Yanlış anlaşılmasın mekan coşturdu
.
Ali Sami Yen’e vefa borcuyla başlayan turumuz Altın Fıçı birahanesinde aksırmadan, tıksırmadan bira içerek devam etti. Metroyla stada gidebilmek mutluluk vericiydi. Türk Telekom Arena Stadyumu şimdiye kadar gördüğüm en yakışıklı stadyum. Taraftarı bozar mı bilmem ama fuayesi Etiler Nişantaşı tadındaydı. Velakin açılış çok sıkıcıydı. TOKİ Başkanı sıkıcılığa tuz biber ekti, kulübün beceriksizliğini ima etmeye kalkınca ipler koptu.
Yeni stadın açılışına gitmeden önce eski alışkanlıkla, sıkı bir GS’li olan foto muhabiri arkadaşım Burak Kara Mecidiyeköy’de buluştuk. Ayaklarımız bizi eski stada götürdü. Hüzünle etrafında dolaştık. Kapısının önünde durduk. Uzun uzun stada baktık. 1960’ların tipik “fonksiyon, estetiği ezer” modelinde, beton olduğunu göze sokan bir yapı. Kat kat boyalarla, eklentilerle, demir kafeslerle yıllar içinde çirkinleşmiş de çirkinleşmiş..
Baktık tek değiliz. Bizim gibi eski (ve ciddi olarak püskü) stada vefa borcunu ödemeye gelmiş birçok insan vardı. Ferhat Bakan, açılış için Kiev’den çağırdığı Ukraynalı sevgilisiyle saygı sunmaya gelmiş. Söküme başlamış işçileri gösterip “İçim parçalanıyor. Sanki cenaze kalkmış da ölünün eşyalarını dağıtıyorlarmış gibi..”
Sonra Galatasaraylıların maç öncesi illa buluştuğu mekanlardan biri olan Altın Fıçı Birahanesi’ne gittik. Altın Fıçı, yükünü almış, hınca hınç doluydu. Ortam son derece neşeliydi. İçerideki 3 kadından biriydim ama her üçümüze de asker arkadaşı muamelesi yaptıkları için rahattık. Bir yandan (inadına) biralar, inadına rakılar yuvarlanırken (”Kimin yaşam tarzına müdahale ettik şimdiye kadar ama di mi?”) bir yandan da ardı ardına Galatasaray şarkıları söyleniyor. Yüzde doksanı Fenerbahçe’yi hedef alan ve burada imkanı yok güftesini yazamayacağım türden pek şahane şarkılar. (“Haydi fondip! Dibini görmeyen yeni stadı görmesin!”)
Sigara yasağına harfiyen uyuluyor, sigara için dışarıya çıkılıyor. Dışarıdaki muhabbet: Bittabi Erdoğan’ın içki ve heykelle ilgili son ifadeleri, seçimi kazanma şansı ve bundan sonra ne olacağı: “Yüzde 40’ı göremeyecek ağbi. Her iddiaya girerim..”
Metro: Ne gadder güzelsin yav!
Stada metroyla gidebilmek ha! İnanılır gibi değil. Ancak 2011’de nasip olacakmış. Altın Fıçı’dan çıkan bir grup taraftarla Meşale’den çıkmış bir grup taraftar birleşip Mecidiyeköy metro istasyonuna doğru yönlendik. Ortalık sarı kırmızı. Sanki maç Ali Sami Yen’de yapılıyor. Yine şarkılar, türküler söyleyerek (bu sefer biz bize olmadığımız için daha edepli) girdik istasyona. İtiş yok kakış yok, misler gibi bindik trenlere! (Allahım burası Türkiye mi?)
Sanayi Mahallesi durağında indik hep beraber. Tek parçalı bir canlı gibi hareket ettiğimiz ve en öndekiler tabelaları okuma zahmetine katlanmadığı için yanlış yere gidiyoruz. Görevliler sarı kırmızı canlıyı doğru yere yönlendiriyor.
Yakışıklı statla ilk bakışta aşk
Metrodan çıkıp ilerliyoruz. Hava ufaktan kararmaya başlamış. Köşeyi dönüyoruz ve uzaysı mimarisiyle ARENA karşımızda! Mükemmel bir aydınlatma, mükemmel bir konum! İtiraf ediyorum hiç bu kadar yakışıklı bir stad görmemiştim! Büyülenmemek mümkün değil. Belli ki herkes benimle hemfikir. Herkes bir hatıra fotosu çektiriyor. Yarın Facebook stad önüne çekilmiş 40 bin fotoyla dolu olacak diyorum.
5 dakika bile yürümeden zahmetsizce giriyoruz içeriye. İnşaat izleri henüz tam yok edilmemiş. Etraf bildiğin kara toprak. Girene kadar en az beş kere davetiyemize bakıyorlar. Üst baş araması ve tamam.
