Şampiy10
Magazin
Gündem

1 Mayıs Twitter Devrimi

Barış içinde bir 1 Mayıs’ı nihayet kutlayabildik. 30 yıldır yapılamayan, son iki yıldır yapılabiliyor. Meğer zor değilmiş. Meğer atla deve değilmiş. Meğer alt tarafı insanlar toplanıp slogan atacakmış, şarkı söyleyecekmiş, halay çekecekmiş...

Neden öldü o insanlar? Neden kana büründü o meydan? Neden kırmızı sular sıkıldı, biber gazları püskürtüldü, dayaklar atıldı bunca yıldır? KİMSE HESABINI VERMEYECEK Mİ?

Vermeyecek. THC: Türkiye Hesapsızlar Cumhuriyeti. 12 Eylül’de yapılan işkencelerin, devlet eliyle öldürülen insanların hesabının verilmemesi gibi kana bulanan 1 Mayısların hesabı da verilmeyecek.

Dövülen dövüldüğüyle, ölen öldüğüyle kalacak. Ve kimse kimseye KATİL diyemeyecek, kimse CİNAYETTEN yargılanıp cezasını çekmeyecek.

Her 1 Mayıs’ta ne yapıyor acaba o zamanki Intercontinental (şimdiki The Marmara) otelinden mitinge ateş açan ve 34 kişinin ölmesine neden olan şahıs veya şahıslar?

34 yıl önce diyelim 30-35 yaşında olsalar şimdi 65-70 yaşında olmaları gerek. Allah onlara huzurlu bir hayat vermiş midir acaba? Masum bir emekli kisvesinde torunlarını mı seviyorlardır? “Emir kuluydum” kolaycılığına kaçmadan bir nebzecik olsun vicdanları sızlıyor mudur acaba?

Bu ülkede yargılanması gereken o kadar çok insan var ki. Son 34 yılın bütün içişleri bakanları, tüm emniyet müdürleri... hepsi hepsi HEPSİ! Topyekun bir “Her Evde Bir Acı Var” davası açılmadığı sürece halaylı, konserli 1 Mayıslar haramdır.



Meydanlardakiler değilse işçi kimdir ve nerededir?

Bu yıl 1 Mayıs’a katılamadım çünkü “işçilik” ediyordum. (Geçen seneki yazım için bkz: “Bir antrenmansızın 1 Mayıs anıları”) Yani çalışıyordum. Hem de deli gibi.

Ama Twitter’dan takip ettim. Dakika başı bir “Oradaydım... Slogan attık... Halay çektik... Ay çok yorulduk... Yollar kapandı... Açıldı... Oradan gitmeyin, buradan gidin...” mesajları geliyordu.

Ama daha çok manidar manidar şunlar geliyordu:

“İstinye Park’ta kahvaltıdan sonra Taksim’e 1 Mayıs’ı kutlamaya.. Aman ne kadar devrimci!”

“iPhonundan, Blackberry’sinden oradaydım mesajları çekenlerin işçi bayramını kutlamak caiz midir?”.

“Hiçbir emek harcamamışların emekçi bayramımda olmalarına gıcık oluyorum. Hadise oradaydım yarışına dönüşmüş. Vah vah”

“Biber gazı sıkılırken neredeydiniz?”

“Çoluk çocuk 1 Mayıs’a gelmişler. Oldu mu şimdi bu? Fotoğraf da çekiyorlar”

iPhone veya Blackberry sahiplerinin “işçi” veya “emekçi” olamayacağını söylemeye çalışıyorlardı sanırım, yine iPhone veya Blackberry’den atılmış kinayeli mesajlarla.

İroni bu değilse nedir?

Proleter devrimini yapamadık ama galiba twitter devrimini yaptık. Sosyal medyada herkes kendi sloganını atıyordu ve meydanda duyurabileceğinden çok çok daha fazla duyuruyordu kendini.

Fakat tuhaf olan kimsenin kimseyi işçi kabul etmeyişiydi. Tam da 1 Mayıs’ı kansız kutlamayı başarmışken bu sefer de “işçi” olamıyordu kimse. İşçilik, emekçilik en olunamayan şey olup çıkmıştı.

Meydana toplananlar birbirleri tarafında “işçi” kabul edilmiyordu ve lakin “işçi” kabul edilen pis tamirhanelerde, parlak floresan ışıklı atölyelerde, havasız bodrum katlarında çalışan overlokçular, son ütücüler, kumlamacılar, tornacılar, tesviyeciler, kaportacılar, konfeksiyoncular, ameleler de “işçi” olmak istemedikleri için meydanda yoktular.

Yine sen ben yenge, onlar adına ama onlarsız emek bayramını kutladık.

Al sana bir ironi daha.

Uykum gelmesin diye çay üstüne çay içip sabahlara kadar çalışıp bu arada Blackberry’me düşen twitleri okurken bunu düşünüyordum.

“İşçi” kızıyım, 212 nolu “Fikir işçisi” kanununa tabiiyim, 18 yıldır aralıksız çalışıyorum, 3 aydır da pestilim çıkmış, gözlerim pörtlemiş ama blackberrym var diye “işçi” olamıyorum.

