Şampiy10
Magazin
Gündem

Sefertasım ve ben

Gün itibarıyla ev sahibi olmuş bulunuyorum.. Ne diyeceğimi bilmiyorum..

Çok acayip bir şey. “Gönlüme göre bir ev” umudunu külliyen yitirmişken, ev yerine (bari) karavan hayalleri kurarken, ne olacak kiracıysan, ne var yani derken..

Vay be..

Hatta:

VAY BEEEE!

Azimle kovalayan demek ki yakalıyormuş.

Kara listelerin mara listelerin hepsi aşıldı (Merkez Bankası uyusun daha..) kredi alındı ve hayallerimin evine kavuştum.

Tak tak tak! 2 haftada oldu bitti.

Veya 7 yıl artı 2 hafta demek lazım herhalde. Zira 7 yıldır ev arıyordu bu kulunuz. Arıyordu ama bulamıyordu.

Sonunda elindeki para daha acil bir şeye gitti (bir adet “kuyu” diyeceğim ama biliyorum ki inanmayacaksınız) hayaller söndü gitti.

Allah’tan pek tutumluyumdur da yine birikti bir şeyler.

Sonuç: Böyle minicik, sefertası gibi bir şeyim var artık.

Üst üste 3 oda da diyebiliriz.

Olmamışın malı olmuş önüme tapumu koydum, bakıp duruyorum mal mal..

“Türkiye Cumhuriyeti Tapu Senedi.

Pafta no şu, ada no bu, parsel no o, metrekare 18 virgül 86 m2..

SAHİBİ: Mutlu Tönbekici!!!!!”

Oleeeeey!

(Alkışlar, kahkahalar, göz yaşları ve burun silmeler..)

Tekrar o cümleyi okuyorum.

“Sahibi: MT.. Sahibi: MT.. Sahibi: MT”

Gerçi gördüğüm en zırva tapu. Türkiye Cumhuriyeti’nin Tapu Kadastro dairesinin printeri öyle yanlış basmış satırlar yukarı kaymış ve ben mülkün sahibi değil de “edinme sebebi” olarak görünüyorum. Satış Bedeli: Ahşap ev. Niteliği:

Planındadır. Sınırı: Satış işleminden, Edinme sebebi: Mutlu Tönbekici.

Hani bu tapu es kaza başka bir dile çevriletilecek olsa ve çevirmen Türk değilse “satış bedeli ahşap ev mi? Sınırı satış işlemi mi? Mutlu T. nasıl bir edinme sebebi olabilir?” diye diye kafayı yer.

Ayrıca tapunun üzerinde “bilmem kim kızı” bölümlerinde de anamın ismini tercih ederdim. Ama devletimiz o kadar pederşahi o kadar maço ki yapacak bir şey yok. (Babam doğurdu sanki.)

Üstelik orada ismi geçmeye de yüzde yüz rahmetli anacığımın hakkı vardır. Bugünlere geldiysem, minicik de olsa bir evim varsa onun sayesindedir. Ama hadi girmeyelim bu derin “şahsi” mevzulara yine (ve yine).

Fakat tapu defterinde çok ilginç bir şey gördüm. Bu ev iki istisna dışında hep kadınların olmuş! Apostol kızı Marya, Nikos kızı Marika ve baba adı hatırımda kalmayan bir Marya daha, sonra yine baba adını göremediğim bir Kamil, sonra Kamil oğlu Melih ve yine bayrağı biz devralmışız: Vadet kızı Gülçin ve Mehmet kızı ben. 7’de beş.

Tamam Rumlarda malı kızın üstüne yapma gibi bir adet vardır (ki onu alacak olan damada bir nevi hediye olsun) ama olsun. Ben anlamam. Bu evin kaderi kadınların elinde olması. Belki de bu yüzden ışıklı ve uğurlu.. (Pozitif ayrımcılığın suyu nasıl çıkarılır, bunun tersi söylense kadınlar alemi nasıl çıngar çıkarır, nedir bu gereksiz erkek ayrımcılığı ek ders soruları olarak değerlendirilsin lütfen)



Evin kapısına şunu yazdırmaya karar verdim:

“Miras değil; alın, el ve toto teri.”

Twitter de böyle yazınca itiraz geldi ama doğruya doğru.

Paranın büyük bir bölümünü yollarda kazandım. “Küçük Oteller Kitabı”nı hazırlayacağım diye 4 yılda araba tepelerinde 40 bin kilometre yol yaptık. Ve arkadaşlar kabul etmek gerek ki (koltuktan üfürmeli bir Infiniti veya Jaguar’ın yoksa ki yok) yaz yolculuklarında en çok “orası” terliyor.

Toto terini hor görmemek ve yanlış yorumlamamak lazım.

Değerlidir. Güzel Türkçemizde “dötümden ter damladı” diye bir laf da vardır netekim.

Bir çay molasında kanıma girip “Bak sen bizi dinle, kredi al, ev al, ödersin” diyen sevgili bankacılarım Deniz Hanım’la Ersin Bey’e ve bu parayı biriktirmeme yardım eden herkese teşekkür ederim.

Şimdi müsaadenizle kendi başıma “Sampanya” ile kutlama yapacağım. (“Sampanya”: Fakir şampanyası. Yani beyaz şarap ve soda) Evimiz (ve 4 yıllık bir borcumuz) var ama millet bayram tatiline kaçtı, yalnız kaldık anasını seveyim.

Yazının devamı...

Tuğçe Baran is back! Hem de 'kara liste'de!

Kim diyordu “Ya ama biz Tuğçe Baran’ı össledik yaa. Onu geri istiyoz” diye?

Aha, buyrun! Döndüm! Karşınızda yine “aksilikler prensesi” the TB var!

