Şampiy10
Magazin
Gündem

IMF başkanı, tecavüzü Türkiye’de yapmaya kalksaydı ne olurdu?

Çeşitli yazılardan ve haberlerden öğrendiğimiz detaylara göre taciz ettiği temizlikçi kadının şikayeti üzerine New York’ta tutuklanan ve önümüzdeki günlerde yargılanacak olan IMF Başkanı Dominique Straus Khan lüks severmiş. Porsche’si varmış. Adı “havyarlı sosyalist”e çıkmış mış meğer.

Yakalanması da enteresan. Paris’e kalkan uçağın bittabii bizınıs klas koltuklarından birinde otururken , cep telefonunu otel odasında unuttuğunu fark ediyor. Başka bir telefondan kendi telefonunu arıyor. Polis otel görevlisi gibi açıyor telefonu. “ Tabii efendim. Neredeyseniz hemen getirelim” diyor ve tecavüzcümüz bir güzel açıklıyor yerini. Dakikasında enseliyor lar. Uçaktan indir iyorlar yani.

Bir “çubuk” merakı iktidar şuursuzluğuyla birleşince nelere mal oluyor. 62 yaşında reprezil olmak mı dersiniz, biten bir kariyer mi dersiniz, seçimlerde rakip olacağı Sarkozy’nin elini artırmak mı dersiniz, açılması kuvvetle muhtemel esaslı bir boşanma davası mı istersiniz.. Beter olsun da olan galiba bize de olacak!



Bu olay Türkiye’de olsaydı ne olurdu? IMF Başkanı, bir Türk otelinde, bir Türk kızını taciz etseydi:

a) Temizlikçi kız, işe yeni girdiyse telekızlıkla ve de şantajcılıkla suçlanıp işten çıkarılırdı.

b) Otelde uzun zamandır çalışıyor ve tanınıyorsa ve telekız olmadığı kesin olarak biliniyorsa o zaman yağlı müşteriler kaçmasın diye cebine 5-10 bin lira para konulur veee iki ay sonra işten çıkarılırdı.

c) “Söylersem işten çıkarırlar” diye sesini çıkartmadan işine devam ederdi fakat dayanamayıp arkadaşlarına anlattığı ve laf da dönüp dolaşıp müdüriyete gittiği için yine işten çıkarılırdı.

d) Kız, yaşadığı travma nedeniyle sessiz sedasız kendi işten ayrılırdı.

Her halükarda: işsiz bir genç kadın.



Diyelim ki otel yönetimi de haysiyetli çıktı, kıza da destek verdi, bizim savcı kızı ciddiye alır mıydı?

Hani zaten böyle bir refleks kendi vatandaşlarımız için bile gösterilmiyor (Türki - ye iç tecavüz et yanında kâr kalsın Cumhuriyeti) ama diyelim böyle bir uygulama var...

Yer miydi IMF Başkanını uçağından indirip tutuklamak? Yer miydi IMF Başkanını TECAVÜZDEN yargılamak?

Yemezdi.

Bir sürü nedeni var.

a) Avrupalıya karşı ezikliğimiz var. Kız yanlış anlamış olamaz mı noktasından tereddüt ederdik.

b) Avrupalı ama bilhassa Fransız olanı öyle bir çıngar çıkartırdı ki ne yapacağımızı şaşırırdık.

c) Batı ama bilhassa Fransız olanı anında bizi Suudi Arabistan, Afganistan seviyesine düşürür, ağır bir “Şeriat ülkesi” yaygarası kopartırdı. Öldürecekler, asacaklar, kesecekler demeye başlar, “alt tarafı odasında çıplakmış, ne var yani..” savunmasına geçerdi.

d) Türklerin muhafazakârlığı, dinciliği, hoş görüsüzlüğü çarşaf çarşaf konu edilirdi batı gazetelerinde.

e) Tarihte elçilere yaptığımız fena şeyler illüstrasyonlarla zenginleştirilip anlatılırdı yine batı dergilerinde.

f) İç güçlerin kapitalist olanı “ay rezil olduk, yağlı müşteri kaçacak, turis gelmeyecek” diye dövünmeye ve davayı kapattırmaya çalışacaktı.

g) 60 yaş üstü köşe yazarları durumdan kendilerine pay çıkartıp “ya yapabiliyormuşuz n’aber” türünden yavşaklıklar yapıp “canım ne var adam teklif ettiyse, biraz Avrupalı olun, ben gençliğimde Fransa’da...” yazılarını döşeyecekti..

h) Kız vatan haini, savcı işgüzar ilan edilecekti.

i) Savcı baskıya dayanamayıp delil yetersizliğinden davayı kapatacaktı.

j) Kadın Sivil Toplum kuruluşları kıza sahip çıkacaklardı ama bir kez daha nefret odağı olmaktan kurtulamayacaklardı.

k) İki yıl sonra Engin Ardıç, feministleri kastederek “bunlar zamanında IMF Başkanını bile yanaktan bir makas yüzünden asmaya kalkmıştı. Çirkin ve koca götlü oldukları için böyle” şeklinde iğrenç bir yazı yazacaktı, Emre Aköz de destek verecekti.

Yazının devamı...

En şahane miting: Netine Dokunma

Pazar günü İstiklal Caddesi’ndeki “İnternetime dokunma” eylemi şimdiye kadar gittiğim en yaratıcı, en eğlenceli mitingdi.