Uğurlarına dövülen, ölen, tutuklanılan, bin bir tür işkence görülen “işçi”lerse ortada yok. Muhtemelen haberleri bile yok ne olmuş ne bitmiş meydanda. Oncağızınların tek derdi üç kuruş paralarıyla ailelerine güzel ama ucuz bir Pazar yaşatmak.

Galiba meydandaki tek hakiki işçi grubu miting bittikten sonra ortalığı toplayan temizlik işçileriydi. Onlar da bol bol küfretmiştir diye tahmin ediyorum. Al sana üçüncü ironi.

Yazının devamı...

Fırsat felaketi yakında!

Şimdiye kadar hiç yararlanmadım. İlk öğrendiğimde bir tanesine üye oldum, 4-5 mailden sonra sıkıldım. Ayrıldım

Ama başıma ne geliyorsa bu zımbırtılar yüzünden geliyor. Bir lokantaya gidiyorum, o akşam fatura kesemiyorlar, yarın yollarız diyorlar, 1 aydır 3 kere arıyorum, fatura matura gelmiyor. Sonra müdürü arıyorum “haa siz bilmem ne fırsatından geldiniz değil miiieee? Ya bi de fatura mı istiyorsunuz?” deyip aşağılıyor. Hayır diyorum inandıramıyorum. Faturam hala gelmedi.

Maniküre gittiğim bir kuaför var, ne zaman gitsem sıra sorunu olmaz, bilmem ne fırsatına girmişler içerisi hınca hınç dolu. Bekleyim dedim, korkunç bir fırsat muhabbetine girdim. Orası hakkını veriyormuş ama bilmem neresi yalapşak yapıyormuş...

İnternette otel yorumu okumam gerekiyor, fırsatçılar her yere dayamışlar döşemişler. Sürekli bir berbat muameleden söz ediyorlar. İşin gerçeğini öğrenemiyorum bir türlü.

İşyerleri fırsat veriyor ama işlerini hakkıyla yapmıyor. Fırsatçı müşterisine kötü davranıyor. Fırsatçı da fırsat bu fırsat diyor, bir şikayeti varsa köpürte köpürte hal oluyor.

Bunun sonu fena. Söylüyorum, yakın zamanda bir “fırsat felaketi” olacak.



Genç görünmenin altın kuralları

Geçen Cuma, KoçFest’in davetlisi olarak bir sohbet toplantısı için Eskişehir Anadolu Üniversitesinde gittim.

Genç kızlara dair izlenimlerim şöyle oldu

- Yanlış saç modeli, yanlış giyim, yanlış makyaj genç kızın aksesuarı.

- Hiçbir güzellik gençlikle rekabet edemez

- Asık surat sadece genç kızları çirkinleştirmiyor.

- Devrimci kızlar niye paçoz diyenler gençliğin ne olduğunu unutmuş. Pasaklılık onların zaten genç olduklarının kanıtı.

Öyleyse genç görünmek için ne yapmak lazım?

- Yüz gerdirmek falan tamam ama galiba esas olan dolabı gözü kapalı açıp yine gözü kapalı rastgele kıyafetler seçmek. Sonra onları en alakasız bir şekilde üst üste giymek.

- Saçlar muhakkak surette zırva bir yerden ayrılıp sağa veya sola dünyanın en çirkin tokasıyla tokalanacak. Ve yine hoş olmak becerilecek.

- Çantalara lüzumsuz her şey tıkıştırılacak. İçinden kalem ararken elmalar düşecek, hafif tertip utanılacak ama olsun, o çanta hep öyle itiş tıkış olacak.

- Bezginlik, kaşıkçı elması gibi taşınacak ve fakat aynı zamanda ışıl ışıl olunacak!

- Dünyayla ultra ilgisiz olunacak ama bundan asla gocunulmayacak.

Peee.. Gördüğünüz gibi hiç zor değil! Yapabilen 18 yaşına dönmüştür.



Çılgın proceler!

Çılgın elektrik üretme procesi

- Kanal İstanbul procesinde de Boğaz’daki gibi dip akıntısı olacak mı? Olacaksa o zaman ondan elektrik üretilsin. Teknik olarak mümkün. Yapan var. Madem elektrik açığı elektrik açığı diye bize nükleeri, termiği yedirmeye çalışıyorlar, HES diye minicik minicik ırmakları birleştirip dağları delip akıtıyorlar, buyrun hazır akıntı. Üretmeyen namerttir.

Çılgın camii procesi

- Sırf Arapça’ya kıl olduğu için Müslümanlıkla samimiyet kuramayan bir kesim var. Aslında dua okumak ister, hatta camiye de gitmek ister ama Arapça’ya tahammül edemez. (Nedeni niçini ayrı bir yazının konusu) Çılgın proje teklifim: Camiler cemaate göre dil değiştirsin! Dijitürk’teki dil seçeneği gibi. Arapça kutsal dildir, her şey Arapça olacak diye bir şey yok. Camilerin bir bölümü ezanı Türkçe okusun, namazı Türkçe kıldırsın. Gerekirse head set olsun.

Yazının devamı...

Elektrikli araba devri başladı!

İki hafta önce, Silahtarağa’daki Santral’de, Renault’un TÜRKİYE’de üreteceği yüzde yüz elektrikli otomobillerini denedim. Hem “Fluence Z.E.”yi hem de (hafif ticari araç kullanıcısı bir esnaf olarak) “Kangoo Express Z.E.”yi.

