Şampiy10
Magazin
Gündem

Güneş parlar, elektrik borçlu yatırımcı altında yanar

Dünkü haber:

DÜNYANIN en lüks oteli seçilen ve Azeri asıllı Rus işadamı Telman İsmailov tarafından 1.5 milyar dolara yaptırılan Antalya’daki Mardan Palace Hotel’in elektrikleri 3 milyon 735 bin lira borç nedeniyle kesildi. Açılışında Sharon Stone, Paris Hilton, Mariah Carey ve Monica Bellucci gibi yıldızları ağırlayan Mardan Palace Hotel’in elektriği jeneratörlerle karşılanmaya başlandı. Mardan Palace Hotel Genel Müdürü Cumhur Özen, problemin en kısa zamanda çözüleceğini söyledi.

Antalya’nın Kundu bölgesinde Telman İsmailov tarafından 1.5 milyar dolara mal edilen ve bu yıl ‘Turizmin Oscarları’ olarak da adlandırılan World Travel Awards 2010’da ‘Dünyanın En Lüks Oteli’ seçilen Mardan Palace, elektrik borçları yüzünden karanlıkta kaldı.”



Beter olsun diyebilir miyim?

Dedim bile. Zira bu dünyanın en lüks (ve görgüsüz) saray çakması oteli, güneş ışıklarından uzak, bulutlu yağmurlu zavallı bir kuzey Avrupa ülkesinde bulunmuyor!

Yılın 11 ayının güneşli geçtiği Antalya bölgesinde bulunuyor.

Yani?

Odalara altından kubur (veya ne haltsa..) koymak yerine tepesine güneşten elektrik üreten paneller koysaydı bunlar başına gelmeyecekti. Üstelik dünyaya da manalı bir şey katmayı başaracaktı.

Hiç öyle “aman bu yatırımdır, istihdamdır, memleketimiz için çok hayırlıdır, gözümüzün bebeğidir, koruyalım, kollayalım” ayaklarına yatmaları yiyecek değilim. Kusura bakılmasın.

Vatandaş paşa paşa ödüyor beyim siz de ödeyin halkçılığı da değil benimki, zira vatandaş da ödemiyor. (bkz: sen, ben, yenge durumu) (bkz: kaçakis elektrikis)
Bu köşede bin kere (değilse de) yazdık durduk. Güneş enerjisi memlekette kullanılmayan bir enerji. Gidiliyor termikler, nükleerler, HES’ler yapılıyor. Anladık o tarafların lobisi ağır “ağbi”. Bizim gibiler satılık, ajan provakatör, vatan haini, zırtapoz şu bu (bkz: Başbakan’ın pek latif benzetmeleri). “Ağır ağbi” lobisini hükümetin bu candan “sevgisiyle” yenmek imkansız. Hükümet teşvik vermiyor, desteklemiyor güneş enerjisi kullanımını. Yine de sorumlu bir vatandaş, sorumlu bir mühendis ve sorumlu bir mimar pekala başka bir bina yapabilirdi oraya yağı - bol - buldum her - yerime - sürerim - çakma - sarayı yerine.

İşte aşağıdaki yazıda bunun olabilirliğini okuyacaksınız.

16 yıldır güneş enerjisi sektöründe faaliyet gösteren Ateş Uğurel konu hakkında gayet yerinde bir yazı yolladı.

Buyrun, bir de buradan yakın.

Mardan 1 yıllık elektrik faturasıyla güneş enerji sistemi kurardı

Acaba yılda ödenen 7 milyon TL ile dünyanın en lüks oteli aynı zamanda dünyanın en çevreci otellerinden biri de haline gelip kendi elektriğini kendisi üretebilir miydi?

Hemen hesaplayalım.

7 milyon TL eder 3.5 milyon Euro . Bununla da yaklaşık 1.75 MW kurulu gücünde bir güneş enerjisi sistemi çok rahatlıkla kurulabilirdi.

Peki bu sistem ne kadar elektrik üretirdi? Antalya şartlarında yılda yaklaşık 2.800 MWh.. Önümüzdeki 20 sene elektriğin fiyatının hiç artmayacağını düşünürsek ve bugün ticarethane statüsünde bir işletmenin 20 yıl boyunca 0.16 Eur/kWh elektrik parası ödeyeceğini farz edersek yılda elde edilen tasarruf ortalama 450 bin Euro..

Madem elektriğin fiyatını sabitledik, düz hesap devam edelim, faiz de yok diyelim . Bölersek 3.5 milyon Euro’yu 450 bine , karşımıza yatırım geri dönüş süresi olarak 7.78 yıl çıkıyor. Halbuki turizm sektörünün biraz tozunu yutmuş herkes en cazip turistik yatırımın bile 10-12 seneden önce dönmeyeceğini biliyor. Bu durumda (üstelik de yatırım maliyeti her sene düşen) güneş enerjisinden güney illerimizde yararlanmamak büyük bir aptallık gibi gözüküyor. Üstelik kağnı hızında olsa bile bu sistemlerin şebekeye bağlanmaları için gerekli yönetmelik ve yasalar da yavaş yavaş yayınlanmaya başlamış iken.

