede halka bir de bu stresleri yaşatmak büyük haksızlık. Amaç insanları canından bezdirmek, hayatı iyice zorlaştırmak değilse dikkat edilmeli!



Sığınmacı ile ‘muhalif’ farklı!

Suriye’de Esad güçleriyle muhaliflerin çatışmalarının sürdüğü bölgenin karşısında bulunan Ceylanpınar’da uçaksavarlar, zırhlı araçlar konuşlandırılıyor, yüksek tepelere “hava savunma sistemi” kuruluyor, topların namlusu Suriye’ye çevriliyor. Kısacası bizim girmemizin hiç de söz konusu olmaması gereken, bir başka ülkeye ait savaşın Türkiye’yi tehdit eder hale gelmesi tehdidi artarak sürüyor.
Bu arada “muhalif”ler hala Türkiye topraklarında barınarak sınırda savaşmaya gidiyorlar. Açıkça görülmesi gereken şey “savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriye vatandaşları” ile Esad ordularıyla savaşan “Özgür Suriye Ordusu’na ait muhalifler” in aynı sınıftan olmadığıdır. İkinci grup bu savaşın bizim sınırımızda gerçekleşmesini sağlıyor, bizim başımızı derde sokuyor.
Şimdi Esad “Türkiye’ye kızarak Kuzey illerini teslim ettiği” PYD’den (PKK sayılır) bu illeri geri almak için de savaşacak. PYD ile bu muhalifler aynı safa geçtikleri için bir de “iller için savaş” eklenecek, çatışmalar daha şiddetli olacak. Peki bunlardan bize ne?
PYD nedeniyle PKK’nın güçlenmesine katkı yaptık zaten. Şimdi bir de bu savaşa dahil olmamız şart mıydı? Bu muhaliflerin “Türkiye topraklarından çıkarılması” neden düşünülmüyor anlamak mümkün değil. Gidip PYD ile “onlar nerede yaşıyorsa orada” yaşasınlar. Bizi rahat bıraksınlar, kendi derdimiz yetiyor zaten!

Yazının devamı...

Bu davayı ‘kadın ve çocuklar’ için kazandım!

Sevgili okurlarım, yazılarımı uzun yıllardır okuyanlarınız 2002 yılı öncesinde Türk Ceza Kanunu’nda yapılacak değişiklikler bir TCK komisyonu tarafından hazırlanırken yaşadıklarımı hatırlayacaklardır.

Bugün hiç değişmemiş olayları yazmaktaydık o yıllarda da.. Değişmemiş, tam aksine kat kat hızlanarak sürmekte olan “çocuk ve kadın tecavüzleri”ni.. Aradan 10 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün de olduğu gibi kadınlara, küçücük çocuklara, hatta bebeklere bile tecavüz eden canavar ruhlu yaratıklar mahkemeler tarafından ya serbest bırakılmakta veya çok hafif cezalarla kurtulmakta idiler.

SUÇLULARI KORUYAN YASALAR!

Bunun yapılabilmesinin nedeni ceza yasalarındaki saçma sapan maddelerle bırakılmış boşlukların mağdurlar için değil “suçlular lehine” kullanılmasıydı. Bu yetmiyormuş gibi yeni kanunları hazırlayan komisyonun üyeleri, özellikle Profesör Doğan Soyaslan ve (davalar sonrasında hayatını kaybeden) Ordinaryus Profesör Sulhi Dönmezer kanunlara daha da kötü sonuçlar yaratacak maddeler konmasını önermekteydiler.

Bunların en önemlileri; “çocuk tecavüzlerinde ‘çocuğun rızası var mı, yok mu ona bakılsın” maddesi ile, “kadınlara birden fazla kişinin tecavüzü durumunda tecavüzcülerden biri evlenmeyi kabul ederse suç ortadan kalksın ve kimseye ceza verilmesin” diyen madde idi..