Mitinge hak ettiği yeri verdiği için gazetem Vatan’la gurur duyuyorum. 200 kişi ya var ya yoktu diyenlerin de alnını karışlarım. Ya sayı saymasını bilmiyorlar ya da dayak yememişler.

Meseleyi anlamayanlara da bir kez daha açıklayayım: 22 Ağustos’ta yürürlüğe girecek olan paket uygulamasına ben şahsen karşı değilim. Bir halttan haberi olmayan bir çocuk yetiştirmek istiyorsan (ki nah yetiştirirsin! Ona da zaten çocuk değil ot derler) seç ultra mega çocuk paketini, sabahtan akşama “bir varmış bir yokmuş” seyrettir Hüdaverdi’ne. Doğum kontrol hapının bile giremediği bir dünyada yaşayın tele tele, tabi tabi.

Benim karşı olduğum mevcut durumun, getirilmesi planlanan “çocuk” paketinden farklı olmayışı. Bir takım haber siteleri ÇOKTAN yasak, bir takım yetişkin siteleri ÇOKTAN yasak, bir takım ÇOKTAN bloglar yasak, bir takım sözlükler ÇOKTAN yasak... Yasaklı siteler o kadar çok ki devlet (utandığı için herhalde!) hangileri olduğunu yayınlamıyor bile artık. Daha ne kadar “çocuklaştırabilir”ler ki interneti? Çoktan filtreye gerek kalmayacak hale getirdiler.

Ve bunun mimarı AKP, CHP ve Püskevit MHP’dir. Sansür ve paket yasasını hiç ikiletmeden geçiriverdiler. Aralarında bir fark göremiyorum ya sen?

Oyumu nah alırsınız!

Zeus’un İntikamı

IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın, New York’ta bir otel görevlisine tecavüz etmeye çalıştığı suçlamasıyla tutuklanmasına en çok hangi ülke sevindi? Tabii ki komşumuz Yunanistan!

Adam, geçen yıldan beri IMF reçetesini uygulayan Yunanistan’ın anasını ağlatıyor biliyorsunuz. Maaşları kıstı, emekli maaşlarını tırpanladı, işsizlik yüzde ondan yüzde 15’e çıktı. IMF reçetesi hem ülke ekonomisini boğmuş durumda (%5 gerileme ) hem de insanların hayatını kararttı. Yani bir işe de yaramadı.

Mevcut durum şu: Yunanlılar temizlik görevlisinin neredeyse heykelini dikecekler! Öyle bir sevgi seli!

Elefteros Tipos’un manşet şu: “Temizlikçi kadın , IMF ’n ın tecav üz cüsüne karşı çıktı” Papandreu karşı çıkmadığı için ona laf çakıyor.

İnternette dolaşan laflardan bir demet:

- Papandreu ve Kahn inanılmaz bir ikili. Biri imzasını nereye koyduğunu bilmiyor öbürü de kuşunu.

- Keşke Papandreu’da temizlikçi kadının cesareti olsaydı.

- Temizlikçi kadın yoksa Yunanlı mıydı?

- Madem bu kadar meraklıydı kabineye Julia’yı alalım (Yunanistan’ın en ünlü porno yıldızı) o daha iyi bir plan için ikna ederdi.

- (Pazar günü Merkel ile Yunan ekonomisi hakkında bir toplantı yapacaklardı)

“Bir insan Merkel’i görmemek için neler yapmak zorunda kalıyor”

Fakat daha fenası: IMF’nin başına Kemal Derviş’in gelme ihtimali. Financial Times’a göre IMF başkanlığına adaylardan biri Kemal Derviş. Yunan ekonomisinin bir Türk’ün denetimine verilmesinin Yunan milli haysiyet kurumu üzerindeki derin hasarı düşünebiliyor musunuz?

“Bir Türk’e teslim olmaktansa Atina’yı yakarız daha iyi” demeye başlamışlar bile.

Şurada barışmış güzel güzel uzo-rakı birliğini kurmuşken, olacak iş mi şimdi bu?

“Daha kaç kere” serisi no:1

- Daha kaç kere süt almak için gittiğim marketten içinde süt olmayan 4 torba mal ile döneceğim? Neden insan markete girince esas alması gerekeni unutur? Alışveriş listesi diye bir şeyi insan kaç yaşında yapmaya başlar?

n Daha kaç kere ayakkabı satıcısının “bizim kalıplar geniştir”, “süettir açılır” yalanlarına kanıp 37 giydiğim halde 36 numara ayakkabı alıp çıkacağım? Ve daha kaç kere ertesi gün o satıcının yedi ceddine küfür eder hale gelip koştur koştur lostrada ayakkabıyı kalıba sokturup ama asla asla asla giyilir hale getiremeyeceğim? Ve daha kaç kere giyilmeden eskiyen ayakkabılar mezarlığına bir çift daha sokacağım? Ortopedik ayakkabı alacağım yaşa gelince mi akıllanacak bu aptal kafa?

- Daha kaç kere “her gün sadece bir tane” diye aldığım bir kutu çikolatayı daha o günün akşamı komple bitireceğim ve sonra pişmanlıktan gebereceğim? İradesiz sefiller için her seferinde sadece 1 küçük parça veren ve ikinci talebe 24 saat geçmeden zinhar cevap vermeyen ev tipi çikolata otomatı yapılmayacak mı??

