Savaş istemeyenler suçlanabilir mi?
.
Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine düşen top mermisinin 5 vatandaşımızı öldürüp 9 kişiyi de yaralamasının ardından savaş noktasına geldik.. Bu haberi duyunca önce “bir anne ile emeklerle baktığı 3 yavrusunun aynı anda ölmesi”nin ne kadar acı, ne kadar dehşet verici, ne kadar kahredici olduğunu iliklerimde hissettim. Düşünün, koca bir aile bir dakika içinde yeryüzünden siliniyor.. Daha acı ne olabilir?
Bu haber tek başına o anda “Suriye’ye derhal savaş başlatılması için” yeterli bir nedendir ama o savaşta hayatını kaybedecek olanların büyük çoğunluğunun acaba bu 5 kişinin ölümündeki payı ne, rolü ne? Hiçbir rolleri yok aslında, onlar sadece “yeni masum kurbanlar” olacak.. Ordumuzla gönderilecek, bu savaşta görev alacak askerler de aynı şekilde.. Zaten “azmış olan PKK terörü” nedeniyle gencecik askerlerimiz hayatını kaybederken bir de üstüne Suriye savaşı eklenecek.. Bu nedenle “Silahlı Kuvvetlerimiz anında misilleme yaptı, Suriye’yi top ateşine tuttuk” gibi haberler beni rahatlatmıyor, tam aksine bizi savaşa daha da yaklaştırdığı için ürkütüyor, rahatsız ediyor.
BİLE BİLE GELDİK!
Akçakale’deki üzücü olay “Suriye’de Esad ordusuyla ‘muhalif güçler’ ya da ‘isyancılar’ denen grupların Türkiye sınırına yakın bölgede çatışması” sırasında gerçekleşti. Ve bu Akçakale veya diğer sınıra yakın ilçe ve köylerdeki ilk olay değildi. Örneğin Akçakale kısa bir süre önce de bu “çatışmalar nedeniyle tehlike altında kalma” durumunu yaşamış, vatandaşlarımız korkudan evlerini terk ederek ilçe merkezine kaçmıştı.
Sınıra yakın il ve ilçelerimiz, köylerimiz ve insanlarımız aslında bizim “tek başımıza” üstümüze vazife olmayan, ABD’nin iteklemesiyle içine atladığımız bir Suriye iç savaşı nedeniyle bu tehlikeyi yaşadılar ve şimdi daha da yoğun olarak yaşıyorlar. Şu anda sınıra yakın tüm illerimizdeki halkın nasıl bir korku içinde olduğu bellidir. Ve bu noktaya gelineceği daha ilk günden, Batı ülkelerinin, Birleşmiş Milletler ve Nato’nun durup beklediği dönemde öne çıkıvererek “Esad’a karşı güçleri desteklemeye başladığımız” günlerde belliydi. Uzmanlar uyardı, durumu gören herkes “aman bu çatışmalarda taraf olmayalım, müdahale etmeyelim, bu savaşa adım attığımız anda Türkiye için çok yönlü olarak büyük tehlike doğar” diye uyardı. Ama hiç dinlenmedi ve işte şimdi göz göre göre, adım adım “oradayız”..
ÖCALAN’IN ÇAĞRISI
Hatırlayalım; ABD’li ünlü bir yazar ve gazeteci olan Griffin Tarpley kendi ülkesine karşı olmayı göze alarak daha Haziran ayında “ABD Türkiye’yi Suriye ile savaşa itiyor ama Suriye’deki olaya müdahale etmesi ve bu savaşa girmesi Türkiye için intihar demektir, bölünmeye gider” gibi bir açıklama yapmış, düşürülen Türk uçağının bile bu “savaşa zorlama” amacıyla kışkırtma olarak yapıldığını söylemişti. (Akçakale’ye düşen bombanın bile aynı nedenle atılmadığına kim emin olabilir?)
Onu da dinlemedik ve sonuç olarak Esad’ın yardımıyla PKK çok daha güçlenerek Türkiye’de saldırılarını yoğunlaştırdı. Şimdi geldiğimiz daha riskli durumda Öcalan avukatları aracılığıyla Suriyeli Kürtlere “15 bin asker hazırlayın ve Suriye’de üçüncü bir güç oluşturun. Kendi bölgenizi kontrol altına alın, her genç bu güce katılmalı” mesajı gönderiyor. Bu mesajın herhalde Türkiye’yi diğer her ülkeden çok ilgilendirdiği ortadadır.
TABLO BİZİ MECBUR EDECEK!
Bu bir yana, Suriye’ye açıkça “savaş ilanı” anlamına gelecek adımlar, başlangıçta “gözdağı verme” ve caydırma amaçlı yapılsa ve şimdi “savaş istemiyoruz” dense bile yeni kışkırtmalar (ki bunlar da ABD veya Barzani planlarıyla organize edilebilir) sonunda Türkiye’yi savaşa sokabilir.