Daha önce Toyota’nın hibrit (melez) modeli Prius’u denemiştim ama herhangi bir fosil yakıt yakmıyor olmak ciddi bir mutluluk veriyor insana.

Z.E. “Sıfır emisyon” demek. (Zero Emission) yani atmosfere tek bir zerre karbon salımı yok.

Her ikisinin de benzinli veya dizel araçlardan en ufak bir kullanım ve görünüm farkı yok. Otomatik vites, klima, güvenlik, hızlanma performansı vs. hepsi yerinde. Hiçbir kısıtlama yok. Azami hız: saatte 130 km. Hız elektronik olarak sınırlanmış ki en yüksek menzile sahip olun.

Ama nesi yok? Gürültüsü yok, egzozu yok!

Muhteşem değil mi?

Benzin masrafı, egzoz dumanı diye bir şey bitiyor. Otomobilin pili 4 liralık elektrikle tümüyle dol abiliyor.

İyi ama bir şarjla ne kadar gidilebiliyor?

İşte şimdilik tek dezavantajı bu:

Her ikisinin de (Kangoo ve Fluence) sürüş menzili 160 km. Yani piller tam şarj edildikten sonra 160 km gidebiliyorsunuz. Piller, ev tipi priz soketinden 6 ila 8 saat arasında doluyor.

Şehir içinde kullanıldığında hiçbir sorun yok. Taksici değilsen günde 160 km’den fazla yol yapmıyorsun.

Şehirlerarası yolculuk şimdilik biraz zor luyor adamı. Ev tipi priz bulsan ız bile 6 saat beklemek olacak iş değil.

Ne lazım? Benzin istasyonu gibi hızlı şarj istasyonları. 10 dakikada 50 kilometrelik elektrik şarj edebiliyorsunuz bu istasyonlarda.

İkinci seçenek de pil değiştirme. Batarya değişim istasyonlarında boş pilini veriyor, dolu pili takıyor ve yola devam ediyorsun. Renault değişim istasyonlarını Avrupa’da kurmaya başlamış bile.

İyi de yok ki bu istasyonlar derken haberi gördüm:

Şarj istasyonları kurabilmesi için İstanbul Enerji A.Ş. ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında protokol çoktan imzalamış, bir i Belediye’nin otoparkı olmak üzere 9 ayrı yere Elektrikli Araç Şarj İstasyonu kurulmuş bile! İSPARK’larda da devam edeceklermiş istasyon kurmaya. ( Mevcut yerlerden bazıları: Bostancı , İçerenköy, Cihangir , Çamlıca, Kartal, Florya, Avcılar)

“Vay” dedim! İstanbul hazırmış meğer.

Şimdi gurur verici olan kısma geliyorum: Fluence ve Kangoo, Bursa’daki Renault fabrikasında üretilecek. 2011’in ikinci yarısında üretime geçmeyi planlıyorlar.

Fiyatı Avrupa için 21.300 Euro olacak. Türkiye’de de ciddi bir vergi muafiyeti olacak diyorlar. O zaman 40-45 bin lira civarına olur.

Kurumlar ilgi göstermeye başladı bile. DHL, Eylül ayında 4 elektrikli araç satın alıp deneyecekmiş. Açıkçası ben de benim Caddy’yi bir Kangoo Z.E. ile değiştirmek isterim. Yeter ki hızlı şarj istasyonlar yeterince yayılsın.



Tam ben bu yukarıdakileri yazacakken dün Ayşe Arman’ın tuhaf yazısı çıktı. Adını vermek istemediği bir Türk mühendis elektrikli araç “icat” etmiş.

Mevcut araçlardan farkı bir dolum 150 ile 200 km arasında menzili olmasıymış bu da bir devrimmiş fakat projesi satılık değilmiş! Önce Türkiye’de üretmek istiyormuş. Amer ikalılar niye yapmadı diye soruyor Arman, “Yapmak istemediler. Otomotiv sektörüne darbe vuran bir şey. Endüstrilerine set çekmek istemediler. Bir de belki benim kadar kafayı bu meseleye takmadılar.” diye cevap veriyor ismi meçhul mucit.

Dünyada 500 tane falan var diyor oysa ABD’de 1000 adet Tesla Roadstar Elektrikli araç çoktan yollarda.

Ford ise elektrikli modellerinin üretimine 2011 sonunda ABD’de, 2012’de de Avrupa’da geçeceğini açıkladı. Öyle dört beş tane de değil. Hayli yüksek sayıda üretecek. Arkadaş fırsatçı mı yoksa aktaran mı yanlış aktarıyor anlaşılmış değil.

Sonuçta elektrikli araçların yaygınlaşması mutluluk verici fakat bu sefer de “o” elektriğin “nasıl” üretildiği meselesine takılıyoruz. Başbakan “hah şimdi düştün elime! Termik mi, HES mi nükleer mi istersin?” diyormuş gibi hissediyorum.

Yazının devamı...

Twitter yalnızlığı ve kalabalığı

Cep telefonuma Twitter’ı yükleyebildikten sonra tekrar twit almaya ve atmaya başladım. (Benim hesabım: @Tonbekici)

Bu sefer çok farklı hislerim oldu Twitter’a karşı.