İzninizle konuyu bilmeyen okurlarıma minik bir intro yapayım. Şimdi efenim ben 2002 ila 2008 tarihleri arasında yine bu sütunda Tuğçe Baran ismiyle yazıyordum.

Nasıl bir şeydi peki bu Tuğçe kardeş? Aslında kendimden başkası değildi. Yazdıklarımın yüzde 90’ı doğruydu. Yüzde 10’unu biraz gülesiniz diye uyduruyordum.

Fakat sonra şöyle oldu: Başıma o kadar acayip şeyler gelmeye başladı ki uydurmama gerek kalmadı. Tuğçe Baran’ı lezzetli lezzetli yazayım diye, Allah baba tatlı tatlı oynuyordu sanki benimle.

Bazen “yok artık! Bu DA mı başına geldi? Atıyorsun” demeyesiniz diye başkasının başına gelmiş gibi yazdığım BİLE oldu. (Biraz da utanç vericiydi ayrı..)
Takipçilerim ev al(ama)ma maceralarımı da bilirler.

Yaklaşık 6 yıldır ev almaya çalışıyorum arkadaşlar.

Rahmetli anacığımdan biraz kalmıştı, onu değerlendireyim istiyordum.

Altı yılda İstanbul’un 12 semtinde 239 ev gezmişimdir herhalde. Niye alamıyorum peki? Çünkü para az, beklenti çok. Üç kuruş parayla ömrümün sonuna kadar mutluluk içinde oturabileceğim bir ev arıyordum ve tahmin edeceğiniz gibi onun sapı, bunun “komşu kapı önünde ayakkabı bırakıyor, olmaz!”ı derken olmadı, olamadı. (“Kendini bi’şeyciklere layık görememe” sendromu. Bu tipler evde de kalır söyleyeyim..) Özetle beğendiklerime param yetmiyor, paramın yettikleri de gönlüme yetmiyor. Umudumu kesmişken binamızdaki şubede çalışan bankacı arkadaşlar kanma girdi.

Kredi al ve ev sahibi ol dediler.

Haber saldım ve bir sabah aynı zamanda kiracısı da olduğum emlakçım telefon etti. “Bir yer var, bakmak ister miymişim.”

Ahh. Pek güzel, pek cici.. Tamam alıyorum. NİHAYET!
Aradım bizim bankacıları, tamam dediler. Hadi hemen akşam akşam işlemler başladı, muhtarı yarı yoldan döndürdüm, ikametgah çıkarıldı, bankaya fakslandı...

Sabah telefon: “Mutluaanım.. Sizin 2001 yılından kalma 151 liralık kredi kartı borcunuz varmış. İdari takipteymişsiniz. Krediye onay gelmedi..”

Yani? Bir çeşit KARA LİSTEDEYİM! Hem de 151 lirayla...

Peki hangi bankaymış? Gideyim ödeyeyim kapansın...

“İşte onu bilmiyoruz. Bankaları tek tek arayıp bulmanız lazım.”

Haydaaa.. İki gün boyunca 11 adet banka aradım. Vatandaşlık numaramla kayıtlarıma girdiler ama yok böyle bir borç!

E ne yapacağız?

Merkez Bankası’na soracağız. Peki.

Ne yaptım? Yine öbür bankaları aradığım gibi Merkez Bankası’nı aradım. Alıştım ya bankaların über kibar ve yardımcı çağrı merkezlerine. Yine bekliyorum yumuşak sesli bir Tuğba, bir İrem, bir Burak bana prenses muamelesi yapsın, her işimi halletsin, başka bir isteğim var mı diye yeniden ve yeniden sorsun..

Önce telefona kimse cevap vermedi. Sonra cevap verdiler.

Sonra telefonum ha bire bir yerlere bağlanmaya çalışıldı.

Fiks: Üçüncü aktarmada kesiliyor hat.

16. denememde de başarısız olunca ertesi gün Karaköy’deki şubeye gideyim dedim. Fakat o gün Karaköy’ün ekstra kabus günüymüş anlaşılan. 1 saat dolandım ama park yeri bulamadım. Kaldırıma yanaşıp tekrar telefon ettim. Ve lö “devletle” karşılaştım.

“Hanfendiee. Gelip burada öyle kafanıza göre soru soramazsınız. Ankara merkeze dilekçe yollamanız lazım. Onlar bize cevap yazacaklar. Sonra onlardan gelen cevaba göre biz size cevap vereceğiz..” Haydaaa.. E peki kaç gün sürer bu dilekçeleşme seanslar?

“Fazla sürmez. Bir ay..”



Bu cümlede inanılmaz olan “1 ay” cümlesi değil. “Fazla sürmez” cümlesi arkadaşlar! Hani mail 1 dakikada gelmeyince çıngar çıkardığımız günlerde böyle bir cevap..

AMA NE KADAR MUHTEŞEM DEĞİL Mİ?

Birden çocukluğuma gittim. Telefon hattının, başvurduktan 14 yıl sonra evimize bağlandığı günlere gittim. Pasaportu 6 ayda çıkarttığımız yıllara gittim. Bir “Reno 12 GTS” için 4 yıl sıra beklediğimiz o harikulade günlere gittim.. Hani domates, patlıcan çıksın diye yazı beklediğimiz, Almanya’dan paketlerin (kaybolmadan gelebildiyse) 3 ayda geldiği, sadece pazarları banyo yaptığımız, yılda bir ayakkabı hakkımızın olduğu, tek TV kanalı, tek radyo kanalı, tek marka yağımızın olduğu yıllara.. Allah razı olsun senden MB! Nasıl da unutmuştum o günleri..

Ah.. Ah.. Dediğim gibi TB geri geldi, buyrun tepe tepe kullanın. Bakalım ne olacak..

Yazının devamı...

Çinekop yemeyin!!