Aman Allahım bu da ne? Stada değil de bir konser salonuna geldik sanki. Yerleri siyah seramikle kaplı, iyi bir aydınlatmalı, uzun masaların atıldığı, bir köşede açılışa yetişmemiş bir Komşufırın dükkanının, öbür köşede bedava kahve ve kanepe dağıtan Cafe Crown dükkanının olduğu şık bir fuaye karşılıyor bizi..
Bu şıklık taraftarı bozar mı?
“Taraftarı bozar bu” diyorum içimden ama herkes memnun! Mebzul miktardaki tuvaletler de gayet düzgün ve temiz. Davetlilerin çoğunlukla kulüp üyeleri ve kombine bilet sahipleri olması nedeniyle ortamda bir Etiler Nişantaşı havası hakim ki sormayın gitsin. Hakiki bir maçta ortam nasıl “evrilecek” çok merak ediyorum. Bir de o zaman görmek lazım. (Bkz: Duman duman tükürük köftecisiz maç ortamı olur mu?)
Ağlamak istiyorum hakikaten!
Cem Yılmaz dalga geçiyor ama açıkçası fuayeden tribünlere çıktığımız anda insanın nefesi kesiliyor gerçekten. O ne güzel bir ışıklandırmadır, o ne güzel bir atmosferdir! Emekçi basının temsilcisi olarak locada değildim elbette. Neyse. Yerimizi bulduk, oturduk. Nezaket göstermişler, oturaklarımıza minder bağlamışlar. Hava giderek soğuyor. Üşümeye başlıyorum. İçeriye geri dönüyorum. Cafe Crown önündeki beleş kahve kuyruğu çok uzun. Yine de giriyorum. Sıra tam bana gelmişken sıcak su bitiyor. Gönlümdeki lüks stad nasıl olmalıydı diye düşünüyorum bu arada. Koltukların altından sıcak hava üfürülen stad herhalde birinciliği alırdı.Taraftar üşüyemez mi kardeşim?
Muhteşem stat, olaylı açılış
Bekle bekle bir numara olmuyor. Ortada tülden bir kule var. Ama hareket yok. Cem Yılmaz’lı TTNet reklam filmi (“Yanlış anlamayın, mekan oynatıyor!”) 56. kez oynayınca tekrar içeriye giriyorum. Ben bir tuvalete, bir beleş kahve almak için Cafe Crown kuyruğuna girip dururken bir uğultu başladı. Meğer Kenan Doğulu konseri başlamış. Müzik düzeni: Felaket!
Daha sonra hepsi de 19 Mayıs gösterilerine benzeyen şovlar yapılmaya başlandı. Aha dedim provalara şimdiden başlanmış. Bir ara ortadaki tül düştü, sonra tekrar takıldı, sonra bir sürü beyaz adam sahaya çıktı, koşturdular, sonra bir ışık gösterisi oldu, (bak o fena değildi ama galiba sadece bizim oradan anlaşıldı ne olduğu) sonra onlar gitti ekranlara bir çocuk çıktı. Tek kelimesini anlamadığım bir şey okundu. (Aslantepe manifestosuymuş!) Soğuk, kötü bir ses, sıkıcı bir gösteri, biten sıcak sular derken seyirci iyice huysuzlaştı. Artık ekrana ne çıkarsa ıslıklıyordu. Adnan Polat da ıslıklandıktan sonra o anons duyuldu: “Sayın Başbakan stadımıza gelmiştir.” Felaket işte bu anonsla başladı. Islıklar çoğaldı. Yine de kontrol edilebilir bir haldeyken hadiseyi esas tırmandıran korkarım siyasete atılmak gibi bir niyeti olan TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın konuşması oldu. Galatasaray’ın ne kadar beceriksiz olduğunu ima eden ilk cümleyi söyledi ki ortalık ciddi anlamda karıştı. Gazeteler “bazı” seyirci protesto etti dedi ama hayır herkes ayaktaydı. Benim olduğum yerde taraftar çılgına dönmüştü diyebilirim.
40 bin kişi neyi protesto etti?
Zaten kötü olan ses düzenine bir de yuhalama ve ıslık katılınca TOKİ Başkanının ince sesi iyice duyulamaz oldu. Taraftar zaptedilmez bir noktadaydı. Herkes gelecek felaketi anlamıştı ve “Başbakan inşallah konuşma yapmaz” diyordu. Nitekim yapmadı. Tatsız bir hava esti, sonra maça geçildi.
40 bin kişi neyi protesto etmişti diye sorarsanız cevabım “her şeyi” olur. Stadyumla büyülenen seyirci gösterilerle umduğunu bulamadı. Tarihi bir ana tanıklık edeceğim diye gelen taraftar sıkıntıdan patladı. Kıvılcımı çakan da TOKİ Başkanı oldu. Kimse kendi “mabedinde” aşağılanmaya gelemez. Taraftarın kendini en “aslan” hissettiği bir yerde taraftara “kulübün beceriksiz” demeye kalkarsan bedeli de bu olur.
