Şampiy10
Magazin
Gündem

Faşizmi faşizmle mi eleştireceksiniz?

Geçen haftalarda bir “bacı” patırtısı koptu.

Sabah yazarı Emre Aköz, bir üniversitede konuşma yaparken yumurtalanıp, kendisini yumurtalayanları da “kara kuru kızlar” diye niteleyince yine Sabah gazetesi yazarı Engin Ardıç “devrimci bacılar zaten oldum olası karadır, kururdur, çirkindir, pasaklıdır. Kimse yüzlerine bakmadığı için, erkeklerle dertleri olduğu için, yeterince seks yapamadıkları için devrimci olmuşlardır zaten. Öpseydin de ossaat liberal olurlardı” şeklinde neresinden tutsan elde kalır tuhaf bir yazı döşendi.

Mehveş Evin, Nagehan Alçı, Ece Temelkuran, Rahşan Gülşan, Kürşad Oğuz ve yanlış anlamadıysam Hürriyet internetten Ayşe Aral (zira yazısında isim geçmiyordu) Ardıç’a yönelik yazılar yazdılar.

Engin Ardıç’ın yazısı hakikaten utanç vericiydi.

Bir kere genel olarak faşistti. Karalık, kuruluk, kısalık, çirkinlik, hatta şişmanlık, zayıflık seçemediğimiz özellikler. Seçemediğimiz özelliklerden dolayı aşağılanmak bildiğin buz gibi faşizmdir.

Sonra kadınlara yönelik ayrı bir faşizm de söz konusuydu. Kadınlar, devrimcilik, feministlik gibi ideoloji içeren hiçbir şeyi inanarak yapmaz, yegane hedefleri olan seks, erkek, evlilik, bebek gibi eksikliklerini telafi veya ikame etmek için bir takım uğraşlar edinirler, güzel olsalardı bütün bunlar olmayacaktı, kadın dediğin yaratığı ancak güzellik çirkinlik ekseninden değerlendirebiliriz gibi gibi bir dolu taş devri mesajlar içeren bir yazıydı.

Engin Ardıç bunu ilk defa yapmıyor. Yeniden ve yeniden ele almanın lüzumu yok.

Ancak kendisine cevap veya eleştiri olarak yazılmış yazılara baktığımız zaman aynı faşist dilin kullanıldığını görüyorum. Yaşlılık, şişmanlık, çirkinlik, iktidarsızlık gibi yine insanın seçemediği özellikler üzerinden yazılmış yazılardı bazıları.

Faşist bir yaklaşıma faşist bir dille cevap vermeyi son derece sakıncalı buluyorum.

Bir: Faşizmi meşrulaştırmış oluyorsun.

İki: Faşist dili yeniden üretip yaygınlaştırıyorsun.

Üç: Tipinden, cinsiyetinden, ırkından kaynaklanan özelliklerini eleştirilebilir, aşağılanabilir hale getiriyorsun.

Mesele de budur. Faşizm, topyekûn savaşılması gereken bir şeydir. Aynı dil kadına karşı kullanılamaz ama erkeğe karşı kullanılır diyemeyiz. Bu bir kadın erkek meselesi değil, insanlık meselesidir. Nefret suçunun cinsiyet ayrımı yoktur.



Kadınlar silahlanmalı demek vursunlar demek değil

8 Mart’taki yazımda giderek artan aile içi erkek şiddetine karşı kadınların silahlanması gerektiğini söyledim.

Kimileri bunu “kadınlar silahlanmalı ve ellerinde silahlarıyla erkekleri kovalamalı” şeklinde değerlendirip face book’larda ağır bir şekilde eleştirmiş.

Kimseye “al eline silahı, git kocanı vur” demiş değilim. Silahın, istenmeyen sonuçlarını da biliyorum.

Böyle bir yanlış anlamaya neden olmak istemem. Silah taşımayı savunma amacıyla öneriyorum. Gidip aynı şiddeti biz gösterelim demiyorum. Yukarıdaki yazımda maksadımı görebilirsiniz.

Yazının devamı...

Kadınlar silahlanmak zorunda!

Lütfen “Kadınlar Günü” kutlama zırvalıklarına bir son verip hakikate dönelim.

Bu ülkede “Kadınlar Günü” henüz kutlanacak bir gün değildir.

Kadınlar gününü ancak tüm kadınların şiddetten uzak olduğu, can ve mal güvenliklerinden endişe duymadığı, başına bir iş geldiğinde devlet veya başka sosyal kurumlar tarafından korunacağını bildiği, satılık çocuk makinesi ve bedava ırgat olarak görülmediği zaman kutlayabiliriz.

Son yedi ayda, 246 kadın öldürüldü. Maktulün kadın olduğu cinayetler yedi yılda ONDÖRT kat artmış durumda.

KADINLAR BU ÜLKEDE SİNEK GİBİ ÖLDÜRÜLÜYOR!

Kimler tarafından? Büyük bölümü kocaları/nişanlıları/sevgilileri, geri kalanları da abileri veya erkek kardeşleri tarafından.

