Şampiy10
Magazin
Gündem

Beyaz, siyah, zenci, albino..

- Bir yandan prom‘a’syon, prov‘a’kasyon, men‘a’poz dediklerinde sinir oluyorum, o kişiyle ölümüne dalga geçiyorum.. (Yabancı dillere hakim, kendini beğenmiş beyaz Türk)

- Öte yandan arabamı sahil kenarına çekip, hiç araçtan çıkmadan çaycının getirdiği çayı boğaza cam arkasından bakarak içmeye bayılıyorum. (Arabasından bile inmeye üşenen paşa ruhlu siyah Türk)

- Bir yandan her sabah fizy.com’a girip “Ave Maria”nın 234 versiyonunu dinlemeden güne başlayamıyorum. (Çamaşır suyu ile yıkanmış albino Türk)

- Öte yandan İnönü stadına gidip yeni açıkta maç izlemeyi, çekirdek çitleyip kabuğunu ağzımdan püskürterek yere atmayı, gol oldu mu nara atmayı, sonra kafamda çıngıraklı Beşiktaş şapkasıyla Beşiktaş marşları söyleyip Tünel’e kadar yürümeye bayılıyorum. Beşiktaşlı da değilim bu arada.

Ama içimdeki ‘kıro’liçeyi en güzel çıkartabildiğim yer orası. (Simsiyah öküzella Türk)

- Bir yandan şarap kurslarına gidip şarapla ilgili ıncık cıncık her şeyi öğrenmeye, Nişantaşı’nda şık bir kafeye gidip üç parmak kalınlığında (aman ha dövülmemiş olacak, döverim!) ve mutlaka midyumreaar (orta ile az pişmiş arası) bonfile lüpletmeye, CNBC-e’deki Amerikan dizilerini (altyazılarını okuduğumu çaktırmadan) izlemeye bayılıyorum (Ay ay ay ecnebi ülkelere gitmiş, gusto takıntılı, özenti kireç Türk)

- Öte yandan sinirlenince cinsel içerikli, kadınları aşağılayan, iğrenç ötesi, annem duysa iki terliğini birden kafama fırlatacağı küfürleri etmekten kendimi alamıyorum (Edepsiz, sinirli, öfke kontrolünden de bihaber zenci Türk)

- Bir yandan Mahsun Kırmızıgül’ün klişeler klişesi, “meşaz” bulamacı, zırva senaryolu filmlerini küçümsüyorum (Çok film seyrettim ben, yemezler havasını basan monşerella abla ak Türk)

- Öte yandan Recep İvedik 3’ü seyrederken gülmekten geberiyorum.. (Allah belanı vermesin senin zift kuyusu Türk!)



Şimdi soruyorum. Sayın Ertuğrul Özkök, Sayın Eyüp Can ve sayın Yurtsan Atakan beyaz Türk var mıdır yok mudur diye harıl harıl tartışırken..

BEN NEYİM?

(Bkz: Akıl karışması.)
(Bkz: Kimlik bunalımı)
(Bkz: Koy totosuna rahvan gitsin)

Tecavüze tecavüz

- Hıncal Uluç’a (bir gün bu da olacakmış!) arka çıkmak durumundayım. Derdini yanlış anlatmıştır.

- Bu ülkede tecavüz edilen kadınlar öldürülmektedir. Travması, post travması başka bir konu, aile kararıyla çatır çatır öldürülmeleri ayrı bir konudur.

- Hıncal Uluç, öldürülmemeleri için bir “şey” önermiştir. Tecavüz sıradan kabul edilsin, tek gecelik ilişki sayılsın, bari kızlar sağ kalsın demek istemiştir.

- Bu öneri iyi niyetli olabilir ama Mahsun Kırmızıgül’ün filmleri gibi bağlantısız ve tutarsızdır. “Tecavüze uğrayanı öldürelim” diyen kesim için tek gecelik ilişki diye bir şey mi var ki “ha o zaman tamam yaa.. Önemli değilmiş. Tek gecelik ilişki yaşamış yav, bırakın keyfini sürsün” desinler???

- Tek gecelik ilişki diye bir kavrama sahip kesimler içinse aile efradı tarafından öldürülmek gibi bir tehlike zaten yoktur. Post tecavüz travması vardır. Hıncal Uluç’un iddia ettiği gibi iş kaybetme durumu, illa da pavyona düşme durumu olur mu emin değilim. Ama aksini iddia da edemem.

- “Tecavüz sayma da tek gecelik ilişki say abisi!” önerisi (yapacağım benzetme için kusura bakılmasın) mezbahada kesilmek için sıra bekleyen bir ineğe “yemeğine dikkat edersen 15 yıl daha yaşarsın” demek gibi bir şey. Tek gecelik ilişki ile tecavüz arasında bir fark addedilmediği için kızlar öldürülüyor zaten! (aynı kapıya varıyor yani)

- “Tecavüz sıradanlaşsın” önerisi ne öldürülen kızlara yarar ne de öldürülmeyen. “Tecavüze uğrayanı öldürelim” diyen kesim için tecavüze uğramak da tecavüze uğramışı öldürmek de ZATEN sıradandır.

