Şampiy10
Magazin
Gündem

Çevrecinin daniskası köşesi

Çevre sorunları üzerinden Anadolu’dan yükselen muhalefet her geçen gün biraz daha dikkat çekiyor.

Bu durum yıllardır kendine bir çıkış arayan solun da dikkatlerini fazlasıyla çekmiş durumda.

Ancak birtakım zaaflarından sıyrılmayı bir türlü başaramayan sol ne yazık ki bu alanda da ciddi sorunlar yaşıyor.

Deresi ve doğası için isyan edip bir araya gelenler söylemde de eylemde de soldan çok daha ileride.

Neden mi ?

- Vadilerde yaşayan köylülerin doğa bilgisi ortalama bir solcudan çok daha fazla. Orada ne yaşıyor ne yetişiyor biliyor ve elinden suyunun alınmasının nelere mal olacağını çok net bir şekilde görüyor.

- Vadilerde yaşayanlar tüketmiyor, üretiyor. Sütü, ekmeği, katığı ne varsa topraktan ve sudan çalışarak alıyor. O yüzden köylü suya baktığında yaşamın kendisini ortalama bir solcu ise devrimi görüyor. Aynı yere bakamayanların da el ele yürümesinin zorluğunu daha burada başlıyor.

- Köylü bir araya gelip birlikte mücadele edelim diyor. Çünkü o bütün işlerini imece ile yapmaya alışmış, birlikte üretimin ne anlama geldiğinin gayet farkında. Sol ise klasik olarak bir araya gelmek yerine amip gibi çoğalıyor. Yetmiyor, bir araya gelenleri de büyük bir çaba ve uğraşla ayırmak istiyor.

- Köylü basit, sade ve net konuşuyor. Suyumu, toprağımı vermeyeceğim, eylem diyor. Solcu ise aklına ne gelirse köylüye söylüyor. Hatta yetmiyor, doğasını, kültürünü, yaşam şeklini korumak için bir araya gelenleri basın açıklamalarına, eylemlere katılmaktan vazgeçirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu yaklaşım başta Çevre Orman Bakanı Veysel Eroğlu olmak üzere sanırım en fazla doğayı yok etmek isteyenleri mutlu ediyordur.

Ne de olsa sol iktidara gelene kadar Türkiye’de ne bir nehir, ne orman, ne deniz, ne de kültürel çeşitlilik kalacak. Çünkü ağır ve hantal da olsalar ne yazık ki iş makineleri solculardan daha hızlı hareket ediyor.



Hayırlara vesile heykel...

Geçtiğimiz günlerde hep birlikte bir heykel tartışması yaşadık.

Karsta yapımı devam eden bir heykele Hasan Harekani türbesini gölgeliyor diye ucube etiketi yapıştırıldı.

İşin etik, sanat kısmına hiç girmiyorum. O tarafı yeterince tartışılıyor.

Ben başbakanın bu sözlerinden Hasankeyf’in yok edilmeyeceğini, oradaki onlarca tarihi eser, cami ve türbenin bir baraja feda edilmeyeceğini anlıyorum.

Türbeyse türbe, camiyse cami, tarihse tarih, doğaysa doğa...

Buyurun size samimiyet sınavı.



Anadolu’yu Vermeyeceğiz

“Anadolu’yu Vermeyeceğiz” sloganı altında yerel ve ulusal yaklaşık 200 sivil toplum örgütü bir araya geldi.

Bugün saat 11’de Meclis önünde bir basın açıklaması yapılacak.

Anadolu’dan katılımlarla birlikte olağanüstü renkli ve kalabalık olması gerekiyor.

Bu kadar insanın bir basın açıklaması için Türkiye’nin dört bir yanından kalkıp Ankara’ya gelmesinin tek bir nedeni var.

Bu insanların suları ellerinden alınıyor, yaşadıkları vadilerdeki doğa acımasızca yok ediliyor.

Bu artık Anadolu insanı için yaşam için verilen ölüm kalım savaşına dönmüş durumda.

Ancak bilmemiz gerekiyor ki bu sadece onların savaşı değil.

Bu biz şehirlerde yaşayanların da savaşı.



Yücel Sönmez

Doğa Derneği

Kurumsal İletişim Koordinatörü

yucel.sonmez@dogadernegi.org

Yazının devamı...

Tatlı dil tarih oldu

Başbakan TÜSİAD toplantısında kimsenin yaşam tarzına müdahale edilmesine müsaade edemeyiz, zulümdür şudur budur dedi.

Uzlaşıyor, liberal kanadı yine kazanmaya çalışıyor demişler.

Bırrrrak-ınız..

Bir kere bu ülke koca bir mahalledir ve herkesin üzerinde bal gibi de bir baskı vardır. Etiler’de tüy ağırlığında, Sivas’ta buldozer ağırlığında.

Edirne’de patlamış mısır gücünde, Erzurum’da asfalt silindiri gücünde.

Bu bin yıldır da böyle.

Ben taşra sayılmayan ama bal gibi taşra olan bir yerde büyüdüm.

12 Eylül darbesinin ardından gelen o korkunç yıllarda.

Taşranın adamı nasıl delirttiğini bilirim. Tamam silindir gibi ezmiyordu belki bizim oranın mahalle baskısı ama muhallebi kıvamında da değildi. Kulunçlarımıza kadar hissederdik.. İçine demir tozu ilave edilmiş yün yorgan kıvamında diyelim.

Demek istediğim şu:

Bu ülkenin “mahalle baskısı” yeni değil. AKP yaratmadı. Mahalle baskısının AKP ile güçlendiğini de düşünmüyorum. Gazetelerin, endişeli modernlerin ortaya çıkardığı, ortaya çıkardığını sandığı mahalle baskısı, benim güzel ve yalnız taşramda HEP vardı.

2011 medyasıyla 1985 medyasında arasındaki fark şu: Medya taşrayı keşfetti! Bunlar iktidara geldikten sonra “öyle” bir yer olduğunu anladı! Ara ara keşfe çıkıyor “amanin 45 santim, amanin kuran kursu, amanin şu bu” diye haber yapıyor. 1985 yılının Hürriyet’i, ANAP iktidarında Anadolu Lisesinde açılan mescidi haber yapmaya gerek görmüyordu, şimdinin Hürriyet’i AKP iktidarında kızlarla erkekler arasında 45 santim mesafe konmasını haber yapmaya gerek görüyor. Özetle: İnsanların yaşam tarzına müdahale edilmememesine kimsenin gücü yetmez bu ülkede. Edilmiştir, edilmeye de devam edecektir. Burası yaşam tarzına müdahale cumhuriyetidir.

