Şampiy10
Magazin
Gündem

Doğayı ne yok eder?

Doğanın hızla yok olduğunu ve bu yok oluştaki insanın payını bugün bilim bize net olarak söylüyor. Diyor ki; Her 13 dakikada bir tür yok oluyor ve bu yok oluş dinozorların bile yeryüzünden kaybolduğu dönemin 1000 katı hızla gerçekleşiyor. Nedeni ise insan...

Peki insan ne yapıyor da doğa bu kadar büyük bir hızla yok oluyor?

Bugüne kadar gezip gördüğüm, tanık olduğum en somut üç neden...

* Kibir: En doğrusunu ben bilirim, en doğrusunu ben yaparım, en iyi benim gibi bir ruh halinin hakim olduğu bünye her şeyin merkezine kendini koyarak yok etmeye başlar. Önce kendini, ardından başka insanlarla arasındaki iletişim ve ilişkiyi yok eder ve bu süreç dağları denizleri yok etmeye kadar uzanır.

* Rekabet: Doğadaki uyum büyük ölçüde rekabetten değil birliktelikten meydana gelir. Kuş ağaca, ağaç toprağa, toprak suya ihtiyaç duyar ve hepsi birbirini var etmek için büyük bir uyum içinde çalışır. Bu nedenle tüm canlılar birbirine muhtaçtır. İşin özü yaşamak için yaşatmak zorundadır. Rekabet ve kazanma duygusu ise yok etmek, bertaraf etmek üzerine kuruludur. Bunun hakim olduğu bir bünye önce kendi doğasını ardından kendisinin de bir parçası olduğu doğa denen bütünü yok etmeye başlar.

* Bencillik: Doğadaki tüm canlılar ihtiyacı olanı gerektiği kadar alır. Bencil insanda ise bitmek tükenmek bilmeyen alma ihtiyacı vardır. Dereleri enerji, dağları maden, ormanları kereste, denizleri balık olarak görür ve bunların sadece insan ihtiyaçları için var olduğunu düşünür. Sanki gezegende yaşayan tek canlı kendisiymiş gibi her şeyi kendisi için ister ve yok eder.

Başbakan yanlışta ısrar ediyor...

Başbakan’ın Rize İkizdere Vadisi’nin SİT alanı ilan edilmesine karşın önceki gün tepkisini “Sen bugüne kadar neredeydin yahu? Bugüne kadar oraları niçin SİT alanı ilan etmediniz de şimdi HES çalışmaları başlayınca kalktınız buraları SİT alanı ilan ediyorsunuz. Bu ülkede su akar, Türk bakar mantığıyla değil su akar, Türk yapar demeye başladık şimdi önümüz kesiliyor” sözleriyle dile getirdi.

Ciddiye alınır mı bilmem ama ben yine de söyleyeyim.

-Türk yapınca su akmıyor ne yazık ki. O sudan hayat bulan cümle canlının günahını ve ahını almaktansa birkaç HES inşaatına gidip kendi gözlerinizle manzarayı görmeniz gerçeği anlamınıza yetecektir Sayın Başbakan.

-Diyorsunuz ya “Bugüne kadar niye SİT alanı ilan etmediniz”... Yanıtı basit; Bugüne kadar böyle bir yıkım görülmedi ve kimsenin aklına gelmedi de ondan. SİT ilan edilen İkizdere’de 22 tane HES olacağı ve 72 kilometrelik derenin 40 kilometresinin borulara alınarak yok edileceğini kim düşünebilirdi ki!...

Su gerçekten de boşa mı akar?

Su boşa akıyor lafını kim ne zaman nasıl uydurdu bilmiyorum ama bu lafı derelerin üzerine çeşitli mühendislik projeleri yapmak için söyleyenlerin kim olduğunu çok iyi biliyorum.

Önce su boşa akıyor ardından da su akar Türk bakar sözlerini söyleyenler bilin ki sizden üç şey istiyorlar:

1- Yapacakları inşaat projeleri ile vergilerimizi yani paralarımızı...

2- Yaşamın olmazsa olmazı olan tüm canlı yaşamının en temel yaşam kaynağı suyumuzu...

3- İnsan da dahil tüm canlı yaşamı suya bağlı ve bağımlı olduğundan suyumuza el koyarak özgürlüğümüzü...

Yücel Sönmez

yucel.sonmez@dogadernegi.org

Yazının devamı...

Köprü üstüne okur mektubu

Merhaba Mutlu Hanım,

Her zamanki gibi övgüye değer bir yazıya imza atmışsınız, tebrik ederim. Yalnız şu otomotiv endüstrisini işin içine kattığınız yerlerde ciddi sıkıntılar olduğuna inanıyorum. Öncelikle otomotiv endüstrisini bir şeytan, savaşılması gereken bir canavar gibi göstermenizi anlayamıyorum. Nüfusu 70 milyonun üzerinde ve korkunç hızla üremeye devam eden toplumun aç kalmamak için sanayi üretimine ihtiyacı var. Otomotiv de iyi kötü dikiş tutturduğumuz sanayi kollarından birisi.

Ayrıca her yıl giderek sıkılaşan egzoz atıkları normlarına ek olarak ortaya çıkan hibrid veya tam elektrikli araçların yakın gelecekte bütün piyasayı ele geçirmesi kesin gibi. 15-20 yıl içerisinde elektrikli araç satışlarının toplamda yüzde 50’lik bir paya sahip olacağını öngörülüyor.