- Öbür kesim içinse durduk yerde bir tehlike yaratmaktır. Bir takım adamları tecavüze teşvik etmek demektir. (“Canım adını tecavüz koymayalım da tek gecelik ilişki koyalım ne var yani”)

- Devlet ise YouTube kapatmakla meşgul olduğu için asli vazifesini yapmıyor/yapamıyor. Bu tecavüze uğrayıp öldürülen zavallı kızları korumaktan acizdir. Gizli bir takım yurtlar var evet, tecavüze uğramış ve aile tarafından öldürülme kararı alınmış kızlar bu yeri gizli yurtlara yerleştiriliyor ancak bu yurtlar hem çok yetersiz ve çok perişan durumda hem de kızların buradaki hayatları hapishane hayatından farklı olmuyor. Zira “öldürücüler” yani öldürme görevi verilmiş olan aile fertleri güya gizli bu yurtları bulup etrafında 24 saat nöbet tutuyor. Olur da kız başını çıkartırsa “temizlesinler” diye.

- Hıncal Uluç “tecavüz konusunda ciddi çalışmalar yapılması lazım” konusunu yanlış bir öneriyle de olsa hortlatmıştır, iyi yapmıştır. Daha iyi öneriler bekliyoruz.

Yazının devamı...

New York’ta 25 tutarsızlık, 55 sıkıntı

Ön yargılarımızdan arınıp gittik filme kankiyle. Nerede?

Fatih “Historia” (nereden bulurlar bu acayip isimleri?) Alışveriş Merkezi’nde. Bir pazar akşamı, gitmek istediğimiz seansa biletler çoktan tükenmiş, 21:30’a ancak bulabiliyoruz. Önce alışveriş sonra film ikilisi (mecburen) yerine getiriliyor. (Bkz: “Kadınları bir alışveriş merkezine kredi kartıyla asla bırakmayacaksın”)

AVM’ler Fatih Etiler - Alsancak ayrımı yapmıyor.

Vitrinler mini etekler, şortlar, şimdi çok moda olan fetiş ayakkabılarıyla dolu.

Salon hınca hınç dolu. Üstelik film iki salonda birden oynuyor. Salonun yarısı kadın, kadınların yarısı da başörtülü.

Filmin bir yerinde Hacı (Haluk Bilginer) ve Fırat (Mahsun Kırmızıgül) Kur’an’dan cinayet işlemekle ilgili ayeti hem Türkçe hem Arapça aynı anda okuyorlar. Arkamdaki örtülü hanım sessiz bir “ya Allah” çekiyor.

“New York’da 5 Minare” herhalde şimdiye kadar gördüğüm en güzel çekilmiş en berbat senaryolu film. Bu kategoride açık ara birinci olur. Yazık ki film festivallerinde böyle bir kategori yok. Acil konulmalı zira Mahsun Ağbi belli ki durmayacak.

Bu kadar para, bu kadar emek, bu kadar gaz neden senaryo için DE harcanmaz diye düşünüp durduk şimdi ismini veremeyeceğim kankimle. Neden ortada başarılı bir sürü senarist varken (bkz: dizi senaristleri) bu kadar bağlantısız, kopuk, adamı aptal yerine koyan bir senaryo çekilir? Neden? Veya madem şimdi Kürtçe “in” (bkz: filimin 1 sahnesi) o vakit şöyle diyeyim: Ji bo çi ha, ji bo çi?

Güzel uçak çekimleri, güzel patlamalar, yakışıklı oyuncular var diye (kimdir mesela o ülkücüyü oynayan yağız delikanlı? Pek yahşiymiş. Var mı tanıyan, eden?) “ay işte güzel güzel seyrettik, aksiyon aksiyondur, hem de yerli malı” demek zorunda mıyım? Ben o kadar görmemiş miyim?

Bir kez daha anladım ki Hıncal Uluç kesinlikle sağlam bir anti referansım. Onu daha dikkatli izlemeliyim. Zira şimdi gugıllayınca gördüm ki filmi beğenmiş! Dahası beğenmeyenlere de ayar vermiş! H.U. ile bugüne kadar tek bir konuda aynı şeyi düşünmemiş olmamız da acayip değil midir? (Bkz: “Doğru yoldasın kızım, devam et”)

Fakat bu senaryoyu sen ben yazıp götürseydik yemin ederim “tutarsız, amatör, bağlantısız, mantık hatalarıyla dolu, yeniden yazılmalı” diye Mahsun Kırmızıgül de Hıncal Uluç da suratımıza atardı. (Bkz: “He walla..”)

Peki o zaman Hıncal Bey cevap versin: Bir polis teşkilatı nasıl oluyor da bir elemanının kan davası yüzünden 10 yıl boyunca maymun edilebiliyor? Hiç mi “dabıl çek” diye bir şey yoktur koca Türk Polis teşkilatında? Hadi diyelim yediler, peki o vakit aynı zaaf dolu teşkilat nasıl oluyor da bir video bant sayesinde Türk El Kaidesi’ni yarım gün içinde çökertebiliyor? Bunu yapabilen, 10 yıl boyunca neden armut topluyor? Hamamcılardan, hemşirelerden sonra komiserleri de istiyoruz film “pirotesto” ederken. Bu sefer destekleyeceğim üstelik!