Başbakan da bundan payını aldı elbette. Bir gün önce içki içenlerin kalbini çatır çatır kırmasının, itibarsızlaştırmasının, onların başbakanı olmadığını ilan etmesinin etkisi vardır elbette ama o an kim çıksa bir pençe yerdi. Futbol tribünü, havuz açılışına getirttiğin kuzu seçmene benzemiyor işte. Sıkıcı geçen bir maçı bile yarıda bırakıp evine dönebiliyor.
Özcimbombomlu: Artık resmi soyadı
Galatasaray’ın en sevilen ve en ünlü taraftarlarından tekerlekli sandalyeye mahkum Sezgin de elbette ki açılıştaydı. “Kolay gelebildiniz mi?” diye sordum, “Pek değil” dedi. Stadyumda da engelliler yine düşünülmemiş. Fakat asıl haber yeni soyadı: Sezgin 4 yıllık mücadelesini nihayet kazanmış. Mahkeme üzerine mahkeme açarak nihayet soyadını ÖZCİMBOMBOMLU yapabilmiş. Nüfus kağıdını gururla gösterirken “Yürümekten daha mutluluk verici” diyor.
'ÇEVRECİNİN DANİSKASI'DAN MEKTUP VAR!
Yücel Sönmez- Doğa Derneği Kurumsal İletişim Koordinatörü
yucel.sonmez@dogadernegi.org
Son günlerde çeşitli ülkelerden kuş ölümü haberleri geliyor. Gökyüzünden ölü kuşlar yağıyor.
Eş, dost, gazeteci, tanıdık tanımadık herkes soruyor! Kuşlar neden ölüyor?
Bunu sorarlarken aslında gerçekten de kuşların neden öldüğünü merak ettiklerini zannetmiyorum.
Merak ettikleri, “Aynı şey bizim başımıza da gelir mi acaba?”
Ya da “Ne oluyor sonumuz mu geliyor?” gibi yine her zaman olduğu üzere insan odaklı bencilce bir yaklaşım.
Evet. Kuşlar ölüyor...
Bunun elbette ki bir nedeni var. Bu konuda bilim insanları çalışıyor.
Ancak kaçırdığımız bir başka gerçek var.
O da nedeni her ne olursa olsun o kuşları ve daha nicelerini bizim öldürdüğümüz.
Hepimiz aslında birer katiliz.
Yaşam biçimimiz, tüketim alışkanlıklarımız, gelişmişlik ölçütlerimiz, medeniyetimiz bu ölümlerin en temel nedenidir.
Üstelik bunu görmek için gökten başımıza kuş yağması da gerekmiyor.
Bizim bu sınır tanımaz tüketim alışkanlıklarımız nedeniyle yeryüzündeki tüm canlı yaşamı birer birer yok oluyor.
Biliyor musunuz her 13 dakikada 1 tür yeryüzünden yok olup gidiyor.
Bu yok olma hızı dinozorların yok olduğu zamanın bile 1000 katı daha hızlı.
Başka bir değişle her 13 dakikada bir 1 tür için dünyanın bir yerlerinde kıyamet kopuyor.
Anadolu’da ise eğer dur demezsek tablo daha karanlık.
Şu anda Anadolu’da ki canlıların oluşturduğu adına biyolojik çeşitlilik dediğimiz temel zenginliğimizin yüzde 90’ı hidroelektrik (HES) ve barajlar nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Bütün bu zenginliğimizi bulunduğu nehir ve dere yataklarında harıl harıl iş makineleri çalışıyor.
Örneğin, Türkiye’nin ikinci büyük gölü olan Tuz Gölü’nde, 1998 yılında binlerce flamingo yavrusu ölü bulundu.
Tuz Gölü’nün beyaz yüzeyi adeta bir kuş mezarlığı gibiydi.
Bizim her zaman her şeyi olması gerektiğinden çok daha fazla istiyor olmamız nedeniyle Tuz Gölü’nün tükenen suyu, binlerce flamingo yavrusunun susuzluktan kuruyarak ölmesine neden olmuştu.
Yine aynı şekilde Türkiye kuşların sayısının azalmasında ne yazık ki Avrupa birincisi.
Dünya Kuşları Koruma Kurumu’nun hazırladığı “Avrupa’nın Kuşları Raporu“na göre Türkiye, kuş türlerini ve doğal yaşam alanlarını Avrupa’da en hızlı kaybeden ülke.
10 yıl içinde doğal yaşam alanlarının kaybolması nedeniyle Türkiye’deki 465 kuş türünün en az yüzde 55’i ciddi oranda azaldı.
Kuş ölümlerinin nedeni çok açık.
Bizim hırsımız, yaşam biçimimiz ve doğa ile aramızdaki ilişkinin sadece fayda üzerine kurulmuş olması.