Mesel bu değil.

Bununla yaşamaya alıştık biz.

Benim derdim başbakanın dili.

Ne dediği umurumda bile değil.

Heykele ucube de dese aynı, şahane de dese aynı.

İçki içenleri sevmesin. Onlar da onu sevmez olur biter.

TÜSİAD toplantısında eline metin verilmiş (Allah metin yazarına zeval vermesin) uzlaşmacı görünmüş bir an.

Konuşmasını sessiz dinleyin, yine birilerine (mesela İsrail’e) çatıyor sanıyorsun. Güzel olumlu bir şey söylüyor ama benim tüylerim yine diken diken. İçim yine huzursuz.

Niye dedim kendi kendime..

Çünkü o kadar çok zehirlendim ki artık bir anlık panzehirler yaramıyor.

Yeterince sert ve kaba bir ülkesiyiz. İnsanlar birbirleriyle selamlaşmaktan çok itişip kakışıyor. Saygı sözcüklerinden çok hakaret sözcükleri ediliyor.

Takdirden çok tenkit ediliyor.

Asabiyetin hakim olduğu koca bir açık hapishaneye dönüştü ülke.

Penceremden içeri sadece küfür giriyor. Gençlerin, esnafın yanından geçerken ne yapacağımı şaşırıyorum artık.

Bu nasıl barbarlaşmış bir dildir diye hayret ediyorum.

Ve uyaramıyorum bile.

Korkuyorum demeyeyim ama çekiniyorum.

İşte Başbakana o yüzden kızıyorum.

Acı, zehirli, düşman bir dili dolaşıma soktu devletin en tepesinde.

Zehir dozunu da giderek arttırdı.

Şu an artık o zehir, vücudu öldürme noktasına geldi.

Ne dediğiyle inanın ilgilenmiyorum. İyi bir şey dese de aynı kötü hislere kapılıyorum.

Yaygın bir tarz haline geldi acı ve zehirli konuşmak.

Tatlı dil tarih oldu. En fenası işte bu.

Yazının devamı...

Bizi uçuran Yunan pilotlar

Yunanistan’daki ekonomik kriz nedeniyle birçok Yunan vatandaşı, Türkiye’de çalışmaya başladı. Fakat en çarpıcı örnek Yunan pilotlar... Şu an 19 Yunan pilot Türk Hava Yolları’nda çalışıyor. Çoğu iflas eden Olympic Airways pilotu olan Yunan pilotlar, THY’de çalışmaktan ve İstanbul’da yaşamaktan çok mutlu!

Kim derdi ki bir gün gelecek, Yunanistan krize girecek ve Yunan vatandaşları yıllardır itişip kakıştıkları komşuları Türkiye’yi iş kapısı olarak görecek! Türkiye ve Yunanistan’ın ekonomik talihlerinin son yıllarda birbirinin tam tersine bir seyir göstermesi rollerin değişmesine neden oldu. Biri batarken öbürü çıkınca akın tersine döndü. Geçtiğimiz Kasım ayında Yunan Kathimeri gazetesinde çıkan bir habere göre İstanbul’daki Yunan Başkonsolosluğu’na her ay en az 10 kişi “İş var mı oralarda?” diye başvuruyormuş. Selanik’teki Türk-Yunan İş konseyi ise her gün en az bir benzer başvuru alıyormuş.

Türk Hava Yolları’ndaki 240 yabancı pilottan 19’u Yunanlı

Medarı iftiharlarımızdan Türk Hava Yolları da Yunan pilotlara fırsat tanıyanlardan... Giderek büyüyen filosuna pilot yetiştiremeyen THY, pilot açığını yurt dışından tecrübeli pilot alarak gideriyor. Ocak 2011 itibarıyla Türk Hava Yolları’nda 240 yabancı pilot çalışıyor. Dünyanın her yerinden gelen bu yabancı pilotların 19’u Yunan vatandaşı... İspanyol, İtalyan ve Danimarkalı’lardan sonra en kalabalık yabancı grubu Yunan pilotlar... Kaptan pilotlar Aleksandros Kehayias ve Nikolaos Krontiris ile görüşmek üzere Türk Hava Yolları’nın Uçuş Eğitim merkezine gidiyoruz. Eğitimlerin verildiği bir simülatörün içinde yapıyoruz röportajımızı. (Bu arada bir simülatörün fiyatının 10 ila 20 milyon Euro arasında değiştiğini öğreniyorum, dudağım uçukluyor.) Uçağı kaldırdıktan ve düz uçuşa geçtikten sonra başlıyoruz röportaja...

Kehayias Batı Trakya’daki Türkler’in arasında büyümüş

Nikolaos Krontiris, 18 yıl Olympic Airways’de, 4 yıl İtalyan Air One’da çalıştıktan sonra 1 yıldır da Türk Hava Yolları’nda çalışıyor. Bir yıl daha da uzatmayı düşünüyor sözleşmesini. Aleksandros Kehayias ise, 21 yıl Olympic Airways’de çalıştıktan sonra son 6 aydır THY’de... “Bundan 20 yıl önce bir gün Türkiye’de Türk Hava Yolları’nda çalışacağınız hiç aklınıza gelir miydi” diye soruyorum “2 yıl önce bile gelmezdi!” diyor Aleksandros Kehayias. Kehayias, Batı Trakya’da Türklerin arasında büyümüş. Birçok Yunanlı’nın aksine Türkler’i çocukluğundan tanıyor. Kendisi değil ama ailesi Türkçe bile bilirmiş. 10 yaşında ailesiyle Almanya’ya gitmiş. Orada da Türklerle ilişkisi olmuş. “Gelmeden önce Türkler hakkında ne düşünürdünüz” diye sorduğumda, “Türkler hakkındaki düşüncelerim gayet olumluydu. İki üç kere de İstanbul’a ailemle ziyarete gelmiştim. Türk insanı bize hakikaten çok iyi davranıyor. Gerek sokaktaki insan olsun, gerek şirket çalışanları olsun bizi el üstünde tutuyorlar. O nedenle evimizde gibi hissediyoruz” diyor.