Madem baş karakterimiz “Hacı”.. Yahu adam hakkında adam gibi bir geçmiş öğrenme hakkımız yok mudur? Bitlis’ten çıkıp nasıl Amerika’ya gitmiş, Kürt aksanına rağmen nasıl öyle temiz bir WASP İngilizcesi öğrenmiş, nasıl zengin olmuş, neden ultra seksi bir Hristiyan abla ile evlenmiş, o ulta seksi abla kimdir, Müslüman cemaat niye o kadar seviyor bu adamı, gücü nereden geliyor? Bilmiyoruz.

Öte yandan 10 günde 1,5 milyon insan da gitmiş izlemişse demek ki bu halk da beş altı mesaja, bir zikir sahnesine, bir sema ayinine, Müslümanlığı ve Türklüğü savunan üç beş lafa, iki patlamaya, 230 kurşuna, 10 ölüye ve bir kan davasına tav! Yapacak bir şey yok demek ki. Formül bu senarist arkadaşlar. Yormayın gri hücrelerinizi. (Bu arada Türk sinemasında daha kaç adet zikir sahnesi çekilecek? Batlıların alakasız sevişme sahnelerinin replasmanı artık “zikir” midir TR sinemasında? Bari konuyla ilişkilendirin yav!)

Yazının devamı...

Hazine Müsteşarlığı! Ödeviniz bekleniyor

Egemen Bağış ile Atina-Brüksel-Dublin hattını VIP uçtum ve bunu böğüre böğüre yazdım diye çok kızmış bir takım arkadaşlarlar. (Bkz: “Çok umurumdu” maddesi) Biri de yediğin içtiğin sende kalsın bize AB konusunda ne öğrendin onu anlat bari demiş.

Emriniz olur.

Son durum şu: 22 Aralık tarihinde Avrupa Birliği-Türkiye arasında devam eden müzakerelerde en önemli fasıl olan “rekabet” başlığının açılması için geri sayım başladı.
Bu ne demek? AB’nin yasalarına uyum anlamına gelen müzakere sürece 35 ayrı başlıktan oluşuyor. Şu ana kadar Türkiye 10 başlıkta müzakereleri açtı fakat 18 başlıkta Kıbrıs sorununa ve Fransız engeline takıldı. O yüzden askıda.

Yine Türkiye’nin limanlarını Güney Kıbrıs’a açmamasının cezası olarak Türkiye başlıklardan hiçbirini kapatamıyor.

Ankara’nın geriye açabileceği üç başlığı kalıyor: Rekabet, kamu alımları ve sosyal politika.

Bu başlıklardan sadece rekabetin açılması mümkün görünüyor.

Rekabet deyip geçmeyin, zira bu en önemli fasıl. Devleti şeffaflaştıracak bir süreç. Devlet yardımlarının AB standartlarına uyum sağlayabilmesi için açılması gereken bir başlık ve bu başlığı açılması için öncelikle şimdiye kadar verilen sübvansiyonlara ilişkin bir envanterin çıkarılması lazım.

Yani Ankara’nın ev ödevlerini yerine getirmesi gerekiyor.

Bu ev ödevini yapacak olan kurum Hazine Müsteşarlığı. Bir iki gün içerisinde devletin verdiği sübvansiyonların envanterini çıkartmazsa bu faslın 22 Aralık’ta açılması hayal olacak. Normal olarak bir faslı açabilmek için 8 haftalık bir bürokratik süreç gerekiyor. Ankara’nın önünde ise 5 hafta var. Geri sayım ise başladı. Ev ödevini zamanında teslim edememek ise bir ‘sömestre kaybetmek’ manasına geliyor.

Şimdi: Bu son fasıldır ey gönlüm nasıl geçersen geç durumu olmaması için Hazine’nin çok sıkı çalışması lazım. Yoksa sınıfta kalacağız.

(Bu kadar teknik bir bilgiyi ancak bu kadar net anlatılabilirdi. Yardımları için Sabah Gazetesi Brüksel Temsilcisi ve Brüksel - Dublin VIP yol arkadaşım Duygu Leloğlu’na sonsuz mersiler.)

Eski Kafa: Faydası zararının olmaması

Geçen hafta “şimdi dostlar, yeni evimi kutlamak için tek başıma sampanya (fakir şampanyası, şarap + soda) içeceğim” demiştim ya..

Kendimi “Eski Kafa”da kızılcık şerbeti içerken buldum iyi mi.. Yeni evimi, hayli masum bir şekilde kutladım. Ne diyeyim, hayırlısı..

“Eski Kafa”, Fatih At Meydanı’nda bir kafe. Daha önce Pucca Living’de okumuştum, adı hoşuma gitmişti. Aklımın bir köşesinde vardı hep. Arkadaşım Esra Elönü çağırınca, gittim ve çok sevdim. İşte erken inen bir pazar akşamı yine oradayım.

Sloganları “Faydası, zararının olmaması”. Fosur fosur içilen sigaraları saymazsak (tabi bunda tesisin suçu yok) hakikaten öyle. Nefis bir ayva çayı yapıyor sahibi Mevlana Bey. Ortadaki mangalın üstünde fokur fokur kaynayan bir çaydanlığın içinde meraklısına servis ediliyor.. Tarçınlı, zencefilli bir çaylar daha var ki tam bir grip savar.
Entelektüel muhafazakarların takıldığı yer diye geçiyor adı. Star Gazetesi yazarı Elif Çakır’la Sabah Gazetesi yazarı Sevilay Yükselir’in Kemal Kılıçdaroğlu’nu (CHP’nin genel başkanı olmadan 1-2 ay önce) getirdiği ve Kemal Bey’in “türban sorununu biz çözeriz” dediği yer aynı zamanda.