- İyi bir takip listen ve takipçi grubun varsa hiç kimseyle görüşmek zorunda değilsin. Twitter cebinde yüklüyse sokaklarda 6988 kişiyle (an itibarıyla beni takip eden kişi sayısı) dolaşıyorsun. Yalnızlık diye bir şey yok. Sabahın körü, gecenin yarısı fark etmiyor. Bir şey diyorsun biri muhakkak cevap veriyor.

- Birileri veya bir yer hakkında ileri geri konuşmaya da gelmiyor. Çat bakmışsın seni meğer oradan da biri takip ediyormuş.

- Kim seni niye takip ediyor hayatta bilmiyorsun. Köşeciyim, acaba oradan mı biliyor da listesine eklemiş diyorsun, “bacım sen iş yapıyon ya? Hemşire misin?” mesajı da gelebiliyor mesela.

- Fakat en tuhaf tecrübem şu oldu. Bugün “iPhone’da koordinat girerek yer bulma nasıl yapılıyor?” diye bir twit attım. Sadece ama sadece 3 dakika sonra “Buyrun yardımcı olalım!” diye Turkcell’den bir müşteri temsilcisi aradı! Şoka yakın bir şey geçirdim. Twitimi görmüşler! Kızcağızın biri bana nasıl yapılıyor şıkır şıkır anlattı.. (Big Brother is watching you mu dedi biri?) Servis manyağı oldum. Tebrikler Turkcell.

- Çok zeki ve çok komik birilerini keşfettiği zaman insan acayip mutlu oluyor.

- Geri zekalı olduğunu düşündüğüm bir takım magazin ünlüleri geri zekalı bile değilmiş! Komple zekasızmış! Nasıl nefes aldıklarına bile şaşırıyor muyum? Yok lan ne şaşıracam!.



Ermeni meselesinde gelinen nokta

Markar Esayan’ın dünkü son twiti şu idi: 96 yılda “1915’te Ermenilere uf olmuş galiba” düzeyine geldik. Hesaplarıma göre 100 yıl sonra gerçekte ne olduğunu anlayacak duruma gelinir.

Dün Taksim’de yapılan “Acınız acımızdır” anma törenindeydim. Fotosunu çekip twitledim.

“Ermenilerin öldürdüğü Türkler için de bir anma töreni yapılacak mı?” dedi biri.

“Yok öyle bir şey! Uydurma pis hain!”dan daha iyi bir tepki olduğu aşikar.

Yapılsın elbette! Onları da analım, şehit olan diplomatlarımız da analım. (Gerçi resmi tetikçi Ayhan Çarkın, cezaevine girmeden önce diplomat suikastlarının bazılarının derin devlet işi olduğunu söyledi.. Bu da durumu daha fena yapar, duble anmayı gerektirir.)

Fakat meselenin özü kaç Ermeni’nin, kaç Türk’ün öldüğü değil ki!

Biri birini mi öldürdü? İsyan mı etti? Karakol mu bastı? Yakalarsın adamları, yargılarsın, asarsın meydanlarda. Cezayı suçu işleyene veririsin!

Buradaki mesele şu: Doğuda olup bitenler nedeniyle koca bir halk cezalandırıldı! Bir halk, sistemli bir şekilde çöllere sürülerek 17 ay içinde yok edildi.

Bu bir hükümet (İttihat ve Terakki) kararıdır. Halk kararı değil. Halkın bir bölümü fırsatı fırsat bildi ayrı.

Katliam yok, sürgün var diyenler oldu. Ne var ki bunda diyenler oldu.

Fakat “Bizınız klasta” gitmedi bu insanlar. Talat Paşa iyi yolculuklar dilemedi. Her şey dahil turistik geziye çıkmadılar. Çoluk çocuk trenlere tıkıştırıldılar, soğukla, sıcakla, hastalıkla, açlıkla, susuzlukla ve çetelerin saldırılarıyla mücadele ettiler ve öldüler. Bir bölümü takır takır asker tarafından kurşuna dizildi.

“Çok acılı şeyler olmuş ama ben bundan dolayı suçluluk duyamayacağım” dedi biri de.

Bakın bu da makul bir şey. Ayrıca haklı! Aynı günlerde başta benim iki büyük dedem olmak üzere Türk milleti Çanakkale’de savaşıyordu. Türklerin kendisi de kırılıyordu. Bu yapılanlardan muhtemelen haberi yoktu.

Yapılanlardan suçluluk duymak bir vicdan işidir. Açıkçası ben üzülüyorum ama suçluluk duymuyorum.

Fakat inkar edilmesi, küçümsenmesi, ama onlar da neler neler yapmış, oh olsun denmesi.. evet işte bundan utanıyorum.

Çanakkale’de savaş olmadı, Türkler ölmedi, zaten hak etmişlerdi demek ne kadar kalp kırıcıysa 800 bin Ermeni’nin ölümünü de küçümsemek kalp kırıcıdır.

Sayılar önemliyse o zaman Tarihçi Ayşe Hür, “Ermeni Türksüz, Türk Ermenisiz olmaz makalesine bakalım: “1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde “Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000 ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyor. (Aktaran Hikmet Bayur, Türk İnkilap Tarihi, C. III, Kısım IV, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s.787.)

500 bin Müslüman, 800 bin Ermeni, 200 bin Rum. Bize bu acıları reva görenleri mi savunuyorsunuz hala?