Diyarbakır’da 16 yaş üstü 1802 kadın üzerinde yapılan araştırma korkunç şeyler söylüyor. Evli her 100 kadından 51’i kocasından şiddet görmüş veya görmekte. Evli her yüz kadından onu düzenli olarak şiddet görüyor. Fiziksel şiddet gören her 100 kadından 39’u cinsel şiddete de maruz kalıyor.

KADINLAR BU ÜLKEDE EŞEK SUDAN GELENE KADAR DÖVÜLÜYOR!

Köylüsü kentlisi okumuşu okumamışı da fark etmiyor. Şiddet, eğitim ve gelir yükseldikçe azalıyor evet ama tahmin edildiği veya olması istendiği gibi marjinal seviyede değil.

Peki bu aile içi şiddette maruz kalan, düzenli olarak dayak yiyen, aşağılanan, horlanan, tecavüze uğrayan kadınları koruyan kollayan var mıdır?

Yoktur.

Ne polis, ne aileleri ne sivil toplum kuruluşları ne yargı bu kadınlara sahip çık ıyor veya çıkabiliyor.

Kadınlar tahayyüllün ötesinde yalnız ve sahipsizler. Hele bir başınıza gelsin, nasıl yapayalnız ve çaresiz kaldığınıza inanamayacaksınız.

Özetle: Kadınlar cephesinde durum çok ama çok boktan.



Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, 26 Şubat 2011 tarihli yazısında bu dinmeyen, aksine giderek artan şiddet karşısında “Kadınlar silahlanmalı mı?” diye sordu.

O sormuş, ben cevap vereyim:

EVET! Kadınların silahlanma zamanı gelmiştir. Gün o gündür.

Televizyonda bir tanıtım filmi dönüyor. Bir kadın görünmez bir el tarafından feci bir şekilde dayak yiyor. Sonra dış ses “Burada bir erkek görmüyorsunuz çünkü kadına şiddet uygulayan erkek değildir” diyor.

Erkeklik nedir ne değildir sorgusu bana açıkçası sıkıntılı geliyor. Dahası bu iş böyle mıy mıy mıy “aman oğlum yapma, çok ayıp” denilerek hallolacak bir şey değil.

Madem devlet polisiyle, yargısıyla madem toplum ailesiyle, sivil toplum kuruluşuyla kadınlara sahip çıkamıyor o zaman kadınların kendi kendilerine savunma vakti gelmiştir!

Kadınlar silahlanmak zorundadır!

Kadınlara yönelik cinayetlerin son yedi yılda yüzde 1400 artmasının nedeni zavallılık değil kadınların kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmasıdır. Son zamanlarda eşleri ya da sevgilileri tarafından öldürülen kadınların ortak yönü ya boşanmış olmaları ya da boşanmak üzere ayrı yaşamaları. Kendisine yapılan davranışları sineye çekmeyip ayrılmak isteyen kadınlar daha fazla şiddete maruz kalıyor. Erkekler kadınların ayrılmalarını sindiremiyor. Ve bu kadınların hemen hepsi de şiddet gördüklerini ve tehdit edildiklerini resmi makamlara bildirmiş kadınlar.

Yani ölümleri sürpriz değil. Kadın uyanışta, erkek ise buna uyum sağlayamamakta.

Şimdi söyleyin bana: Bu kadınların silahlanmaları dışında bir çare görebiliyor musunuz?

Ben göremiyorum.



Silah sevdiğim ve yaygınlaşmasını istediğim bir şey değil. Ama bir taraf, zaten doğal olarak daha güçlüyken, şakır şakır silahlanıp patır patır kadınları vurabiliyorsa sırf siyaseten doğruculuk ve tutarlılık adına “silaha hayır!” diyemeyeceğim.

Bir tabanca kaç paradır, nereden edinilir bir fikrim yok. Ama elime almışlığım ve poligonlarda talim yapmışlığım var. Kullanması zor bir şey değil. Kadının eline yakışmaz, kadın silah kullanamaz, beceremez teranelerini hiç kimse yutturamaz bana. Dört beş talimden sonra hedef pekala istendiği yerden harikulade bir şekilde tutturulabiliyor.

Bir toplumda namuslular namussuzlar kadar güçlü olmadıkça o toplumda kurtuluş yoktur.

Silahlanmak madem yasal hakkımız, o zaman silah ve silah ruhsatı almak konusunda kadınların önceliği ve ayrıcalığı olmak zorunda.

Sorunu ne kadar halleder, başka hangi sorunlara yol açar tartışabiliriz. Fakat çok belli ki en azından kısa vadede başka bir çaremiz yoktur. Dinsizin hakkından ancak imansız gelir.

Kadınlar gününüz kutlu olmasın. Kansız ve şiddetsiz olsun yeter.

Yazının devamı...

Dünya devleri önce yıkıyor sonra inşa ediyor

Memleket son Ergenekon tutuklamalarıyla çalkalanıyorken aklım Doğu Timor’a gidip geliyor.