Kapının üstünde “Eski deliklerden yeni bakışlar” yazıyor..

Değerlendirmeye değer bir söz..

Yazının devamı...

Bakan’la gezmenin dayanılmaz hafifliği!

Bugüne kadar köşecilerden sadece şöyle şeyler okurduk: “Filanca bakanla New York’a uçuşumuz sırasında uzun uzun sohbet ettik.. Füze kalkan projesi konusunda ilginç yorumlarda bulundu. Hede dedi hödö dedi..”

Başka? Başka bir şey yok. Temaslar, temaslar, analizler, analizler..

Kimse özel uçakla VIP uçmanın ne gaddar kıyak bir şey olduğundan söz etmiyor! Sanki analarının karnından VIP doğmuşlar!

Yerim ben onları! Hiiiiç kimse kusura bakmasın, görmemişin bir VIP seyahati olmuş, bırakın anlatsın! Bırakın döksün içindekileri!

(VIP’de doğmuş büyümüşler gitsin Güneri Cıvaoğlu okusun, ne diyeyim. Burası işçi kızının köşesi.. (Bkz: Beğenmeyen dinlemesin orkestrası) Ayrıca hakaret edeceklere, iktidar yalakası vs vs diyeceklere şimdiden söyleyim: BİR) Umurumda değil. İKİ) Mail kutum doldu. Evet g-mailini doldurmayı başarmış dünyadaki tek insan herhalde benimdir. Dolayısıyla mektuplarınız bana ulaşmayacaktır.

Şimdi ey sıradan halkım! VIP, yani “çok önemli kişi”nin seyahati pek başka oluyormuş. Gelin Ahmet Hakan gibi madde madde takılalım:

* Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın Atina, Brüksel ve Dublin temaslarını takip etmek üzere 3 gün 3 şehirlik gezimizi ATA uçağıyla yaptık. Hatırlarsanız ATA uçağını yıllar önce Turgut Özal aldırmıştı ve zamanında çok tartışılmıştı. Ne gerek var diye Demirel dünyanın lafını etmiş ama sonra kendisi de bol bol kullanmıştı.

* İtiraf edeyim: Küçük bir jet gibisi yok. Biblo gibi! Al, evinin önüne park et. (Bkz: “Ya ne demezsin” maddesi..) 19 kişilik. Kanatlı bir otobüs de denilebilir. Otobüsün daha yakışıklısı diyelim.. (Vikipedi’de şöyle yazıyor: “ATA: Türk Hava Kuvvetleri tarafından başbakanlığın emrinde kullanılması için tahsis edilmiş VIP Business jet uçağı. Gulfstream Aerospace Gulfstream IV model jettir. Bu uçağın en önemli özelliği 7815 km uzunluğunda menzile sahip olmasıdır.”)

* Döşemede bej renkleri hakim. Rahat geniş koltuklar, açılır kapanır masalarla daha çok lüks teknelere benziyor içi. Amerikan zevki gibi geldi bana.

* Tuvaleti hayatımda gördüğüm EN ama EN süslü tuvalet. Bir “kitsch” sergisinde başyapıt olarak sergilenebilir. O kristal görünümlü bataryalar, o altın rengi lavabo, o kumaş çiçekler.. Bitirdi beni bitirdi..

* ATA uçağının personeli memleketin herhalde açık ara en tatlı, en güleryüzlü, en muhteşem personeli! Kendi evlerinde ağırlıyorlarmış gibiydiler. S. Hanım fırın sütlacı reddettiğim için neredeyse sitem edecekti. Cennet, ATA uçağı gibi yer olmalı.

* Mönü inanılmazdı. Bana mısın diyen bir alakart restorandan daha çok seçenek vardı. Ve bu seçenekler her gün değişiyordu. Lüfer, pazı sarma, dana külbastı, sebzeli tavuk, kapuska, domatesli pilav, ravyoli, mercimekli bulgur, islim kebabı, Brüksel usulü midye..

* Mönüyü twitleyince “vergilerimiz nereye gidiyor belli oldu” diye bir cevap geldi. Pekala o zaman şöyle diyeyim: Evet vergilerin bir bölümcüğü benim mideme gitti ama unutmayın ki ben de bir vergi mükellefiyim ve yaptığım minicik bir iş yüzünden 2 yıldır çılgınlar gibi vergi vermekteyim. Maaşımdan da vergi kesildiğini düşünürseniz 3 günlük yemeği kendime fazla fazla paraya ısmarlamış sayılırım. Kimse zır zır etmesin yani. Ben onları ödedim sayılır.

* “İyi uçağı anladık da VIP olmak nasıl oluyor?” derseniz şöyle diyeyim: Heyet katiyen havaalanı binalarına girmiyor, kendi araçlarıyla direkt aprona giriyor, uçağın önüne kadar gidiyor ve uçağa binip gidiyor. Şahane bir şey.

* Peki bütün bunların bedeli ne? 2 kilo 100 gram! “Devlet malı” diye belli ki kendimi fazla kaptırmışım. 2 gündür rejimdeyim.