EN PAHALI (!) DAVA

Gazeteciliğe ilk başladığım günlerden bu yana en önemli misyonum olarak saydığım “çocuk ve kadın tecavüzleri-cinayetleri” konusunda böylesi çağ dışı önerilere tahammül etmem söz konusu olamazdı, arka arkaya yazdığım yazılarda bu maddelere izin verilemeyeceğini belirtirken dayanamayarak o feveran içinde “çocuğun rızasına bakılması” ve “tecavüzcüyle evlenme” önerilerini ancak “ruh hastalarının aklına geleceği” gibi bir yorum da yapmıştım. O süreç içinde (bu gün hala Ankara’da ders vermekte olan) Doğan Soyaslan TV’lerde programlara katılarak bana ve kadın örgütlerine karşı “çekilin kadınların önünden de tecavüzcüleriyle evlensinler” benzeri açıklamalar yapıyordu. TCK Komisyonu hakkındaki yazılarım nedeniyle bu iki profesör bana basın tarihinin en yüksek tazminat davalarını açarak toplam “150 milyar TL” tazminat talep ettiler.

STK’LAR SAVUNMADA!

Ben tek başıma mücadele edeceğimi düşünürken aralarında; Kadın ve Aileden Sorumlu eski Bakan Önay Alpago, Türk Kadınlar Birliği Başkanı Sema Kendirci, KA-DER Başkanı Hülya Gülbahar, Mor Çatı Kadın Sığınma Evi Kurucusu Canan Arın gibi Türkiye’nin en iyi kadın avukatlarının ve sivil toplum örgütü başkanlarının bulunduğu kalabalık bir hukukçular ordusu beni “gönüllü olarak savunacaklarını” açıkladılar. VATAN’ın hukuk işlerini yürüten Avukat Müjdat Gültekin ve ona ait Hukuk Bürosu’nun başarılı avukatlarının da katkılarıyla bu davalar yıllarca Ankara ve İstanbul’da devam etti.

Sonunda bir istisna ile hepsi benim lehime sonuçlandı. “Ruh hastası” yorumu için İstanbul’da Sulhi Dönmezer “30 milyar”lık tazminatı yerel mahkemede kazandı ama Yargıtay bunu “basın özgürlüğü sınırları içindedir” kararıyla reddetti. Ankara’da ise Doğan Soyaslan’a “8 milyar TL” ödemem onandı.

KAYBETMEK VE KAZANMAK!

Böylece 25 yıllık meslek hayatımda “gazetecilik sınırları dışına çıkmamaya her zaman özen göstermiş olmama” ve bu nedenle bana açılmış veya benim açtığım tüm davaları kazanmış olmama rağmen ilk kez bir davayı kaybederek toplam “15 milyar TL” civarında tazminat ödedim.

Bunu köşemde ‘eğer ülkemin kadın ve çocuklarının hayatını kurtarmakta bir yararı olacaksa bu yolda dava kaybetmek bile kazanmak sayılır’ diyerek duyurdum ki sonunda değişen yasalara “o maddeler” konamadı. Yani ben para kaybetmiştim ama dava kazanılmıştı .

BASIN VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

Ama.. Hem Türkiye’de “kadın ve çocuk tecavüzlerinde verilen haksız mahkeme kararları”, hem ilerde “benzer yasa değişikliklerinin” önlenmesi, hem de “basın ve ifade özgürlüğü” açısından haksız bir sonuç orada bırakılamazdı. AİHM’ye müracaat ettik ve yıllarca kararı bekledik.

Dün açıklanan ve VATAN sitesinden öğrendiğim haberde (avukatlardan bile önce onlar haber almışlar) AİHM’nin benim şikayetimi haklı bularak ve Türkiye’nin “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade ve düşünce özgürlüğü ile ilgili 10’uncu maddesini ihlal ettiğine” hükmederek Türkiye’nin bana “7 bin Euro ve ayrıca Türk mahkemesinin kararından dolayı ödemek zorunda kaldığım para cezasını geri ödemesi”ne hükmettiği bildiriliyordu.

GELECEK İÇİN İŞARET!