Krontiris’ın karısı İstanbul’a yerleşmeye dünden razı

Nikolaos Krontiris ise daha önce hiç gelmemiş Türkiye’ye... “Ben daha önce gelmemiştim. Fakat beklentimin çok ötesinde bir sempati ile karşılaştım. Yani endişem yoktu ama açıkçası bir mesafe olacağını düşünmüştüm. Bu kadar sıcak bir karşılama beklemiyordum. Şaşırdım ve de çok mutlu oldum” diyor. Askerlik yapanlar bilir. Tatbikatlarda Türkler “kırmızılar”dır, düşmanlar da “maviler”dir. Herkes de kim o mavi düşman bilir. Ve şimdi “maviler” ve “kırmızılar” aynı kokpitte! “Hava Kuvvetleri’nden gelmiş pilotlarla hiç sorun oluyor mu” diye sorduğumda ikisi de “Kesinlikle hayır” diyor. “Herkes son derece profesyonel ve arkadaşça davranıyor.” İkisi de Türk Hava Yolları’nda çalışmaktan çok memnun. “Her şeyden önce çalışma şartları çok iyi. Eğitim ve uçuş güvenliğine çok önem veriliyor. Dahası atmosfer çok iyi. Yöneticiler dostane... Bugüne kadar tek bir gün, tek bir kişiden ters bir şey gelmedi” diyor Nikolaos Krontiris... Aileleri henüz Atina’da. İkisi de çocuklarının üniversiteye gitmesini bekliyor. Çocuklar okullarına başlayınca eşleri İstanbul’a gelecekmiş. “Benim karım dünden razı İstanbul’a yerleşmeye de çocuğu bekliyoruz” diyor Nikolaos Krontiris...

Başka milletler gibi görünsek de DNA’larımız ortak

“Şaşırıyor musunuz siz de yıllardır itişip kakışırken şimdi böyle olmamıza” diyorum Aleksandros’un gözleri doluyor. “Yunanlılar İzmir’den 1922 yılında çekildikten, yani savaş bittikten sadece 8 yıl sonra Venizelos, Ankara’ya Kemal Atatürk’e ziyarete gitti. Sadece 8 yıl sonra... Demek istediğim, çoktan böyle olabilirdik. Daha da iyileştirilmesi lazım. Aynı insanlarız. Başka milletler gibi görünsek de, DNA’larımızın ortak olduğunu düşünüyorum. Aynı yemekleri yiyoruz. Türk pilot arkadaşlarım Atina’ya gittiğimde Yunan müzikleri getirmemi istiyor. 80 yıldır birbirini kaybetmiş ve yeniden bulmuş kuzenler gibiyiz. Benzerlikleri görüp şaşıyoruz. Aslında farklılıklara şaşmak lazım.”

İstanbul’un en çok nelerini seviyorlar?

* Doğu ile batı arasında olmasını.
* Ortaköy ile Rumelihisarı arasındaki Boğazı.
* Fenerbahçe’deki yat limanının oradaki restoranları.
* Bostancı’daki evleri.
* Yeşilköy’deki Hakan Balık Restoranı.
* Levent’teki gece kulüplerini.
* Pangaltı’daki “Zorbas” Gece Kulübü’nü. (Atina’dakilerden daha iyimiş)
* İstiklal Caddesi’ni.
* İnsanların her seferinde sevgi ve saygı göstermesini.

Türk ve Yunan pilotlar birbirlerini daha iyi anlıyor

“THY ile ilk uçuşunuzda ne hissettiniz” diye soruyorum Nikolaos, “En iyi arkadaşımı buldum!” diyor, Aşkabat’a eğitim uçuşuymuş ve o günkü eğitim pilotu şimdiki en iyi arkadaşı olmuş. “Buradaki arkadaşlarım çoğunlukla Türk. Hafta sonları çıkıyoruz, geziyoruz. Bizim için hakikaten şaşırtıcı bir şey oldu bu samimiyet. Yani, bakıyorum Türk ve Yunan pilotlar birbirleriyle daha samimi. Galiba daha iyi anlıyorlar birbirlerini diğer milletlerle kıyaslayınca...”



Esas şaşkınlığım PAOK ’u tutan Beşiktaşlılar!

“10 yıl önce bir falcı “bir gün Türkiye’de olacaksın ve en iyi arkadaşım bir Türk diyeceksin” deseydi herhalde falcı delirmiş derdim. Ama benim için esas büyük şaşkınlık Fenerbahçe - PAOK maçı sırasında PAOK’u tutan Beşiktaşlılarla karşılaşmam! O hakikaten inanılmazdı. Sırf Fenerbahçe’nin karşısında olmak için Yunan takımı tutuyor! Olacak iş değil!”



Her uçuşta mutlaka ortaya çıkan bir mübadil

“Hemen hemen her uçuşta uçak havalandıktan ve servis yapıldıktan sonra Yunan olduğumu öğrenen bir kabin görevlisi gelip benimle sohbet ediyor ve kökenlerinin Yunanistan olduğunu söylüyor. Kimi Selanik’ten, kimi Girit’ten, kimi Drama’dan gelmiş. ‘Ben de Batı Trakya’dan geldim’ deyince işler iyice karışıyor. Çok tuhaf bir coğrafya burası.”

Yazının devamı...

Faşizme inat, kardeşimsin Hrant

Dün bu söylendi Agos gazetesinin önündeki anma toplantısında.

4 yıldır bir arpa boyu yol ilerlenmedi.

Ve biz hâlâ bilmiyoruz:

Hrant Dink neden öldürüldü?



Arkadaşım, bana kendi ülkesinin bayrağını getirmiş gelirken. Gülerek açınca yüzümü astım. “Katla onu” dedim. “Hangi ülkenin olursa olsun bayrak görmelere dayanamıyorum. Uzak dursunlar..”

Arkadaşım şaşırdı. Ülkesine tepkili olduğumu sandı. Bilmiyordu ki bu ülkede ortaya çıkan bayraklar mutlaka bir felaketin habercisi veya taçlandırıcısıdır.

Yeni bir düşmanlığın, yeni bir kavganın, yeni bir itişin kakışın, yani bildik faşizmin “işaretidir.”

Bu ülkede bayraklar hayra asılmaz.

Bu ülkede balkonlarda bayrak gördün mü bil ki yamuk bir şey var.

Endişe edeceksin.

İşte o yüzden hangi ülkenin olursa olsun bayrak gördüm mü yüreğim sıkışıyor.