- Daha kaç kere “selülit yok edilir” tedavisine kanıp bir takım yerlere sabahın körlerinde koştur koştur gidip hayal kırıklığına uğrayacağım? Selülit geçen bir şey değildir. Nokta. Selülit nedir bilmeyen, hatta “aaa ne çok gamzen var! Onları öpebilir miyim?” diyen bir erkekle beraber olmak çok daha pratik ve ekonomik! Artı sevgi dolu.

Yazının devamı...

İçimdeki yangın: Bir artı bir, bir eder mi?

Kanada yapımı bu film (orjinal ismi: “Incendies”) bu yılki film festivaline gelmişti. Sonra birkaç sinemada vizyona çıktı. Perşembe akşamı, Astorias’da izledim.

Beynimden vurulmuşa döndüm, yüreğim yandı, oturduğum yerde taş kesildim. Bir kez daha savaşlardan, diktatörlerden, milliyetçilikten, ideolojilerden nefret ettim, tiksindim, insanlığımdan utandım. Salonda on kişiydik, onumuz da yerimizden kalkamadık.

Film tüm Türkiye’de şu an sadece 4 sinemada oynuyor. Ataköy, Pendik, Zonguldak ve Hatay’da. Filme gidecekler bundan sonrasını okumasınlar ama biliyorum ki gitmeyeceksiniz o nedenle konusunu yazacağım. (İnternette var ama belki über hassas birileri “ivreeenç” deyip yasaklamış olabilir.)

İçimdeki yangın (aslında “Yangınlar”) bir savaş filmi. 20 yıl önce Lübnan’daki Hıristiyan Müslüman savaşının insanın içini yakan acımasızlığını, sefilliğini, körlüğünü, insanlık dışılığını anlatıyor.

Naval Marvan, Kanada’da yaşayan bir Hıristiyan Arap’tır. Bir gün havuzda yüzerken bir şey görür ve taş kesilir. Hastaneye kaldırırlar, son sözlerini hem işvereni hem dostu olan notere söyler ve ölür.

Anneleri biri kız biri erkek olan ikiz çocuklarına iki zarf bırakmıştır. Kızına verdiği zarfın “babalarına”, oğluna verdiği zarfın ise “ağbilerine” teslim edilmesini ister. Aksi takdirde taş dikemeyecekler annelerinin mezarına.

Çocuklar babalarının kim olduğunu bilmezler ve bir ağbileri olduğunu da ilk defa duymaktadırlar. Kızı, annesinin isteğini ciddiye alır ve annelerinin Ortadoğu’daki memleketinde arayışa başlar.

Arayışı sırasında Hıristiyan annesinin genç kızken Müslüman bir gençle beraber olup hamile kaldığını, annesinin ağbilerinin genci öldürdüğünü ve gizli doğurduğu çocuğunu anneannesinin (ileride annesi oğlunu tanısın diye topuğuna özel bir dövme yaptıktan sonra) yetimhaneye verdiğini öğreniyor. 4 yıl sonra Müslüman Hıristiyan savaşı başlar, Naval Marvan savaş bölgesinde kalan yetimhanedeki çocuğunu bulmak için dayısının yanından kaçar. Müslümanlar, Hıristiyanların bir başka yeri bombalamasına karşılık yetimhanenin olduğu Hıristiyan köyünü bombalamıştır. Yetimhane yerle birdir.

Naval bütün bunları başlattığını düşündüğü Hıristiyan lideri yıllar sonra öldürür. Hemen yakalanır ve hapse atılır. 15 yıl boyunca işbirlikçilerini söylesin diye her tür işkence yapılır. Konuşmaz. Ülkenin en meşhur işkencecisi Ebu Tarık gelir, defalarca ırzına geçer, yine konuşmaz. Ama Ebu Tarık’tan hamile kalır. İkizlerin babası işkenceci Ebu Tarık’tır.

Sıra ağbiyi bulamaya gelir. Bu sefer Naval’ın oğlu gelir Lübnan’a. Araştırınca öğrenir ki annesinin ilk doğurduğu çocuğa yetimhanede Nihad adını vermişler. Yetimhaneyi bombalayan Müslüman lider Şemsettin’e giderler. Şemsettin yetimhanenin bombalanmadan önce boşaltıldığını ve oradaki çocukları asker yetiştirmek üzere yanlarına aldıklarını söyler. Nihad acımasız bir asker olup çıkmıştır. Ünü yayılır. Yıllar sonra işkenceci olarak Naval Marvan’ın yattığı hapishane yollanır. Takma adı..

Evet... Ebu Tarık’tır.

Ağbileri bilmeden annelerine işkence yapmıştır. Nihad/Ebu Tarık hem ağbileri hem de babalarıdır.

Fakat bunu Naval yıllar sonra Kanada’da yaşarken anlar. Bir gün havuzda yüzerken, topuğunda o özel dövme olan bir adamı görür. Heyecanla yanına yaklaşır ve yüzüne bakınca onun Ebu Tarık olduğunu görür. İşkencecisi aynı zamanda doğar doğmaz elinden alınan oğludur. Taşlaşır.