Sonuç: Güneş parlar, elektrik borcundan oteli haczedilen aptal yatırımcı altında yanar...(Su akar Türk bakar’ın 2010 versiyonu)

Saygılar

Ateş Uğurel

Yazının devamı...

Tembel ayının gündemi

"Kardeşim, niye yazmıyorsun?" diye günlerdir sorup durdu beni internetten takip eden dostlar. Arkadaşlar! Merak edecek bir şey yoktur. Gazetemiz (bilhassa 6. sayfası) son haftalarda bol miktarda ilan almakta. Tam sayfalar, sağlı sollu sayfalar, iç dış sağ sol, orta saha, er yar ilan dolu. (Ne mutlu bize! Onlar bizim maaşımız, sigortamız, yazılmayan fazla mesaimiz.)

Ne oluyor bu kadar çok ilan alınca? Gazetede bana yazacak yer kalmıyor. Şahsımın da ne kader üşengeç, hadi elimizi korkak alıştırmayalım, açık açık yazalım, “tembel” olduğunu da bilmeyen yok, değil mi?

İşte bundan dolayıdır “yer yok ablacım, yazma” dediği zaman pek sevgili yöneticilerimiz, ben de hiiiç “o vakit internete yazayım da kendimi unutturmayayım triplerine girmiyorum.”

Hata mı? Kuvvetle muhtemel. Zira internet icat oldu, mertlik bozuldu, milletin günde 5 kere (hiç üşenmeden) yazısını yenilediği (ve hemen akabinde şunu şunu yazdım diye tivitlediği (bkz: Cüneyt Özdemir) günlerdeyiz, nedir bendeki bu lakaytlık..

Hiç sormayın.com. Galiba genimde ayılık var. (Kutup ayısı geni değil ama, zira üşüyüp duruyorum) Kış gelince kuru ve sıcak mağaramda paso uyumak istiyorum. Ve yemin ederim 36’ımı devirdiğimden beri de bundan hiç utanmıyorum, gocunmuyorum, vicdan azabı falan duymuyorum. (Bkz: erken kalkıp da bugüne kadar insanlık yararına ne yaptınız düdükoslar!?) (bkz: 36 yaşın sırrı) (bkz: Einstein vs olmadıktan sonra ne yapsan boş)

Hoş artık ayılar bile uyumuyormuş. Çöplüklere dadanmışlar ve ayı denen pratik hayvan, yiyecek bulduğu sürece meğer uyumazmış. Kış uykusu, yiyecek ihtiyacını en aza indirmek için yaptığı bir şeymiş. (bkz: Hoş geldin belgesel abla! Bir Demet Tiyatro’da hayvanlar âleminden söz eden kimdi? Eyvah Necdet mi Spartaküs mü? Ah ne diziydi be..) (bkz: Tivitter cevap verdi: Eyvah Necdet’miş)

Konudan konuya atla.com peki ne olmuş bu ayılar uyumayı bırakınca? Çevre ve Orman Bakanlığı da, uyumayıp ortada dolaşan ayıları ava açmaya karar verdi!

Nesli tükenen bir hayvanı ava açmak ancak bizim yapabileceğimiz bir şey.

Ve yine enteresan bir şey oldu: Çevre derneklerinin tepkisiyle bu kararını geri çekti.

Türkiye bu tadı seviyor! Devletimiz bir yandan yaralı yaban hayvanlarına ambulans hizmeti verir bir yandan uyumuyorlarsa öldürün der, ama sonra vazgeçer, tabii vazgeçtiğini duyan var duymayan var.. Patır patır avlıyor milletimiz.

Çinekopu da yemeğe devam ediyorsunuz di mi? Görüyorum, haber alıyorum. Anlı şanlı balık lokantaları şakır şakır satıyor. (Arnavutköy Fishmekan, Bebek Poseidon.. Niye yaparsınız ki bunu?) ama tabii devlet avı yasaklamıyorsa vatandaş mı düşünecek?

Bir başkadır benim memleketim.

Aferin bize.



Türkiye yumurta atmayı keşfetti!

Kendini “yumurta yemek için doğmuş” şeklinde tarif edebilecek biri olarak (yani o kadar severim yumurtayı! Hani kolesterol yüzünden bednam olmasa, günde en az üç dört tane yiyebilirim! “Yiyin bi’şey olmaz” diyen doktorlara tapıyorum , bir tanesiyle evlenmek istiyorum, daha ne diyeyim!) her yumurta atma seansı sonrası içim fena oluyor. “Yapmayın arkadaşlar! Ne güzel yenirdi onlar!” diyor içimdeki “yumurtasever Mutlu”.

Radikal’de Tan Morgül yumurta atarak protestonun tarihini yazmış.

“Doğurganlığın sembolü olan yumurtanın protesto malzemesine evrilmesi hakikaten ilginç. Avrupa ‘atma’ tarihinde yumurta, meyve, sebze ve balık olarak sahne almış; tabii, hepsi çürük olmak şartıyla. Ortaçağ’da, yargıçlar tarafından küçük suç işleyenlere layık görülen ve kamusal alanda ha lkın katılımıyla vuku bulan fırlatma etkinliğinin temel mottosu ise kişiyi aşağılama ve küçük düşürme. Bu vurgu, 17.yy sonrasında görülmeye başlayan protesto nitelikli atma etkinliklerinin de kaidesini oluşturmaya devam ediyor. Akdeniz ülkelerinde ise yumurta, domates, sebze atımı, İngiltere ve Orta Avrupa’dan farklı olarak daha çok halk festivallerinde huşu ile azmanın parçası...