Yazının devamı...

24 Nisan’da ne oldu?

Dün “neş’e” doldu içimiz, bugün de biraz “hüzün” dolsun.
Bugün 24 Nisan. Ermenilerin yas günü. Her yıl Türk Dışişlerini bir telaş alır, ABD 24 Nisan’ı soykırım günü ilan edecek mi etmeyecek mi.. Edilmeyince aman pek rahatlarız.
ABD “O.K.” demediği sürece “ak” mı olacağız?
Peki ne oldu 24 Nisan’da? Neden ille de 24 Nisan? Bilen var mı?
-1915 yılının 24 Nisan’ını 25’ine bağlayan gece, İstanbul’da aralarında gazetecilerin, şair ve yazarların, din adamlarının, doktorların, yayıncıların, gazetecilerin, öğretmenlerin, avukatların ve siyasetçilerin de yer aldığı 235 ila 270 arasında önde gelen Ermeni gözaltına alındı.
-Gözaltına alınanlar önce Sultanahmet’teki merkezi cezaevine konuldu. Oradan da Sarayburnu’ndan Şirket-i Hayriye’nin 67 no’lu vapuru ile Haydarpşa İstasyonu’na getirilip, trenle Ankara’ya yollandı.
-Ankara’ya varan tutuklular Ayaş ve Çankaya’ya sevk edildiler. Pek çoğu kısa sürede katledildi.
-İlk kafileyi diğerleri izledi. Tutuklamalar, daha sonra Anadolu’nun tüm kentlerine yayıldı. Tutuklananların hemen hepsi öldürüldü.
-29 Mayıs 1915’de çıkarılan Tehcir Kanunu’ndan sonra Osmanlı Devleti’ndeki TÜM Ermeni tebaası Suriye’deki Der Zor çöllerine sürüldü.
-Sanılanın aksine sürgünler savaş bölgelerinden yapılmadı sadece. İzmir ve İstanbul’dan da yapıldı. Yine sanılanın aksine sadece eli silah tutanlar değil, kundaktaki bebekler, hastalar ve yaşlılar da sürüldü.
-Sürgün 17 ay sürdü. 17 ay süren bu sürgün sonucunda Türkiye Cumhuriyet’i resmi tarihçisi diplomat Kamuran Gürün’a göre 300 bin, Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre ise 800 bin Ermeni öldü. Kimi kurşunlanarak, kimi hastalıktan, kimi de gittikleri yerde açlıktan.

“Aman işte ne var sürülmüşler alt tarafı” diyenlere 1915 koşullarını hatırlatmak isterim. Sürüldükleri yerin ise Osmanlı’nın en ıslah edilmemiş bölgesi olarak kabul edilen Suriye çölleri olduğunu da. Hatta bütün bu operasyonun müsebbibi Talat Paşa’nın günlüğünde “Esas olarak askeri bir önlemden başka bir şey olmayan göç ettirme, vicdansız ve karaktersiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” dediğini de.
Bugün Taksim’de “bu acı hepimizin, bu yas hepimizin” anma günü düzenleniyor. Haberiniz olsun istedim.
Kimse bir millete katil falan da demiyor. “Bu olaylar oldu, inkar edip daha da insanların kalbini kırmayalım” deniyor sadece.



İnşaat maceraları-bir

4 aylık yıkım, döküm ve maşallah deve yükü para akıtmasından sonra ilk marangozluk ürünüm teslim edildi.
Dünden itibaren kütükkkk gibi bir merdivenim var. Nasıl iğrenç, nasıl çirkin, anlatmaya kalksam sütun santimler yetmez.
Bir merdiven konuşur mu? Bu konuşuyor! “Sonradan zenginim, çirkinim, zevksizim, hayvanım” diyen bir villa merdiveni! (Bu ülkede her şey villa hödüklüğüne göre mi olmak zorunda?) Oysa ben mini minnacık evime bembeyaz kuğu gibi bir merdiven hayal etmiştim. Üzerine basınca gıcırdayan ama hala sağlamım diyen.. (Bkz: Çakma Rum evi hayalleri)
Görünce o “şeyi”, yerine takılmayı bekleyen ama şimdilik sandalye niyetine kullanılan klozetin üzerine çöktüm. Önümde de masa niyetine kullanılan yalıtım malzemeleri vardı. Üzerinde de masa örtüsü niyetine kullanılan gazete. (İnşaat ortamı yaratıcılığı)
Şaşkınlık, sinir ve tiksintiyle merdivenime bakarken fark ettim: Ustalar da Hürriyet gazetesi üzerinde yemek yememişler mi? Ayşe Arman’ın “Bali’de ne kadar şendik, ay aman kızımla resimler yaptık, öldük geberdik çıldırdık mutluluktan” yazısı üzerinde durmuyor mu kurumuş çeyrek bir ekmek, boş bir kola şişesi ve LM marka sigara izmaritleri?
Manzara cidden trajikomikti. Ayşe, üzerinde kurumuş bir çeyrek ekmek, Bali, benim korkunç merdivenim ve “bi sus be kadın! Allah rızası için bir kerecik olsun çorabın kaçsın, topuğun kırılsın, lastiğin patlasın ama dünyanın en yakışıklı ve kibar Arabı da gelip sen kurtarmasın! Sana sevdanın yolları, romansların şahı, bana kütük merdivenlerden düşmeler olmak zorunda mı bu hayatta daima daima daima?!” demem.
Gazeteyle konuşuyordum.
Durum şimdilik böyle...