Bu karar AİHM’nin “basın ve ifade özgürlüğü” konusunu nasıl doğru değerlendirdiğini gösterirken aynı zamanda gelecekte “mağdur gazetecilerin açacağı davalar”da da nasıl değerlendirme yapacağını gösteriyor. Hiçbirimiz “kendi mahkemelerimiz, kendi devletimiz aleyhine” dava açmak istemeyiz ama başka çare kalmayınca tek çözüm bu oluyor. Onların hatasını devlet-millet ödüyor (hele artık “hakimler yasayla iyice korumaya alındıktan sonra” hepsi milletin cebinden çıkacak.)

Ben bundan sonra da yanlış karar veren mahkemeler için aynı şekilde yazmaya ve “kadın-çocuk tecavüz ve cinayetlerini”, “çocuk tecavüzünde çocuğun rızası var mı” gibi rezalet yöntemleri adım adım izlemeye devam edeceğim.

TEŞEKKÜR VE BAĞIŞ!

Bu davalarda 2003 ve sonrasında beni savunan tüm avukatlar ve kuruluşlara, AİHM’ye giden davanın Ankara’da avukatlığını yapan TKB Başkanı Avukat Sema Kendirci’ye ve AİHM sürecini yürüten Gültekin Hukuk Bürosu Avukatı Gökhan Ovat’a bir kez daha içten teşekkürler. Onların kazandığı davalar benden çok bu ülkenin kadın ve çocuklarının davasıdır.

Devletin ödeyeceği parayı başta Türk Kadınlar Birliği ve Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu olmak üzere kadın ve eğitim derneklerine, bir de sokak hayvanlarının korunması için HAYTAP’a bağışlayacağım. Umarım yararlı olur!

Yazının devamı...

Kimin ezberini bozuyor bunlar?

Bu şahıslar korktuklarından mı yapıyorlar yoksa Güneydoğu’da devlet memurları, bürokratlar “teröriste ve terör örgütüne yağ çekme” modası mı çıkardılar belli değil.. Ülke arka arkaya saldırılara uğrayıp hayatını kaybeden gencecik askerlerine, şehitlerine ağlarken onlar çıkıp garabet laflar ediyorlar ve arkasından en az o laflar kadar garip yorumlar geliyor; “ezber bozan açıklama”..

Ezber kimin ezberidir, “terörist”e “terörist” demek veya terörist yerine saldırıya uğrayan “şehitlerine” üzülmek ezber mi sayılmaktadır ya da yeni bir tanım bulunmuştur da toplum mu bilmemektedir o da belli değil..

‘İNSAN DEĞİLSİNİZ’

Mesela son günlerde iki ezber bozan (!) konuşma yapıldı, bakalım bunlara.. Birincisi Siirt’ten Diyarbakır’a Emniyet Müdürü atanan Recep Güven’den.. “Ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz” dedi. Kısa bir süre geçti, bu kez Siirt Valisi Ahmet Aydın Öğretmenler Günü töreninde, bunları dinleyen, duyan öğrencilerin de kafasını karıştıracak şekilde benzer bir konuşma yaptı: “Allah korusun bir çocuk dağa çıktığı zaman bunun vebalini yüreğinizde hissetmeniz lazım. O çocuğa ben bir şeyler verseydim çıkmazdı”.

Emniyet Müdürü “Terörist”in tanımını bilmiyor olamaz.. Dünyanın her yerinde ancak “bir diktatör tarafından ezilen bir toplumda hak aramak için savaşan veya “düşman işgali altındaki ‘kendine ait’ toprakları geri almak için savaşan” gruplara “gerilla” denir. Demokrasi ile yönetilen, serbest seçim yapılan ülkelerde ise hak demokratik yollarla aranır. Bu ortamda eğer binlerce insanı katlediyor, okulları yakıyor, öğretmenleri kaçırıyor, güvenlik güçlerine saldırılar düzenliyorsanız adı “terör ve terörist”tir bunun..