Ulaştığımız kaynaklardan anladığımız, protest yumurtanın yaşam alanı, Britanya Krallığı’nın hüküm sürdüğü ve iz bıraktığı topraklar. Öte yandan bilinenin aksine, bu yumurtalama geleneği tarihte daha çok, meydanlarda toplaşıp iktidarın suçlu ilan ettiklerini paralayan ‘statükocu’, ‘iktidar yanlısı’ kalabalıkların eylemi olmuş... Hedeftekiler ise insanlık tarihi için münevver pratikler sergileyen ırkçılık karşıtları, hakim dinden kopan papaz ve müminler, sendika liderleri, eylemciler, süfrajetler, ezcümle ortalığa çıktığı anda kültürel-dini-siyasi nedenlerle ‘kitle’ tarafından tepkiyle karşılanan tüm iktidar-dışı camia. ”

Tan Morgül’ün yazısı yumurta atmanın kronolojisiyle devam ediyor. Yumurtanın iktidarın elinden muhalefetin eline geçişi açısından ilginç bir tarih.

İktidarın eline tazyikli su, biber gazı, cop, tekme, tokat geçtiğinden beri yumurtaya ihtiyaç duymayışının da tarihi denilebilir.

Yazının devamı...

Pazarlama taktiklerinde son nümerolar

Öğlen gibi kapım çalındı. Açtım, karşımda sevimli, esmer bir delikanlı. “Buyrun?” dedim, “İyi günler” dedi. “Bir kozmetik ürününün tanıtımını yapıyoruz, ücretsiz numune veriyoruz, siz de ister misiniz? Beş dakikanız var mı?”
Ücretsiz numune vermek 5 dakika sürmez, işin altında bir bit yeniği var, merakımdan “var” dedim.

“Biz aslında X markayı (dükkanlarda değil de doğrudan satışla ünlenmiş 100 küsur yıllık çok meşhur bir markadan söz ediyor) protesto etmek için bu numuneleri dağıtıyoruz çünkü biliyorsunuz ki X markası bir İsrail markasıdır. Siz de bir Türk olarak evinize bir İsrail markası sokmak istemezsiniz değil mi? İşte o nedenle bu Y marka parfüm ve deodorantı hediye ediyoruz..”

Şaşkınlıkla dinlemeye devam ediyordum. “Ayrıca X markası Sağlık Bakanlığı’ndan izin almamıştır. Yani kaçaktır. Kuvvetle muhtemel sağlığımıza da aykırıdır.. Ama bizim ürünümüz hede de hödö de..”

Delikanlı otomatiğe bağlanmış sallıyor da sallıyor!

Bir dakika dedim. “Amerikalılarım medarı iftiharı X markası ne zamandır İsrail markası oldu? Ayrıca “her Türk İsrail düşmanı olmakla mükelleftir” nasıl bir önerme? Dahası çaldığın her kapıdan bir Türkün çıktığından nasıl bu kadar eminsin? Kaldı ki İsrail hükümetinin yaptığını sadece Türkler değil İngilizler, Almanlar, Fransızlar ve hatta Amerikalılar da onaylamıyor. Dahası X markası niye cezalandırılıyor? Fakat en önemlisi diyelim ki İsraili protesto ediyoruz ve diyelim ki X markası da İsrail markası ve yine diyelim ki X markasını da sırf bu nedenle almamaya karar verdik, senin Y markasının ürünlerini bedava dağıtman hangi ticari mantığa uyar?

Hiç bir ticari mantığa uymuyordu elbette. Esas amaç şu imiş çıktı ortaya: Efendim bir deodorant ve bir parfümden oluşan paketin içinde cep telefonu gibi başka hediyeler de olabiliyormuş. Çekilişle falan kimseyi oyalamayıp kandırmamışlar, direkt paketin içinde koymuşlar. Hediye çıktığı taktirde öğrenci delikanlıya, eğitimine katkıda bulunmak üzere 60 lira verecekmişiz.

Yalandan bir İsrail protestosu, yalandan bir piyango ve yalandan “öğrenciye bir destek attır ablaaa” durumu.
Pazarlama okuyan ve okutanlar için nefis bir “keys stadi”. Alın tepe tepe kullanın..

Feromonun Hormonları Aşkın ilacı: Berberinizden tavsiyeler

Geçen gün gazeteden gelen paketin içinden çok şahane bir kitap çıktı: “Siz ve Saçlarınız” Yazan: Ertan Yılmaz”
Arka kapakta yazan aynen şöyle: “Bir zamanlar Zeki Müren’in de berberliğini yapan E. Yılmaz meslek yaşamının sırlarını bu kitapta paylaşıyor. ‘Adana Rüzgarı’ isimli bir albüm CD’nin de armağan edildiği bu çalışmayı okurken müziğe de doyacaksınız. Kimse berberdeki bilgileri ve saçları bende daha iyi anlatamaz. Bu güzel şarkıları yazamaz ve okuyamazdı
Bu yüzden:

* Hiç kimseyi öpmeden ve öpülmeden önce..
* Bir kızla veya erkekle tanışmadan önce..
* Evlenmeden ve iş kurmadan önce
* Saçlarınızı ve güzelliğinizi kaybetmeden
önce
* Hayata küsmeden ve mutsuz olmadan önce
* Ağlamadan, hasta olmadan yaşlanmadan ve ölmeden önce mutlaka bu 8 kitabı okuyun “

Bu kadar iddiaya kim dayanır? CD’yi CD çalarıma takıp (çok kötü söylüyor bu arada) kitabı okumaya başladım.
Birkaç başlık: “Snaypır gibi saçlar..” “İnsanlar niye saç kestirir?.” “Ailede kimin saçları dökük?.” “Saçlarınızla ve teninizle barışık yaşamanın 5 yolu..”