Doğu Timor’da savaş denilen şeyin korkunçluğunu bir kez daha anlıyorum.

O kadar uzağa gitmeye gerek yok, kendi 20 küsur yıldır savaşla boğuşan memleketine bak diyebilirsiniz.. Nitekim bakıyorum hatta yaşıyorum. Ama galiba arada başka yerlerden de bakmak gerekiyor. Gerçek, çok daha çıplak görünüyor o zaman. Gelişmişlik seviyesinde neden 83. sıradayız insan daha iyi anlıyor. Bildiğin alçak savaş!

Doğu Timor, 25 yıllık bağımsızlık savaşında neyi var neyi yoksa kaybetmiş. Sadece binaları ve yürekleri yanmamış, bildiklerini de unutmuşlar.

UNICEF’ten doktorlarla konuşuyoruz, Hintli doktor çok şaşırtıcı şeyler söylüyor. Etrafları deniz ama balıkçılık yapmayı bilmiyorlar. Kıyıdan dimdik yükselen yeşil dağların her tarafından bir şeyler fışkırıyor ama doğru dürüst tarım yapmasını bilmiyorlar. Ülke savaşmaktan, köle kalmaktan tarım yapmayı unutmuş! Yeni yeni kahve ekiyorlar.

İnsan bunu anlamakta çok güçlük çekiyor. Bu kadar verimli görünen bir ülkede nasıl açlık çekilir? Ülkenin dörtte biri öldürülürse demek ki bilinenler de pekala unutulabiliyormuş.
Suharto’nun 25 yıllık kanlı iktidarından ve Birleşmiş Milletlerin (nihayet) araya girmesiyle 1999’da referandum yapılıyor. Bu arada da yine binlerce insan öldürülüyor. Sonunda 2002 yılında bağımsız bir devlet olabiliyorlar. Dünyanın en genç devleti.

Adaya iner inmez sempatik bir Türk polisi karşılıyor bizi. Birleşmiş Milletler, ülkede olmayan polis gücü için tüm dünyadan polis istemiş. Zira ülkede hakikaten hiçbir şey yok. Polis yok, doktor yok, öğretmen yok. Hayatımda hiç bu kadar BM aracı görmemiştim.

Birleşmiş Milletler, dünyanın vicdanı. Önce mahvedilmesine göz yum, hatta destekle, sonra yine aynı ülkelerin paraları ve insanlarıyla BM çatısı altında toparla. Tuhaf bir denge.
Burada bulunma nedenimiz Prima’nın (yani P&G’nin) desteklediği aşı kampanyası. Birleşmiş Milletler gibi, büyük firmaların sosyal sorumluluk projeleri de bir çeşit vicdan temizlemesi. Hükümetler silah satıyor, silahları alanlar ülkeleri tarumar ediyor ama sonra aynı devletlerin şirketleri o silahların sonuçlarını temizlemeye çalışıyor. Satın aldığınız her Prima bebek bezi paketi mesela, dünyada bir çocuğun tetanos aşısı olmasını sağlıyor. Türkiye’de bir marketten yaptığınız bir alışveriş hiç bilmediğiniz bir ülkedeki bir çocuğun hayatını kurtarıyor. Dediğim gibi tuhaf bir denge/dengesizlik/kafa karışıklığı. PR, reklam malzemesi olsun mu olmasın mı ayrı bir soru (olmayacaksa niye yapsınlar? Gizli iyilik diye bir şey kaldı mı ki?) ama yaptıkları nihayetinde iyi bir şey.

Tutuklanmadığım için utanmalı mıyım?

- Nedim Şener ve Ahmet Şık. İkisi de Ergenekon soruşturmasında danışman veya bilirkişi olması gerekirken, tutuklandılar, evleri arandı, bilgisayarlarına el konuldu.
- Demek sırasıyla niyet sahipleri, bilgi sahipleri şimdi de fikir sahipleri alınıyor.
- Bir dava bu kadar çok ve yanlış tutukluyu kaldıramaz. Böyle bir davanın sanıklarının yargılanması TC koşullarında bin yılı alır.
- Ne olacak peki? Yakında hepsi salınacak. Ve ne olacak? Şimdiye kadar kurunun yanında yaş yanarken bundan sonra yaş sayesinde kurular kurtulacak.
- Demek ki artık Ergenekon’un sonuna geldik.
- Ne kestik? Koç. Ne yedik? Hiç.
- Koca bir dava, zırvalık haline getirilip çöpe atıldı.
- Tebrikler!

Yazının devamı...

Doğu Timor diye bir ülke

Geçen hafta Doğu Timor’daydım..

Dünyanın büyük bölümünün bilmediği, daha doğrusu kimsenin hatırlatmadığı dünyanın fakir, zavallı ülkelerinden biri..

Önce nerede olduğunu netleştirelim. Avustralya’nın kuzey batısında, 1 saatlik uçuş mesafesinde bir ada. Adanın yarısı Doğu Timor’un diğer yarısı Endonezya’nın.