* Peki kendini VIP olayına kaptırıp Dublin’de bavulunu uçağa yüklemeyi unutan sersem gazeteci kim? Ben. Bavulum, yalnız yalnız arkamdan tarifeli uçakla geldi. Demek ki neymiş? İrlandalı Jo’lara güvenmeyeceksin.

* En fenası VIP’ten NIP’liğe yani not-important-persona geçmek. Yine sıralar, yine “bekleyin”ler.. Ah ah.. Adapte olmak zor olacak.

* Bu kadar. Dağılabilirsiniz.

Yazının devamı...

Bağış’tan İrlandalılara: Enseyi karartmayın!

Bir gün bunu duyacağımı hiç düşünmezdim. İrlanda biliyorsunuz fena halde batmış durumda. Fakat Avrupa Birliği’nin vermek istediği parayı “bağımsızlık” adına (bkz: “fakir ama gururlu genç” maddesi) kabul etmiyor.(Yunan iştahla almıştı hatırlarsanız..)

Dublin’de AB İşleri Bakanı Dick Roche ile görüşen Devlet Bakanı ve AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış, toplantı akabinde yaptığı basın toplantısında “İrlandalılara mütevazı tavsiyem, morallerini hiç bozmasınlar, biz de bu yollardan geçtik. 2001’de bir gecede faizler yüzde 8000’e çıktı, bankalar, şirketler battı ama şimdi yılda yüzde 10’luk bir büyüme hızıyla Avrupa’nın en hızlı büyüyen ülkesiyiz” dedi.

Buna benzer bir espriyi hatırlarsanız 2003’de Eurovision’da birinci gelen Sertap Erener, sonuncu gelen İngilizlere yapmıştı. “Bize ne tavsiye edersiniz?” diyen İngiliz muhabire “Siz de 20 yıl çalışın, kazanırsınız..” demişti.
Bugün bakanımız aynı lafı edebiliyor.

Nereden nereye geldik.

Allah utandırmasın.

Dini özgürlükler ödülü

Dünkü yazımda Brüksel’de “Uluslar arası Archon Dini Özgürlük Konferansı”nda olduğumu söylemiştim.

Üç gün süren konferansı, merkezi New York’da bulunan ve İstanbul’daki Ekümenik Rum Patrikhanesine bağlı Aziz Havari Andrew Tarikatı düzenliyor. Kimdir bunlar? Genel olarak Ortodoksların dini özgürlükleri üzerinde çalışan bir kuruluş.

Konferanslar dizisinin ilk gününde Başmüzakereci ve Devlet Bakanı Egemen Bağış’a “Türkiye’deki dini azınlıkların lehindeki olağanüstü çalışmaları ve farklı kültürler ve uygarlıklar arasında köprüler inşa etmesinden dolayı” ödül verildi.

10 yıl önce böyle bir konferansa devletten her hangi birinin katılması söz konusu bile olmazdı. Bırak katılmayı, konferansın yapıldığı şehre bile gidilmezdi. Eleştirilere kulaklar kapanır, görmezden gelinirdi. Zaman değişti ve şimdi bir bakanımız gayri Müslimlerin dini özgürlükleri konusunda yaptığı çalışmalardan dolayı Ortodoks bir tarikattan ödül alabiliyor! Konferansın tam adı “Dini Özgürlük: Avrupa Birliğine Türkiye’nin köprüsü”
Türkiye’den konuşmacı olarak bir çok isim katıldı. Ermeni Patrik vekili Aram Ateşyan, Gazeteci yazar Mustafa Akyol, Alevi Dernekleri başkanı Doğan Bermek, İnsan Hakları savunucusu Orhan Kemal Cengiz, Rum Ortodoks Patrikhanesi Avukatı Kezban Hatemi, TESEV’den Dilek Kurban, Vakıflar Genel Meclisi Cemaat Vakıfları Temsilcisi Lakis Vingas, Galatasaray Üniversitesi’nden Emre Öktem hatırladıklarım ver dinlediklerim arasında.

Bugüne kadar hiçbir bakan “Patrikhanenin varlığı bizim zenginliğimiz ve gücümüzdür” demedi. Bu laf azınlıklara olan bakışın temelden değiştiği manasına geliyor. Fakat ekümeniklik ve Ruhban okulu konusu ise yine havada kaldı.

Bakan konuşmasını yaptıktan ve gittikten sonra toplantıyı izlemeye devam ettim. Kezban Hatemi çok dokunaklı bir konuşma yaptı. “Ödül verildi, güzel sözler edildi ama hala esaslı bir aksiyon yapılmıyor. Şu an karşımızda bir cevap verenimiz yok” dedi. Toplantıda en büyük vurgu Vakıflar Kanunu’nundaki düzenlemelere yapıldı. Özelikle istimlak edilen gayrı Müslim Vakıfların mallarının iadesi neredeyse ana konuydu. Hükümetin bu konudaki samimiyetinin turnusol kağıdı galiba bu.

Brüksel! Ne fena bir yersin sen

* Atina’dan sonra Brüksel çekilir gibi değil. Merkezdeki hap kadar tarihi yeri dışında bir şehir bu kadar mı ezer insanı? Bu kadar kimsesiz hissettirir? Koca binalar bu kadar mı ulaşılmaz olur? Taksi bu kadar mı yoktur? Araba seli içinde yürürken bu kadar mı görünmez hisseder kendini insan?