Bu ne ya demeyin. Bu işte savaşın, diktatörlüklerin, vahşetin hüküm sürdüğü topraklarda olabilecek bir şeydir. Hikaye gerçektir değildir önemli değil. Soru şu: Bütün bunlar ne için yapıldı? Bu bütün bu savaşlar, zulümler, toprak kavgaları.. Ne içindi?

Bir gün biz de soracağız.. Bir gün evet biz de soracağız 30-40 bin kaybımızı anıp anıp...

Yazının devamı...

Sarı Eylem’in manifestosuna itirazlar

Başörtülü kadınlar, bir isyan içinde. Dün yazdığım gibi dava için yıllardır yan yana mücadele verdikleri erkekler tarafından gerek parti içinde gerek günlük hayatta yarı yolda bırakılmaya karşı öfkelerini dile getirmekteler. Kapı kapı dolaşıp partiyi parti yaparken “yoldaş”, ama sıra milletvekili, müdür, başkan olmaya gelince “sen anasın, hadi bakalım evine” diyen erkek egemen düzene karşı bir isyan.

Neresinden baksan mühim. Ah işte “o” düzende biat vardır, ah işte “o” kadınlar zaten erkeklerin kendilerini ezmesine razıdırlar diyenler için belki küçük belki cılız ama bir ses, bir cevap! Biata karşı çıkan yine kadın oldu, bu da ayrıca kapak olsun.

Dün manifestolarını yayınladım. Bir iki itirazım var.

-“Başı açık ama beyni kapalı sarışın kadın” fazla genellemeci bir yaklaşım. Beyni kapalı çok kadın (ve erkek) var da sarışın olup beyni hayli açık kadınlar da var. “Başları kapalı ama içleri açık saçık” “sen bilsen onlar ne acayip iç çamaşırları alıyorlar” “Ay en ahlaksızlar onlardan çıkıyor” demek ne kadar haksız bir genellemeyse bu da öyle bir şey. (bkz: kapalı kadınlar hakkında üretilen efsaneler)

-Biz Anadolu kadınıyız, başak dereriz, şunu yaparız bunu yaparız lafı da gereksiz bir şehir taşra ayrımı yapıyor. Türkiye’nin artık daha büyük çoğunluğu şehirde yaşarken ve bu eyleminiz de tam bir “şehirli” eylemiyken tarladan güç almaya artık gerek var mı?

-“Hanedanlar deviren saray kadınlarına benzetemezsiniz bizi ” sitemini hele hiç anlamadım. Ya dizinin etkisi ya da bilmediğim ama açığa da vurulmak istenmeyen bir sır var ortada.

Bu hafta neredeyiz?

-Gazeteci Ertuğrul Mavioğlu ile birlikte kaleme aldıkları “Kırk Kakır Kırk Satır Ergenekon’u Anlama Kılavuzu” kitabı nedeniyle yargılanan Ahmet Şık’ı karar duruşmasında yalnız bırakmamak için 13 Mayıs 2011 Cuma günü saat 12:30’da : İstanbul Kadıköy’de Bahariye’de boğa heykeli önünde.

-“İnternetime Dokunma !” demek için 15 Mayıs 2011 Pazar günü saat 14:00 17:00 İstanbul Taksim’den Tünel’e.

Aslında hepsi “çocuk” paketi

Dediler ki: “Hanfendi, siz iğrenç sitelere girmek istiyorsanız girin, ben çocuğumun girmesini istemiyorum. O paketlerden birini almazsınız olur biter”. Öyle değil. “Bir şey değişmeyecek ” denilen standart paketin mevcut durumu “çocuk” paketinden farklı değil. Zira şu an iğrenç olan veya olmayan on binlerce siteye erişim engellenmiş durumda ve standart paketi seçtiğim vakit o sitelere erişim engeli nin kalkıp kalkmayacağı belli değil. Ve ben de memleketimi tanıyorsam: KALKMAYACAK!

Bize sunulan paketler esasen şöyle: Yurtdışına açık “çocuk” paketi, yurtdışına kapalı “çocuk” paket, aileye uygun “çocuk” paketi, çocuğa uygun “çocuk” paketi. Nazlı Ilacak da yanlış biliyor Yavuz Semerci’de.

(bkz: Göz göre göre yalan söylemek.) (bkz: içinizdeki yetişkini öldürmek) (bkz: hepimiz teletabiyiz) (bkz: Türkiye Cumhuriyeti ana okulu)

Yazının devamı...

Twitter’daki “Sarı” Öfke

Pazar günü, tam da boğazın bütün kafeleri, bütün pastaneleri, bütün lokantaları anneler günü vesilesiyle dışarıya çıkarılmış annelerle doluyken ve ben de çocuksuz (ama hiç de mahzun falan değil!) bir kenarda tek başıma oturmuş gazete okurken, twitter’da birden bir hareketlenme oldu. Baktım arka arkaya “# sarı eylem” twitleri düşmeye başladı.