Yıllar önce adını ünlü dilbilimci ve solcu entelektüel ABD’li Chomsky’den duymuştum. Chomsky, Batı’nın çifte standardı konusunu ne zaman işlese Kosova’yla beraber vermeyi en sevdiği iki örnekten biriydi Doğu Timor.

Nerde olduğunu bilmezdim. Bildiğim 25 yıl boyunca vahşi bir insan kıyımının yapıldığını ve Batı’nın sırf ülkelerinin menfaatleri bozulmasın diye bu kıyımı görmezden geldiği idi.

“Yandaş” medya kavramını da ilk defa o zaman yine Doğu Timor özelinden öğrenmiştim. Chomsky’nin iddası şuydu: “Dünyayla ilgili aldığınız tüm haberler Amerika tarafından sansürlüdür. Ancak Amerika’nın izin verdiği hadiselerden haberdar olursunuz. Ama işin acıklı kısmı Amerikan medyası bu sansüre karşı çıkmayı hiç düşünmediği gibi sansürü bizzat kendisi yapar. Dünyanın en iktidar yanlısı medyası Amerika’dadır.”

Ve bu iddiayı doğrulamak için verdiği baş örnek de işte Doğu Timor’du. Zira 1991’a kadar Doğu Timor’da yüzbinlerce insan katledilmişti ama bu haber, 1. Körfez Savaşı sırasında (veya ABD’nin Irak’a 1. saldırısı sırasına diyelim) petrole bulanan karabatak haberinin binde biri kadar yer almamıştı Amerikan ve dolayısıyla dünya medyasında. Niye? Çünkü ABD, katliamı yapan Endonezyalı diktatör Suharto’ya görünürde komünizmin yayılmasını engellesin diye ama kim bilir hangi bin türlü menfaat, hesap nedeniyle silahından, parasına, eğitimcisine tam destek veriyordu. Üstelik sonradan o karabatağın Basra körfezinde bile çekilmediğini öğrendik. Stok görüntü ile yapmışlar haberi. Ama ne gam! Bir karabatak 150 bin Timorludan daha değerliydi Amerikan medyası için.

Medya, hakikaten dördüncü güç ve bu güç iğrenç bir şekilde kullanılabiliyor. Türkiye’de de sık sık şahit olduğumuz gibi. Fakat Doğu Timor’daki katliamı da yine ortaya çıkaran Batı medyası oluyor.

İşte tam da bu nedenlerle Prima’nın, desteklediği UNICEF aşı kampanyasını yakından göstermek için yaptığı Doğu Timor davetini reddetmem imkansızdı.



Kanlı tarih, yerle bir olan bir ülke, kavruk çocuklar

Singapur’daki beklemelerle toplam 18 saatlik bir yolculuktan sonra vardık bu Avustralya’nın hemen kuzeyindeki dağlık yeşil tropik adaya.

Sıcaklık 30 derece. Gece bile boğucu bir nem altındayız. Nem artı sivrisinek. Kaldığımız otel deniz kıyısında, 20 odalı küçük bir yer. Bir Avustralyalı inşa etmiş. Sonradan öğreniyoruz ki zaten ne var ne yok (Türk dahil) yabancıların elinden çıkma. Zira yerli halk yaşama savaşı veriyor.

Dünya refah sıralamasında 120. sırada yer alıyor. (Türkiye 83. sırada) 500 yıl Portekiz sömürgesi olmuş. Portekiz adadaki sandal ağaçlarını kesip kesip götürmek, adayı Katolik Hıristiyanlaştırmak, dilini Portekizce yapmak ve bol bol oraya buraya köle olarak insan götürmek dışında pek bir şey yapmamış. Adanın batı yarısı Endonezya’nın. 1975’de Portekiz adadan çekildikten sonra “bağımsız kalırsa komünist olur” diye Endonezya’nın kanlı başkanı Suharto’nun yönetimindeki askerler adayı işgal ediyor.

Batı, işgalin geleceğini biliyor fakat kılını bile kıpırdatmıyor. Amerika Birleşik Devletleri, Suharto’ya daha da çok silah yolluyor. Amaç orada Sovyet egemenliğinin kurulmasını engellemek. İşin pis tarafı Doğu Timorlu sağcılar da komünist olacağımıza Endonezya hâkimiyetine girelim diyerek işgale destek veriyor.

Doğu Timor’un güney komşusu Avustralya’nın derdi ise Doğu Timor’la arasındaki denizde çıkan petrol. Yeni kurulacak devlet yerine bildik “ağbiyle” anlaşmanın daha “faydalı” olacağını düşünüyor ve işgale desek veriyor.

Endonezya adayı işgal ettikten sonra sadece iki haftada on binlerce insanı öldürüyor. Sonraki 25 yılda direkt öldürülenlerin 150 bin, açlığa ve hastalığa mahkum bırakılanların da en az yüz bin olduğu tahmin ediliyor. 1 milyonluk nüfusun dörtte biri yok ediliyor ki Chomski’ye göre bu Yahudi katliamından sonra en büyük soykırım. Fakat kimsenin haberi bile olmuyor. Çünkü istenmiyor.