* Şehirde hemen hemen herkesin üzerinde bir yaka kartı var. Herkes konferanslara girip çıkıyor, sonra da yaka kartını çıkarmaya unutuyor. Caddeler siyah takım elbiseleri ve yaka kartlarıyla salak salak dolaşan binlerce insanla dolu.

* Brüksel’de aşk mümkün olabilir mi diye düşünmeden edemiyorum. Anti-romantik şehirler top ten’de Moskova ile rahat rahat yarışır.

* İnternetin en pahalı olduğu şehir aynı zamanda. 24 saati 25 euro. Yok ben sadece yazımı yollayacağım, 1 dakika yeter desen de fark etmiyor. Haşırt tam gün almaya çalışıyorlar. Cimri ve artık aynı zamanda borç altındaki bu yazarınız isyan ediyor (haliyle)

* Fakat daha büyük rezalet: İnternet için 25 Euro talep edildikten sonra “pardon internetlerimiz kesikmiş” cevabını almak! (Bkz: Conrad Hotel) Bu arada “gir bir Starbucks’a bağlan internete diyenlere kafa atarım. Orada da paralı.

* Aç bir parantez daha: Sayın Türkiyeli operatörlerimiz! Data roaming konusunda bir kolaylık sağlamaya niyetiniz yok mudur? Sizin tarifeleriniz de akıl almaz boyutlarda.

Turkcell’in Avrupa internet paketi günde 25 lira! Üstelik sadece 25 MB! Kusura bakmayın ama manyaklık bu! Kazığın da bir haddi hududu var. Bana internet kullanımı dahil adam gibi yurtdışı paketi sunan ilk operatöre geçmezsem ne olayım.

Yazının devamı...

Namaza yumurtalı Yunan saldırısı

Dün dediğim gibi Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın Avrupa temaslarını izlemek üzere 3 şehirlik bir geziye çıkmış bulunuyorum. İlk durak Atina idi. Dün gece Brüksel’e geçtik. Bu gece de Dublin’e geçeceğiz.
Atina’yla ve bakan takibiyle ilgili daha esprili şeyler yazacaktım fakat Brüksel’de Uluslararası Archon “Dini Özgürlük” konferansını izler ve tam da Türkiye’deki Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, Musevilerin Alevilerin hayli kısıtlanan dini özgürlükleri masaya yatırılmışken, haber alıyorum ki Atina’da Atiki Meydanı’nda bayram namazını kılmaya çalışan Müslümanlara Yunan aşırı sağcı fanatikler yumurta atmış, cemaat imamın sesini duymasın diye etraflarında yüksek sesle çiftetelli çalmışlar.
Atina ne kadar utansa azdır herhalde. Medeniyetin beşiğinden geldikleri günlere bak! Ne kadar ayıp, ne kadar insanlık dışı bir hareket.

Mesele şu: Atina’da işler durumda bir cami yok. Osmanlı zamanından kalma bir iki güzel camii var fakat ikisi de amacı dışında kullanılıyor.

Atina’da neredeyse 250 bin Müslüman yaşıyor. Türk, Arnavut, Kosovalı, Pakistanlı, Bangladeşli, Afgan.. Dünyanın her yerinden gelmiş veya doğma büyüme buralı 250 bin Müslüman. Çoğunun artık oturma izni var, ev almışlar, vergilerini veriyorlar

Ve Müslümanların namazlarını kılacakları TEK bir camileri yok. Atina HavaalanıInda yola çıkmadan evvel dua edebilecekleri TEK bir mescitleri de yok. Daha fenası ölülerini gömebilecekleri bir mezarlıları yok. Cenazeleri ya Batı Trakya’ya ya da memleketlerine gönderiyorlar.
Bu kadar dindar bir ülkenin başkentinde başka dinlere müsaade yok.


Teselli edici olan tek husus Atina Polisi’nin duruma çok sıkı müdahale etmesi. Fakat yeter mi? Yetmez çünkü cami yapmamak bir “derin devlet” politikası olarak tıpkı Türkiye’de (tersinden) olduğu gibi burada da mevcut.
12 yıldır cami yapılması tartışılıyormuş Atina’da. Kilise önce karşı çıkarken (ve devlet de buna kendini yaslarken) bakmış olacak gibi değil onayını vermiş. Onun üzerine hükümet de tamam demiş ama sonra “derin devlet” devreye girmiş, oraya mı yapılsın, buraya mı, onun parasıyla mı bunun parasıyla mı, mimarisi şöyle mi olsun böyle mi derken..

Müslümanlar her geçen gün artmış ve işte sokaklarda kılınan bir bayram namazı sonunda ortaya bir yumurta rezaleti çıkıyor..

Meselenin içinde Yunanistan’ın kötü durumdaki ekonomisi de var elbette. İşsizliğin yüzde 12’ye çıktığı günlerde göçmenler anlaşılan bir hayli “sinir” bozuyor. Meydanda namaz kılmaları da bu siniri “patlamaya” dönüştürüyor.


Rum Ortodoks Kilisesi’nin 15 Ağustos Meryem Ana gününde Trabzon Sümela Manastırı’nda, Ermeni Ortodoks Kilisesi’nin de 17 Eylül’de Van Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi’nde yapılmasına izin verilen ayinleri bildiğiniz gibi takip etmiş, olumlu yönde haberler yapmıştım.