Bunun haricinde yazınızdaki diğer bütün konulara katılıyorum, kör değneğini bellemiş gibi köprü üstüne köprü yapmaktansa, yer altından gidecek bir raylı sistem şu an için çok çok daha makul bir çözümdür. AKP’lilerin olaya bakış açısı da dediğiniz gibi tamamen popülist, günü kurtarma, yeni rant alanları yaratma vs vs üzerine kurulu.

Saygılarımla

Tuğrul S.



Sevgili Tuğrul Bey

Dediklerinize şöyle iki itirazım var:

BİR) Hibrit otomobillerin karbondiyoksit emisyonu az evet ama üretilirken (bilhassa pilleri için) ne kadar çevre kirliliği yarattığını biliyor musunuz?

İKİ) Bu hükümet hibrit otomobillere de destek vermiyor ki! Avrupa’nın hemen her yerinde hibrit otomobillere vergi indirimi veya muafiyeti uygulanırken Türkiye’de neredeyse vergi bindirimi uygulanıyor. Prius 1.8 klasik modeli Türkiye’de 80 bin TL iken mesela Yunanistan’da 60 bin TL. Ayrıca yine Yunanistan’da 2000 motora kadar olan tüm hibrit arabalarında taşıt pulu muafiyeti var. Bu da yılda takriben 500- 700 TL indirim daha demek. Dahası hibrit araçlar Atina’daki tek çift plaka uygulamasına da tabii değiller. Ayrıca yüzde 10 ila 20 arasında değişen işlem vergisinden de muaflar.

Bizim hükümetimiz ise kılını bile kıpırdatmış değil. Kim niye 80 bin lira verip çevreci otomobil alsın?



Gen bankası üstüne Bakanlık mektubu

Sayın Mutlu TÖNBEKİCİ

Gazetenizin 11.10.2010 tarihli nüshasında yayınlanan “Bakanlığın DNA Bankası İşe Yarar mı” başlıklı yazınızda Çevre ve Orman Bakanlığı, Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından “Ulusal Biyoçeşitliliğin Ve Gen Kaynaklarının Korunması Hedefleri Doğrultusunda Büyük Memeli Türlerinin Araştırılması, Korunması Ve Yönetimi Projesi” bünyesinde oluşturulması planlanan yaban hayvanları gen bankasının hiçbir işe yaramayacağı, aksine büyük doğa katliamlarının önünün açılacağı gibi iddialara yer verilmiştir.

Projenin asıl amacı sizin köşenizde yer verdiğiniz gibi “depola, yok olursa depodan tekrar üret mantığı” değildir. Bu şekilde bir sistem dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde de şimdiye dek yapılmış değildir. Proje ile yapılacak olan da asla bu olmayacaktır. Asıl hedef, bu proje ile ülkemizde biyolojik çeşitliliğin korunması ve yaban hayatı yönetiminde büyük bir boşluğu doldurarak, proje ile alınan kararların bilimsel temellere oturtulabilmesidir. Ülkemizde ilk defa yaban hayvanları gen ve doku bankaları kurulacaktır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu bankalardaki gen kaynaklarının saklanmasındaki amaç, yenisini üretmek için değil, sahip olduğumuz yaban hayvanları için tür içi genetik çeşitliliği belirleyerek, yani alt türler ile ilgili bilgilere sahip olmaktır. Bu proje ile ülkemizde var olan endemik türler ve bunların tür içi çeşitlilikleri hesaplanacak ve etkin koruma programları geliştirilebilecektir.

Ayrıca hayvanlara takılacak GPS vericili tasmalar ile hayvanlar takip edilebilecek, böylece kullandıkları alanlar, mevsimsel aktiviteleri gibi konularda ülkemizde ilk defa bu kadar kesin verilere ulaşılacaktır.

Ayrıca proje kapsamında araştırılan türler için genetik test panelleri oluşturulacaktır. Bu panelleri avlanması yasak olan ya da yasak dönemde avlandığı için yakalanan hayvanların tür tespitinde kullanmak mümkün olacaktır. Böylece gereken cezai işlemlerin yerine getirilmesi için hızlı ve güvenilir delil oluşturulabilecektir.

DOĞA KORUMA MİLLİ PARKLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Yazının devamı...

Başkanım da anlamadı beni ya, ölem ben..

Dünkü yazımda Pazar günü köprü üzerinde yaptığımız eylemden söz ettim.

Halkımızın bir bölümü derdimizi gayet iyi anladı. Destekliyoruz dediler, afişimizle fotoğraf çektirdiler. Facebook’larına koyarlarsa pek güzel olur.

Fakat halkımızın bir bölümü ise son derece zeka özürlü bir yaklaşımda bulundu: “E ama köprü üzerindesiniz?!?”



“Yaa! Gerçekten mi? Aaa farkında bile değiliz!” dememek için kendimizi zor tuttuk, bilinçli ve bilinçlendirmeci eylemciler olarak halkımıza tek tek köprülerin sakıncalarını açıkladık, durduk.

Büyük bir bölümü GERÇEK ulaşım nedir bilmediği, tatmadığı, hayatında İstanbul’dan başka bir metropole gitmediği için dediklerimizi anlamakta güçlük çekti. Normaldir. New York’un bir ucundan bir ucuna 17 dakikada gitmenin ne demek olduğunu bilmeyen adama nasıl anlatabilirsin “köprü üzerinde trafikte kalmaya” mahkum olmadığını.. Köprü dışında DÜNYA kadar ulaşım alternatifi olduğunu.. Ve de köprünün ne kadar verimsiz olduğunu.. Ve İstanbul’un suyuna, havasına ne kadar zarar vereceğini..