İnternet bir var bir yok. Ülkede başkent dışında düzenli elektrik de yok. Geceleri altı saat, o da jeneratör için gerekli yakıt varsa. Fırsatçı otelcimiz, üç saatini on dolara satıyor interneti bize.

Her iki kişiden biri açlık çekiyor. Ülkenin yüzde 55’i yetersiz beslenmeden kavruk kalmış. Aşılama istasyonunda bir kız çocuğu elinde bebekle oturuyor, hepimiz bebeğin ablası herhalde diye düşünüyoruz. En fazla 12 yaşında görünüyor. Meğerse 20 yaşındaymış ve çocuğun annesiymiş.

Fakat ne kadar yokluk, o kadar çocuk. Kadın başına düşen çocuk sayısı 5,7. Ama doğan çocuklar ölüyor. Bebek ölüm oranı binde 44. (Türkiye’de binde 25,5. İsveç’te binde 2.75)

Sağ kalanlar da aşılanmadığı için daha sonra ölüyor.

İşte bizim de burada bulunma nedenimiz bu aşılar.

Yarın: Tarımı unutan ülkeyi dünya kurtarmaya çalışıyor. Bir nevi nedamet.

Yazının devamı...

Erbakan’la ilgili hiç anısı olmamak

Bir yandan köşe yazılarını okur, bir yandan cenaze törenini izlerken...

Erbakan’la ilgili hiçbir anımın olmadığını fark ettim.

Hiç!

Bizim evde adı anılmazdı. Doğrusu pek sempatiyle de bakılmazdı. Erbakan da zaten hiçbir zaman sempatiye oynamış bir siyasetçi değildi.

28 Şubat, ne olduğunu tam da anlamadığımız (daha sonra pek güzel anlayacaktım) ve sonuçta bizim hayatımızı pek de değiştirmeyen, (aslında bal gibi de değiştiren) o yüzden de ilgilendirmeyen bir darbeydi.

Doğrusu Tansu Çiller’den de bizim evde pek hoşlanılmazdı. Hükümetin dağılmasından kimsenin gocunduğunu hatırlamıyorum.

Ama işte cenazeye bakınca görüyorum ki yüz binlerce insan belli ki bizim gibi değildi. Onlar Erbakan’dan da 28 Şubat’tan da doğrudan etkilenmişlerdi. Etkilerini kuşaktan kuşağa aktarmışlardı. Yüzlerinden bu çok açık bir şekilde okunuyordu.

O yıllarda ben ne yapıyordum diye hatırlamaya çalıştım.

Kocaman bir kara boşluk!

Olayları hatırlıyorum fakat ne hissediyordum zerre hatırlamıyorum.

Parça pinçik bir takım hadiseler.

Kudüs geceleri, Işın Gürel’in itilip yere düşmesi, tankların sokaklarda yürümesi, Fadime Şahin’ler, Ali Kalkancılar...

Şimdi tüm köşeciler Erbakan analizleri, Erbakan anıları yazıyor. Herkes duruma hakim.

Ben ise o dönemde bu ülkede yaşadığımdan bile şüpheliyim!

Bunu itiraf edince “aptal” durumuna düştüğümün farkındayım ama öyle.

Tamam kendi dertlerimle boğuştuğum bir dönemdi ama “hissizliğin” nedeni bir tek şahsi çıkmazlarım olamazdı.

Çok sonra anladım olanı biteni.

Sonra anladım medyanın olağanüstü yardımıyla maksadın “hiçbir şey anlamasınlar, iyi oldu deyip geçsinler” olduğunu.

Tam da öyle oldu. Soruyorum arkadaşlarıma ne hissetmiştin 28 Şubat’da diye, kafa karışıklığından başka bir şey demiyorlar.

Aradan 14 yıl geçmiş, Erbakan’ın ve 28 Şubat’ın doğrudan etkilediği o mahalleyle aslında yeni tanışıyoruz.

Sev ya sevme ama tanı değil mi!

AKP gökten düşmüş değil ki! Her şey birbirinin sonucu.

“Eski mahallenin yeni yüzleri” diye Ayşe Arman (bile) röportaj dizileri yapıyor.

Kimileri hala tanışmayı reddediyor ama gördüğünüz gibi kaçınılmaz.

HÜRRİYET gazetesi, (ah o günlerde yaptıklarının günahını nasıl ödeyecek?) şimdi bize 28 Şubat’tan doğrudan etkilenenleri soframıza getiriyor..

Ama aslında aynı toprakların insanlarıyız.

Aynı topraklarda başka dünyalar yaşamışız.

Başka türlü büyümüş, başka türlü şekillenmişiz.

Erbakan’ın cenazesi bu bakımdan çok önemliydi benim için. Hepimiz için.