Akabinde bir hazımsızlık reaksiyonu veren MHP, Ani’deki Fethiye Camii’nde bir “gösteriş” namazı kılmıştı. Ben de demiştim ki becerebiliyorsanız Atina’daki Fethiye Camii’ni namaza açın. Ufaktır mufaktır ama cami camidir.
Şimdi bu teklifimi (bu sefer gayet ciddi ve samimi olarak) tekrar ediyorum.

Türk Yunan ilişkilerinin en iyi olduğu bu günlerde bu konuda iyi niyetli bir ısrar Müslüman dünyasında çok iyi bir reaksiyon alacaktır.

Yapılacak olan çok basit: Türk tarafı Heybeli’deki Rum Ruhban Okulun tekrar açılmasına izin versin, Atina’da da cami ve mezarlık yapılsın.

Derin devlet her iki tarafın yakasından düşsün.
Benim Bayram dileğim de budur. Derin devletlerden kurtulma..

Yazının devamı...

Papazla “kafir” başkanın yemin savaşı

Başmüzakereci Egemen Bağış’ın AB görüşmelerini takip etmek üzere Hürriyet Gazetesi’nden Gila Benmayor ile beraber Atina’dayız. (Ben de yakında baş müzakerecinin baş muhabiri gibi bir şey olacağım ya, du bakalım hayırlısı.. Bu arada başmüzakerecinin Yunancasını öğrendim: Arhidiapragmateftis!!! 19 harf! Deli bunlar! 19 harflik kelime mi olur yahu!)

Fakat harikulade bir gün. Tam bir pastırma yazı. Ama öğreniyorum ki zaten kış hep böyle geçermiş bu şehirde. (Kuşadası’yla aynı enlemde)

Bugün AB görüşmelerinden söz etmeyeceğim.. Zira daha bir şey bilmiyorum.

Ama hazır gelmişken Yunanistan yerel seçimleri hakkında öğrendiklerimi anlatayım da biraz eğlenin.

Yunanistan iki haftadır seçimle yatıp kalkıyor. Belediye başkanlarını ve bölge valilerini seçmeye çalışıyorlar.

Geçen hafta birinci tur yapıldı. Buradaki seçim sistemi şöyle: Birinci turda yüzde 42 üzerinde oy alanlar direkt belediye başkanı veya vali seçilir. Ama kimse yüzde 42 oranında oy alamamışsa o zaman en çok oy alan iki aday ikinci tura gidiyor.

İşte ikinci tur bu Pazar yapıldı.

Ve beklenmeyen iki şey oldu. Atina ve Selanik’te PASOK kazandı.

Niye beklenmeyen? Çünkü PASOK 1,5 yıldır iktidarda ve fena halde yıpranmış durumda. Ülkenin kötü ekonomik durumu sebebiyle aldığı emekli maaşlarında kesinti yapmaktan IMF reçetesini harfi harfine uygulamak gibi önlemler halkın hiç hoşuna gitmiyor. Bunma rağmen Atina ve Selanik biri 33 biri 23 yıl sonra belediye başkanlığını Yeni Demokrasi Partisinden PASOK’a yani sağcılardan solculara kaptırmış durumda.

Yunan gazetecilerle konuşuyoruz hepsinin dilinde yeni Selanik Belediye başkanı.

Yannis Butaris hakikaten ilginç bir adam. Yunanistan’da çok bilinen Butaris marka şaraplarının sahibi. Çok zengin. 68 yaşında. 2000 yılından beri sol taraftan siyasetin içinde.

Hayli hızlı bir gençlik geçirmiş. Anarşist. Futbola düşkün. Selanik’in Aris takımını tutuyor ve her yıl dünyanın parasını da veriyor. Ama kulüp başkanlığı gibi bir derdi yok.

Sonra alkol batağına düşmüş. Kolonya içmeye kadar vardırmış işi. Uzun süre tedavi olmuş. Bunu da saklamıyor. 1991 yılında son viskisini içmiş ve kendi deyimiyle yeniden doğmuş.

Doğacı, çevreci, anarşist, solcu enteresan bir insan.

Fakat en ilginç yanı kiliseye karşı olması. İşte seçim kampanyasını dillere destan hale getiren de bu.

Selanik’in Metropolit’i (piskopos) hayli bağnaz bir adam. Domuz gribi salgını sırasında ayin sırasında ortak şarap kasesi kullanılmasın denince “Bunlar kutsal. Grip mrip bulaştırmaz” diyebilen biri. Atina’daki Omonia meydanındaki zencileri görüp “Burası kapkara olmuş. Yakında El Kaide’nin şubesini Atina’da açarlar..” diyebilecek kadar da ırkçı.

Butaris ile Selanik Metropolit’i (piskoposu) Antimos arasındaki çekişme Butaris’in karısının ölümüyle başlıyor. Butaris’in kanser olan karısı öldükten sonra yakılmayı vasiyet etmiş. Butaris karısını kilisede bir ayinden sonra yakmak istemiş. Metropolit şiddetle karşı çıkmış. “Yakılmak isteyenin kilisede işi ne? Ayini caiz değildir” demiş.

Butaris tartışmayı bitirmemiş ve Selanik’te bir krematoryum açılması için kampanya başlatmış.