Dün 29 Ekim’le ilgili okumayı geciktirdiğim bir yazıyı okurken şu satırlar dikkatimi çekti. “Hatırlatırım, 29 Ekim aynı zamanda lüfer bayramıdır..”

Bir zamanlar öyleydi herhalde dedim içimden ben de.

Zira lüfer diye bir balık artık yok!

Şaka yapmıyorum.

Yanlış avlama yüzünden hallerde birer kasa lüfer ya var ya yok.

Niye? Çünkü yıllarca lüferin yavrusu olan çinekopu, sarıkanatı çılgın gibi avladılar.

Balık ailelerinden bihaber Türk halkı da onları “ayrı” balıklar sanıp afiyetle yedi.

Hayır canlarım, hayır kuzucuklarım! Çinekop ve sarıkanat AYNI ailenin elemanlarıdır ve lüferin büyümemiş halidir.

Yavrusudur. Henüz erişkin olmamışıdır. Erişkin olmadığı için de henüz yumurta bırakamaz. Yani çoğalamaz.

(Bilmeyen için ansiklopedik bilgi: Lüfer ailesi küçükten büyüğe doğru şöyle adlandırılır: defneyaprağı, çinekop, sarıkanat, lüfer, kofana ve sırtı kara. Niye bu kadar çok adı var peki? Balıkların kralı da ondan!)

Sen yıllarca bir hayvanın yavrusunu avlarsan ne olur?

Yumurta bırakacak kadar büyümediği için tükenir gider.

İşte şimdi o oldu.

Yedikleriniz son yavrulardır. Çocuğunuzun “lüferi”dir aslında.

İnsanın çocuğuna lüfer bırakamayacak olması ne kadar acı bir şey.



Peki devlet ne yapıyor?

Uyuyor.

Bu kadar...

Tarım ve Köy İşleri Bakanlığının koyduğu alt sınır 14 santim. Yani 14 santimden küçük bir lüfer ailesinin ferdini avlayamazsın.

14 santim dediğin çinekop! Ondan daha küçüğüne defneyaprağı deniyor ki o yavru bile değil. “Yav..” sadece.

Demek istediğim bu güya yasak bir halta yaramaz. Lüferin çoğalabilmesi için 24 santime gelmesi lazım.

Şu an boğazın girişinde gırgırlar ağlarını atmış, geleni gideni avlamaktalar.

Çılgınlar gibi çinekop avlanıyor.

14 santimi takan da yok zaten. 14 santimin altında balıklar da avlanıyor vahşice.

Çünkü kontrol eden yok.



Ben bu devlet denen aygıtın ne “işe” yaradığını anlamakta her geçen gün daha çok zorlanıyorum.

Lüferden söz ediyoruz arkadaşlar!

Balıkların kralı!

İstanbul boğazının en şahane şeyi!

Yok daha büyük bir lezzet!

Lüfer yedikten sonra başka balıklara balık bile denemez.

Bir devlet, coğrafyasının en güzel hediyesini koruyamıyorsa, bu konuda bir önlem almıyor, aldığı önlemi uygulamıyorsa NEDEN vardır?

Zulüm etmek midir devletin yegâne varlık nedeni?

Lüferimi koruyamayan bir devlete ben NİYE vergi veriyorum?

Hakikaten soruyorum. NİYE?

Yemin ederim bu kafadayım artık.

Ufacık bir iş kurdum iki yıl önce, hani nerdeyse Sabancı Holding kadar vergi ödüyorum. Cebime girenin iki katı vergi verdim!

Bir yandan kestiğim faturaların dolaysız “faturası” bir yandan telefonuma, internetime, gazozuma, sinema biletime “bindirdiği” dolaylı vergi..

Sonuç ne peki?

Lüferim yok oldu.



İş başa düştü arkadaşlar.

Devlet devletliğini bilmiyorsa o vakit vatandaş vatandaşlığını bilsin.

Fikir Sahibi Damaklar Derneğinin başlattığı bir kampanya var. “İstanbul lüferine hasret kalmasın” diyorlar.

(fikirsahibidamaklar.org)

Vatandaş olarak yapılacak şudur:

Ey damağına düşkün, ey balığın kıymetini bilen okur! Lüferi geri istiyorsan lüferin yavrusu olan çinekopu ve sarıkanatı yeme! Alma, ısmarlama ve yeme çünkü bunlar henüz erişkin olmayan lüferlerdir ve çoğalamazlar. Lüferin çoğalabilmesi için en az 24 santime gelmesi lazım. Restoranlarda denizi yeni görmüş garsonlar, paragöz patronlar kasten veya cehaletten aksini iddia etse DE, içiniz gitse DE, ucuz bulsanız DA çinekopa yüz vermeyin!

Bugün cumartesi. Olur da ailecek balıkçıya giderseniz aklınızda olsun istedim. Sevgiler, saygılar.

Yazının devamı...

Oktay Ekşi’nin yazısının içeriği kimseyi ilgilendirmiyor mu?

Eğri oturup doğru konuşalım. Herkes Oktay Ekşi’yi istifaya götüren yazısının son cümlesine takıldı, istifasının siyasi boyutunu analiz etti ancak kimse yazının içeriğine değinmedi.

Oktay Ekşi’nin meşum yazısının son cümlesi kabul edilebilir bir ifade değil. Ancak yazının geri kalanı doğruları söylüyor.

Ne diyor Oktay Ekşi?

“İkizdere Vadisi’nin “SİT alanı” olduğuna karar veren Kurulun elindeki yetkinin oradan alınıp Çevre Bakanlığı’na verilmesini öngören bir yasal değişikliğin Meclis’e sunulduğu bildiriliyor.