Ve daha önemlisi: Köprü üzerinde olmanın, 1. ve 2. köprüleri seke seke (kibarcası mecburen) kullanıyor olmanın bin tane daha köprünün yapılmasını istediğimiz manasına gelmediğini..

Nasıl anlatacaksın?..

Kendi aramızda “yav halkımız zekasını köprü başında birine mi emanet etti, bu kadar sığ nasıl düşünebiliyor?” diye konuşurken kim geldi?

Büyükşehir Belediye Başkanımız Kadir Topbaş.

Aman ne güzel, hoş geldi, beş gitti, gidelim belediye başkanımızın yanına, bir selam verelim, köprünün İstanbul’umuzun canına nasıl okuyacağını ondan daha iyi kim bilecek dedik..

“E ama köprü üzerindesiniz çocuklar!” demesin mi o DA?!?

Haydaaa.. Yav başkanım sen de mi?

İşte benim umudumun tükendiği nokta budur. Mimar hem de yükseğin yükseği olduğunu, yani lisanslara doymayıp üzerine de masterlar yaptığını vurgulayıp duruyorsun da her afişinde, pankartında, davetiyende.. Ama sonra bu ironiyi anlamıyorsun! Bakkal Rıza amca da aynı tepkiyi vermişti, niye yordun ki kendini o kadar okul okuyacağım diye?

Ama “Köprüyü istemeyenler kullanmasın” diyen başbakanının belediye başkanı başka ne diyebilirdi ki? AKP: Aynı Kurnanın Partizanları

Herkeşlerle yüzbinmilyon fotoğraf çektiren Belediye Başkanımızın bizden bir kaçışı vardı, tam görülmelikti! Aman köprü üstü PR’ının tadı kaçmasın! Aman oy verenlerinin goygoyunun tatlı rehavetinde bir eksilme olmasın.

Kafalar böyle çalışıyor. Beğenmiyorsan kullanma! Toplumun sağlığı için kaygı duymak, vergilerin DAHA VERİMLİ ulaşım yolları için kullanılması için ısrar etmek, ormanların, su havzalarının derdine düşmek tabii senin, benim, halkın NEYİNE! Beğenmeyen dinlemesin orkestrası.

“Köprü üstündesin evladım koh koh koh.. Git evine o zaman kah kah kah”



Halkıma 5 maddede köprü gerçeği

- Köprü üzerinden saatte ortalama 10 bin kişi geçebiliyor. Tüp geçit ile saatte ortalama 70 bin kişi!!! Bir tüp geçidin verimine ulaşmak için 7 (YEDİ) adet köprü yapmaları gerek! YANİ: Paranız 7 kat daha az verimli kullanılıyor. (Paranızın hiç mi değeri yok?)

- Raylı sistem yerine köprü kurmak otomobil kullanmayı teşvik ediyor. (Sizin için değil bu köprü. Otomobil sanayi için!)

- Bu şehrin havasının her geçen gün daha çok kirlenmesine, petrole bağımlılığın artmasına, gürültünün dayanılmaz olmasına üstelik otopark sorununun baş edilemez boyutlara gelmesi demek. (Biri akciğer kanseri deli gibi arttı mı dedi?)

- Daha önemlisi 3. köprü şehrin kuzeye YANİ su havzalarına doğru kayması demek. İstanbul’un su havzalarının etrafında yerleşim yoğunlaştığı vakit sular baş edilemez derecede kirlenecek, ya adam gibi temizlenmeden musluklara verilecek veya çok yoğun kimyasal kullanılacak. (Ana yemek olarak “koleralı kuzu kapama” mı alırsınız yoksa “yoğun klorlu külbastı” mı?)

- Sadece su havzaları değil ormanlar da yok olacak. 2 MİLYON AĞAÇ KESİLECEK!!! Kimse de onların yerine ağaç dikmeyecek hanımlar, beyler! 30 milyon araba daha satılsın diye nefesiniz tüketiliyor!

Yazının devamı...

Köprü üstü eylemcileri (Acemi versiyon)

Bono sağ olsun, aklımızı başımıza getirdi. Yahu bir köprümüz var ve yılda bir kere Avrasya maratonu bahanesiyle yayaya açık ve biz bunu değerlendirmiyoruz!

Hakikaten olacak iş değil! Sen 22 yıllık İstanbullu ol ve bir kere bile köprüye yayan çıkma! Dedim kalkın gidiyoruz. Koşmuyoruz diye ceza verecek değiller ya! Yürürüz, dolanırız, etrafı seyrederiz.. Sonra aklımıza eylem de yapmak geldi. Niye herkes köprü üzerindeyken, 3. köprüyü protesto etmeyelim? İş işteyken, koca kocadayken, köprü de köprü üzerindeyken protesto edilir.

Planı hazırladık. Ben Diyarbakır’dayken (DB maceramı da sonra anlatacağım) şimdi isimi lazım değil bir arkadaş pankartı hazırlayacaktı. Ben cumartesi gecesi DB’dan döneceğim, söz konusu arkadaş da pazar sabahı elinde pankartla gelip beni evden alacak, motorla köprü ayağına gideceğiz.