Yazının devamı...

Yettimmmm gari!

Bu sefer abarttım di mi?

Geçen gün Medyatava’dan Ece arayıp yoklama çekince (“Mutluaanım, niye yazmıyorsunuz? Ayrıldınız mı Vatan’dan?”) dedim ben galiba bu yıllık izninin tümünü kullanma hadisesinin suyunu çıkarttım. Sahalara geri dönme vakti çoktan gelmiş.

Niye yoktum? Her kış olduğu gibi bu kış da “doğum” izni aldım.

Fakat bu doğum izni bir insan yavrusu için değil kitap doğurmak içindi.

Türkiye’nin en güzel küçük ve butik otellerini tanıtan “Küçük Oteller Kitabı 2011” sayısını hazırladım.

Dünyadan kopuk harikulade 2 ay geçirdim diyebilirim.

Kitap pek yakında kitapçılarda olacak. İlgileniyorsanız lütfen benim ismimle isteyiniz. Benzerleri de var, karıştırmayınız.



Ama bu köşenin okuru da aç yavru kuşlar gibi yazılarımı beklemekte.

Fakat açıkçası çok feci bir ikilem içindeyim. Bir aydır yazamıyor olmamın başka bir sebebi de var.

İki seçenek var önümde:

a) Fazlasıyla kararmış ve yazık ki de kana bulanmış memleketimin kara konularından söz edip daha da iç karartmak.

b) Başımdan geçen komik hadiselerden söz edip okuru biraz olsun eğlendirip günün aptalı/ şaklabanı/soytarısı olmayı göze almak.

Erkek köşeci olmanın bir avantajı var: Şaklabanlık yapıyorsa “yetersizliğinden” değil de “tercihinden” öyledir diye yorumlanır. Kadınsan, aptalsındır, cahilsindir, duyarsızsındır, eteği arkadan kaldırılıp rezil rüsva edilesi bir geri zekalısındır. Üstelik daha önce yazdığın 456 memleket yazısı da kurtarmaz seni. Yağlı ilmek boynunda, dolaştırırlar adamı sokak sokak, twit twit, entry entry.



Kitapla beraber 4 aydır da evimin tadilatıyla uğraşıyorum. Yazının henüz icat olmadığı bir işkolu da diyebilirim. Memleketin über hassas ve asabi olduğu bu güzide günlerimizde inşaat maceralarımı anlatmam hiç uygun kaçmayacak farkındayım ancak Türkiye’yi kurtaramayacak kadar bitabım. Dahası kimsenin yazdığı bir halta yaramıyor.

Ayrıca bana içli içli “memlekete savaş alanına döndü sen merdivenle ustayla uğraşıyorsun, çok ayıııp” diyorsunuz sonra gidip Ece Erken’in, Mehmet Ali Ilıcak’ın, Demet Akalın’ın “şunu yedim, şunu mıçtım” twitlerini takip ediyorsunuz, biliyorum. (Demet Akalın ’ın an itibarıyla takipçi sayısı: 169,705. Son twiti de şu: “ASK...Bi BAKMISINKi iKi Y˘Z˙K SECDiRiR....MUTLU OLAN HERKES EL KALDIRSIN KUTLA KUTLA..CEKEMEYEN ARAMIZDAN AYRILSIN HIZLA HIZLA HIZLA.. ” Secdirir? Yeni bir kelime mi? Bravo! )

Diyeceğim: Bugün ve muhtemelen de bundan sonra şaklabanlık hakkımı kullanacağım. Unfollow etmek isteyen etsin, n’apiim.



İnşaat Sözlüğü

İnşaat maceralarıma bugün “sözlük”le başlıyorum ki yarından itibaren kim kimdir, ne deyince kim ne anlar bilin istedim.

Usta: Sen ne anlatırsan anlat, kafasındaki yegane modeli bire bir anlattığını düşünen kişi.

Tamam: Dediğinin tek kelimesini anlamadım ama umurumda değil.

Yaparız: Ben bir şeyler yaparım, beğenmezsen “ama böyle daha sağlam oldu” diyerek seni ikna ederim.

Yenisini yaparız: Öldür Allah yapmam! Yeniden istersen parasını iki kat isterim. Üstelik hem iki kat parasını isterim hem de yapmam çünkü başkasının işini çoktan aldım bile..

İki ayda biter: Dördüncü ayda 2 ay daha ekleyeceğim haberin olsun.

25’e hallederiz: 25’ini alırım ama işi katiyen yapmadığım gibi hani 2 ayda biter demiştim de 4. ayda 2 ay daha eklemiştim ya, işte o arada 25’i de 50 yapacağım. “Yok deve!” dersen de (ki biliyorum diyeceksin) seni ortada iyot gibi bırakacağım.



Tez zamanda dövmek istediklerim

- Batuhan Piatti’yi: Hiçbir şey söylememe gerek yok, izleyen anlar. Öte yandan annesinin soyadını kullanması dayak sayımı azaltıyor. BP tabii ki yarım İtalyanlığını vurgulamak ve anasının ününden faydalanmak istediği için böyle yapıyor ama “annenin soyadı da kullanılabilir” fikrini uyandırması açısından olumlu bir şey. (Tansu’dan beri unutmuştuk)

- Bedri Baykam’ı bıçaklayan hıyarı: E be adam. Bunu bize neden yaptın? Neden neden neden?