Veysel Eroğlu’nun sıfatı ile yaptığının birbirine zıt olduğundan söz etmiştik. Bunun hukuki zeminini de söyleyelim:

Biliyorsunuz devletin her kurumunun varlığı, onunla ilgili yasa hükmüne dayanır. Açın Çevre ve Orman Bakanlığı’nın kuruluş yasasını okuyun. Burada Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, “baraj” yapmasına izin veren tek kelimelik bir hüküm yok.

Tam tersine yasa, Çevre Bakanı’na, bu sıfatıyla ilgili tam 13 adet görev vermiş. Onlardan biri olarak da “Çevreye olumsuz etkileri olan her türlü faaliyeti ülke bütününde izlemesini ve denetlemesini” emretmiş.

Ama anlaşılan bir kararla “kümesi tilkiye teslim edip” meseleyi çözmüşler.” (28 Ekim 2010, Hürriyet)



Konuyu hatırlatayım: İkizdere’de 22 adet Hidro Elektrik Santral (HES) yapılacaktı ancak Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu İkizdere Vadisi’ni SİT alanı ilan etti, böylece HES’lerin yapımı durdu.

Bunun üzerine Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu “Hidroelektrik santrallere karşı çıkan çeşitli gruplar, enerji pastasından pay almak isteyen kesimlerden maddi destek alıyor!” diyerek başta Doğa Derneği olmak üzere çevrecileri “rüşvetçi, satılık” insanlar olmakla itham etti.

Yetmedi hükümet de sırf HES’lerin önünü açabilmek için SİT alanı ilan etme yetkisini Çevre Bakanlığı’na bağlı yeni oluşturulmak istenen “Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu” adında bir birime devretme kararı aldı.

Bu hükümetin enerji politikaları bana göre tek kelimeyle felakettir. Başbakan, Oktay Ekşi için “gidip görse böyle düşünmezdi, gittiğini sanmıyorum” dedi.

Ben gördüm. İkizdere’ye geçtiğimiz aylarda gittim ve Vatan gazetesine de hemen akabinde haberimi geçtim.

Gördüklerim güzelim Karadeniz doğasını darmadağın eden projelerdi. Yer gök dinamitleniyor, koca koca tüneller yapılıyor, cılız cılız akarsular “su akar Türk bakar” olmasın diye bir araya getiriliyor ve o tünellerden akıtılarak elektrik elde edilmeye çalışılıyor.

Hadi ben uzman değilim. O zaman Doğa Derneği Kurumsal Iletisim Koordinatörü Yücel Sönmez’in aşağıdaki yazısını okuyun.



İşte şimdi taraf olmayan bertaraf olur!

Yücel Sönmez Doğa Derneği

yucel.sonmez@dogadernegi.org


Hükümet, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun elinde bulunan SİT alanı ilan etme yetkisini Çevre Bakanlığı’na bağlı yeni oluşturulmak istenen “Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu” adında bir birime devretmeye hazırlanıyor. Bunun anlamı şu: Bugüne kadar doğal SİT alanı ilan edilen sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiat koruma alanları, yaban hayatını koruma alanlarının tüm koruma statüleri işlevsiz kalacak.

Bu artık Anadolu doğasının ölüm kalım savaşıdır. Bundan sonra ya bu tasarı kanunlaşacak ve hep birlikte daha 5-10 sene geçmeden doğaya rahmet okuyacağız, ya da tasarının bu haliyle geçmesinin önüne geçerek toptan kazanacağız.

Şimdiden söylemem gerekir ki esasen taraf olmayanın bertaraf olacağı savaş budur. Çünkü doğa alevi- sünni, kadın-erkek, engelli-sağlıklı, şehirli-köylü, AKP’li-CHP’li ayrımı yapmaz. Tüm canlılar nefes aldığı ve beslendiği sürece doğanın bir parçasıdır ve doğaya ihtiyacı vardır.

Birçok sivil toplum örgütü şimdiden bu tasarıya karşı bir araya gelmiş durumda. Yakında bir eylem planı kamuoyuna duyurulacaktır. Doğa için yapılan mücadelelere bugüne kadar ağırlıklı olarak seyirci kalan şehirli nüfusu da artık bu mücadeleye katılmak zorunda. Katılmazsa neler mi olur?

- HES’ler ve madenler yüzünden toprağında ekip biçemeyen milyonlarca insan şehirlere göç etmek zorunda kalır. Tarım ve hayvancılıktan başka bir geçim kaynağı olmayan bu insanların şehirlerde yaratacağı sosyal sorunlar en büyük ve en korunaklı plazada dahi gelir sizi bulur.

- Marketten ekmek ve su aldığınız sürece sizin için herhangi bir sorun yok gibi görülebilir. Ama şunu unutmayın ki doğal kaynakların özel şirketlere satılması ve kırsalda yaşayan insanların göç etmesiyle artan maliyetler, şehirdeki insanların daha çok çalışmasına, daha çok köleleşmesine neden olacaktır.

- Hidroelektrik santralleri, madenler gibi doğayı yok eden yatırımlarla yok olan her bitki, çiçek ve canlı, bir ilacın daha yok olması demektir.

- Bu tasarının kanunlaşması tatil alternatiflerinin de ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bakir koylar, cennet vadiler ve Karadeniz’in yayları büyük olasılıkla alternatif tatil seçenekleri olmaktan çıkacaktır. Tek seçeneğiniz binlerce kişinin aynı anda denize girdiği aynı anda yemek yediği dev otellere kucak dolusu paralar vermek olacaktır.

Yazının devamı...

The Köşk’te bir topuklu şaşkın

Bildiğiniz gibi bu fakir, 29 Ekim’de the “Köşk”e davetliydi. Dün girişimi anlattım, bugün çıkışımı anlatacağım.

Çıkışım hakikaten pek muhteşemdi. “İçeride mağrur bir leydi gibi dolaşan kadının hazin sonu” da denilebilir.