Buraya kadar tamam. Bir kuaför saçla ilgili yazmayacak da ne yazacak..

Ama sonra şöyle devam ediyor konular: “Evlilik testi”, “Aşk kaç paradır?”, “Küçük bey ile sohbet”, “Hollanda’nın yeni partisi”, Millattan (yazım yanlışı Ertan Beyin) önceki cici kızlar”, “Padişah ve Berber Rıza”, “Feromonun hormonları-Gözler yalan söylemez”, “Kalbin Tamiri- Aşkın İlacı”, “7 adımda kolesterolünüzü düşürün”, “10 adımda şekerinizi düşürün” veeee “Adana çiğ köfte tarihi!”

Kalbin Tamiri Aşkın İlacı’ndan bir pasaj: “Ulu Önder Atatürk’ün bu konuda neler düşündüğü pek bilinmez ama geçmişte yaptıklarına bakılırsa aşk acımızı ve diğer sorunlarımızı daha kolay aşmamız için büyük adımlar atmış. Mesela; 1) 1928 yılında harf devrimini yapmış; 2) Okuma yazma seferberliği ilan etmiş; 3) Köy enstitülerini kurdurtmuş; 4) Askerlikte “Ali okulu” denilen okuma yazma eğitimlerini uygulatmaya başlamış. Peki bu kadar zahmete neden girmiş ki? Aşk acımızı bilinçle çözelim diye.”

Ne güzel bir ülke burası değil mi..

Yazının devamı...

Zayıflamanın matrak yöntemleri

Hadi itiraf edeyim, bir yıl içinde on kilo verdim. Geçen sene yine bu ay tartıldığımda 62’yi görmüştüm, bugün 52’yim.

Nasıl yaptım? Çok basit. Porsiyonları küçülttüm.

İnanmayacaksınız ama insan yediğinin 3’te biriyle de doyabiliyormuş. Bakın yarısı demiyorum, üçte biriyle diyorum! Üç öğün üst üste yarım porsiyon yiyin, bakın göreceksiniz. Ve iddia ediyorum rejim, diyet veya sağlıklı beslenme (artık ne isim vermek istiyorsanız) bu hayati gerçeği kafaya sokmakla başlıyor. İnsanı gereğinden çok yediren (ve şişmanlatan) “AÇ KALACAĞIM” korkusu. Muhtemelen yiyeceğin az kaldığı mağara devrinden kalma bir korku.

Hiç öyle olmuyor. Dediğim gibi az yiyince de doyuluyor. Ve yarım saat sonra acıkma diye bir şey olmuyor. Yine herkes gibi 2-3 saat sonra acıkıyorsunuz.

Peki ne yapmak lazım? Buyrun hem matrak hem de hayli hesaplı hatta bedava porsiyon küçültme yöntemlerim: (Eee banka kredisi alınca mecburen meşhur cimriliğime geri dönmek zorunda kaldım..)

Daima yemeklerini hiç beğenmediğiniz bir lokantaya gidin.

Nereye “bir daha asla gelmem!” demişseniz oraların bir listesini çıkarın. Zevkine güvendiğiniz arkadaşlarınızı anti referans olarak alın. Bizim mahallede hadi adını vermeyeyim ama B ile başlayan bir yer var, daha bir kere bile tabağımdakini bitirmeyi başaramadım. “Ay gideyim başka yerde yiyeyim ne bu rezillik” deyip, hesap isteyip, hesap ödeyip, dükkandan çıkana kadar da doyuyorum. Sonuç? Yarım porsiyon yemiş oluyorum.

Kendinize yemek ısmarlamayın. Yemeğe çıktığınız arkadaşlarınızdan çöplenin. Kibarlığın alt sınırında bile olsanız başkasının yemeğine ortak olmanın da bir haddi hududu var. Yani ister istemez ayıp olmasın diye kendinizi tutuyorsunuz. Sonuç? Yine yarım porsiyon yemiş oluyorsunuz.

Üstelik para da harcamıyorsunuz. Yan etkisi: Bazen kavga çıkabiliyor. Bilhassa tatlısını paylaşmak istemeyen erkeklerle.

Şarküteriye girip 5-6 çeşit peynir tadın. Bir iki tane de zeytin. Varsa bir adet de salatalık turşusu.. Tamam yarım öğün de böyle geçti.

Şu meşhur kahveci zinciri var ya. Hani S ile başlıyor.