Hatırlayın. Ogün Samast yakalanıp karakola götürüldüğünde, eline bir Türk bayrağı verip “hatıra” fotoğrafı çektirmişlerdi.

Ülkemin bayrağını görmek isteyeceğim en son yer bile değil bir katilin kanlı eli..

Ama birileri (polisler ve jandarmalar) gururla vermişti.

Eli kanlı katil de gururla tutmuştu.

Bir cinayetin gururla çekilmiş HATIRA fotoğrafında...



Bugün baktım, söz konusu hatıra fotoğrafını yeniden basan Milliyet Gazetesi, polisin ve jandarmanın yüzlerine mozaik yapmış.

Niye ki?

Tanınmasınlar diye mi?

Niye bu zahmet?

Kim onlara ne zarar verecek ki..

Kendilerine sorsak mozaiklenmek isterler miydi acaba? Yoksa fotoğraf daha büyük mü basılsın isterlerdi?



Ogün Samast’la bayraklı “hatıra” fotoğrafı çektirenlere ne oldu peki?

Yıldıray Oğur, Taraf’taki köşesinde Salı günü yazdı “hatıra” fotoğrafı çektirenlere ne olduğunu.

Savcı ve İçişleri bakanlığı aynı anda soruşturma açmış.

Önce dört polis ve dört jandarmanın görev yerleri değiştirilmiş. Sonra savcının soruşturması kayıplara karışmış.

İdari soruşturmanın sonucunda İçişleri Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’nun verdiği cezalar ise şöyle:

Samsun Emniyet Müdürü Mustafa İlhan: Görevin taktir ve yerine getirilmesini savsaklamaktan “kınama”. Fakat kınama cezası “uyarı”ya çevriliyor.

Şube Müdürü Fikri Yalman ve Emniyet Amiri Metin Balta: Görevde kayıtsızlık ve görevi savsaklamak suçundan “üç günlük aylık kesimi.” Ama bu da “kınamaya” çevriliyor.

Emniyet müdürdü Yakup Kurtaran, Komiser Ahmet Çetiner, Komiser İbrahim Fırat ve Polis Memuru İsmail Türk: “Bir günlük aylık kesimi”

Polis memuru Cengiz Aydın:” Üç günlük aylık kesimi”

Samsun İl Jandarma Komutanlığı Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Yüzbaşı Murat Bayrak: “Samast’ın görüntülerini cep telefonuyla filme aldığı, Samast ile samimi yaklaşım gösterdiği için “dört günlük göz hapsi.”

Samsun İl Jandarma Komutanlığı Asayiş Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele unsur komutanı Birol Ustaoğlu: “Ogün Samast’ın TEMA tekvimindeki “Vatan toprağı kutsaldır, kaderşne terk edilemez” yazısını arka fonda yer alması için özel gayret gösterdiği için “üç gün göz hapsi”

Samast ile birlikte fotoğraf çektiren dört çavuşa da “iki ila beş gün arası göz hapsi”

Yani?

Hiç.

Hiç kere hiç.



Ogün Samast 20 yılla, cinayetin örtbas edilmesinin kitabını yazan Nedim Şener ise 32 yılla yargılanıyor.

Dink cinayeti davasında sanıklar için “Devlete karşı işlenen suç” tanımı yapılmazsa ya da yargılama bu yıl içinde bitirilmezse katillerin seneye hapisten çıkma ihtimali de var.

Bi Ermeni’yi vurmak niye devlete karşı suç sayılsın ki..

Olsa olsa “hizmet” sayılabilir, öyle değil mi?

Nedim Şener, Dink cinayetine ilişkin bir kitap daha yazdı. Kırmızı Cuma. Davalar pek yakında açılacaktır. Korkarım bu sefer “devlete karşı suç işlemekten” paçayı kurtaramayacak.

Yazının devamı...

Adnan Polat polis yamaklığına mı soyunuyor?

Kimse yalan söylemesin!

TT Arena Stadyumu’nun açılışında ben de vardım. Dün tüm detayıyla yazdım. Adnan Polat, “Protestocular en fazla 500 kişi” demiş. “Tek tek belirliyoruz, bir daha stada almayacağız” demiş. “Galatasaray’a mal edilemez” demiş. Başbakan da protestolar için “organize” demiş.

Kimse yalan söylemesin! Orada 40 bin kişi varsa en az 20 bini tepki gösterdi. Hadisenin de Galatasaraylılıkla Beşiktaşlılıkla Fenerbahçelilikle ilgisi yok. Türkiyelilikle ilgisi var. Sen lafını nerede nasıl söyleyeceğini bilmiyorsan, ıslığı da yersin, yuhu da.. Organize falan da değil, gayet spontane bir tepkiydi. Hurafeler, efsaneler yaratıp kendi hatanızın üzerini örtmeye kalkmayın.

Ayrıca diyelim organize?

Ne olacak?

Burası DEMOKRATİK bir ülke.

Mevcut olmayan yetmiyor bir de ileri demokrasiye geçilmeye çalışılıyor.

Ne demek ıslıklayanları tek tek tespit ediyoruz?

Ne demek bir daha stada sokmayacağız?

Adnan Polat sen kimsin?

Polis yamaklığına mı soyundun?

Padişahın cezalandırıcıbaşısı mı oldun?

Daha nereye kadar ufalacaksın?

Kimi kimin stadına almıyorsun?

Ne yapmışlar da ceza kesiyorsun?

Şiddet mi var?

Hiddet mi var?

Hakaret mi var?

Islık !

Islıktan BİLE korkar hale mi geldik?

Bir yiğit adam yok mudur “halk bu, alkışlar da ıslıklar da” diyebilecek?

Bu ülkede bir Allahın kulu da yok mudur menfaatinin kuyruğu bir yerlerde sıkışıyor diye “demokrasiyi” anında satmayacak?

Bir Allahın işadamı?

Bir Allahın hakimi?

Bir Allahın savcısı?

Yok mudur?



Galatasaraylılar!

Hepiniz satıldınız!

Buna verilecek tek cevap şudur:

Bundan sonraki maçlara hiçbiriniz gitmeyin.

Evde seyredin, birahanede seyredin, kahvede seyredin.. Ama gitmeyin!

Organize tepki neymiş görsünler.

Milletin parasıyla yapılan bir iş, milletin gözüne bu kadar da sokulmaz.