Başörtülüler Başbakan’ın “İzmirli 35 sarışın ile görüşme” projesine kızmışlar. Biliyorsunuz 35 sarışın projesi basına yansır yansımaz kıyamet koptu ve anında iptal edildi fakat başörtülülerin “neden biz yokuz?” sorusu geçerliliğini koruyor. İşte pazar günü twitter’da eylem başlattılar. Ardından da manifesto yayınlayıp imzaya açtılar . Bir iki yere itiraz etsem de (onları da yarın yazacağım) haklı bir isyan o nedenle köşemi bugün Emine Arslaner, Yasemin Vatandaş, Ayla Karadağ ’ın yazdığını öğrendiğim “sarı eylem” manifestosuna ayıracağım. (Bu arada “İzmirli 35 sarışının Başbakanla görüşme” projesinin iptali de şu demek: Başbakanımız için sadece türbanlılar değil sarışınlar da “yok”.)


“Biz bu yola çıktığımızda devasa bir başörtülüler ordusuyduk ve ezilenlerin yanında durmayı erdem sayan başı açık hemcinslerimiz de yanımızdaydı. Bugün bizimle kol kola yürüyerek ve her seçimde sayıları biraz daha katlanarak meclise taşınan kadınların arasında olmadığımızı görünce, “Neden?” diye soruyoruz.

Neden biz yokuz?

Neden çocuklarımızın rızkından keserek topladığımız paralarla kurulan televizyonların karanlık montaj odalarına yollanır, sayfalarında hala alnımızın teri parlayan gazetelerde horlanır, taşlanır ve aşağılanırız?
Örtümüzü ve davamızın ateşini rant aracı yaparak kasasını dolduranların şirketlerindeki iş anlaşmaları neden ikinci kuma olma kaydıyla sürülür önümüze?

Neden hep biz sabrederiz? Asırlık tabular ‘açılım’ paketi yapılıp kördüğüme dönmüş kurdeleleri kesilirken, bizim başörtümüz neden tozlu raflardan indirilmez?
Sonra “sarışınlar başbakanla görüşecekler” haberi düşüyor önümüze...

Kullanma tarihi geçen konserveler gibi kenara köşeye kışkışlanırken, boşalan yerlerimize yerleştirilen yeni imaj aparatlarına sarışın kumaşlar giydirildiğini ve böylece endişeli ahalinin oylarına göz dikildiğini fark ediyoruz.
Alınacak tepkiyi önceden kestirerek gösteri başlamadan perdeyi kapatan cin fikirli siyasileri, başörtüsü eylemlerinde ellerimize karanfil tutuşturan parmaklarından ve bir on yıl daha sabır telkin eden hastalıklı üsluplarından tanıyoruz.

Ve ardı arkası kesilmeyen sorular yeni soruları doğurarak, sarı yazmalar gibi dolanıyorlar aklımıza;
Sarı eşarp takarsak başımıza bizi de alır mısınız yanınıza?
Sarışın ve gürbüz üç çocuk doğurursak teslim eder misiniz işgal ettiğiniz emeklerimizi?

On yedi yıl önce avucunuza bırakılan bileziğin sahibini hatırlar gibi yapmayıp hatırlar mısınız sahi?

Ya da devam eder misiniz “evinin karısı, çocuklarının anası ol” siyasetine ve sarışın afetlerle çevirip etrafınızı, gömülür müsünüz kırmızı koltuklu köşklerinize?

Hanımlarınıza biçtiğiniz vazifelerin, mücadeleyle bilenmiş sarı solgun ama eğitimli beyinlerimize dar geldiğini ve haklarımızı gerekirse söke söke alacağımızı geçirir misiniz aklınızdan?

Siz bu deveyi gütmezsiniz ama biz de bu diyarlardan gitmeyiz! biz Anadolu kadınlarıyız!

Ninelerimizle aynı isimleri taşır ve altın başak ipliklerle danteller örmeyi biliriz. Erlerimizle omuz omuza tarlada başak dererek, halay çekerek büyüdük.

Hanedanlar deviren saray kadınlarına benzetemezsiniz bizi. Sırça köşklerde oturup size nasıl yeni şehzadeler doğuracağımızı düşünemeyecek ve fitne fesat üretemeyecek kadar gelişmiş bir karakterimiz var bizim.

Genlerimizden aldığımız güçle ve bir Nene Hatun öfkesiyle, “Sarışın 35 Kadın” kampanyası ekseninde ortaya dökülen şuuraltınızı kınıyor ve sizi derin bir muhasebeye davet ediyoruz.”


Var mı duyan?

Yazının devamı...

Yemişim el âlemin tosunlarını!

Bugünkü yazımı hassas ruhlar, aşırı kibarlar, çocuklar ve Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu Başkanı Tayfun Acarer okumasın.

Çünkü dere tepe düz gideceğim.

Beyfendi farzetsin ki burası internet ve az sonra porno pörtleyecek karşısına. (Kendisi mikroenjeksiyonla çoğalıyor)

Zira Hürriyet gazetesinde Pazar ekinde Faruk Bildirici’ye şöyle demiş: “Ben vallaha internete girerken yanımda birileri varsa çekiniyorum. Bazen sunumlarda falan görüntü indirirken ödüm patlıyor. Kaç kişinin başına geldi bu. Bir anda bir porno. Durdurabilene aşk olsun!”

Hayatımda daha saçma bir şey duymadım. Biri Tayfun Beye anti virüs programlarından söz edebilir mi acaba? Dahası porno sitelere girmemiş (bakire) bir bilgisayardan porno görüntüler nasıl (hem de sunum ortasında!) pörtlermiş sonra da bize anlatsın. Ve bu kadar korkuyorlarsa o zaman cısss işleri için başka bir bilgisayar edinsinler, artık 400-500 liraya laptoplar var.