Orada tadımlık kahve diye bir şey var. Tadıp hangisini beğenirseniz onu alıyorsun. Hah işte siz o tadımlık kahveleri, kenarda duran sütten bolca ekleyip içeceksiniz ama büyük boy kahveyi almadan çıkıp gideceksiniz. Bu da yarım öğün demek. Veee yine bedava. (Farklı dükkanlara gitmekte fayda var)

Tost alın sonra onu dolu bir çöp kutusunun içine baka baka yemeğe çalışın. Arada çöpü de koklayın. Yarısında tostu atmazsanız namerdim.

Yemeğin yarısına gelince üzerine bol miktarda tuz dökün.

Hala yiyebiliyorsanız o zaman üzerine su dökün. Hala varsa iştah (hey maşallah!) o zaman kola falan dökün. Artık hakikaten yiyemeyeceksiniz. (İlkokul günlerinde bunu başkasının yemeğine yapar ne eğlenirdik! Bkz: Kötü çocuk MT)

Yemeğin yarısında kalkıp dişlerinizi fırçalayın. Sonra en mentollüsünden bir ağız suyuyla gargara yapın. Dönüp yemeğe devam edebiliyorsanız helal olsun size, ne diyeyim..

Yazının devamı...

WikiLeaks’tan mutlulukla öğrendiklerimiz

-Devletle ilgili bir işte (cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık, müsteşarlık, çevirmenlik, çaycılık) çalışan herkes ama herkes numara yapıyormuş.

- Buna da “siyaset” deniyormuş.

- Kimse kimseyi sevmiyormuş. Ama en çok Amerikalılar kimseyi sevmiyormuş.

- “Çabuk çizilen teflon tencere” diye metafor da varmış. (Bkz: Merkel)

- “Atıl Kurt” lafı Amerikanca’da da varmış. (Bkz: Bülent Arınç)

- “Rolls Royce hırsına sahip ancak bir Rover’in olanaklarına sahip” lafı da pek hoşmuş. (Biz Türkler için denmiş) Fakat sorarım: “Kifayetsiz muhteris” lafının zarafetine sahip midir Rolls Royce görünümlü Rover benzetmesi? Değil bittabi.

- Diplomasi dedikleri meğer ağır dedikoduculukmuş, ona buna korkunç lakaplar takmakmış. Özel eğitimi mi var yoksa tecrübeyle mi kazanılıyor? Mon-şer değil Mon-gossip’lermiş meğer.

- Ecnebilerin dedikodu yapma yetenekleri biz Ortadoğulular kadar kuvvetliymiş. Tepeden bakmanın da dayanılmaz hafifliği eklenince. Böyle soslu soslu.. Oh oh.. Ne yalan söyleyeyim pek lezzetli.. İki gündür pek eğlendim.

- Bir daha bir Amerikalıyla samimi bir muhabbet koymak mı?? Allah korusunmuş! (Bkz: Akif Beki’nin ABD Büyükelçisiyle sohbeti nasıl kriptolu istihbarata dönüştü?)

- Türk Dış Politikası bir daha eskisi gibi olamayacak gibi görünüyor. Bunu da en iyi Zeynep Gürcanlı yorumlamış. Hurriyet.com.tr’de. (Bkz: Galiba çuvalladık..)



Daima “bir arkadaşım için” aldıklarımız

- Viagra

- Mantar ilacı

- Mesir macunu

- Bit ilacı

- Ayak kokusuna karşı sprey, pudra, ayakkabı tabanlığı vs. (En işe yarayanı lostra salonlarında satılan deri tabanlıklar. Yok yani bir arkadaşımdan biliyorum.. Ho ho ho..)

- Her tür seks oyuncağı

- Çok gizli diplomatik belge.

(Burada arkadaş Julian Assange oluyor)



Tarım ve Köyişleri Bakanlığının başarılı balık yok etme planı

Türkiye’nin en kudretli bakanlığı olması gereken Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı balığın soyunu kurutmak için kolları sıvadı ve son derece başarılı bir şekilde devam ediyor.

Boğazda yasak olması gereken trol ve gırgır ile balık avcılığını bırak yasaklamayı, söz konusu avcılığın alanını genişletti! Neden? Bilmiyoruz. Başbakanın danışmanı diye ortada dolaşan bir kooperatif başkanının işi deniyor. Kimse de çıkıp “yok öyle bir şey” demiyor.

İşte bu nedenle şu an İstanbul’da ağır bir balık katliamı yaşanıyor.

Güya çinekop ve sarıkanatta bir 14 santim uygulaması var. Fakat vergi ve ceza salmak için milyonlarca adamı olan devletin, Boğazın girişindeki gırgır teknelerinin ufacık bebe balıkları avlamasını engelleyecek adamı yok! Boğazın girişine adeta ağ çekmişler, kim geçiyorsa yakalıyorlar. Ağlar o kadar sık ki iğne bile geçemez durumda..

Kimse bana balıkçının rızkından söz etmesin!

Kusura bakmayın!

Bir “katliamı” rızık bahanesiyle hoş göremem. Benim de rızkım söz konusu! Henüz olmayan çocuğumun balık yemesini istiyorum!

Zire avlanan balıkların hepsinin satıldığını mı sanıyorsunuz?

Hayır. Tonlarca bebe balık ölmüş bir şekilde denize dökülüyor! Yani o kadar balık boşuna avlanıyor. Kimseye rızık olmuyor.