Pankart hazırlanmış gerçekten. Fakat şöyle: Arkadaş, bir gece önceden bulmuş bir bez parçası, “kumaş boyası yerine akrilik olamaz mı?” demiş kendi kendine, sonra “olur olur” demiş ve yazması gerekeni yazıp kurusun diye bir güzel terasa asmış. Gece de bir güzel yağmur çiselemiş, su bazlı akrilik boya da bir güzel akmış. Sabah kapımı çaldı ve elinde bütün harfleri dağılmış, her tarafı bulaşık olmuş iğrenç kapkara bir bez parçası tutuyor.. “Sence burada ne yazdığı okunuyor mu?” diye de soruyor bir de..

“Orada okunsa okunsa ‘ben koca bir sersemim’ okunur” diyeceğim, kendimi zor tuttum. Bir haftadır planını yaptığımız eylemin pankartına bak! Peee..

Geçen sene yine bugünlerde, Reha Muhtar, son derece temelsiz nedenlerle tutuklanıp hapse giren Aylin’imize moral desteği vermek için yine benim hazırladığım bir pankarta bakıp “Bunlar mı militan savcı bey? Şu hazırladıkları pankarta bakın? Lise yıllığına yazar gibi yazmışlar. Bunlar yanlışlıkla örgüt elemanı olsalar anında atılırlardı..” minvalli bir yazı yazmıştı. Bu sabahkini görse neler derdi kim bilir.. Acemi eylemcilerin işi bu kadar olur. Hey gidi 68-78 gençliği. Şıkır şıkır yazıverirlerdi “kahrolsunlu” bir bez afiş, yağmurun tillahı yağsa bana mısın demezdi.

Eee ne yapacağız? Yeni bir pankart lazım ama bizim de sadece 10 dakikamız kaldı. Ve o saatte açık her hangi bir dükkan bulmamız imkansız.

Çare? Aklıma benim makyaj malzemelerim geldi. Kullanmadığım ne kadar rimel, kalem, eye liner ve ruj varsa hepsini çıkarttım. Bir çarşafı da ikiye böldük. On dakikada yazdık bir şeyler. Oldu mu? Oldu. Eh işte post darbe 12 Eylül çocuklarından bu kadar oluyor. Makyaj malzemesinden pankart!



Köprüye çıkmamızdan önce bir de arkadaşlarla buluşma maceramız var. 5 insan Capitol’ün önünde nasıl buluşamazın kısa filmini çektik gibi bir şey. Biri bizi kaydediyor olsa sıkı bir komedi çıkartırdı. Şaşkın eylemciler part tuu. Fakat en komiği Altunizade’den E5’e çıkmamız oldu. Binlerce insan aynı anda üstgeçide yığılınca trafik sıkıştı iyi mi! Ama insan trafiği. Ne ileri ne geri gidebiliyoruz! Üstgeçitte sıkıştık kaldık. Üstelik yaptığımız o kadar saçma ki zira yollar araçlara çoktan kapanmış üstgeçitten gitmeye gerek yok ki! İstediğin yerden geç karşıya kardeşim! Alışkanlığın beyinde yer etmesine bak. Üstelik normal zamanda yasak delmeye ileri düzeyde meraklı bir halk olarak.. Sonunda vardık köprüye. Mmmm.. Bono haklıymış hüleynn! Hakikaten çok güzel bir şeymiş köprü üzerinde yaya dolaşmak..

Kahvaltı yapanlar mı istersiniz, kağıt oynayanlar mı, topluca kitap okuyanlar mı, çilingir sofrası kuranlar mı, paten kayanlar mı, bağıra çağıra dini meseller okuyanlar mı, bisikletçiler mi.. Bayıldım bayıldım.

Eylemimiz de çok destek gördü. Köprüde en az 100 kişiyle fotoğraf çektirdik. Facebook’ta en çok bizim afiş yoksa ne olayım.. Fakat seneye için çok ciddi hazırlanmamız lazım arkadaşlar! Sizlerden mesela bir nikah bekliyorum! Yok mu bunu yapabilecek matrak bir çift ve bunu kabul edecek matrak bir nikah memuru? Köprü bari senede bir kez işe yarasın!

Yarın: Protestomuzu anlamayan Belediye Başkanımız! (Bu sefer ciddi yazacağım..)

Yazının devamı...

Altı derste dans ve 'Alzheimer'

Geçen Cumartesi akşamı, Caddebostan Kültür Merkezi’nde Cihan Ünal’ın yönettiği ve Nevra Serezli ile beraber oynadığı “Altı Haftada Altı Dans Dersi” oyununa gittik.

Bir “tiyatro insanı” olduğum söylenemez. Veya şöyle diyeyim: Bundan 10 yıl evvel Gülriz Sururi’nin “Ayşe Operetini” izledikten sonra Türk tiyatro dünyasından kaçarcasına uzaklaştım. Ondan önce umudumu yitirmemiş, iyi bir şeye rastlama ihtimalini hep canlı tutan naif bir izleyiciydim ama “A.O.” beni fena halde bitirdi. “Ayşe” travmasından sonra hiç oyun izlemedim değil. Fakat bir daha eskisi gibi olmadı diyebilirim.

Yağmurlu bir sonbahar akşamında köprü eziyetine katlanıp bir oyun için karşıya geçmem Seferihisar’dan beri başlayan bir tesadüfler zincirinin sonucudur. Fakat hiç pişman değilim.

Oyun, yalnız kalmış yaşlı bir kadın ile yalnız kalmış orta yaşlı gey bir dans hocası arasında kavgayla başlayıp birbirinden vazgeçememeye varan dostluk üzerine kurulu.