Ardan zaman geçiyor Butaris başkan adayı oluyor. Bir toplantıda Butaris Metropolit için yobaz manasında “mücahittin” diyor. (Yunanca kelime aynen böyle!) Ve ipler kopuyor.

Metropolit onu dinsiz ilan ediyor, Butaris onu fakirlere yardım yapacağına kılık kıyafetine para harcamakla suçluyor vs vs.

Fakat esas kıyamet Ekim’de, Butaris, Selanik’in azizi Aziz Dimitrios günü kiliseye gidince kopuyor. Metropolit onu orada görünce köpürüyor ve herkesin gözü önünde “Senin burada ne işin var? Bilesin ki ben yaşadığım sürece sen belediye başkanı seçilemeyeceksin” diyor.

Fakat ne oluyor? Selanik halkı Butaris’i seçiyor! Ve geleneğe göre seçilen kişinin başkanlığa başlamadan önce dini bir yemin töreni yapması gerekiyor. Ve bu tören de daima şehrin metropoliti tarafından yönetiliyor.

Hadi bakalım! Şimdi herkes merakla bekliyor. Selanik Metropolit’i Antimos Butaris’i yemin ettirecek mi ettirmeyecek mi? Lafını yutacak mı yutmayacak mı? Ve bu ülkede laiklik diye bir tartışma yok ne acayip değil mi?



Atinalılarla İstanbulluların ortak özellikleri

- İkisi de kapalı tuvalet kapısını tıklatmak yerine açmaya zorluyor

- İkisi de korkunç araba kullanıyor

- İkisi de sigarayı yere en ufak bir suçluluk duymadan atıyor

- İkisi de kadınlara dik dik bakıyor

- İki tarafın esnafı de kasanın arkasında bezgin bezgin oturuyor

- İkisi de sokaklarda yaşıyor.. Durmadan hareket var

- İkisi de eğlenceye doymuyor, sabaha kadar suyunu çıkartıyor

Yazının devamı...

Gel gör bizi HES neyledi...

Gözümüzün içine baka baka yalan söyleniyor. Tüm dereler satıldı ama “satmadık, 49 yıllığına su kullanım hakkını verdik” deniliyor.

Üstelik, dereleri satanların kendilerini vatanı en çok seven ilan ederken “Bu su milletindir şirketlere vermeyin” diyeler vatan hainliğiyle suçlanıyor.

Yetmiyor ekranlara çıkarak derelerini koruyan insanları hedef gösteriyorlar.

“Bunlar yabancıların, lobilerin maşası” diyorlar ama dereleri sattıkları şirketlerin hemen hepsinin yabancı ortaklı olduğunu kamuoyundan saklıyorlar.

Satarken enerjide bağımsızlık diyorlar ama, bütün suları şirketlere satılan bir milletin nasıl bağımsız olabileceğini açıklayamıyorlar.

Doğayı koruyacağız diyorlar ama koruma altındaki alanların bile yağmalanmasının önünü açmak için yasa hazırlıyorlar.

Gözlerimize baka baka yalan söylüyorlar.

Bazen yaşadıklarımın bir kabus bir şaka olduğunu düşünüyorum.

Ancak ne zaman bir dereyi, bir kuşu bir çiçeği görsem ya da düşünsem aklıma Çevre ve Orman Bakanlığı geliyor ve kendimi gerçeğin ta kendisinin içinde buluyorum.

Hem de öylesine gerçek ki

Geçenlerde deresi için mücadele eden bir arkadaşımla dertleşiyordum.

Bana “Ben dinden anlamama karşın buraya gelip dereyi satın alarak iş makineleriyle doğayı altüst edenlere büyük günah işlediklerini; antikapitalist olmama karşın şirket yetkililerine kapitalizmin bile bir ahlakı olduğunu anlatmaya çalışıyorum” dedi.

Ben de çok anlamam ama biraz araştırdım.

Müslüman Müslüman’a bunu yapar mı kitapta yeri var mı diyeÖ

Elbette kimin ne olduğunu söylemek bana düşmez. Hele din konusunda.

Ama Kuran-ı Kerim’de Rahman Suresi’nde “Bitkiler ve ağaçlar (Allâh’a) secde ederler. Allâh göğü yükseltti ve dengeyi koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” deniliyor.

Türkiye’nin bütün derelerini şirketlere satan Çevre ve Orman Bakanlığı’nın akarsuların tamamının akışını keserek bu dengeyi nasıl bozduğunu görmek için hidroelektrik santrali (HES) inşaatı yapılan ya da bitmiş herhangi bir akarsu vadisine gitmek yeterli.

Kuran, suyu hayatın kaynağı olarak işaret ediyor. (Allâh her canlıyı sudan yaratmıştır . MûmÓnûn, 18).

Bizim Çevre ve Orman Bakanlığımız ise suyun ısrarla boşa aktığını söylüyor.

Şunu sormadan da edemiyorum.

Doğaya karşı bu yapılanların Müslümanlıkta yeri var mı?

Bunu bilemem.

Ayrıca kimsenin inancını sorgulamak bana düşmez ama sanırım ben Müslüman’ım diyenin de kendine bu soruyu sormasında fayda var.

Yücel Sönmez

yucel.sonmez@dogadernegi.org

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.