Ama ne oluyor? Balığın soyu kurutuluyor. O bebe balıkların avlanmaması, büyümesi ve yumurta bırakması lazım. Marmara’ya akması lazım. Marmara’nın temiz kalması için de lazım, başka balıkların beslenmesi için de lazım, bizim için de lazım.

Evet her köşecinin bir takıntısı varsa benim de balık takıntım var!

Bu devlet ne işe yarar sorusunu yeniden soruyorum. Evet ne işe yarar?

Çinekop ve sarıkanat lüferin “bebe” halidir, yemeyin, yedirmeyin! Çoğalması için büyümesi gerek.. Devlet uyuyorsa veya birilerine torpil geçiyorsa bari biz bilelim ne yapmamız gerektiğini.

Destekleyen firmaları açıklıyorum: “Zeytin İskelesi”

Yazının devamı...

Ne olur 3-4 yıl çinekop ve sarıkanat yemeseniz?

Daha önce de yazdım yeniden yazıyorum: Çinekop ve sarıkanat LÜFER’in yavrularıdır. İkisi de büyüyebilirse lüfer olacaklardır.

Fakat büyüyemiyorlar. Zira avlanıyorlar. Avlanıp satılıyorlar. Balıkçılar ve balık lokantaları pişirip önümüze koyuyor, sizler de yiyorsunuz.

Ne oluyor böyle olunca? Lüfer ailesinin soyu kuruyor. Zira bu balık ancak 24 santim, yani LÜFER olunca yumurta bırakıyor. Boyna yavrusunu yediğiniz bir balık nasıl çoğalacak? Şu an denizlerde lüfer kalmadı. BİTTİ. Yediğiniz çinekop ve sarıkanatlar çocuklarınızın lüferidir.

Ama görüyoruz ki kimsenin umurunda değil! Gazetemizin “gurme” yazarı Engin Akın, Vatan’ın Pazar ekinde Kanlıca’daki Yakamoz Restoran’a gidip nasıl “sarıkanat ziyafeti” yaptığını anlatabiliyor! Peee.. Engin Hanım gibi bilinçli bir tüketiciye doğrusu hiç yakıştıramadım. Yakamoz zaten kara listeye girdi bile..

Ne olur 3-4 yıl çinakop ve sarıkanat yemeseniz? Ne olur balık restoranları “tabii ya! Bunun anası babası esastır!” deyip yavrusunu satmasa? Ne olur balıkçılar avlamasa?

Bir balığımız kurtulur.

Bu ülke, bir defacık olsun gücünü birleştirip bir halt yapamayacak mı? Bu kadar “adam sen de”ci olmak zorunda mıyız?

Bir defa yahu!

(Kampanyaya katılan balık restoranlarını burada yazacağım. Şimdilik İstanbul Beşiktaş’ta “Sıdıka”, Beyoğlu’nda “Asmalı Cavit” ve Edremit Kazdağları’nda “Zeytinbağı Otel ve Restoran” İSTANBUL LÜFERE HASRET KALMASIN kampanyasına katılıp destek olan işletmelerdir. Daha çok bilgi için: seninkikacsantim.org ve fikirsahibidamaklar.blogspot.com)



Twitter’da Wikileaks

- Bugün Twitter’da takip ettiklerimden rekor sayıda twit geldi. Ve hepsi de wikileaks ile ilgiliydi. Belge mi okuyacağım twit mi bilemedim.

- Öğlen saatlerinde @wikileaksTurkce diye bir hesap bile açıldı.

- @hkubra on line çeviri yaptı.

- En çalışkan twitçi her zamanki gibi Cüneyt Özdemir’di. O coştu, bizler zevkle takip ettik. Bir yandan derin devletçilere, darbecilere bir yandan onların gazetecilerine (bilhassa Mehmet Ali Birand’a) giydirdi de giydirdi. “Akşama programıma bekliyorum”la finalize etti günlük twitleaksına.

- İkinci coşkun Yıldıray Oğur’du. Hatta an itibarıyla Cüneyt’i geçti. O da büyük zevkle Amerikalılara giydirdi durdu. (Galiba bu yeni bir hayat biçimi.. Okumak ve twit atmak.) Onu da zevkle takip ettik tabii.

- Gelen en komik twit: “Wiki wiki anladık!” (@zihniacik) Taraf gazetesine başlık önerisi olarak geldi.

- Yeni bir kavram daha atıldı ortaya: “Tikileaks” “Wikileaks belgelerinde İsrail-darbe ilişkisini teğet geçenler tikileakslerdir”. By @hsalihzengin

- Ankara Paper Moon garsonlarından da Abdülkadir Aksu hakkında bir “papermoonleaks” bekleniyor. (@melihaltinok)

- Yemek Sepeti nokta com bugünlerde en çok ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine paket gönderecek herhalde. Arkadaşlar bir süre zorunlu büro ve ev istirahatında olacaktır muhtemelen. (Evdeyemekteniçimefenalıkgeldi.com)

- Ortalık çılgınca wikileaks sızıntılarıyla kaynarken Canan Barlas “Mahsun’un filmini görünce onunla gurur duydum, geleceğin ELİT yönetmeni” diye bir twit atmış. Retwitleyen @ahmethc yani Ahmet Hakan. Bildiğimiz Canan Barlas değil di mi bu? Değil.. di.. mi?