Dostluk kurulurken önyargılar kırılıyor, bir yıldız kayarken, bir başka yıldız parlıyor..

Oyun güzel bir oyun. Son derece hüzünlü olmasına rağmen izlemekten büyük bir keyif aldım. Dans öğesi hiç bu kadar tat vermemişti bana. Hüznü bu kadar sarıp sarmalayabilmesine hâlâ şaşırıyorum. Nevra Serezli’yi izlerken onu ne kadar özlediğimi anladım. Her zaman sevdiğim bir oyuncuydu fakat “Lilly” rolü sanki en sevdiğim rolü oldu.

Cihan Ünal ise insana “ne oldu size hünkârım?” dedirtiyor gerçekten. 4. Murat olmuş pek neşeli ve pek huysuz bir eşcinsel! “O ses, o ses.. Tanıyorum ben bu sesi..” diyorsun ve gözünü açtığında karşında uzun saçlı, fit ve şahane dans eden (ve bol bol küfür eden) cilveli bir “Michael” çıkıyor!

İkisi birden çok şahane bir oyun çıkarıyorlar.

(Oyun önümüzdeki günlerde 14 Ekim’de Urla’da, 15 Ekim’de İzmir Sabancı Kültür Merkezi’nde ve 26 Ekim’de Ankara Şura Salonu’nda sahnelenecek)



Fakat ikisinden başka bir oyuncu daha vardı oyunda. “Alzheimer” hastalığı. Zaten bağlamak istediğim yer de aslında bu..

Benim etrafımda hiç olmadı fakat yaşayanlardan anlıyorum ki Alzheimer hastalıkların galiba en “hüzünlü” ve en kahredeni. Fakat kahrolan hastanın kendi değil. Hasta yakını..

Hakikaten zor bir hastalık. Bir zamanlar aklına şaşıp hayran kaldığın annen, esip gürleyen baban artık bambaşka biri. Küçük bir çocuk. Sana muhtaç mini mini bir insan. Seni bile tanımayan bir bebek.

Kimsenin konuşamadığı, kimsenin dertlenemediği ama aslında belki de en konuşulası ve en dertlenilesi hastalık Alzheimer. Zira hasta yakınlarını en çok zorlayan hastalıklardan.



İşte Alzheimer Vakfı, bu zorlukları bilerek hastalar için tamamen onlara özel bir bakım evi yaptırmak istiyor. Gelir için de bir klasik müzik konseri organize etti. Devlet, Aya İriniyi ücretsiz olarak verdi. Konser verecek olan Animato Filarmoni orkestrası da kendi masraflarını kendi karşılayarak (buna otel ücretleri de dahil!) bir konser vermek için İstanbula geliyor. Başında Avrupada çok tanınmış bir şef olan Howard Griffiths var.

Kısaca herkes çok emek veriyor. Konser 2 Kasım 2010 İstanbul Aya İrinide.

Başıma gelmez demeyin, özel Alzheimer Bakımevi için bir katkıda siz de bulunun. Bir gün size de lazım olabilir.

Biletler Biletix’te.

Tiyatroların web sitelerinin acıklı durumu

Bu arada şöyle bir skandala rastladım. Tiyatro dünyamız internetle tanışmamış! Size oyunun takvimini vermek istedim fakat Caddebostan Kültür Merkezi’nin web sitesi de Tiyatro İstanbul’un web sitesi de yazık ki “alzheimer” olmuş.

CMK’ya mail attım, mail geri döndü. Telefon ettim santral, bir türlü ilgili kişiye bağlayamadı. Sonra “Tiyatro İstanbul”un sitesine gittim zira oyun en son 8 ay önce güncellemiş “14 15 Nisan 2010’da Ankara’dayız” diye bir anons var ana sayfada.. Oyun programı diye bir bölüm yapılmış ama kimse takvime bir şey işlememiş. Ticketturk’e yönlendirme var, oyunun adını yazıyorsun “Böyle bir oyuna rastlanmadı” diyor. Oyun takvimini direkt Cihan Ünal’dan almak zorunda kaldım iyi mi? İyi değil tabii. Saçmalık.
Bir başka tiyatronun sitesine daha gireyim dedim. Haluk Bilginer’in “Oyun Atölyesi”nin web sitesi mükemmel! Tasarımıyla da işleviyle de kusursuz. O yüzden de bütün oyunlar kapalı gişe oynuyor.

Yazının devamı...

Doldurica

Cumartesi Emir Kusturica hakkında bir yazı yazdım. Kusturica’nın katliam destekçisi olduğunu bilmiyordum dedim. İnternette baktım fakat çok belirgin bir katliam yanlısı ifade bulamadım. Karadağlı gazetecinin derlemeleri çıktı karşıma sadece.

“Bu adam böyle ise protesto edelim elbette, insanlık budur” de miştim. “Ama ülkemizdeki katliam yanlılarını da böyle açık seçik protesto etmeye de başlayalım mı?” dedim son olarak.

Sonra aynı gün Kusturica ülkeyi terk etti. Gitmeden önce de hayli “acı” bir konuşma yaptı.



“Hayatım boyunca asla ve asla insanlığa karşı işlenmiş bir suça destek olmadım. Sırbistan’ın Bosna’daki Müslümanlara karşı işlediği suçlara her zaman tavır aldım ve mesafe koydum. Bosna’da olduğu gibi benim ulusumda da işlenen cinayetlere karşı tavır koydum ve protesto ettim. Söylemediğim sözlerle suçlandım. Tecavüze uğrayan kadınlarla ilgili bir şey söylemedim. Benim abartlı bulduğumu söylediğim şey savaşın ilk 7 gününde öldürülen insan sayısı idi nitekim Kızılhaç de sonra beni doğruladı. Peki siz Ermeni kıyımıyla yüzleşiyor musunuz?”