Orada genç erkekleri, genç kadınları görünce, eski bir başbakanın değil “bir dönemin” cenazesi olduğunu anladım.

Allah taksiratını affetsin.

Ya o günlerde bol bol taksiratı olan medyayı kim affedecek?

Yazının devamı...

Abu Dabi duuuu!!!

Abu Dabi açık bir mimarlık okulu gibi. Modern mimarinin en acayip en tuhaf ve en güzel binaları Abu Dabi’de. Bu devlerin inşasını görmek bile heyecan verici.

Sabah uyandım ve otel odasından gördüğüme inanamadım. Sisler içinde bir Taç Mahal! Rüya olmalı dedim. Rüya değildi. Sonradan öğrendim, Şeyh Zayid camii imiş.

Bembeyaz kuğu gibi bir camii.

Bu da Arap rahatlığı dedim. Daha önce yapıldı diye bir kaygıları yok. Fas, Mughal (Hindistan) ve Arap mimarisinin nefis bir karışımı. Dikkatle bakılırsa Türk etkisi de var. 2007’de Birleşik Arap Emirliklerinin kurucusu adına yapılmış. Şeyh Zayid’in türbesi de orada.

Odamdaki Taç Mahal’dan sonra ikinci şokumu Emirates Palace’de yedim. Sex and the City kızlarının şeyhin davetlisi olarak kaldıkları saray otel.

“Abu Dabi Duuuu” lafını uydurduğum yer de burası oldu. (Benden evvel kullanan olmuşsa bilgim dışında..)

Emirates Palace, 850 dönüm arazi üzerine kurulu, andezit taşından veya ona benzer rengi olan mermer veya granitten yapılma dev bir... eee... nasıl desem.. dev bir “hayli geç-kalmış yakın çağ-avrupa-kraliyet sarayı..”

Şunu demek istiyorum:

Ne olmuş yani 300 yıl evvel Şeyh Zayid ailesinin ataları bir Buckingham, Versailles sarayı dikememişlerse? Akıllarına gelmemişse? İmkanları yoksa?

Biz de Dolmabahçemizi 150 yıllık bir rötarla dikmedik mi? Üstelik koskoca Boğaz’da yer yokmuş gibi, sırf Topkapı’ya nazire yapsın diye denizi doldura doldura yapmadık mı?

Eh işte o zaman “kiç” olan şimdi en değerli tarihi eserimiz.

Abu Dabililere geçmişlerinden bir saraycık kalmamış. Bundan dolayı çatlayacak değiller ya. Yaparsın çakmasını olur biter.

Emirates Palace tam da böyle bir şey. 2005 yılında komik kaçar mı, biraz demode, biraz hödö olmaz mı dememişler, misler gibi dikmişler. Hani biraz şato gibi de dursun diye suni tepeler yapılıp üzerine kondurulmuş.

Ama yine de bir yere kadar. Tek başına bir saray yapmak biraz komik kaçacağı için hadiseyi dünyanın en lüks oteli olarak yaptırıyorlar. Evet saray ama halka açık. Varsa paran (en ucuz odası düşük sezonda 400, en pahalısı 13 bin dolar) bastırır kalırsın. Olmadı bir kahve içersin.

En yukarıdaki kraliyet odaları hariç! İşte sarayın saray olduğu yer de burası. 6 emir için özel hazırlanmış odalarını bizim gibi fanilerin görmesi mümkün değil. En son Merkel kaldı sarayda ama ona düz bir süit mi verdiler yoksa bu odalardan birini mi bilmiyoruz.

Tahmin edeceğiniz gibi dünyanın bütün enleri burada. 3 milyar dolara mal olmuş. Kriket, golf, futbol sahalarından tuhaf tuhaf yüzme havuzlarına kadar her şey var. Altın ve mermerin kullanımı kireç ve plastik boya rahatlığında.

Bizim orada bulunma nedenimiz ödül töreni ve arkasından yenecek yemekti.

Her şey şahaneydi. Hayatımda hiç bu kadar şampanya içmemiştim. Bir şeriat ülkesinde olduğumu unutacak kadar desem yeri. (Unutmadım ayrı)

Uzatmayacağım. Ben burada gördüğüm en acayip şeyi anlatmak istiyorum.

Bir adet altın otomatı!

Evet doğru okudunuz. Metrodaki çikolata bisküvü otomatı gibi bir altın otomatı. Kredi kartını giriyorsun, istediğin altını seçiyorsun ve makine sana şıkır şıkır altını veriyor.

Ne büyük kolaylık ya Rabbim! Bizim nikah dairelerinde de olsa ya! Bastır parayı al çeyreği, tak geline! Misss...

Yazının devamı...

Spor dünyayı kurtarabilir mi?

Geçtiğimiz haftalarda Abu Dabi’deydim. Laureus Vakfının verdiği yılın sporcuları ödül törenini izlemek için.

Bu vakfın “Dünyayı spor kurtarabilir” şeklinde özetlenebilecek bir amacı var. Başkanlığını efsanevi 400 metre engelli koşucusu Edwin Moses yapıyor.