- Brad Pitt artık gazete okumuyorum, Twitter’da 200 kişiyi takip ediyorum, her şeyden haberim oluyor demiş geçenlerde.. @vayanasını diyorum.. Gidiş o yöne doğru.

Yazının devamı...

Yeşil muhatap: Yücel

Pazartesi günleri dublörüm Yücel Sönmez’e bırakıyorum köşemi. Niye? Çünkü çevre ve doğa konularında birinin tatlı tatlı “uyandırması” lazım hem milleti hem de devleti!

Fakat şöyle bir durum oluyor. Yücel yazıyor, protestoyu ben yiyorum. Rica edeceğim maillerinizi kendisine yollayınız. Bilgi olarak bana da yollayabilirsiniz ama başmuhatabınız Yücel Sönmez olsun.

Ayrıca sizsin de çevre ve doğa konularında diyecekleriniz varsa, yollayın yayınlayayım. Bu ülke hepimizin. Vatanı sevmekse söz konusu olan, doğa teferruat değil esastır.
Mutlu the Doğasever.

ÇEVRECİNİN DANİSKASI

Yücel Sönmez

yucel.sonmez@dogadernegi.org

Doğa Derneği Memeli Koordinatörü Dr. Özgün Emre Can ve ekip arkadaşı Eray Çağlayan ile birlikte Artvin’deyiz.

Amacımız, ayı-insan çatışmasının önlenmesi için Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile birlikte yürütülen çalışmaları yerinde görmek, foto kapan kurmak ve biraz da şanslıysak ayı gözlemlemek.

Karşılaştığımız hemen herkes bir ayı efsanesi anlatıyor. Bu efsaneler arasında neler yok ki.

Ayı sperminden zehirlenip ölen kadından, ayının kaçırarak iki yıl mağarasında tutsak ettiği kadına, hatta ayıdan çocuk yapanına kadar ayı efsaneleri günlük yaşamın içinde girmiş durumda.

Ancak Türkiye’nin ayıları ile ilgili Can’ın anlattığı bilimsel gerçekler ne yazık ki efsaneler kadar eğlenceli değil.

Türkiye’de sayıları 3 bin birey olduğu tahmin edilen ayıların durumu her geçen gün biraz daha kötüye gidiyor.

Ayılar için şu anda en ciddi tehlike ise ayı-insan çatışması.

Bu çatışmanın en önemli nedeni kiraz ve armut gibi ormandaki yabani meyvelerin kesilmesi.

Ormandaki besin kaynakları azalan ayılar insan yerleşimlerine inerek sebze bahçelerine, meyve ağaçlarına ve arı kovanlarına zarar veriyor.

Bahçesini ve kovanlarını korumak isteyen köylü ile ayı arasında ortaya çıkan çatışmadan ise hem ayılar hem de insanlar zarar görüyor.

Neyse ki, ormanlardaki yabani meyve ağaçlarının da kesilmesinin yasaklanması yönünde bakanlık tarafından çalışmalar başlatılmış durumda.

Kovan ve bahçelerin korunması için proje kapsamında Türkiye’de yaygınlaştırılmaya çalışılan platform ve hiçbir canlıya zarar vermeyen ancak ayıları bahçelerden uzak tutan elektroşoklu çitler bu çatışmayı önlemede oldukça etkili.

Ancak daha önemlisi uzun vadede habitat rehabilitasyonu denilen ormanın besin açısından zenginleştirilmesi.

Dr.Emre Can, yakın gelecekte çok daha büyük bir tehlikenin ayıları beklediğini söylüyor.

Onun adı ise küresel ısınma.

Bölgede yaşayan insanların anlattıkları da bunu doğrular nitelikte.

Son yıllarda azalan kar yağışı nedeniyle ayılar uykuya yatmıyor. Uyanık olduğu sürece beslenmek zorunda kalan ayıların yiyecek bulamadığı için hem zayıf düşerek üreme başarısı azalıyor, hem de insanların yaşadığı bölgelere daha çok yaklaşıyor. Bu da önümüzdeki yıllarda ayı-insan çatışmasının daha artması anlamına geliyor.

Diyebilirsiniz ki “Yok olurlarsa olsunlar bize ne?”
Ancak ayıların yok olması insanlar açısından da pek hayra alamet değil.

Neden mi?

Ayılar ormanda besin zincirinin en üst halkasında yer alıyor.

Eğer bir ormanda ayı yaşıyorsa o orman sağlıklı bir ormandır ve tüm orman canlıları besin bulabiliyor demektir.

Sağlıklı bir orman ise Türkiye’nin akciğerlerinin sağlıklı olması anlamına geliyor.

Yani ayılar, aldığımız oksijenden besin kaynaklarımıza kadar bizler için sağlıklı bir yaşamın göstergesi konumunda.

Ayrıca unutmamakta fayda var. Dünyada oyuncağı en fazla yapılan hayvan ayılar.

Gerçeğinin yok olduğu bir ülkede oyuncağı keyiften çok acı ve utanç verecektir.

Yazının devamı...

Balçiçek’i tehdit eden mikrofonlar ne zaman kırılacak?