Konuşmasının ardından Kusturica hakkında biraz daha tarama yaptım. Kendi ağzından çıkmış savaş ve katliam yanlısı sözlere rastlamadım. Sadece demiş, yapmış, söylemişler var.

Hatta Mehveş Evin’in Milliyet Cadde’deki yazısından da öğrendim ki Sırp milliyetçileriyle de hayli kavgalıymış. Ulu orta yumruklaştığı bile olmuş.

Peki nerden çıktı bu adamın katliamları desteklediği?

Mehveş, belediye’nin CHP’li olmasına bağlamış hadiseyi. 3,5 ay önce AKP’li Bursa Belediyesi’nin davetinde her şey güllük gülistanlıkken şimdi nereden çıktı bu dezenformasyon ve tepkiler diye soruyor ve yapılanı iki yüzlülük olarak değerlendiriyor.

3,5 ay önce de Ortodoks Hıristiyan’dı, 3,5 ay önce de Sırbistan tabiiyetindeydi.

Açıkçası Boşnakların dolduruşuna mı geldik diye düşünmeden edemiyorum.

Unutmayalım ki bu adam din değiştirdi.

Unutmayalım ki bu adam Sırbistan tabiiyetini ve kimliğini tercih etti.

(Aslında “din değiştirdi” demek de ne kadar doğru bilmiyorum zira zaten hiç Müslüman olmamış. Ailesi dinsiz yetiştirmiş. Hani en azından “hak” dinlerinden birine döndü diye de teselli olabilir Müslümanlar. Zira bildiğim kadarıyla “dinsizlik” hepsinden beter kabul ediliyor, değil mi Yusuf Bey?)

Din ve kimlik değiştirmek bazıları için “affedilmez” şeyler olabilir ama bunlar adamın aynı zamanda katliam ve tecavüz yanlısı olduğunu göstermez.

Alman vatandaşlığına geçen 620 bin Türk var Almanya’da. Bu insanlar Nazi soykırımını onaylıyor mu demektir? Türk vatandaşlığından çıkmadım diye bu topraklarda işlenen kıyımları onaylıyorum mu demektir?

Yazarıyla çizeriyle, siyasetçisiyle yönetmeniyle fena dolduruşa geldik, kabul etmek lazım.



Biz kendi kıyımlarımızla, iç savaşlarımızla ne yüzleşeceğiz?

Adamın bir dediği daha var: “Ben büyük Yugoslav birliğinden yanaydım sadece.” Tuhaf bir durum. Böyle bir katliamı ve yıkımı ummuyordu herhalde zamanında Yugoslav birliğini savunurken.

Türkiye’de “büyük Türkiye birliği” uğruna 30 yıldır verilen bir savaş var. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” savaşı.

30 belki de 40 bin insan öldürüldü.

Yüz binlerce insan yerlerinden yurtlarından oldu. On binlerce insan sakat kaldı. On binlerce insan babasız, kocasız kaldı. Sivilleri de eklersek, binlerce insan de anasız, bacısız kaldı. 70 milyon insan da dolaylı etkilendi. Savaş, 30 yıldır anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirdi.

Madem ki savaş yanlılarını veya öyle sandıklarımızı protesto edip davet ettiğimizi kovmaktan beter ediyoruz..

30 bin insanımızı canından, milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden 30 yıllık iç savaşımızın müsebbiplerini (mesele ölü veya diri bütün siyasetçilerimizi) ne zaman ulu orta protesto edeceğiz?

Ha ne zaman?

Karakol baskınlarının başladığı 1983’den itibaren kimler iktidardı düşünün bakalım.. Marmaris Paşası mesela sadece 12 Eylül’ün mimarı değildir. Bu savaşın da mimarıdır.

Kimseleri hayırla anmam, anamam. Benim de sizin de ömrünüz savaş ve acı içinde geçti.

Bütün siyasetçilerimizi 30 bin insanın kanına girmiş katiller diye kabul ediyorum.

Zira istenseydi 30 yıldır çoktan çözüm bulunurdu. İstenmedi.

O katillere oy verenler de kabahatlidir. O iktidarların kucağına oturanlar da sorumludur.

O çözümsüzlüğü yani milletçek kıyımızı milliyetçilik adına savunanlar hele en büyük günahkardır.

Kusturica 1915’lere gitmiş, oralara gidene kadar bizde ne Miloseviçler var..

Sıra sıra, dizi dizi.

Yazının devamı...

Bakanlığın DNA bankası işe yarar mı?

Çevre ve Orman Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Türkiye’de yaban hayatının korunması ve geliştirilmesi amacıyla doku ve gen bankaları kuracağını açıkladı.

Amaç: Türkiye’nin sahip olduğu olağanüstü memeli tür çeşitliliğinin daha iyi korunarak, gelecek nesillere aktarılması...

Proje, karaca, ceylan, kızıl geyik, alageyik, yaban koyunu, yaban keçisi, çengel boynuzlu dağ keçisi, çizgili sırtlan, karakulak, vaşak, kurt ve bozayı türlerini kapsayacak.

İlk başta kulağa hoş geliyor.