Hangi nedenle olursa olsun bu eylemleri yapanlara ağlamayanlara da “insan değilsiniz” filan denemez. Evet, “18 yaş altındakilerin” dağa çıkmasının nedenleri tartışılabilir, Güneydoğu yeterince kalkındırılarak, terör örgütünün cirit atacağı ve aşiretler dahil herkesi tehdit ederek taraftar toplayacağı şartlardan yıllar önce kurtarılarak gençler de korunabilirdi.. O nedenle böyle konuşmalar yapan devlet memurları aslında öncelikle “10 yıldır” iktidarda bulunan Hükümet’i suçlamaktadırlar.

Bununla birlikte dağa çıkanlar arasında cinayetler işleyen “terör örgütüne sempati duyan veya bu şekilde ‘kahraman’ olacağını düşünenler” de olmadığı iddia edilemez. Bu durumda “her teröriste ağlama”yı mı öneriyorlar? Devletin emniyet müdürü, valisi, öğretmeni bunları söyler, teröre-teröriste sempati yaratmaya çalışırken diğer gençlerin de bu duyguları taşımasını mı hedefliyorlar?

VALİNİN GÖREVİ

Siirt Valisi’ne gelince.. Hükümet’i (ve geçmiş hükümetleri) eleştiriyor ama bir valinin görevi “teröre mazeret üretmek” değil, “halkın terörden korunması için görevini yapmak, çözüm üretmek, bölgesindeki askerler, polisler dahil herkesin güvenliğini sağlamak”tır.

“PKK’nın neden saldırdığı, katliamlar yaptığı, ne istediği” artık açıkça söyleniyor ama eğer gençlerin dağa çıkmaması için bir çözüm önerisi varsa bunu da, “vebal” konusunu da “Hükümet’le görüşerek” anlatır, Öğretmenler Günü konuşmasında değil.

Sapla samanı iyice karıştırdık ama bir sonu da olmalı bunun. Çocukluktan yeni çıkmış gencecik şehit askerler, binlerce şehidin beşikte kalan bebekleri, çocukları, direği yıkılan yuvaları için konuştukları neden hiç duyulmuyor acaba?



Öcalan’ın avukatları!

Okurumuz Efe Birol dün yazımın altındaki yorumunda soruyor; “Öcalan’ın devam eden davası yok. Hakkında yeni açılmış bir dava da yok ama avukatları rahat gitsinler diye İstanbul-İmralı arasında direkt vapur seferleri yapılacağı haberi çıktı. Neden?”

Mahkum değil “tutuklu” olan gazetecilere, milletvekillerinin aile ve avukatlarına bile özel araçlar tahsis edilmediğine göre bu soruyu soranlar haklıdır, cevabı kim verecek?



O da mahkeme, bu da!

25 Kasım Pazar “Kadına Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” idi.. Türkiye’de bu konudaki tablo ise içler acısı bir durumda.. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu 25 Kasım’da yayınladığı bildiride “2012 yılında ülkede yaşanan şiddet, önceki yıllara oranla ‘CİNNET’ halindeydi” diyor. Nasıl olmasın ki bu ülkede genellikle “kadına ve çocuklara karşı şiddet” teşvik ediliyorsa elbette sonuç da bu olacak. Mesela çocuk tecavüzünde son olaylardan ikisini paylaşalım.



Samsun’da ilköğretim okulu öğrencisi 3 kız çocuğunu evlerine götürüp “taciz eden” 2 sanığa Samsun Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 33 yıl ve 43 yıl 6 ay hapis cezası verilmiş. Bravo o mahkemeye, nihayet ülkede adaletin hala tümüyle yok olmadığını gösterdiği için..

Ama hep söylüyorum, “taciz” değil, “tecavüz”, yazın şunu doğru adıyla.. Biri eski öğretmen olan o canavarlar tecavüz etmemiş olsalar bu kadar ceza (almaları gerekse de) almazlardı yine de..

SAKARYA FACİASI

Sakarya’da 15 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden “26’sı 18 yaş altı”, 2’si ise polis 34 sanıktan tutuklanan bile yok. Polisler ortadan kayıptı, biri yurt dışına kaçmış (dönünce yeni görev verirler artık), diğerinin ise “Konya’ya ilçe emniyet müdürü” olarak tayin edildiği duyulmuş.