Galatasaraylı değilim Beşiktaşlı değilim Fenerli değilim. Ama o stadı da metroyu da hepimizin diye görüyorum. Hizmeti lütuf diye kakalamaya kalkmasın kimse. Ancak 2011 yılında (yani icadından 150 yıl sonra) metroyla stada gidebiliyoruz diye de teşekkür edecek değilim kimseye.

Yazının devamı...

Yanlış anlaşılmasın mekan coşturdu

Ali Sami Yen’e vefa borcuyla başlayan turumuz Altın Fıçı birahanesinde aksırmadan, tıksırmadan bira içerek devam etti. Metroyla stada gidebilmek mutluluk vericiydi. Türk Telekom Arena Stadyumu şimdiye kadar gördüğüm en yakışıklı stadyum. Taraftarı bozar mı bilmem ama fuayesi Etiler Nişantaşı tadındaydı. Velakin açılış çok sıkıcıydı. TOKİ Başkanı sıkıcılığa tuz biber ekti, kulübün beceriksizliğini ima etmeye kalkınca ipler koptu.

Yeni stadın açılışına gitmeden önce eski alışkanlıkla, sıkı bir GS’li olan foto muhabiri arkadaşım Burak Kara Mecidiyeköy’de buluştuk. Ayaklarımız bizi eski stada götürdü. Hüzünle etrafında dolaştık. Kapısının önünde durduk. Uzun uzun stada baktık. 1960’ların tipik “fonksiyon, estetiği ezer” modelinde, beton olduğunu göze sokan bir yapı. Kat kat boyalarla, eklentilerle, demir kafeslerle yıllar içinde çirkinleşmiş de çirkinleşmiş..

Baktık tek değiliz. Bizim gibi eski (ve ciddi olarak püskü) stada vefa borcunu ödemeye gelmiş birçok insan vardı. Ferhat Bakan, açılış için Kiev’den çağırdığı Ukraynalı sevgilisiyle saygı sunmaya gelmiş. Söküme başlamış işçileri gösterip “İçim parçalanıyor. Sanki cenaze kalkmış da ölünün eşyalarını dağıtıyorlarmış gibi..”

Sonra Galatasaraylıların maç öncesi illa buluştuğu mekanlardan biri olan Altın Fıçı Birahanesi’ne gittik. Altın Fıçı, yükünü almış, hınca hınç doluydu. Ortam son derece neşeliydi. İçerideki 3 kadından biriydim ama her üçümüze de asker arkadaşı muamelesi yaptıkları için rahattık. Bir yandan (inadına) biralar, inadına rakılar yuvarlanırken (”Kimin yaşam tarzına müdahale ettik şimdiye kadar ama di mi?”) bir yandan da ardı ardına Galatasaray şarkıları söyleniyor. Yüzde doksanı Fenerbahçe’yi hedef alan ve burada imkanı yok güftesini yazamayacağım türden pek şahane şarkılar. (“Haydi fondip! Dibini görmeyen yeni stadı görmesin!”)

Sigara yasağına harfiyen uyuluyor, sigara için dışarıya çıkılıyor. Dışarıdaki muhabbet: Bittabi Erdoğan’ın içki ve heykelle ilgili son ifadeleri, seçimi kazanma şansı ve bundan sonra ne olacağı: “Yüzde 40’ı göremeyecek ağbi. Her iddiaya girerim..”

Metro: Ne gadder güzelsin yav!

Stada metroyla gidebilmek ha! İnanılır gibi değil. Ancak 2011’de nasip olacakmış. Altın Fıçı’dan çıkan bir grup taraftarla Meşale’den çıkmış bir grup taraftar birleşip Mecidiyeköy metro istasyonuna doğru yönlendik. Ortalık sarı kırmızı. Sanki maç Ali Sami Yen’de yapılıyor. Yine şarkılar, türküler söyleyerek (bu sefer biz bize olmadığımız için daha edepli) girdik istasyona. İtiş yok kakış yok, misler gibi bindik trenlere! (Allahım burası Türkiye mi?)

Sanayi Mahallesi durağında indik hep beraber. Tek parçalı bir canlı gibi hareket ettiğimiz ve en öndekiler tabelaları okuma zahmetine katlanmadığı için yanlış yere gidiyoruz. Görevliler sarı kırmızı canlıyı doğru yere yönlendiriyor.

Yakışıklı statla ilk bakışta aşk

Metrodan çıkıp ilerliyoruz. Hava ufaktan kararmaya başlamış. Köşeyi dönüyoruz ve uzaysı mimarisiyle ARENA karşımızda! Mükemmel bir aydınlatma, mükemmel bir konum! İtiraf ediyorum hiç bu kadar yakışıklı bir stad görmemiştim! Büyülenmemek mümkün değil. Belli ki herkes benimle hemfikir. Herkes bir hatıra fotosu çektiriyor. Yarın Facebook stad önüne çekilmiş 40 bin fotoyla dolu olacak diyorum.

5 dakika bile yürümeden zahmetsizce giriyoruz içeriye. İnşaat izleri henüz tam yok edilmemiş. Etraf bildiğin kara toprak. Girene kadar en az beş kere davetiyemize bakıyorlar. Üst baş araması ve tamam.

Aman Allahım bu da ne? Stada değil de bir konser salonuna geldik sanki. Yerleri siyah seramikle kaplı, iyi bir aydınlatmalı, uzun masaların atıldığı, bir köşede açılışa yetişmemiş bir Komşufırın dükkanının, öbür köşede bedava kahve ve kanepe dağıtan Cafe Crown dükkanının olduğu şık bir fuaye karşılıyor bizi..

Bu şıklık taraftarı bozar mı?

“Taraftarı bozar bu” diyorum içimden ama herkes memnun! Mebzul miktardaki tuvaletler de gayet düzgün ve temiz. Davetlilerin çoğunlukla kulüp üyeleri ve kombine bilet sahipleri olması nedeniyle ortamda bir Etiler Nişantaşı havası hakim ki sormayın gitsin. Hakiki bir maçta ortam nasıl “evrilecek” çok merak ediyorum. Bir de o zaman görmek lazım. (Bkz: Duman duman tükürük köftecisiz maç ortamı olur mu?)

Ağlamak istiyorum hakikaten!