Cuma günü Ankara’ya iner inmez bir telefon geldi. CNN Türk Ankara büro. Tatlı sesli bir Cansu hanım beni resepsiyon sonrası “Ne Oluyor?” programına çağırdı. Hande Fırat ile tatlı tatlı resepsiyon dedikodusu yaparız diyerek “olur” dedim. Araç beni köşkten alacak ve sonra yine dilediğim yere bırakacak. E iyi.

Tam anlaştığımız saat olan 21:30’da çıktım kapıya. Dünyanın en zarif görevlileri adımı sordular ve “Mutlu Tönbekçi’nin aracının C kapısına teşrifleri” anonsunu yaptılar. (Ah bu benim zavallı soyadım..) Ama bu anonsun benzerini her iki saniyede bir yaptıkları için araçlar çoktan konvoy olmuş, köşkün bahçesinde pek sevimli bir trafik sıkışıklığı yaşanıyordu.

Bir ara beni alacak şoförle güç bela haberleşebildik. (Köşkte jammer var galiba) Duyduğum “Beni içeri almadılar, 1. kapıdayım” lafı oldu. Hiç bilmediğim Çankaya köşkünün dev bahçesinde yürümeye başladım.

Bir süre sonra benden başka yaya kalmadı. Meğer Köşk’ün dev bahçesinin yaya yolu başka yerden gidiyormuş. Araçlar üzerime üzerime geliyor ve ben kendimi E5’te yürüyen bir travesti gibi hissetmeye başladım.

O sırada “Ceza’nın aracı. Eee.. Ceza Bey’in aracı, C kapısına gel. Ee.. Geliniz..” anonsu duyuldu. Kızcağız o saate kadar bütün anonsları son derece düzgün yapmayı başarmışken orada koyverdi makaraları.

Ben koyamadım çünkü o sırada the “köşk”ün dev bahçesinde 15 punt rugan pabuçlarımla CNN Türk aracını arıyordum. Köşk’ün yolları Arnavut kaldırımı ve inanır mısınız topuklarım tek bir taş arasını bile sektirmedi! Her birine itinayla gire çıka (ve ve ve nasıl vuruyorlar, nasıl acıtıyorlar anlatamam!) yokuşun tepesindeki bir kapıya inleye çınlaya ulaştım.

Orası 5 nolu kapıymış! Hay bin kunduz! 1 nolu kapı 1 km aşağıdaymış! Oh no! Öleyim ve beni Çankaya şehidi diye oracıkta gömsünler e mi! Bu halimle imkan yok kıpırdayamam..

KÖŞKTE OTOSTOP ÇEKTİM

Yapabileceğim tek şey otostop çekmekti. En azından yarı yolu götürseler razıyım.

İki lüks araç hiç umursamadan bastı gitti. Şoförler, anonsları duymuş telaşla patronlarını almaya gidiyordu belli ki. Ayakları sızlayan bir topuklu şaşkın ördek çok umurlarında olamazdı tabiyatylan.

Üçüncü araba yerli malı yurdu malı bir Megan’dı. Şefkatle durdu. Derdimi anlattım, tabii dedi. Bindikten sonra “Bu kimin aracı dedim?” Yeni Şafak’ınmış. Rasim Özdeören’i almaya gidiyormuş. Milliyet’in aracıyla Köşk’e geldim, Yeni Şafak’ın aracıyla Köşk’ün bir kapısından bir kapısına götürülüyorum ve inşallah CNN Türk aracıyla hedefe ulaşacağım! Türk basının ulaştırma filosu (adeta) benim emrimde!

Yarı yolda indim ve karşımda ne var? Merdivenler! Ve daha da fenası galiba son altı ayda onları benden başka kullanan olmamış. Taşların arasına itinayla giren zavallı topuklarım bu sefer de Çankaya çamurunun içine sevgiyle girmesin mi! 15 puntluk bir rugan pabuç ancak bu kadar hor kullanılabilirdi.

Son nefesime yakın, CNN Türk aracına ulaştım.



Televizyon binasına ulaştığımda program çoktan başlamış, yükünü almış, tam gaz gidiyordu. Reklam arası verdiler, ben stüdyoya girdim.

Program konuklarına da sayayım: Milliyetçi Hareket Partisi Ankara Milletvekili (mavigöz) Cihan Paçacı, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer ve CNN Türk Haber Koordinatörü Yavuz Oğhan.

Ohooo... Arkadaşlar resmen “asık surat şampiyonşip” durumundalar. Aman ya Rabbi! Bir resepsiyon bardağında ne memleket kurtarma fırtınaları koparılıyor. İstanbul’dan büyük kadın düşmanı (ve nasıl oluyorsa aynı zamanda CHP parti meclisi üyesi) Enver Aysever mi bağlanmıyor, büyük Türk düşünürü Emre Uslu süperella fikirlerini mi sayıp dökmüyor, Cihan Paçacı ezber politikacı paragrafını mı söylemiyor...

Yahu benim bu asık suratlı ve dünyayı da asık suratlı yapmaya ahdetmiş adamların arasında işim NE?

O 15 puntluk rugan pabuçlarımla Köşk’ün bahçesinde canım yana yana sekmelerima mi yanayım, Vatan Ankara temsilcimiz, memleketin en zarif insanı Bilal Çetin’in Park Fora’daki davetini kaçırdığıma mı yanayım, Nagehan Alçı’yla süper dedikodu yapamadığıma mı yanayım..

Yani bakın iki gün geçti ayaklarım hâlâ hava kabarcıklı ambalaj kağıdı gibi. Sağ ayağımın 4, sol ayağımın 3 yeri su toplamış durumda. Sağ küçük parmağım sağ baş parmağımla rekabet edecek durumda.