Çünkü öyle bir noktaya gelindi ki; karşılık vermesek dünyaya karşı “Suriye’nin yaptıklarını sineye çekmiş ve sınırlarını koruyamamış bir ülke” durumuna düşeceğiz. Versek, zaten bir yandan bizi daha öncekinden de çok sıkıştıran “terörle mücadele” ederken diğer yanda “başka bir silahlı mücadele”ye girmiş olacağız. Yıllardır maddi-manevi olarak terör altında olan ülke ve tabii ordu “insanlarımız öldürülene kadar” bizimle direkt ilgisi olmadığı halde hatalarımızla girdiğimiz bir savaşa atılacak.
TBMM TOPLANDI AMA..
ABD hala “Durum çok tehlikeli, Türkiye’nin yanındayız”dan başka bir şey söylemiyor, o ve diğer tüm kuruluşlar ve ülkeler sadece “kınama”yla yetinmekteler. Yani biz eskisinden de tehlikeli şekilde Suriye ile karşı karşıya bırakıldık.. Buna bir de “Esad ile PKK işbirliğinin yeni planları”nı eklerseniz durum oldukça karanlık..
Zamanında “Hatamız büyük, bu işten hemen sıyrılmalıyız, TBMM toplanarak terör ve Suriye konularında (artık ikisi tamamen iç içe geçmiş durumda) acilen karar almalı” dediğimizde, diğer partiler ve uzmanlar uyardığında Hükümet bu uyarılara kızmış ve Meclis’i toplamaya gerek görmemişti. Dün ise “tezkere noktasına gelindiğinde” Meclis’in tüm partilerine ihtiyaç duyulduğu, aslında o tezkerenin bütün partilerin onayı ile çıkması gerektiği ortaya çıktı. Yani her konuda çekişme, şikayet, birbirini karalama oluyor ama bu konuda olamazdı..
TEZKERE KULLANILIR MI?
Sonuç olarak, ABD yine bir kenarda bekler, konuşur durur, dünya yine bizi yalnız bırakır ve sıkıntıyı çeken biz oluruz. Bu nedenle, sonunda rahatça “bir savaşa kesin girme” için de kullanılabilecek olan tezkerenin çıkmasını istemeyen vatandaşlara ve partilere kızmaya kimsenin hakkı yok bence..
Evet, böyle bir saldırı karşısında Meclis ve toplum tek yumruk olmalıdır ama vazgeçilmeyen, inatla sürdürülen dış politika hataları sonunda (ve hala Esad karşıtlarını destekleyip barındırıp, silahlandırarak sınır boyumuzda savaşmaya gönderirken) bu noktaya gelinmişse, savaş istemeyenlere de hak vermek gerekir. Umalım da savaş ihtimali ortaya çıkmasın!
Özkök’ün yeni çelişkileri!
Genelkurmay eski Başkanı ve “Balyoz” iddiaları döneminin Başkanı Hilmi Özkök; TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nda konuşmuş ve konuştukça kendi kendisiyle yine çelişkiye düşmüş.
HEM SAVUNMAZ, HEM SAVUNUR
Komisyon Başkanı Nimet Baş ve bazı üyeler Özkök’e “12 Eylül darbesini haklı bulduğu izlenimi edindiklerini” söyleyince hemen “Hiçbir darbeyi savunmam” demiş. Arkasından “Sonrasında iyi mi gitti, kötü mü ona bakmak lazım. İhtilal olduktan sonra halkın devlete güveni geldi” diye eklemiş.
Biraz sonra da “12 Mart muhtırası” için “Şöyle yapmazsan, böyle yaparım demek çok ağır” demiş. İlk bakışta demek ki Bay Özkök’e göre “ihtilal” geçerli nedenle yapılabilir ve mazur görülebilir ama “muhtıra” vermek daha ağır bir durumdur. Yani eğer ortam müsaitse “başarılan darbe”ye aferin demek gerekir. Ve bu da (hangi ülke için olursa olsun) demokratik bir hukuk devletinde “komedi”nin ta kendisidir.
Hilmi Özkök’ün bu konuşması suç değilse nedir? Yüzlerce asker “yapmadıkları, asla yapmayacaklarını söyledikleri ve sözleri de çok sayıda bilirkişi tarafından doğrulanırken” 18-20 yıl hapis cezalarına mahkum edilirken, “bir darbeyi açıkça savunan hatta öven” bir Genelkurmay Başkanı hoş görülebilir mi?
Hele şu “sonrasına bakmak lazım, iyi mi kötü mü” lafına, “ama 12 Eylül’de çok olay vardı, darbeden sonra kesildi” laflarına bayılıyorum. Darbe sonrasında “kötü” hemen “iyi”ye dönüyorsa, olaylar kesiliyorsa aynı ordu hükümete yardımcı olarak demokrasiye zarar vermeden neden önlememiş olayları? Ayrıca darbe yapmaya niyetlenenlerin, “ortamın oluşmasını bekledik” diyenlerin “ortamı 12 Eylül öncesinde olduğu hale” getirmeleri çok mu zordur? Kendi dönemindeki astlarına, kendi başkanlığındaki iddialarla verilen ağır cezaları “yerinde” bulduğunu söyleyen Hilmi Özkök konuştukça ciddi yanlışlar yapıyor.
Son olarak; bu TBMM Komisyonu acaba 27 Nisan muhtırası için ne karar verecek, doğrusu o da merak konusu!