Eminim tüm çevreciler de bu projeye “Vay be işte budur” diyecektir...

Hevesinizi kursağınızda bırakmak gibi olmasın ama bana sorarsanız bu proje hiçbir işe yaramayacak bir projedir.

Hatta bu proje daha büyük doğa katliamlarının önünü açacak, onları meşrulaştıracak bir projedir.

Neden mi?

3 maddede özetleyeyim...

1- Bu zihniyetin içinde ne yazık ki en ufak bir doğa koruma niyeti yok. Doku ve gen bankalarında hayvan depolayan zihniyet “nasıl olsa bankada var biterse kullanırız” diyerek daha büyük katliamların önünü açacak, mevcut katliamları da meşrulaştıracaktır.

2- Karaca, ceylan, kızıl geyik, alageyik, yaban koyunu, yaban keçisi, çengel boynuzlu dağ keçisi, çizgili sırtlan, karakulak, vaşak, kurt ve bozayıÖ Daha geçen gün Çevre ve Orman Bakanlığı bir bozayı için avcılara vur emri vermedi mi? Bunların gerçeğini sevmeyen koruyamayan ve değer vermeyen bir zihniyet genlerini napsın..

3- Bugün bütün dereleri elektrik için şirketlere sattık.. Bütün dağlarımızı madencilere açtık. Ormanları 2B diye satılığa çıkardık. Yani, yukarıdaki tüm hayvanların yaşam alanlarını yok ederek bu hayvanlar için yok olma sürecini zaten başlatmış bulunuyoruz. Bundan 15 yıl sonra bu hayvanları yeniden var etsek bile nerede yaşatacağız? Ne su, ne orman ne yiyecek, ne de gezecekleri bir dağ kalacak ortada.

Yücel Sönmez

yucelyus@gmail.com



Nereye kadar sürdürülebilir kalkınma?

WWF ve Küresel Ayak İzi Ağı (Global Footprint Network) işbirliğiyle yapılan araştırmaların sonuçları oldukça ilginç.

Araştırmaya göre bugün bütün dünya insanları bir Amerikalı gibi yaşasa 5, Avrupalı gibi yaşasa 3, Türkiyeli gibi yaşasa 2 dünya gerekiyor.

Var mı bu kadar dünyamız? Yok..

O zaman sürdürülebilir kalkınma, koruma kollama çevreye duyarlı şirket, ev, araba vb. daha nereye kadar..

Yanıt: Kimse kimseyi kandırmasın, buraya kadar.



19 Ekim hiçbir şey almama günü

İhtiyaç dışı her türlü ürünü almayı reddediyoruz. İhtiyaçlarınızı bir gün öncesinden alma hilesi yok.

Ekmeğinizi evde yapın, sigaranızı bir günlüğüne olsa da içmeyin.

Özetle: 19 Ekimde hiçbir şey satın almayacağız.. Duyuru Bilinçli Hipiler Topluluğu’ndan...

Detaylı bilgi için: http://bilinclihippiler.com/



Bölgesel su kongrelerinin ilki Antalya’da

Türkiye Su Meclisi’nin öncülüğünde gerçekleştirilecek olan Bölgesel Su Kongreleri’nin ilki Antalya’da yapılacak.

22 Ekim’de Antalya Cam Piramit’te gerçekleşecek olan kongrede, Ege ve Akdeniz bölgelerinde HES’ler nedeniyle kullanım hakkı özelleştirilen su kaynaklarının geleceği ele alınacak.



WWF Türkiye’den yeni kampanya

WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), ülkemizdeki biyolojik çeşitlilik konusunda farkındalık yaratmak ve doğa koruma çalışmalarını ülke geneline yaymak amacıyla, “Türkiye’nin Canı Kampanyası”nı başlatıyor. Detaylı bilgi: http://www.turkiyenincani.org/

Yazının devamı...

Akbabalar altında 2 gün!

Geçtiğimiz hafta sonunda “3. Çoruh Vadisi Kuş Gözlem Festivali” yapıldı. Gazetenizin “herbiryeregider burnumusokarım” muhabir yazarı Mutlu Tönbekici de oradaydı. Dağlar tepeler düz gittik, gölünden çöplüğüne kadar her yere gidip, şu sıralar Ortadoğu ve Afrika’ya göç etmekte olan kuşların peşine düştük. Aman Allahım! 3 metreye yakın kanat açıklığı olan bir kara akbabanın tepemde uçması inanılmazdı!
Ve lakin üşüdüm yav...

Kertik nedir? Kertik rekabeti nasıl olur?

Kertik, bir kuşu görüp tanımlayıp “Bunu gördüm” demek. Gördükleri kuşu daha önce görmemişlerse hemen kitabı açıp ana ve alt türünü öğreniyorlar. Tanımlarını teyid ettirip defterlerine not ediyorlar. Türkiye’de 465 kuş türü var. Bunların 360’ı sürekli görünüyor. Gerisini görmek zorluyor ama rekabet de bundan sonra başlıyor. Kuş gözlem rehberi Soner Bekir’in kertiği 395. Emin Yoğurtçuoğlu’nun ise 396. Emin, yıllarca 1 kertik geride imiş, geçtiğimiz aylarda eşitlemiş ve hemen akabinde “küçük mukallit” kuşuyla öne geçmiş, Soner’e “400’e sensiz girmenin tadı yok. Yap şu iki-üç kertiği de rekabetin tadı olsun” diyor.

Nasıl kuş gözlemcisi olunur?

Gerekli malzemeler...