HaberTurk yazarı Balçiçek İlter, geçtiğimiz günlerde İbrahim T.’nin 10 yaşında bir hayranına sahneden “Küçük o..” diye hitap etmesini edep ölçülerinde kalarak eleştirdi. Bunun üzerine ki İ.T., Balçiçek’i aramış ve “O kalemler bir gün kırılır” diyerek tehdit etmiş.

İ.T.’yi burada defalarca eleştirdim. Kendisine hakaret ettiğim gerekçesiyle avukatı tarafından mahkemeye bile verildim.

O vakit “Vay! Ben İ.T.’den mahkemeye verilmeyi değil de tehdit veya topuğuma kurşun beklerdim. O bile hukuka sığınıyorsa medenileşiyoruz galiba” demiştim. Ama işte alışık olmayan totoda don durmaz, İ.T.’de de hukuk inancı daim olmaz. Tehdidi bana değil Balçiçek’e yaptı.

Benim anlamadığım şu: Niye bu ülkede böyle insanları dışlamak diye bir adet yoktur?

2009 yazında, tam da Yıldız Tilbe’ye “Seni ben kurtardım p...’lerin elinden”, skandalı yeni kopmuşken.. Bir öğleden sonra.. 40 derece sıcakta.. İ.T’nin akşamki gösterisi için bilet kuyruğunda bekleyen en az 500 KADIN vardı!

Özetle (ve hüzünle): Biz ne desek boş.



Contemporary İstanbul notları

İki gün boyunca oradaydım. İstanbul’un giderek büyüyen sanat.. pazarı desem kimse kızar mı? (ama öyle) Basına ve davetlilere açık olduğu gün hıncahınç doluydu, eserleri adam akıllı incelemek mümkün değildi. (Bkz: “Hayat kısa, sanat izlemek yorucu”) Ertesi gün, davetsizler ve basınsızlar gününde (yani bildiğin halk gününde) ortam rahat, görüş açıktı.

- Herkesin ağzında “7,5 milyon dolarlık eser” vardı. Peki kimdir eserine 7,5 milyon dolar paha biçen? Ahmet Güneştekin. Batmanlı Kürt bir sanatçı. Eserin adı: “Güneşe Açılan Kapılar”. Üç semavi dini simgeleyen üç kapı. Kapılar Antakya’da ünlü bir marangoza yaptırılmış, kamyonla İstanbul’a taşınmış, kapıları taşıması için özel bir çelik duvar imal edilmiş. Fiyat o kadar yüksek ki insan fiyatını düşünmeden çalışmaya bakamıyor.

- Ahmet Güneştekin, eserine koyduğu fiyatla çok eleştirildi. Sansasyon peşinde olduğu iddia edildi ama çağdaş sanatın hangisinde sansasyon yoktur? Duchamp’ın bir pisuarı ters çevirip adını da “Çeşme” koyup sergilemesi daha az bir sansasyondu?

- Ahmet Güneştekin’i en çok eleştiren Bedri Baykam oldu. Ve yazık ki tartışma “o kim ki?” seviyesinde gerçekleşti. Piyasayı belirlemek, fiyat yükseltmek için bakan oğlu, devlet bursuyla resim okumuş, CHP’li, Atatürkçü ve de batı kökenli mi olmak lazım? Veya Burhan Doğançay yaşında mı olmak lazım? Nedir burada bu kadar can sıkan anlaşılamadı.

- Türkiyeli sanatçılar kendi arasında kavga ede dursun en beğendiğim eserler İran’dan gelmiş. Simeen Farhad, Mohammad Ghazali, Samir Alikhanzade, Sadegh Tirafkan ama bilhassa Ahmad Morshedloo.

- Aynı şekilde Ermenistan’dan gelen işleri de çok beğendim. Bir Daron Muradian’ım olsun isterdim evimde. (Edepsiz soytarıya dikkat)

- Türkiye’nin en sessiz sedasız ve mütevazı ressamı Mahmut Karatoprak yine büyüleyiciydi. 5000 liralık (“makul” mu diyelim?) ince uzun çalışmalarından birini paket yapıp eve götürüveresim geldi. Yazık ki daha yeni kredi aldım ve 4 yıllığına fena halde borçluyum. Ama bir gün mutlaka bir Mahmut Karatoprak’ım olacak!

- Geçen seneye göre çok daha fazla yabancı galeri katılmış. Almanlar ağırlıkta. Volker Marz’in dünyanın en hüzünlü minik akrobatları yine duvarlardan üzerimize doğru sarkıyordu. Birini çantaya atmamak için zor tuttum kendimi.

- Bir başka Alman Martin Herbst, yarısı dışbükey yarısı içbükey bir metalin üzerine yaptığı yüzle çılgın bir iş çıkarmış. Hans Scheib’ın ahşap heykellerine de bayıldım. Johannes Grützke’nin maço adamları o kadar inandırıcı ki oradan çıkıp beni de döveceklermiş gibi geldi.

- Feridun Oral’ın heykelleri de insanı ciğerinden yakalıyor. “Kum Banyosu” isimli işi şahane! Yaşam Şaşmazer’in minik bronz heykelleri de sevdiğim bir “küstahlıkta”.

- Sanat uzun, köşe kısa canına yanayım.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.