Sözünü ettiğimiz spor, pizza ve kola ile ekran başına geçip Fenerbahçe-Beşiktaş derbisini izlemek değil.

Mehmet Öz işi haftada üç kez seks, dört kez egzersiz yapın türü zengin işi spor da değil. O ancak sizin hayatınızı kurtarabilir (veya karartabilir.)

Laureus, dünyanın en fakir, en geri kalmış ülkelerinde çocuklara spor yoluyla ulaşıp medeniyet götürmeye çalışıyor. Duvarları spor yoluyla yıkmaya, insanları spor yoluyla bir araya getirmeye, sosyal hastalıkları spor yoluyla iyileştirmeye ve bir umut yaratmaya çalışıyor.

Mayınlar yüzünden sakat kalmış Ruandalı çocuklara futbol, AİDS yüzünden anasını babasını, kaybetmiş Ugandalı çocuklara basketbol, hayatlarında hiç ilgi görmemiş ve suça bulaşmaya mahkum Güney Afrikalı çocuklara kriket, sakat doğdukları için şeytan işi kabul edilip toplum dışına itilmiş çocuklara atletizm..

Basın toplantısı sırasında oralarda çekilmiş filmler gösterdiler. Düşündüğün zaman nedir ki diyorsun. Alt tarafı spor yapan çocuklar.

Ama işte öyle değil Diyarbakırspor’un ligde kalması için ne kadar çaba gösterildiğini düşünürsek (umut devam etsin diye değil miydi?) aslında yapılanın ne kadar yüce bir niyeti olduğu ortaya çıkar.

Amaç yetenek avcılığı değil ama aralarında yetenekli olanlar varsa onlara spor bursu bulup veya verip yurt dışında okumalarını sağlıyor.

Laureus Vakfının büyük sponsorları Vodafone, Mercedes Benz, IWC. Büyük paralar veriyorlar. Abu Dabi Emiri ise iki yıldır Laureus Vakfının verdiği yılın sporcusu ödül törenini düzenliyor. En az Oscar töreni kadar coşkulu bir tören hazırlıyorlar ki sadece sunucuların isimleri bile bunu kanıtlamaya yetiyor: Kevin Spacey ve Morgan Freeman.



Beyrut veya Hakkari maratonu

Abu Dabi’de tanışmaktan en çok mutluluk duyduğum kişi Lübnanlı May Al Khalil oldu. May El Khalil, 2001’de Beyrut sokaklarında yürürken araba çarpması sonucu ağır bir kaza geçiriyor. Vücudunda kırılmadık yeri kalmıyor. 1 yıl boyunca hastanede yatıyor. Yürümesi ancak bir mucizeye bağlıyken o kendi mucizesini yaratıyor. Lübnan’da yatağa mahkumken ve 30 ameliyat geçirirken aklına bir maraton yaratmak geliyor. Lübnan’nın yıllardır içinde bulunduğu “yürüyememe” halini bir maratonla aşmak. Bu fikir ona büyük bir güç veriyor. Ayağa kalkabildiğinde Beyrut maratonunu düzenlemek için yetkililerle konuşmaya başlıyor. Önce yapamazsın diyorlar. O direniyor. 2 yıllık bir mücadeleden sonra 2003 yılında 6000 koşucunun ve binlerce gönüllünün katıldığı ilk Beyrut maratonunu düzenlemeye başarıyor.

Sonraki yıllarda kendi de koşmaya başlıyor. Sonraki yıllarda elçiler ve siyasetçiler de katılıyor. Üstelik korumasız!

2010 yılındaki maratona her dinden, her milletten, her politik görüşten 20 bin kişi katılıyor. Ve May El Khalil, sporla dünyaya verdiği bu müthiş berberlik mesajıyla bu yılın sporcusu ödülünü alıyor.

Ödül töreninden sonra konuştuğumuzda böyle bir dev maratonu, yine aynı amaçlarla tüm dünyada ama başta Türkiye’de yapmak istediğini söylüyor bize. Davet eden olursa seve seve geleceğini söylüyor. Türkiye’deki durumu da gayet yakından biliyor.

Sonra kendi aramızda konuşuyoruz. Bu maraton nerede yapılmalı. İstanbul’da olmamalı bu maraton. İçi boşalmış bir Avrasya koşumuz zaten var. Bu seferki ülkenin en gidilmeyen, savaştan en çok acı çekmiş bir yerinden başka bir yerine doğru olmalı diyoruz

Ne müthiş olur düşünsenize! Diyarbakır’da, Hakkari’de, Şemdinli’de böyle bir maraton.. Aynı acıları çekmiş Lübnanlı güzel bir kadının bize ilham vermesi gerek.

Yazının devamı...