Ama ben artık çok sıkıldım boyna burnuma “Ama çocuklar! Ama ama çocuklar!” otunun sokulmasından.

Kardeşim çocuğum yok! Bilerek ve isteyerek yapmıyorum! Erişkinim, yiyorum, içiyorum ve müsaade ederseniz sevişiyorum! Yemişim lan el âlemin tosunlarını! Bana ne! Yapmadığım, ayrıca çok da hoşlaşmadığım bir takım sivilceli cücelerin korunması beni il-gi-len-dir-mi-yor!

Porno belli kurallara uyulduğu sürece yasadışı bir şey değildir. Fahişelik de değildir. Sizin her tarafından hormon fışkıran Tosuncanların aklı şaşmasın diye yetişkinler neden yasadışı olmayan bir şeyden mahrum bırakılıyor? Sanki o Tosunların tuvalet köşelerinde günde 165 kere ne yaptıklarını bilmiyoruz...

Bana ahlakınızı dayatamazsınız! Tosuncanları koruyacağız bahanesiyle (üstelik ne yaparsanız yapın porno izleyecektir o) yaptığınız SANSÜRDÜR!

Yok aile paketiymiş, yok yurtiçi paketiymiş, yok çocuk paketiymiş. E peki ben diyelim filtre istemiyorum, bana her şey serbest olacak mı? İstediğim siteye çatır çatır girebilecek miyim? Bütün mahkeme kararları kalkacak mı? Bu soruyu neden kimse sormuyor başta Faruk Bildirmeyici olmak üzere? (bkz: soru sormadan röportaj)

Tosuncanların seks isteğini azdırmayalım diye sabahtan akşama internette porno avı yapan savcılar (onlara da acımadan edemiyor insan ama BETER olsunlar) 15 yaşında kızın sokak ortasına öldürülmesini engelleyemiyor ama!

Pornodan (aman aman!) kurtardık ama kurşundan kurtaramadık. Ne mutlu bize! Porno seyretmemiş cansız bir çocuğumuz var! Mevzuu ahlak dayatmasıysa gerisi teferruattır di mi!

Açıkçası veli olsaydım bu ülkenin yönetemeyicilerinin çocuğumu pornodan değil ama nefret suçlarından, ırkçılıktan ve başkaca ruh hastalarından korumasını isterdim.

Fakat bakıyoruz son on yılın en eğlenceli, en zihin açıcı sitesi olan “ekşi sözlük” (neredeyse) yasaklanırken ırkçılıklarını, kafatasçılıklarını kusa kusa bi’hal olan, bildiğin “av” listesi çıkartan, gidin bunları “avlayın” diyen sözüm ona milliyetçi siteler misler gibi yasak dışında!

Porno seyrettikten sonra kimse sokağa çıkıp adam dövmez. Ekşi Sözlükten de bir cani çıkmaz. Ama bu sitelere girip çıkanlardan her şey beklenir.

Var mı nefret suçu, halkı şiddete yöneltme filtresi Tayfun bey?? Bana ondan söz ediniz!

Ama siz daha virüs programı dersine bile gelmediniz di mi.. Hay Allah! “Sunumda porno pörtler fobisi” geçsin belki bir gün bunlar da aklınıza gelir. (ayrıca bkz: sunumda bağlantıyı bir türlü kuramamak fobisi, sunumda annemin dantel, çocuğumun teletabi sitesinin açılıvermesi fobisi..)




Bakandan daha zengin olmak!

Ben bu bakanlarımızın cehaletine bayılıyorum. Gila Benmayor’un köşesinde okudum (Evet Hürriyet Pazar’dan devam ediyoruz) Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “yenilenebilir” enerjiye inanıyormuş, rüzgara, güneşe, HES’lere yatırımı destekliyormuş. (Bravo!) “Güneş enerjisi ucuzladığında ilk iş olarak evimde kullanacağım” demiş.

Bakan olunca fiyatlar katlanarak mı söyleniliyor acaba? Bakan değilim, işşşş adamı değilim, zurnanın zırt dediği yerde kendi halinde garip bir köşeciyim ama çatıma bir adet fotovoltaik güneş paneli koyabiliyorum.

Maliyetini söyleyeyim hemen: 1500 lirası tesisat ve işçilik, 4000 lirası da panelin kendisi olmak üzere 5500 lira! Evet bedava değil ama hani imkansız boyutlarda da değil. Aldım bir kenarda kuzu kuzu duruyor. Tadilat biter bitmez takıyoruz!

Tasarruflu kullandığım, daha doğrusu elektrikli işleri gündüz yaptığım taktirde taktıracağım panel ile enerjimin hemen hemen tümünü üretebiliyorum. Dört kişilik bir ailenin biraz daha fazlasına ihtiyacı olabilir.

Solarcılar! Bakan beyi kazıklamayın! Adam gibi fiyat verin de taktırsın!

Yazının devamı...

Aysel Tuğluk ve anneler günü

Geçen sene “Anneler Günü”nü icat eden Anna Jarvis’in hazin sonunu yazmıştım. Anneler Günü’nü resmi tatil ilan ettirmek için ömrünün yarısını adadı, fakat işin ticari bir faaliyete dönüşmesi ve anlamını yitirmesi karşısında fena oldu ve ömrünün geri kalanını da anneler gününü “iptal” ettirmeye adadı.