Cem Yılmaz dalga geçiyor ama açıkçası fuayeden tribünlere çıktığımız anda insanın nefesi kesiliyor gerçekten. O ne güzel bir ışıklandırmadır, o ne güzel bir atmosferdir! Emekçi basının temsilcisi olarak locada değildim elbette. Neyse. Yerimizi bulduk, oturduk. Nezaket göstermişler, oturaklarımıza minder bağlamışlar. Hava giderek soğuyor. Üşümeye başlıyorum. İçeriye geri dönüyorum. Cafe Crown önündeki beleş kahve kuyruğu çok uzun. Yine de giriyorum. Sıra tam bana gelmişken sıcak su bitiyor. Gönlümdeki lüks stad nasıl olmalıydı diye düşünüyorum bu arada. Koltukların altından sıcak hava üfürülen stad herhalde birinciliği alırdı.Taraftar üşüyemez mi kardeşim?

Muhteşem stat, olaylı açılış

Bekle bekle bir numara olmuyor. Ortada tülden bir kule var. Ama hareket yok. Cem Yılmaz’lı TTNet reklam filmi (“Yanlış anlamayın, mekan oynatıyor!”) 56. kez oynayınca tekrar içeriye giriyorum. Ben bir tuvalete, bir beleş kahve almak için Cafe Crown kuyruğuna girip dururken bir uğultu başladı. Meğer Kenan Doğulu konseri başlamış. Müzik düzeni: Felaket!

Daha sonra hepsi de 19 Mayıs gösterilerine benzeyen şovlar yapılmaya başlandı. Aha dedim provalara şimdiden başlanmış. Bir ara ortadaki tül düştü, sonra tekrar takıldı, sonra bir sürü beyaz adam sahaya çıktı, koşturdular, sonra bir ışık gösterisi oldu, (bak o fena değildi ama galiba sadece bizim oradan anlaşıldı ne olduğu) sonra onlar gitti ekranlara bir çocuk çıktı. Tek kelimesini anlamadığım bir şey okundu. (Aslantepe manifestosuymuş!) Soğuk, kötü bir ses, sıkıcı bir gösteri, biten sıcak sular derken seyirci iyice huysuzlaştı. Artık ekrana ne çıkarsa ıslıklıyordu. Adnan Polat da ıslıklandıktan sonra o anons duyuldu: “Sayın Başbakan stadımıza gelmiştir.” Felaket işte bu anonsla başladı. Islıklar çoğaldı. Yine de kontrol edilebilir bir haldeyken hadiseyi esas tırmandıran korkarım siyasete atılmak gibi bir niyeti olan TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın konuşması oldu. Galatasaray’ın ne kadar beceriksiz olduğunu ima eden ilk cümleyi söyledi ki ortalık ciddi anlamda karıştı. Gazeteler “bazı” seyirci protesto etti dedi ama hayır herkes ayaktaydı. Benim olduğum yerde taraftar çılgına dönmüştü diyebilirim.

40 bin kişi neyi protesto etti?

Zaten kötü olan ses düzenine bir de yuhalama ve ıslık katılınca TOKİ Başkanının ince sesi iyice duyulamaz oldu. Taraftar zaptedilmez bir noktadaydı. Herkes gelecek felaketi anlamıştı ve “Başbakan inşallah konuşma yapmaz” diyordu. Nitekim yapmadı. Tatsız bir hava esti, sonra maça geçildi.

40 bin kişi neyi protesto etmişti diye sorarsanız cevabım “her şeyi” olur. Stadyumla büyülenen seyirci gösterilerle umduğunu bulamadı. Tarihi bir ana tanıklık edeceğim diye gelen taraftar sıkıntıdan patladı. Kıvılcımı çakan da TOKİ Başkanı oldu. Kimse kendi “mabedinde” aşağılanmaya gelemez. Taraftarın kendini en “aslan” hissettiği bir yerde taraftara “kulübün beceriksiz” demeye kalkarsan bedeli de bu olur.

Başbakan da bundan payını aldı elbette. Bir gün önce içki içenlerin kalbini çatır çatır kırmasının, itibarsızlaştırmasının, onların başbakanı olmadığını ilan etmesinin etkisi vardır elbette ama o an kim çıksa bir pençe yerdi. Futbol tribünü, havuz açılışına getirttiğin kuzu seçmene benzemiyor işte. Sıkıcı geçen bir maçı bile yarıda bırakıp evine dönebiliyor.

Özcimbombomlu: Artık resmi soyadı

Galatasaray’ın en sevilen ve en ünlü taraftarlarından tekerlekli sandalyeye mahkum Sezgin de elbette ki açılıştaydı. “Kolay gelebildiniz mi?” diye sordum, “Pek değil” dedi. Stadyumda da engelliler yine düşünülmemiş. Fakat asıl haber yeni soyadı: Sezgin 4 yıllık mücadelesini nihayet kazanmış. Mahkeme üzerine mahkeme açarak nihayet soyadını ÖZCİMBOMBOMLU yapabilmiş. Nüfus kağıdını gururla gösterirken “Yürümekten daha mutluluk verici” diyor.


'ÇEVRECİNİN DANİSKASI'DAN MEKTUP VAR!

Yücel Sönmez- Doğa Derneği Kurumsal İletişim Koordinatörü
yucel.sonmez@dogadernegi.org


Son günlerde çeşitli ülkelerden kuş ölümü haberleri geliyor. Gökyüzünden ölü kuşlar yağıyor.

Eş, dost, gazeteci, tanıdık tanımadık herkes soruyor! Kuşlar neden ölüyor?

Bunu sorarlarken aslında gerçekten de kuşların neden öldüğünü merak ettiklerini zannetmiyorum.

Merak ettikleri, “Aynı şey bizim başımıza da gelir mi acaba?”

Ya da “Ne oluyor sonumuz mu geliyor?” gibi yine her zaman olduğu üzere insan odaklı bencilce bir yaklaşım.

Evet. Kuşlar ölüyor...

Bunun elbette ki bir nedeni var. Bu konuda bilim insanları çalışıyor.

Ancak kaçırdığımız bir başka gerçek var.

O da nedeni her ne olursa olsun o kuşları ve daha nicelerini bizim öldürdüğümüz.

Hepimiz aslında birer katiliz.

Yaşam biçimimiz, tüketim alışkanlıklarımız, gelişmişlik ölçütlerimiz, medeniyetimiz bu ölümlerin en temel nedenidir.

Üstelik bunu görmek için gökten başımıza kuş yağması da gerekmiyor.