Yoooo.. Bu sondur... Bir daha ASLA ve KATA siyasetçilerle ve Cumhuriyet Gazetesi yazarlarıyla programa çıkmayacağım. Alın kendi dünyanızı karartın durun. Benim muhalefetim dalgamı geçebildiğim sürece vardır. Ezber metinlerle değil.

Bu kadar.. Resepsiyon anılarımın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.. Hadi eyvallah...

Yazının devamı...

Bir Köşk acemisinin resepsiyon maceraları

Resepsiyon izlenimleri

Nereden başlasam bilmiyorum. Şimdi şöyle: Bundan 15 gün önce miydi, 3 hafta önce miydi tam hatırlamıyorum gazeteden İlkay aradı. “Cumhurbaşkanlığından aradılar. Cebini istediler. Galiba seni 29 Ekim resepsiyonuna davet edecekler” dedi.

Hadi canım dedim. Beni niye çağırsınlar? Kıyı köşe yazarı, dış kapının mandalı, PR’cı arkadaşların deyimiyle “layf staayl”cı garip Mutlu’yu kim ne etsin..

Dedim onlar başka bir şey için aramışlardır.
Hakikaten ardan haftalar geçti, ses seda çıkmadı. Tam ben Roma’da, İnfiniti’nin lansmanı için bulunuyor ve aman Allahım o muhteşem arabalarla atlar, inekler, koyunlar arasında kaybolmayı başarıyorken (sonra bu hikâyeyi de anlatacağım) haber geldi: Hakikaten çağrılıymışım!
Vay be dedim! Köşk deyince aklına sadece “Köşk Çay Bahçesi” gelen işçi kızı Mutlu, the “Köşk”e de bir gün çıkabilecekmiş ha! Vay be! Bazıları için rutin olabilir ama unutmayın ki ben Ankara gazetecisi değilim! Kimseyi de tanımam, bu yaşıma kadar gayet sınırlı bir çevre edinebildim. Daha acayibi hayatımda Ankara’ya bile toplam 10 kere gitmişimdir.

Davet mektubu gazeteye, mesajı ise telefonuma düştü. “Sayın TÖNBEKİCİ Cumhuriyet’in 87. yıl dönümü vesilesiyle Çankaya Köşkü’nde düzenlenen kabul törenine davetlisiniz. Lütfen katılım durumunuzu bu mesajı EVET/HAYIR seklinde cevaplayarak bildiriniz.”

Roma’nın taşrasında, koyunların arasına, navigatöre güvenip fena halde kaybolmuşken bastım “evet”imi. Kılıçdaroğlu muyum ben? Gelecem tabii.

Uzun etek krizi

Fakat bir giyim sorunu var. Davetiyede aynen şöyle yazıyor: “Smokin/Koyu renk elbise Uzun etek Mesdres Milli kıyafet.” Bunların arasından birini seçmem gerekiyordu sanırım. “Mesdres” nedir bilmiyordum, o nedenle onu hemen atladım. “Milli kıyafet” fikri çok hoşuma gitti. Tam onu seçecektim ki evet’i yolladıktan sonra fark ettim, Roma dönüşüyle resepsiyon arasında sadece 24 saat var. Ve ben evinde her daim hazırda zeybek veya dansöz kıyafeti bulunduran o mükemmel kadınlardan değilim. (Habertürk yazarı Nilay Örnek anlattı geçen günlerde. Bir bekarlığa veda partisinde hayli ciddi bir işte çalışan bir kadınla tanışmış. O ciddi işte çalışan ciddi kadın haftada bir gün kocasına mükellef bir sofra hazırlar, sonra da dansöz kıyafetini giyip kocasının karşısında şakkada şukkada oynarmış..)

Mesdres, milli kıyafet ve smokin seçeneklerini eleyince geriye “uzun etek” gibi şey kalıyor. “Uzun” ne kadar uzun olmak mecburiyetinde en ufak bir fikrim yok.
Hürriyet Ankara diplomasi muhabiri Zeynep Gürcanlı’yı aradım. “Çok da kasma, diz altı etek yeter” dedi. Ve lakin gardırobumdaki yegane diz altı etek 42 beden ve ben şu an 36 bedenim.

Akmerkez’e gidip işşşş kadınlarının en sevgili markası Network’e daldım. Elinizdeki en uzun dar eteği istiyorum dedim. Hakikaten nefis bir etek getirdiler. Sekreter fantezisi dışında bir daha giyebileceğimi sanmadığım hayli diz altı bir eteğe 195 TL, taa Bursa’lardan arkadaş desteği olarak yollanan şantuk bluza takılmak üzere bir kemere 175 TL ve bir gece çantasına 50 TL (evet burada ucuza kaçtım) toplam 420 TL’lik masraf yaptım. Cumhuriyet’imize armağan olsun, ne diyeyim..


Resepsiyon ne menem bir şeydir?

Resepsiyon veya “kabul” denilen hadise esasen 1500 davetlinin sıraya girip Cumhurbaşkanı ve eşinin elini sıkması demek.

Olaylar şöyle gelişiyor: Herkes “şoförlü” arabasına atlıyor, Köşk’e gidiyor. Dış kapıda davetiyeyle beraber yollanan güvenlik kartı kontrol ediliyor. Kart varsa araç içeriye salınıyor. Bina kapısına geliniyor, araçtan iniliyor, güvenlik kartı tekrar kontrol ediliyor. Cep telefonları bir köşeye, paltolar bir başka köşeye fiş karşılığı teslim ediliyor. Sonnnn derece nazik görevliler sizi alıp üst kata çıkartıyor. Önce 1. salonda bekleniyor. “Kabul” 2. salona girerken oluyor. Tam kapıdan geçerken güvenlik kartı bir görevliye veriliyor. Görevli isminizi anons ediyor ve 5 metrelik “meşhur” yürüyüş başlıyor. Onlarca kamera önünden geçerek önce Cumhurbaşkanı’nın elini sıkıyorsunuz sonra eşinin. Sonra hızla 2. salon kalabalığına karışıp ikramların peşine düşüyorsunuz.