Tutuklandı, mahkemeye verildi, kazandığı itibarını kaybetti ve yalnızlık, fakirlik ve kalp kırıklığı içinde öldü. (Tekrar hatırlatayım: Anneler Günü,
Amerikan İç Savaşı sırasına oğulları ölmüş anneler ve barış adına ilan edilmiş bir gündür)
Dava insanı olmak böyle tuhaf bir kader yaratıyor. Aysel Tuğluk “çok kötü şeyler olacak” dedi ve basının duyarlı kalemleri bile “eeeh yeter ama” demeye başladı. Ahmet Hakan sözlerine “Gözlerini kocaman açmış bir büyücü repliği...” “Endişeye gark olmuş bir Aliye Rona tavrı...” benzetmesi yaptı.


Aysel Tuğluk niye böyle dedi bir bakalım.
Bundan bir hafta önce, 29 Nisan günü, sabaha karşı, Terörle Mücadele polisleri, yedi ilde eşzamanlı ‘KCK operasyonları’ düzenledi. Aralarında İstanbul’un da bulunduğu illerden gecenin bir yarısında yapılan operasyonlarla apar topar Diyarbakır’a götürülen 17 üniversite öğrencisinden 12’si, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ndeki sorgularının ardından tutuklanarak cezaevine kondu. Ailelerine haber verilmeksizin, avukatlarını aramalarına müsaade edilmeksizin, anayasal hakları alenen ihlal edilerek alelacele uçakla Diyarbakır’a götürülen ve ‘terör örgütü üyesi’ olmakla suçlanan bu gençlere, kendilerine isnat edilen bu suçlamaya esas teşkil eden delillerin ne olduğu da söylenmemiş. Haklarında yürütülen soruşturmada gizlilik kararı alınmış.

Radikal’de yazan avukat Dilek Kurban şöyle
değerlendiriyor:

“Aslında, bir yönüyle, yeni bir durum yok ortada, zira birkaç senedir benzer operasyonların Kürt siyasetçilerine, sivil toplum temsilcilerine ve insan hakları savunucularına karşı yürütüldüğünü biliyoruz. Öte yandan, yeni operasyonlar, yeni bir duruma da işaret ediyor, zira bu defa gece yarısı evlerinden alınıp götürülen, bir kısmı tutuklananlar, üniversite öğrencileri. Bu gösteriyor ki, emniyetin, sanık ve avukatlarıyla dahi paylaşmadığı gizli delillere dayandırarak inşa ettiği, sanıklarının bir bölümü iki senedir tutuklu yargılanmakta olan KCK davasında yelpaze genişliyor. Kürt siyasi hareketinin doğrudan veya dolaylı olarak, bilfiil ya da sempatizan olarak içinde yer alan insanları içeriye alarak etkisizleştirmek yetmemiş olacak ki, devletin hedefinde şimdi, Kürt meselesi üzerine düşünen, yazan, okuyan üniversite öğrencileri var. Bu, yepyeni bir duruma işaret ediyor. Şu andan itibaren, Kürt sorunu konusunda yazan, çizen, okuyan, araştıran, fikir beyan eden herhangi birisi, KCK davasının potansiyel sanığıdır.”


Güzel bir bahar günü, annelerimize bir mutfak robotu, ipekli bir başörtüsü, bir triko hırka bluz takımı hediye ederken ama nasıl da ilgilendirmiyor değil mi bizi bunlar..
Anna Jarvis haklı mıydı yoksa asabi haris bir ihtiyar mı? Aysel Tuğluk gözlerini kocaman açmış bir kahin mi yoksa sevimsiz bir dava kadını mı?
Cevapları duymak istemiyorum.


Annemize en güzel hediye: Özgürlük!

Annem yok. 11 yıl önce meme kanserine yakalanıp bir sonbahar günü vefat etti.

Yukarıdaki yazıda mutfak robotu, triko hırka bluz takımı derken evet dalga geçtim. Kendimle. Annelik hakkını eşyayla ödemeye çalışmamla dalga geçtim.

İçimde kalan ukde şudur: Annemi “özgürleştirememek!”
Bir insana “özgürlük” hediye etmek mümkün müdür?
Annem standart bir Türk annesiydi. Çocukları için yaşayan hassas, kırılgan bir kadın. Kocası ezmiş yıllarca. Evlilik, koca kaprisi çekmekten ibaret. Bunun acısını, sitemini içinden atamadan genç sayılacak bir yaşta öldü.

İçimde ne kaldı? Geçen yıla kadar “onu kraliçeler gibi yaşatamamak” diyordum. Arkadaşlarıyla beraber gideceği gemi gezileri hediye edememek, en iyi hastanelerde muayene ettirememek, şoför yollatıp onu oraya buraya götürememek.. Ne bileyim işte parayla satın alınan şeyler.

Şimdi düşünüyorum: mesele bu değil. Bu reklamcıların kafamıza soktuğu bir şey. Verirsin bir kredi kartı, olur biter basitçiliği.