22 Kasım Perşembe Sakarya Adliyesi’nde duruşması yapılan dava için “kadın gazeteciler ve kuruluşlar yakından izliyor” demiştik, son tutukluları da serbest bırakmışlar, sonraki duruşma 7 Mart’a atılmış. İşte Samsun’daki de mahkeme, Sakarya’daki de mahkeme, aradaki fark da ortada..

SUÇLU POLİSE ÖDÜL

Mahkeme suçluları serbest bırakırsa (hukukun var olduğu ülkelerde ağır suç işleyen 18 yaş altı kişiler de serbest bırakılamaz, yıllarca ıslah evlerinde tutulur, hem kendisi hem de toplum korunur), çocuk tecavüzü suçlusu polis bırakın cezayı ödüllendirilirse o ülkenin çocukları da vahşilerin saldırıları karşısında böyle sahipsiz kalır işte..

“Aile içi çocuk tecavüzü” olaylarının lafının bile edilmediği, bu felaketi yaşayan çocuklar için hiçbir ümidin yaratılmadığı bir ülkede “toplu çocuk tecavüzleri” için yapılan da buysa oturup hep beraber ağlayalım. Toplantılarda konuşmanın filan yararı yok artık!

KADIN OLARAK UTANIN

Bu arada.. Serbest bırakılacaklarından emin oldukları için “18 yaş altı tecavüzcüler”in analarının konuşmaları yansıyor gazetelere.. 15 yaşındaki mağdur kıza suç atacaklarına hiç değilse “kadın olarak” kendi çocuklarından utansınlar yahu!

Yazının devamı...

Sınır’da kritik durum!

Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz Türkiye’nin NATO’dan istediği Patriot füzeleri ile ilgili açıklama yapmış ve füzelerin “Ülkemizin Suriye sınırında çıkan kritik durum göz önüne alınarak” istendiğini söylemiş. Suriye sınırındaki kritik duruma “büyük ölçüde kendimizin sebep olduğu” bir yana bu füzelerin gelmesi ve yerleştirilmesi için NATO’nun uygun bulduğu zamanı beklemek zorundayız.

SURİYE ORDUSU HAZIRLIKTA

Oysa dün sınır iyice karıştı ve öyle görünüyor ki Türkiye bu karmaşadan ve ona paralel terörden hiç de kolay kurtulamayacak. “Umarız kullanmak zorunda kalmayız” deniyor ama bu işlere bir kere bulaşıldı mı ummakla da olmuyor.

Beşar Esad muhalifi “Özgür Suriye Ordusu” Türkiye’yi mesken tuttuktan, toplantılarını “Türkler’in katılımı ve desteği” ile bizim illerimizde yaptıktan, Türkiye’den Suriye’ye geçerek sınır boyunca savaştıktan sonra Esad da (PKK’nın kolu olan) PYD’ye Suriye’nin Kuzey illerini bırakmış, PKK’ya da destek verdiğini açıklamıştı.. Şimdi Ceylanpınar’ın karşısında olan Resulayn kasabasını da muhaliflerin ele geçirmesi onu telaşlandırdığı için o illeri geri almak üzere harekete geçmiş ve dün Esad’ın ordusu Mardin’in Nusaybin ilçesinin karşısında bulunan Kamışlı’ya binlerce asker, tank, top tüfekle yığınak yapmış.

Bu da yetmiyor gibi Resulayn’ı geri almak üzere Esad güçlerinin “Özgür Suriye Ordusu” ile yeniden çatışmaya başlayacağı haberi duyulunca Ceylanpınar halkının yeniden savaş korkusu ve paniğine kapıldığı bildiriliyor. Anlayacağımız şu anda iki sınır ilçemiz “savaşın sınırında ve hatta neredeyse içinde” bulunmakta ve daha önce Ceylanpınar’a düşen ve vatandaşlarımızın yaralanmasına, ölmesine neden olan top mermileri nedeniyle halkın paniği hiç de haksız sayılmaz.