Belediye otobüsü tadında bekleme salonu
Fakat itiraf etmeliyim ki 1. salondaki bekleme ve 2. salon kapısına varma mücadelesi tam belediye otobüsünde arka kapıya ilerleme tadındaydı. Devletin ennn üst katında da yine itiş yine kakış. Nazik olmaya çalışırsan asla giremiyorsun. O yüzden hep yabancılar kalmıştı geride. Kendimi İpek ve Oral Çalışlar çiftinin şefkatli hamiyetine bırakmasaydım kuvvetle muhtemel kapıdan son giren olacaktım. Ben iki kere başkasının, başkaları da bir kere benim ayağıma bastı. Buckingham Sarayı’nda da böyle midir acaba yoksa Türkiye’ye has bir durum mu merak etmedim değil.


İkram bol duygu zayıf

Her şey çok şıktı. İkramlar bol ve lezzetliydi. Tepsilerde dolaşanları saymak gerekirse: Minik tavuk kroket, dönerli mini hamburger, ıspanak, ton ve peynirli tartolet, peynirli sigara böreği, somonlu krep, mini içli köfte, mini et ve tavuk şiş, mini su böreği aklımda kalanlar. Hepsi de ruju dağıtmayacak veya tüm ağza atılıp çiğnendiği vakit adamı çirkin göstermeyecek ideal boyutlardaydı. Alkollü veya alkolsüz içki ikramı da vardı ama anladığım kadarıyla dağılımda bir hata vardı. Zira bizler susuz kalırken başka bir grup mebzul miktarda tükettiğini söyledi daha sonra.
Peki cumhuriyetimizi ne kadar coşkuyla kutladık? Ne kadar idrak ettik? Ne kadar anladık ne olup bittiğini?
Samimi fikrim: Hiç. Türkiye’ye yeni gelmiş bir yabancı olsaydım hayli hayal kırıklığına uğrardım. Bu ne şimdi derdim.

Şıklık, ikram, lezzet tamdı, ona diyecek yok fakat hakim duygu “dostlar alışverişte görsün” hissiydi. İlk defa katılıyorum, başka nasıl yapılır bilmiyorum. Ama Rafi Portakal’ın dediğine göre Fransız Elçiliklerinde Devrim Resepsiyonu pek coşkulu, pek hisli geçermiş. Devrimi bayağı bayağı idrak edermiş insan.

Peki davetliler ne yaptı? Onlar da ortamı mükemmel bir PR arenasına çevirdi. Gördüğüm en üst düzey “konsomasyon” faaliyetiydi. Herkes gruptan gruba sekiyor, kahkahalar ortalığı çınlatıyor, bol miktarda el sıkılıyor, omuz sıvazlanıyor ve kartlar alınıp veriliyordu. Gazeteciler bakanları bulmuşken randevu alıyor, lafı olan gazeteciyi esir alıyor, az ünlü çok ünlüye selam veriyor, işadamı bakana dilek bildiriyor, okur yazarı tebrik ediyor, asosyaller kenarda pısırık bekliyor ve gece 21.30’da sona eriyor.

Yazının devamı...

Devlet nedir, ne işe yarar?

Dünkü yazımda yetimhaneden çıkan mucit Libya doğumlu Amerikalı Dr. Faris’den söz ettim. 7 gün önce İstanbul’da Fütüristler Derneği ve Novarti’in davetiyle bir konferans için geldi.

Hikayesinde beni etkileyen kısmının yetimhanede büyümüş olması demiştim. Zira babası çok küçükken ölmüş ve annesi Libya yasaları gereği çalışamadığı için oğlunu yetimhaneye vermek zorunda kalmış.

Dr. Faris (ve dünya için) bu olay hayırlı olmuş olabilir ama anlatırken “çok şükür bu durumda değiliz” de dim içimden. Kadın olduğum için çalışamayacağım ve çocuğumu yetimhaneye vermek zorunda olacağım.. Ne yalan söyleyeyim düşünmesi bile tüylerimi diken diken ediyor..
Anlattığı öbür düşündürücü hikâye ise Malezya hüsranıydı. Onu da bugün anlatacağım.


Yıl 2001. O zamanın Malezya Başbakanı Mahathir Bin Muhammed’in Dr. Faris’den haberi oluyor ve kendisini New York’da ziyaret ediyor. Mahathir, Malezya’nın 22 yıl başında kalmış efsanevi (ve aynı zamanda çok eleştirilen) başbakanı. Malezya’nın modernleşmesi, gelişmesi ve zenginleşmesinde büyük pay sahibi. Projelerin adamı olan Mahathir, Dr. Faris’i Malezya’ya davet ediyor. Dr. Faris’in Amerika’da kurduğu ve adını Türkçe’ye “icat kuluçkası” diye çevirdiğim Reveo InventQbation şirketinin aynısını Malezya’da kurmasını istiyor. AMAÇ: Teknoloji üreten bir ülke olmak ve patentli ciddi Malezya markaları yaratmak.
Projeye 170 milyon dolar ayrılıyor. Malezya’dan göç etmiş bütün Malezya “beyin”leri ülkeye “geri” davet ediliyor. Dr. Faris kendi ekibinin önemli bir bölümünü de Malezya’ya aktarıyor. “Aslında hiç böyle bir planım yoktu ama neden olmasın dedim. Fikir heyecan vericiydi..”

6 ay içinde laboratuar kuruluyor. 3-4 şirket kuruluyor. Bilim adamları mutluluk içinde çalışmaya başlıyorlar.
3 yıl içinde 50 patent alınıyor. Bunların arasında nikel çinko pille (lityum pile alternatif) çalışan ve tek şarjla 520 km giden elektrik aracı ve şimdi deli gibi moda olan 3 boyutlu televizyon da var.