Devletin 27 yıllık Şirince’yi yok etme planı

Siz bu yazıyı okurken, buldozerler Şirince’ye varmış ve kanun namına toplam 22 evi yıkmış olacak.
Bilmeyenlere Şirince’yi kısaca tanıtayım. İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı, deniz seviyesinden 450 metre yukarıda, geleneksel Anadolu Rum mimarisi hiç bozulmamış, koca Türkiye’de ancak bir iki benzeri daha olan, yeşillikler içinde nefis bir köy.

Ama bildiğiniz gibi Türkiye’de güzel olan hiçbir şey cezasız kalmaz.


Meseleyi aydınlatalım:
Devlet, 27 yıl önce Şirince’yi SİT alanı ilan ediyor. Yani burası bozulmasın, mimari dokusu böyle kalsın, yapılacak binalar belli kurallar çerçevesinde yapılsın diyor.
Çok güzel. Buna aklı başında kimsenin itirazı olamaz. Zaten de yok.

Fakat SİT alanı ilan ettiği yerde devletin ikinci bir vazifesi daha var. SİT ilan ettiği yerde koruma amaçlı imar planı yapmak!

Nedir koruma amaçlı imar planı?
Kafana göre bina yapma diyor. Arsanın ölçülerine göre bizim belirlediğimiz büyüklükte, bizim belirlediğimiz dört nokta arasında, bizim belirlediğimiz yükseklikte, bizim belirlediğimiz kapı, pencere boyutlarında yapacaksın diyor. Restorasyonun da böyle olacak yeni yaptığın bina da.
Amenna. Başımın üstünde yeri var. Zaten sen demesen de ben öyle yapacağım.

Peki bir yeri sit ilan ettikten sonra devletin ne kadar zamanda o yere ait koruma amaçlı imar planı hazırlaması gerekiyor?

Bir yıl içinde.
Devlet bunu yaptı mı?
Hayır.

Şirince’yi SİT alanı ilan ediyor ama koruma amaçlı imar planı çıkarmıyor.

Ne yapıyor vatandaş?
Basit onarım izni almaya çalışıyor, çatısını, damını aktarmaya çalışıyor. O da öyle çat diye verilen bir şey değil. Uğraşacaksın.

Ama es kaza doğramalarını da mı değiştirdin?
Es kaza bir kümes de mi yaptın?
Es kaza oğlana bir oda mı yaptın?
İmar yasasına muhalefetten al sana
mahkeme..

Mahkemeler kümes davalarıyla meşgul.


Peki Şirince’de sadece binası olanlar mı mağdur?
Hayır. Diyelim babanızdan veya ananızdan bir yer kalıyor. Veya üç beş kuruşunuzla bir yer satın alıyorsunuz.
Aldığınız arazide daha önce bina varmış. Tapunuzda bile yazıyor. Ama çok zaman geçmiş, binanın sadece temelinden bir iki sıra taş var.

Veya yok. Şart değil.
İmara açık olan bir yerde arsası olan herkesin kanunen bir ev yapmaya HAKKI var. Bu bir anayasal haktır. Malını kullanma hakkı kimsenin elinden alınamaz.
Devlet burada ev yapamazsın demiyor. Vatandaş olarak, koy kuralları da yapayım. Seni bekliyorum. Projeyi ona göre çizdireceğim.

Devletin cevabı şu: Çok beklersin!
Gözünün içine baka baka “havada bulut, sen bunu unut, git bir bardak su iç” diyor.

27 yıldır koruma amaçlı imar planı yapmayarak insanların anayasal hakkını gasp ediyor.

Bir takım göstermelik girişimler olmadı değil. 2008’de yürürlüğe giren imar planı 6 ay sonra iptal ediliyor. 2010’da tekrar yürürlüğe giren imar planı bu sefer “ay biz ama kadastroyu zamanında sayısal almamışız meğer.. Şimdi de canımız sayısal çekti, yarın analog çeker, öbür gün başka bir şey” diyerek yeniden askıya alınıyor.

Devlet, vatandaşının 500 yıl yaşayacağını sanıyor.
Bunun şundan hiçbir farkı yok: Evinize arsanıza eşkıya girmiş, işgal etmiş, orayı kullanmanıza izin vermiyor. 27 yıl boyunca malınıza uzaktan bakıp bakıp içleniyorsunuz. Ne bir ağaç dikebiliyorsunuz ne bir kulübe.


Bu topyekun bir Şirince meselesidir.
Şirince’de insanlar ikiye ayrılıyor. Ya kaçak göçek bir yaşam yaratanlar ki Allah için köylüsü de şehirlisi de güzel işler yaptılar... Ya da yasal olmak isteyip de 27 yıldır mülklerine bakıp bakıp üst üste iki taş koyamayanlar.

Devlet ikisini eşitlemek istedi.
Ama refahta değil, sefillikte!
Sana izin vermiyorum, seninkini de başına yıkıyorum!
Şimdi yıkıntılar içinde yaşayın.

Çünkü derin veya sığ devlet, Şirince’den nefret ediyor ve o köye ciddi bir kastı var.

Gayet net. Bir gün bir Ergenekon davası parçası olarak karşımıza çıkar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.