Bizim bu sınır tanımaz tüketim alışkanlıklarımız nedeniyle yeryüzündeki tüm canlı yaşamı birer birer yok oluyor.

Biliyor musunuz her 13 dakikada 1 tür yeryüzünden yok olup gidiyor.

Bu yok olma hızı dinozorların yok olduğu zamanın bile 1000 katı daha hızlı.

Başka bir değişle her 13 dakikada bir 1 tür için dünyanın bir yerlerinde kıyamet kopuyor.

Anadolu’da ise eğer dur demezsek tablo daha karanlık.

Şu anda Anadolu’da ki canlıların oluşturduğu adına biyolojik çeşitlilik dediğimiz temel zenginliğimizin yüzde 90’ı hidroelektrik (HES) ve barajlar nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

Bütün bu zenginliğimizi bulunduğu nehir ve dere yataklarında harıl harıl iş makineleri çalışıyor.

Örneğin, Türkiye’nin ikinci büyük gölü olan Tuz Gölü’nde, 1998 yılında binlerce flamingo yavrusu ölü bulundu.

Tuz Gölü’nün beyaz yüzeyi adeta bir kuş mezarlığı gibiydi.

Bizim her zaman her şeyi olması gerektiğinden çok daha fazla istiyor olmamız nedeniyle Tuz Gölü’nün tükenen suyu, binlerce flamingo yavrusunun susuzluktan kuruyarak ölmesine neden olmuştu.

Yine aynı şekilde Türkiye kuşların sayısının azalmasında ne yazık ki Avrupa birincisi.

Dünya Kuşları Koruma Kurumu’nun hazırladığı “Avrupa’nın Kuşları Raporu“na göre Türkiye, kuş türlerini ve doğal yaşam alanlarını Avrupa’da en hızlı kaybeden ülke.

10 yıl içinde doğal yaşam alanlarının kaybolması nedeniyle Türkiye’deki 465 kuş türünün en az yüzde 55’i ciddi oranda azaldı.

Kuş ölümlerinin nedeni çok açık.

Bizim hırsımız, yaşam biçimimiz ve doğa ile aramızdaki ilişkinin sadece fayda üzerine kurulmuş olması.

Yazının devamı...

'Seninki kaç santim?' Bakan masasında!

Heykel, Kanuni dizisi, içki... Ya balığımız?

Balıklar bitiyor, kimsenin umuru değil!... Lafını ilk defa DEMEYECEĞİM!

Meğer 211 bin 202 bin kişi Greenpeace’in “SENİNKİ KAÇ SANTİM?” (www.kacsantim.org ) kampanyasına katılıp imza vermiş!

Vay canına diyorum!

“Muhteşem Yüzyıl” dizisi yayından kalksın diye izlemeden, görmeden şikayet edenlerden (zira toplamda 74 bin 911 olan şikayetlerin 36 bin 815’i dizi yayınlanmadan önce yapılmış!!) 136 bin 291 kişi daha fazla!

Ah! Ne mutlu! İlk defa akıllılar daha fazla! Hem de az farkla değil! Türkiye bilinçleniyor mu ne!

Yazık ki denizlerimizin bir RTÜK’ü yok. Böyle şak diye ferman yayınlasın, altın makaslar çalışsın, sansür yemekleri yensin.

Bu ülkenin en güçlü kurumunun RTÜK olduğunun ve bunun böyle olmasının ne kadar içler acısı bir şey olduğunun farkındasınız değil mi? (Bkz: sansür kurullarının yüzlerce yıllık düşmeyen iktidarı)

Evet denizlerin yazık ki RTÜK’ü yok.

Peki nesi var? Tarım ve Köyişleri Bakanı.

Tuhaf ama öyle. Bir adet iç denizi olan ve üç tarafı denizle çevrili ülkemizde denizler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na bağlı çünkü Türkler henüz denize “bakmayı” akıl etmiyor. (Talan aşamasında olduğumuz için olabilir mi? Talan bitince belki bakanlık kurulur.)

İki gün öncesine kadar Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Greenpeace’ın başlattığı bu kampanyayla ilgilenmiyordu.

Benim de burada sözünü ettiğim “İstanbul lüfere hasret kalmasın” kampanyası için Fikir Sahibi Damaklar kurucu lideri ve kampanya yürütücüsü Defne Koryürek’le görüştü geçen aralık ayında ama Greenpeace ile görüşmedi.



Nedir bu kampanya hemen hatırlatayım:

Mesele şu: Avlanan balıkların boyları giderek küçülüyor.

Yani? Avlananlar aslında yavru balıklar. Yani? Henüz yumurta bırakacak kadar olgunlaşmamış balıklar. Ne diyor Greenpeace? “Küçük balık yoksa büyük balık da yok! Böyle giderse 40 yıl sonra denizlerde TEK bir balık kalmayacak! Evet tekrar ediyorum: TEK!

Peki ne yapılması gerek? Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın yasal balık avlama boyutlarını bilimsel temellere oturtması gerek.

Yani? Lüferin avlanma yasal boyutunu 14’den 25 santime, levreğinkini 18’den 30 santime, palamutunkini 25’den 38 santime, mezgitinkini 13’den 14 buçuk santime çıkartması lazım. Daha sonra da bu boyların altındaki balıkların avlanmasını ve satışını engellemesi gerekiyor.

Yüce devletimiz ne yapıyor?

Dizi yasaklıyor, heykel yıkıyor, interneti yasaklıyor (ve hatta toptan çökertiyor) 10 yıldır yargılamayı beceremediği için elleri kanlı katilleri serbest bırakıyor...



İki gün önce enteresan bir şey oldu. Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, ani bir kararla Greenpeace’dan Deniz Sözüdoğru’yu makamında kabul etti!!

Bakanlıktan henüz bir resmi açıklama yok ama umut verici bir durum.

Bu sabah da haber geldi Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü Defne Koryürek’e verdiği resmi cevapta “Lüferin asgari boy uzunluğunun artırılması talebiniz Haziran 2011 ayı içerisinde yapılması planlanan su ürünleri istişare kurulu gündemine alınarak tekrar değerlendirilecektir” demiş.

İnsan tabii istiyor ki hemen hop olsun bir takım şeyler.

Olmuyor tabii. Haziran’da ne olacak onu da bilmiyoruz ama yine de hiç yoktan iyidir diyoruz.