1 dürbün (150 TL), 1 kuş kitabı (20 TL), defter, kalem. İnternete girin “kuş gözlem” yazın. Karşınıza on-on beş site çıkacak. “kusgozlem.org” yeni başlayanlar için ideal. Memleketin her yerinde ama bilhassa üniversitelerinde bir kuş gözlem topluluğu var. Sonra en iyisi bu topluluklardan birinin rehberli bir turuna katılın. Dürbünsüz olmaz ama! Uzaktan ve ödünç dürbünle zevki çıkmıyor. Sonra birden fark ediyorsunuz ki etrafınızda başka bir dünya var. Kız kuşunun o kadar güzel olduğunu bilmezdim mesela. Kara akbabanın o kadar muazzam olduğunu da. Geceleri “Tuvit tuvit” diye ötenin küçük baykuş olduğunu da. İstanbul’daki kumrularla İstanbul dışındaki kumruların farklı öttüğünü bilirdim de nedenini bilmezdim. İzmir martısı ile İstanbul martısının farklarını artık biliyorum ve isimlerinin “İzmir” ve “İstanbul” olmadığını da. Heyecan verici ama sıkı giyinmek gerek. Bugünlerde İstanbul’da iseniz Çamlıca tepesine kuş gözlemi yapabilirsiniz.



Bilmeniz gerekenler

* Yuva yapıp üreyen kuşlar bakımından Türkiye, Avrupa’nın en zengin ülkesi. 350 tür, ülkemizde yuva yapıyor.
* Türkiye’de çok farklı habitat (yaşam alanı) var. Kuzeyde yağmur ormanları varken güneyde makilik, güneydoğuda çöl, doğuda dağ. Bu yelpazeyi müthiş bir şekilde genişletiyor.
* Kuşlar sonbaharda 3 ana koldan güneye göç ediyor. İstanbul Boğazı, Çoruh Vadisi ve Hatay Belen Geçidi.
* Sadece “dağ horozunu” görmeye yurtdışından yılda 500 kişi geliyor.
* Tek rehberli kuş gözlem grupları azami 5 kişi olabiliyor.
* Toy kuşunu gözlemlemek için siper kazılıp kamuflaj yapılıyor.
* Kuşlar yağmurda uçmuyor. Yere veya ağaçlara konuyor. Yağmurdan hemen sonra binlerce kuşun aynı anda göç ettiğine tanık olabilirsiniz.
* Yırtıcılar belli bir yükseklikte kanat çırpmıyor. Termikleri (yükselen sıcak hava) kullanıp süzülüyorlar.




Kuşlarının turizme katkısı

Çoruh Kuş Gözlem Festivali, DATUR yani “Doğu Anadolu Turizm Geliştirme Projesi”nin bir faaliyeti. DATUR’un amacı Doğu Anadolu’da tarım ve hayvancılık dışında, alternatif gelir kaynakları yaratarak bölgesel eşitsizliklerin azaltılmasına katkıda bulunmak. Efes Pilsen, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Kültür Bakanlığı’nın işbirliği ile oluşturulan DATUR, bölgenin kültür ve eko turizminin gelişimi için gerekli tanıtım, örgütlenme ve sosyal çalışmalara destek veriyor. Atatürk Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erol Çakmak’ın proje danışmanlığında kuş gözlemi, hayvan ve bitki envanterinin oluşturulması, pansiyonculuğun geliştirilmesi, yerel yiyeceklerin ve yemeklerin tanıtılması, tarihi Gürcü kiliselerinin korunması, yürüyüş rotalarının çıkarılması gibi çalışmalar canla başla yapılmakta.

En güzel kuş gözlem yeri çöplükler!

Tuhaf ama gerçek... Kuşlar çöplükleri seviyor! Bazı kuşlar arazide veya denizde avlanmaktansa çöplükte avlanmayı tercih ediyor. Sayımları çöplüklerde de yapılıyor. Aşkale’ye çöplüğe gittik ve bir saat içinde ona yakın kuş türü gördük. Dezavantajı ise koku. Üzerinize sinebiliyor.

Soner Bekir İstanbul, kuş gözlemcisi ve profesyonel kuş gözlem rehberi, festival komite başkanı



Soner kuşları o kadar hoş anlatıyor ki İstanbul’a iner inmez bir kuş kitabı ve dürbün almaya karar verdim. 31 yaşında. Kuşlara merakı çocukken “avlayarak” başlamış. ODTÜ’de okurken kuş gözlem topluluğuna katılarak başlamış. Çevreci sivil toplum kuruluşlarında çalışırken tüm Türkiye’yi dolaşmış ve kuşları tanımış. Türkiye sınırları içinde kertik sayısı, 395. Şimdiye kadar dünyanın her yerinden gelmiş bin-bin 500 kişiye özel rehberlik yapmış. İnsan kokusundan hiç hoşlanmayan “saz kedisi”nin fotoğrafını çekmek için kendini baştan aşağıya balık artıklarına bulamışlığı var.

Mümin Gökhan Şenocak Erzurum, Veteriner hekim ve Erzurum Kuş Gözlem Topluluğu üyesi



Grubun en aktif, en bilgili ve en esprili elemanı. Yeri geldi elinde bir yırtıcı hayvanın kafatası bilgi verdi, yeri geldi bir çoban köpeğinin tedavisini yaptı. Ve festivalin en çarpıcı fotoğrafını da o çekti... Bir kedi yavrusu kapmış kaya kartalı!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.