- Arnavutköy Tevfikiye Camii’nde ezan okuduğunu sanan müezzini: 5 vakit namazında M. Ağbim dahil mahallecek delirmiş durumdayız. “Teganni işte budur!” diye internette ses kaydı konulabilir. Sultanahmet’e oynuyor herhalde. Biri lütfen tayinini yapsın! Veya biri sahne teklifi yapsın. Belki de istediği sahneye çıkan müezzin olmak!

- Singapur havaalanında bana Sanyo marka kamerayı “veri gud veri gud” diye satan o adamı. Türkiye’de servisi yok, dünyadaki servisi de cevap vermiyor. Pişmanım hem de çok! Almayın, aldırmayın!

Yazının devamı...

Erkekler kadınları niye döver? -2

Dün neler yazmıştım hatırlayalım. Hürriyet Gazetesinin yürüttüğü “Aile İçi Şiddete Son!” kampanyası çerçevesinde düzenlenen konferansta konuşan kadınlara yönelik şiddeti durdurmak için erkekler tarafından kurulan, uluslararası organizasyon Beyaz Kurdele’nin başkanı Michael Kaufman erkeğin kadına uyguladığı şiddeti analiz ettiğinde genel olarak şöyle nedenler buluyor:

- Ataerkil toplum yapısı: Şiddet daha çok erkeğin üstün sayıldığı ataerkil toplumlarda görülüyor. Kadınla erkeğin eşit görüldüğü toplumlarda şiddet ya çok az ya da hiç yok.

- Ayrıcalık taşımanın hak olduğu algısı: Erkekler ona hizmet edilmesini bir jest veya evlilik içinde karşılıklı görevler dahilinde bir durum değil bir hak olarak görüyor. “Hakkını” elde edemediği durumda da şiddet hem bir ceza hem de kendine vehmettiği ayrıcalığı karşı tarafa yeniden hatırlatma yöntemi.

- Onaylama, izin verme: Şiddet ancak gelenekler, töreler, teamüller ve yasalar izin verdiği zaman devam edebiliyor. Toplum şiddeti yüceltiyorsa, erkek erkeğe ilişkilerde de şiddet var olmanın bir yöntemiyse, polis ve yargı şiddete yeterince önlemiyor ve cezalandırmıyorsa o zaman aile içi şiddet de yaygınlığını koruyor. Aile içi şiddeti bir suç olarak görmemek, yakınlarının veya komşunun maruz kaldığı şiddeti görüp de müdahale etmemek, polise bildirmemek de onaya giriyor.

- Erkek iktidarının paradoksu: Daima güçlü, daima başarılı olmak zorundasın diye yetiştirilen erkekler başarısız (mesela işsiz) olduklarında korku, tecrit, kendinden nefret etme ve saldırganlık girdabına giriyor. Erkeklik dengesini telafi etmek için de kendinden zayıflara şiddet uyguluyor. Bu şiddet sadece kadınlara değil, çocuklara, eşcinsellere, göçmenlere ve azınlıklara da yöneltiliyor.



Fakat bütün bunların dışında erkeğe özel psikolojik bir durum var. Empati eksikliği. Yani yerine koyamama. Karısını döven erkekler, kadının canını ACITMADIĞINI sanıyor! “Ben onu dövmedim, ihtar mahiyetinde sırtına biraz vurdum” “Ne var iki fiske vurduysak!” “Bakmayın ağladığına, canı acımaz onun, naz yapıyor” cümlelerini duymuşsunuzdur herhalde.

Kaufman, bunu erkeğin çocuklara bakmamasına bağlıyor. Zira dünyada en çok empati isteyen şey bebek bakmak. Konuşmayı ve düzgün ifade etmeyi bilmeyen bir varlığın acıktığını, susadığını, karnının ağrıdığını veya şefkat istediğini ancak yüksek empatiyle anlayabilirsiniz. Ve bunu da ezici çoğunlukla kadınlar (anne, abla veya bakıcı) deneyimliyor.

Kız çocukları bu yönde eğitilirken (kardeşin ağlıyor bak, baban yorgun kahve yap) erkek çocukları ise (muhtemelen rekabetçi tarafları körelmesin diye) aksi yönde eğitiliyor.

Karşı koyamamayı, “karşı koymak istemiyor çünkü aslında zarar görmüyor” veya cinsel saldırı durumunda “o da zevk alıyor” diye yorumlamak şiddet gösteren erkeklerin ortak yanı. (Şeytan diyor hapsine bir temiz sopa çekeceksin bak nasıl can yanıyormuş görsünler..)

Bir de ruhsal düdüklü tencere kavramı var: Birçok erkek çocuğu küçüklüklerinden itibaren korku ve acı duygularını bastırmayı öğreniyor. Onlardan ağlamamaları, düştüklerinde acıya aldırış etmemeleri, yufka yürekli olmamaları, bir “adam” gibi davranmaları bekleniyor.