Aslında gayet de güzel bir dizi olan Muhteşem Yüzyıl için vıdır vıdır şikayet mektupları yazmak yerine acaba www.kacsantim.org adresine girip bitmek üzere olan balıklarımız için destek versek nasıl olur?

RTÜK dışında halkı kale alanlar da var artık.. Yani.. Galiba.. Umarım..

Yazının devamı...

Türk’ün heykelle bitmez imtihanı

Şimdi size enteresan bir detay anlatayım. Hazır hem RTÜK’den zılgıt yiyen Kanuni dizimiz var hem de bir heykel tartışmamız, bundan daha şahane bir anekdot düşünemiyorum!

Diziyle ilgili tartışmalar yapılırken ben de durmadım ve Necdet Sakaoğlu’nun “Bu Mülkün Sultanları” kitabını elime aldım. Padişahlarla ilgili deli detay öğrenmek isteyen için süper bir kaynak.

“Muhteşem Yüzyıl” dizisinin ilk bölümünü izlediyseniz dikkatinizi çekmiştir. (izlemediyseniz YouTube’da tek parça halinde mevcut)

Dizinin padişah kadar önemli diğer karakteri İbrahim Paşa.

Kimdir bu İbrahim Paşa? Aslında daha çok Damat İbrahim Paşa diye bildiğimiz Osmanlının en güçlü veziriazamlarından.

Diğer isimleri: Hasodabaşı Frenk İbrahim, Makbul İbrahim Paşa, Pargalı Damat İbrahim Paşa ve sonunda öldürüldüğü için: Maktul İbrahim Paşa.

Çocukken Yunanistan’ın batı yakasındaki Parga kasabasından devşirme olarak getirilmiş. Dizide Venedikli Sofya’dan doğma, balıkçı Manolis’in oğlu deniyor.

Yani aslında bir Rum çocuğu. 10 yaşından itibaren Süleyman Sultanın “nedim ü yarı, mahremi esrarı.” Yani arkadaşı ve sırdaşı. RTÜK efendiler izin verirse 2. bölümde padişah kendisini veziriazam yapacak ve Osmanlının ilk atama skandalını da göreceğiz inşallah. (Zira geleneğe göre has da olsa bir “odabaşı”nın veziriazam olması olacak iş değil ve kendisinin yerine İkinci Vezir Ahmet Paşa’nın baş vezir olması gerekiyordu. Nitekim buna fena halde gönül koyan İkinci Vezir Ahmet Paşa, vali olarak gönderildiği Mısır’da isyan bayağını çekiyor ama madara olup bedelini kellesiyle ödüyor.)

Pargalı İbrahim Paşa, Süleyman’ın kardeşi Hadice Sultan’la evlenip damat oluyor. Manyak bir düğün yapıyorlar. Kimi köşeci zevat “o devirde havai fişek mi varmış yahu?” dedi ama Necdet Sakaoğlu’nun kitabında aynen şöyle yazıyor: “22 Mayıs’ta başlayan ve 5 Haziran’a kadar süren düğün boyunca Atmeydanı’nda türlü gösteriler, geceleri mum donanmaları, havai fişek gösterileri, gündüzleriyse savaş oyunları, “mudhike” (komik) temsiller, köçek raksları ve müsabakalar düzenlendi. Düğün sürerken 28 Mayıs günü Şehzade (II.) Selim’in doğması , ikinci bir coşku nedeni oldu.”

Düğünden sonra İbrahim ve Süleyman ayrılmaz bir ikili oluyor. İbrahim önce Mısır’a gidiyor, orayı düzene koyuyor ve geri geliyor. Sonra Mohaç seferi için sefer serdarlığına (Ordu komutanlığı) atanıyor. Beraber sefere çıkıyorlar ve ortalığı duman ediyorlar.

Budin şehri ele geçiyor, kral nehirde boğuluyor, Macaristan Osmanlı’ya bağlanıyor.



Konumuzla ilgili yere geliyorum, lütfen programdan ayrılmayın!

Padişah, kurban bayramını Kral’ın sarayında geçirirken pek çok ganimet de gemilerle İstanbul’a gönderiliyor. Bunların arasında Sultan Fatih Mehmed’in 1456’da Belgrad önünden çekilirken bıraktığı iki büyük top, Macar kralı Korvin Matyas’ın kitaplığı ve tunçtan yapılmış ARTEMİS, APOLLON, HERAKLES heykelleri ve iki büyük tunç şamdan var.
Ne yapılıyor peki bu heykeller?

Budin’den getirilen bu heykeller At Meydanı’nda DİKİLİYOR. Şamdanlar da Ayasofya mihrabının iki tarafına konuluyor.
Hah işte günümüzle bağlantısı da burada!

Pargalı Rum asıllı Makbul Damat İbrahim Paşa’yı yakan nedenlerden biri de bu heykeller!

Ah o heykeller ah!

Aradan on yıl geçiyor. Bu arada Süleyman Bağdat’ı, İbrahim Tebriz’i alıyor, Osmanlı doğuda olsun batıda olsun genişledikçe genişliyor. Son derece başarılı geçen onlarca seferden, Osmanlı topraklarının genişlemesine yaptığı müthiş katkılardan sonra devreye Hürrem Sultan giriyor.

Oldum olası İbrahim’le Hürrem birbirlerini sevmiyor. Bir yandan Hürrem Sultan Padişaha “İbrahim paşa tahtınızı ele geçirecek!” telkinleri yapıyor, bir yandan dönemin bağnazları Budin’den getirip Atmeydanı’na diktiği heykeller nedeniyle onu dinsiz sayıp aleyhine çalışıyor. İşte bu iki güç birleşince bir sabah saray önünde İbrahim Paşa’nın ölüsü bulunuyor. Padişah boğdurttu diyen de var Hürrem sultan zehirledi diyen de var.

Fakat neymiş? Bu topraklarda heykel dikmeyecekmişsin!

Muhakkak surette kellen gidermiş.

Bakın Padişah dikilmesine izin veriyor, şeyhülislam bir şey demiyor, mis gibi dikili heykellerimiz oluyor ama sonunda hem heykeller hem Pargalı Damat Paşa’nın kellesi gidiyor.

Yıl kaç mı?

1536.

Bilmiyorum bir şey ifade ediyor mu aradaki 475 yıl.

Osmanlı tartışmalarına bir katkıda bulunayım dedim.

Peki o heykellere ne oluyor bilen var mı?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.