DAVUTOĞLU’NUN SORUMLULUĞU

Bu durumda Patriot füzelerinin neden acilen istendiğini anlamak mümkün de ben hala neden bu duruma gelmemize izin verildiğini, hatta adım adım bu güne ilerlendiğini anlamakta çok zorlanıyorum. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Filistin’de ölenlere onların yakınlarıyla ağlarken sınırda yaşayan kendi bebeklerimizin, çocuklarımızın, ailelerin hayatını da aynı hassasiyetle düşünmesi ve bu tablonun yaratılmasını baştan önlemesi gerekmez miydi?

Bunu yapacağına yanlış başladığı politikayı aynı çizgide israrla sürdürdü.

SURİYELİ HAKİM HATAY’DA

Düşünelim, Beşar Esad için tutuklama kararı çıkarılacağını söyleyen Suriyeli hakim kendi ülkesini terk ederek Hatay’a yerleşmiş ve çalışmalarını orada açılan ofisten yapıyormuş.. Esad’ı kışkırtmak için daha fazla ne yapılabilir acaba? Bunlara ilave olarak BDP’li milletvekillerinin savaş tehdidi altındaki Ceylanpınar’a gitmesi ve orada “PKK-Öcalan” sloganları atılmasıyla polis ve göstericiler arasında çatışmalar çıktı dün ve ilçe karıştı. Yani sınırımızda aynı savaş havasına bizim de daha kolay girmemiz için içerden de faaliyet var. Bu durumda söylenecek ne kaldı?

Tamam, “Esad’a karşı” olabiliriz, yaptıklarına kızabiliriz ama diplomatik yollar yerine aktif olarak ve gerek olayın PKK ile ilişkisi, gerekse sınırda yapılan savaşlar nedeniyle “kendimizi tehlikeye sokarak” onun savaştığı ordulara destek vermemiz ve tehlikeyi görmemize rağmen inatla sürdürmemiz şart değildi.

Ben artık örneğin Suriye’de baştan beri izlediğimiz dış politikanın “Esad kendi halkını eziyor” nedeninden çok “mezhep ayırımı nedeniyle verilen destekler”e bağlı olduğuna inanıyorum. Birlikte hareket ettiğimiz ülkeler ve gruplara bakınca da bu görülüyor. Bence yeterince endişe duymayan ve doğru yolda olduğumuzu sananların “savaş içindeki ülkelerde yaşanan olayları” bantlardan izlemeleri lazım. Ceylanpınar halkının çektiklerini ve paniğini izleseler bile yeter!

‘İçimden Geçen Zaman’!

Uğur Mumcu’nun eşi, TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu’nun yazdığı ‘İçimden Geçen Zaman’, neredeyse nefesimi tutarak okuduğum bir kitap oldu.. Uğur Mumcu 2008 yılında kaybettiğim annem Siret Ünaldı’nın Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’nden öğrencisiydi.. 1993’te bir suikast sonucu hayatını kaybettiğinde o herkesten çok üzülmüş, daha sonraki yıllarda da ne zaman adı anılsa gözleri buğulanarak “ Uğur benim talebemdi” demişti. Bu nedenle “onun öldüğü gün”ü ve sonrasında olanları adeta polisiye bir roman heyecanı ve akıcılığında anlatan kitabı okurken Uğur Mumcu’yu “benzerine az rastlanacak yetenek ve zekada” bir meslektaştan çok sanki “akraba” kadar yakın hissettim.

Bu nedenle de özellikle ilk sayfalarda detaylı olarak anlatılan suikast, Güldal Mumcu’nun her anı tüm duygularıyla yansıtması, daha sonraki cesur ve dik duruşu beni fazlasıyla etkiledi.. Mumcu bu kitapta eşini kaybettikten sonra “onun katillerini ortaya çıkarmak için” yine onun yazdığı kitaplardan ve daha önceki konuşmalarından yola çıkarak yaptığı tüm araştırmaları anlatırken, tanıdığımız birçok siyasetçiyle ilgili olaylara, yakın tarihin gizli kalmış çeşitli konularına giriyor.

Büyük bir ilgiyle okuyacağınıza ve bilmediğiniz çok şeyi öğreneceğinize eminim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.