Halbuki insanlar duygusal tepki verecek şekilde programlanmış. Gülecek de korkacak da ağlayacak da empati kurup merhamet de edecek. Fakat bu bastırma yüzünden erkeklerde duygusal tepki mekanizması “kısa devre” yapmış durumda. Ne zaman ne yapacağını bilemez halde, korktuğunda da, güvensizlik duyduğunda da acı çektiğinde de reddedildiğinde de otomatik bir şekilde “öfkeye” bağlanıyor. (Yere düştüğü zaman bağırıp çağıran erkek kardeşinizi düşünün.)



Eee? Ne yapacağız?

Erkekliği yeniden tanımlayacağız.

Kolay değil ama tartışmaya değer.



Konuyla ilgisiz bir not: Bugün, Seferihisar Sığacık’ta, 10:30’da "Orkinos Balık Çiftliği değil, Koruma alanı olmak istiyoruz" etkinliğini var. Greenpeace ve birçok çevre örgüt destek veriyor. Yakınlardaysanız gidin destek olun!

Yazının devamı...

Erkekler kadınları niye döver?

Erkeğin uyguladığı şiddet Türkiye’de sadece kadınların derdi. Kadın araştırmacılar konuya araştırır, kadın aktivistler dayanışma dernek/sığınmaevi vs kurar, kadın konuşmacılar konuşur, kadın katılımcılar dinler, kadın yazarlar yazar, kadın okurlar da okur veya okumaz

Peki erkekler? Ev işlerini, çocuk bakımını nasıl kadınlara devrettiyseler, “ben nasılsa dövmüyorum” deyip (herhalde) bu konuları da bizlere devredip gönül rahatlığıyla darbeyle, hükümetle, muhalefetle veya devrimci kara kuru bacılarla ilgileniyorlar. Toplumun pisliklerini temizlemek yine kadına kalıyor...

Ama olması gereken bu değil. Şiddet hepimizin derdi. Zira giderek artan şiddette farkında olsak da olmasak da hepimizin payı var.

Michael Kaufman, kadınlara yönelik şiddeti durdurmak için erkekler tarafından kurulan, uluslararası en büyük organizasyon Beyaz Kurdele’nin başkanı. İki gün önce, Hürriyet Gazetesinin yıllardır bıkmadan usanmadan yürüttüğü “Aile İçi Şiddete Son!” kampanyası çerçevesinde düzenlenen konferansta konuştu. Önce sadece medya mensuplarına sonra da herkese.



Kaufman “Erkek kadını niye döver?” sorusunu 7 maddeyle cevaplıyor:

- Ataerkil iktidar:

Şiddet, erkek egemen toplumlarda hayli yüksek oranda görülürken, kadın erkek eşitliği olan toplumlarda daha az hatta bazen hiç görülmüyor. Ataerkil toplumlarda erkekler, hiyerarşinin üst tabakalarında yer alma mücadelesi sırasında kendi aralarında da şiddet uyguluyor ve bu nedenle şiddet, “nefes almak” gibi normal bir davranış haline geliyor. Yani şiddet, “içten” gelen bir şey değil, etraftan öğrenilen bir şey.

- Ayrıcalık taşımanın hak olduğu algısı:

Erkeğin karısını yemek yapmadı diye dövmesinin nedeni sadece bunu bir kez daha tekrarlamamasını tembihlemek için değil aynı zamanda kendisine hizmetçilik edilmesi gerektiğini de kafaya sokmak. “Hizmet erkeğin hakkı ve ayrıcalığıdır” kafası.

- Onaylama veya izin verme:

Eğer din, töre ve kanun erkeğin şiddetine açık veya kapalı izin vermeseydi erkek şiddeti devam etmezdi. Kanunlar gevşek veya uygulanmıyor. Fakat daha fenası kadına ve çocuğa karşı uygulanan şiddet “özel” saydığız tek suç! Gözünüzün önünde bir dükkan soyulurken polisi arıyoruz da yan daireden kadın çığlıkları gelirken aramıyoruz. Aynı şekilde polis, biri dayak yerken gelir hemen ayırır, dövenleri hemen etkisiz hale getirirken, dayak yemiş kadına “her şey yolunda mı?” diye sorar. Yolunda olmadı çok aşikarken. Nedir bu? Bir çeşit onaylama.

- Erkek iktidarının yarattığı paradoks:

Erkek çocuklarıyla kız çocukları farklı yetiştiriliyor. Erkek çocuğuna güçlü, kudretli, başarılı olacaksın, zayıflıklarını göstermeyeceksin deniyor. Sonuna kadar rekabet edeceksin deniyor. (Bkz: Maçlar) Bu, erkekte bir “zırh” haline geliyor. Diğer insanlarla (rakip veya daha ileri düzeyde düşman) korkuya dayalı bir mesafe geliştiriyor. Fakat ya beklendiği gibi başarılı, güçlü, muktedir olamazsa? Paradoks işte bu. Başarısız olma korkusu erkekleri korku, tecrit, öfke, kendinden nefret etme ve saldırganlık girdabına sokuyor. Şiddet bir telafi mekanizması olarak devreye giriyor. Erkeklik dengesini yeniden kurmanın ve diğerlerine erkek gibi yaşadığını göstermenin yolu olarak şiddet kullanılıyor.



Yer kalmadı, yarın devam edelim “düdüklü tencere erkekler” meselesine..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.