Esas hediye annemin içindeki fıkır fıkır kadını ortaya çıkartabilmek olurdu. Dünyanın en güzel dolmalarını, sarmalarını yapmasaydı da karşıma bir dansöz kıyafetiyle çıkıp şıkır şıkır oynasaydı! Sabahları telefon edip beni uyandırmaya çalışmak yerine “Kanlıca’da kahvaltı yapıyorum, atla vapura gel” deseydi. Anneler gününde benim ona gitmemi beklemek yerine o bana olta takımıyla gelip beni boğaza balık avlamaya götürseydi...

Böyle bir anne “yetiştirebiliyor” muyuz?
Sorun bakalım bu soruyu “Anneler gününde” kendinize..

Yazının devamı...

AB Parlamentosu’nda 100 çocuk

An itibarıyla 100 (YÜZ) Türk öğrencisiyle Brüksel’de Avrupa Birliği Parlamentosu’ndayım!

Nasıl acayip duygular içindeyim anlatamam.

Sabahın 5’inde kalktık, uçağa bindik, Brüksel’e geldik.

Dışarıda nefis bir ilkbahar günü. Güneş ışıl ışıl. Avrupalı sütçüler, parlamentonun hemen önündeki meydanda şütçülerin haklarının korunması için gösteri yapıyorlar.

On onbeş plastik inek dizmişler, hepsinin üstünde birer AB üyesi ülkesinin bayrağı çizilmiş ve her birinin üzerinde de o ülkenin dilinde “ADİL SÜT” yazılmış.

Adil süt istiyoruz diye inim inim inletiyorlar ortalığı.

Biz ise elimizde bayraklarla AB Parlamentosunun koridorlarını arşınlayıp salondan salona koşturuyoruz.

Olay şudur: 13-14 yaş grubunda 100 ilköğretim öğrencisi, AB Parlamentosu’nda sunum yapıyor.

Ne kadar müthiş değil mi?

Bu bir ilkmiş. Daha önce hiç bu yaş grubunda çocuklar AB’de sunum yapmamışlar.

Bunu başaran okul Bilfen.

Bilfen adını duymuşsunuzdur. Okul bünyesindeki orkestraları Sezen Aksu ile konser verdi geçen yıl. Bu yıl de Ajda Pekkan’la verecekler.

İşte bu okulun öğrencileri şimdi Belçika’nın başkenti Brüksel’de Avrupa Birliği Parlamentosunda konuşma yapıyorlar.

Peki ne diyorlar?

“Aradığınız güçlü ortak Türkiye’dir. Farklılıkta birlik olalım..” diyorlar.

Ne güzel bir öneri değil mi?

Hemen önümde Yunan gazeteciler oturuyor. Biraz ileride başka başka diller de duyuyorum. Oh diyorum, Türkün Türke propagandası değil.

Ben Bilfen’i ilk kurulduğu günden beri biliyorum. Erenköy’deki apartmanımızın hemen yanındaydı. Küçük, gösterişsiz bir okuldu.

Yıllar sonra sık sık duyar oldum adını. Birken beş olmuş, duvarsız eğitim diye bir sistem geliştirmiş, kişinin öğrenme stiline göre eğitim veriyormuş (ben okusaydım orada “öğleden sonra gelsin bu!” derler miydi acaba benim için? Zira beynim ve ruhum 11’den önce uyanmıyor) Ve işte şimdi şakır şakır İngilizce konuşan akıllı öğrencileriyle AB Parlamentosundayım.



Proje üzerinde birkaç yıldır uğraşıyorlarmış. Bilfen Okulları bünyesinde kurulan Avrupa Birliği çalışma kulübü Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda çalışıp projeler üretmişler. Sonra Devlet Bakanımız ve AB baş müzakerecimiz Egemen Bağış’a ulaşmışlar. Egemen Bağış bu projeye sahip çıkmış ve AB Parlamentosu’nda bir sunum yapmaları için destek vermiş çocuklara. Çocuklar da deli gibi hazırlanmış ve gelmişler.

Çocukları yalnız bırakmayan Egemen Bağış, Strasburg’daki “deniz ürünleri fuarı”ndan çıkıp buraya geldi. Ön konuşmayı o yaptı. Bu arada 23 Nisan doğumlu olduğu için adının Egemen olduğunu da öğrendik. Sonra öğrenciler güzel bir konser verdi. Sonra bir Türkiye tanıtım filmi oynadı, sonra da beş öğrenci konuşmalar yaptılar.

***

Konuşma yapan çocuklardan biri “Türkiye’de bütün dinlerin ibadethaneleri vardır, herkes istediği gibi ibadet eder” dedi.

Aklım 5 ay öncesine gitti. Yine aynı salonda, ben aynı sandalyede oturmuşken Türkiye’nin çok başka bir yüzünü tartışıyorduk halbuki. Türkiye’deki gayri Müslimlerin hem şahsi hem vakıf mallarına nasıl yıllardır devlet tarafından yasalara ve insanlığa aykırı bir şekilde el konulduğunu, varlıkları erisin diye nasıl sistematik bir devlet politikası uygulandığını, Ruhban okulunu konuşmuştuk.

Çocuklardan bunun üzerine bir sunum beklemiyorum elbette. Ama neyin ceremesini çekiyorlar bilseler galiba daha iyi olacak. İçerideki “birlikten” de söz edelim biraz çocuklarımıza.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.