Hadise bütün heyecanıyla devam ederken Mahathir 2003’de emekliye ayrılıyor ve ardından halefleri tarafından müthiş bir “temizlik” başlıyor.

Mahathir’in başlattığı birçok şey “pahalı olduğu” gerekçesiyle iptal ediliyor. Vaad edilen para kesilince Dr. Faris’in kurduğu laboratuar ve şirketleri de kapanmak zorunda kalıyor. Malezya’ya geri göç eden “beyin”ler dahil hepsi ülkeyi terk ediyor.

Dr. Faris’in dediği şu: “Böyle olmasaydı şu an 3D TV teknolojisini dünyaya Malezya satıyor olacaktı. Bir Malezya markası olacaktı Panasonic’in yerine. Üstelik 5 yıl öncesinden. Nikel Çinko pilli elektrikli araç 7 yıl önce piyasada olacaktı. Şimdi bir başka ülkenin markası olarak 7 yıl gecikmeyle çıkacak. Parayı ve şöhreti onlar kazanacak..”


Nasıl? Çok acayip bir hikaye değil mi? Devlet nedir, ne işe yarar sorusunun herhalde en iyi cevabı.
“Siyasi intikam fena bir şey” diyerek konuyu kapıyor Dr. Faris.

Umudunuzu kaybettiniz mi, yine teklif gelse yapar mısınız diye sorunca coşkuyla “Elbette!” diyor. “Artık tecrübeliyim. Ne yapıp yapmamam gerektiğini biliyorum. Teknoloji her yerde üretilebilir. Bugüne kadar olmadı deyip bir kenara çekilmek ve ‘teknoloji sömürgeleri’ olmanın alemi yok..”

Bizde de TÜBİTAK diye bir şey vardı di mi? Ne güzel bir devlet dairemizsindir sen..

Güzel haber: Dr. Faris’in Türk şirketleriyle kontağı var


Yazının devamı...

Yetimhaneden çıkan mucit: Dr. Sadeg Faris

5 gün evvel İstanbul’a bir mucit geldi. Ufak tefek sevimli bir adam. Sokakta görsen dünyaca ünlü bir mucit demesin. Olsa olsa Kahire çarşısında kuyumcudur dersin. Aptal önyargılardan kim tamamen kurtulmuş ki..
Kendisiyle kahvaltı etme fırsatım oldu. Heyecanlı bir Amerikalı Arap vardı karşımda.

Hikâyesinde beni etkileyen kısmı bir yetimhane çocuğu olmasıydı. Babası genç yaşta ölünce 6 kardeşiyle yetim kalmış. O günlerde (bilmiyorum hâlâ öyle midir?) Libya’da kadınların evden çıkıp çalışmaları yasak. Annesi çocuklarına bakamaz halde, mecburen yetimhaneye vermiş.
“Yetimhane benim şansımdı” diyor Dr. Farisi. “Birincisi disiplinli olmayı öğrendim. El sanatlarını, İtalyanca’yı, müziği hep bu disiplinle öğrendim. İkincisi zekatla büyüdüm. Bunun karşılığını vermem gerekirdi.. Hak etmek için hizmet edeceksin..”

Yetimhanedeyken dikkat çekiyor ve devlet bursu kazanıp Amerika’ya Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’ye gidiyor. Elektrik mühendisliği ve bilgisayar bölümlerinde okuyor. Sonra IBM’de başlıyor. Habire yılın mucidi ödülünü alıp duruyor. Sonra kendi şirketlerini kuruyor. Malezya’da dev bir icat enstütüsü kuruyor. Şimdiye kadar 600 icadın patentini alıyor. Daha geçen sene New York patent bürosu yılın mucidi seçiliyor.

Neler icat etmiş diye teknik detaylara boğmayacağım sizi. Fakat şunu anladım ki adamın çok önemli bir derdi var: Herkesin alabileceği insanlık yararına bir şeyler icat etmek. 3D televizyon mesela iyi güzel ama onun derdi 2 boyutlu TV’yi 3 boyutlu yapan ucuz bir dekoder yapmak.. Veya şu an çok uzun ve pahalı bir şey olan insan gen haritasını 1 dolara ve 1 dakikada yapan ve her eve girebilecek bir alet yapmak.. Elektrikli otomobiller için üretilen ve hammaddesi Çin’in tekelinde olan ve aslında verimsiz olan lityum pil yerine başka bir pil mesela nikel çinko pil üretmek.. Veya en heyecan vericisi: Ucuz uçan araba yapmak!

Tüm bu yazdıklarım hayal değil bu arada. Üzerinde çalıştığı ve patentini aldığı veya pek yakında alacağı ürünler. Faydalı, ucuz ve ticari bir değeri olan.. Şirketler deli gibi bu adamın peşinde.


Bu zeki, neşeli, güleryüzlü ve en güzeli gelecekten umutlu bir zamanların fakir yetimhane çocuğunu izlerken aklıma Almanya’nın çatlak sesi Sarrazin geliyor. Alman Merkez Bankası’nın yönetim kurulu üyesi ve Sosyal Demokrat Partisi üyesi Thilo Sarrazin “Türkler ve Araplar Almanları fena halde bozuyor. Onlar yüznden Almanya giderek “aptallaşıyor”. Çünkü bu insanlar aptal oldukları yetmiyormuş gibi Almanlar’dan da çok daha hızlı çoğalıyor. Yakında Almanya diye bir şey kalmayacak” demişti hatırlarsanız.

Konuya yarın devam edelim derim, zira Dr. Sadeg Faris’in bir Malezya hüsranı var ki acaba Sarrazin halt etmemiş mi dedirtiyor insana..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.