Şampiy10
Magazin
Gündem

Kaynayan mağribin akla getirdiği sorular

- Halk, hangi koşullarda sözü dinlenesi halktır? Meydanlarda toplanan 1 milyon asgari sayı mıdır? Kırıp dökerlerse mi adamdan sayılırlar? Yoksa sadece “komşunun halkı” mı halktır?

- Bir lider en az kaç yıldır baştaysa ona bir başka bir ülkenin lideri “sen git artık koçum” diyebilir? Kıdem ve yaş haddi nedir? 30 yıla 83 yaş mıdır? Bu arada 83 yaşında bir lideriniz olsun ister misiniz? 83 yaşında ülke yönetmek ister miydiniz?

- Aynı sözler Kaddafi için, El Beşir için, Esad için söylenebilecek midir? Yoksa illa ki önce arabanın devrilmesi mi gerekiyor? “Araba devrilsin öyle yol gösterelim” bir dış politika mıdır? Yoksa tipik bir Türk huyu mu? Böyle olunca “Düşene bir tekme de benden” politikası yapılmış olunmuyor mu? Doğru şeyleri söylemek için 30 yıl beklemek mi gerekiyor?

- İran’da 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra da halk “seçimde hile var” diye sokaklara dökülmüştü. Tahran, iki gün boyunca birbirine girmiş, 20’ye yakın insan ölmüştü. Sokaktaki halk iktidar için pek iç açıcı şeyler söylemiyordu. O sokağa dökülenler “halk”tan sayılmıyor mu? O halk “fasulyeden” midir? O iktidar ileri demokratik midir? Halkın isteklerine cevağ mı veriyordur? Yoksa İran dokunulmaz, laf söylenemez ülke kategorisinde midir? Orada zombiler mi yaşıyor? Oradaki halk, malk mıdır?

- Başta Mısır olmak üzere Ortadoğu’ya Müslüman Kardeşler hakim olacak diye endişe ediliyor. Laik diktatörlükle dinci diktatörlük arasında ne fark vardır? Hangisi altında daha az yaşamak istersiniz? Hangisi daha az kötü? Ayrıca kim için endişeleniliyor? Ora halkları için mi? Yoksa yayılır diye kendimiz için mi? Veya artık Mısır’a gidip rahat rahat tatil yapamacağımız için mi? (Gidemeyen de bir ben kaldım galiba)

n Dünyaya demokrasi dersleri verme hakkımız var mı bizim? Hangi ileri demokrasiden söz ediyoruz biz? Kim nereden uyduruyor bunu? 24 saatte seçim sonuçlandırdık diye mi bütün bu afra tafra? İlerilik bu kadar mı ucuzladı? Cezaevlerinde işkence hala devam ediyor bundan haberiniz var mı? İleri demokrasilerde cezaevleri sınır dışı mı sayılıyor? Aslında demek istenen bu mu?



Greenpeace’nin “yavru balık kırmızı hattı”

Biliyorsunuz Greenpeace, yavru balık avının durdurulması için “seninki kaç santim” kampanyası yapıyor. Artan desteğe rağmen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı sessizliğini koruyor. Greenpeace Akdeniz hafta başında “kırmızı telefonu” devreye soktu.

Nedir kırmızı telefon? Yavru balık kampanyasına destek veren herkesin ev veya cep telefonundan erişebileceği bir numara. 0 212 377 03 50 numaralı telefonu arayanlar, Greenpeace tarafından Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın santraline yönlendiriliyor.

Sonra ne oluyor? Sonra soruyorsunuz: Bakanlığınız, “yavru balık avının ve yasa dışı avcılığın durdurulması” için imza atan 250.000’den fazla kişiye ne zaman cevap verecek? Balık stoklarımızın ve denizlerimizin gelecegi icin, ticari balıkların yasal avlanma boylarının bilimsel gerçeklere göre yeniden düzenlenmesi için çalışmalara başlandı mı? Haziran ayında yapılacak danışma kurulu toplantınızda bu konu resmi olarak gündeminizde olacak mı?

Sonra da greenpeace’nin Greenpeace.org/turkey adresine girip ne cevap verildiğini yazıyorsunuz.

Buyrun! İleri demokrasi aha işte budur.

Benim de aklımda bir kampanya var du bakalım.

Yazının devamı...

Olmayan insanlığın anıtı da olmaz

Başbakanın ucube dediği Kars’taki Mehmet Aksoy’un başlayıp bitiremediği heykel, aslında bir “insanlık anıtı” olacaktı.

Yani o yüksek noktada olmasının bir nedeni vardı. İnsanlık anıtımız karşı taraftan yani Ermenistan tarafından da görülsün diye.

2006’da eski belediye başkanı zamanında başlayan yapımı 2008’de Anıtlar kurulu kararıyla durduruldu. 2011 yılında da yıkımına karar verildi.

Daha önce bir türlü karar veremeyen Kars Belediye meclisi dün ezici çoğunlukla yıkım kararı almış.



Yıkılması son derece isabetlidir bana kalırsa.

Ucube olduğu, çirkin olduğu veya başka eserleri gölgelediği için değil.

İnsanlık anıtı olmaya kalktığı için !

Sanatçısı Mehmet Aksoy’un ifadesiyle bütün savaşların acısını içinde taşıyan insani bir vicdan olmaya kalktığı için!

O vicdanın gözyaşları olmaya niyetlendiği için!

İnsanlığı, insanlığa davet etmeye kalktığı için.

Yıkılmalı elbette...



Ne diye böyle şeyleri sembolize eden bir heykelimiz olsun ki?

Karşı taraf ile sınırları açmamışsın.

Karşı taraf ile kalpleri açmamışsın.

Karşı tarafın beklediği bir gönül alma var, yapmamışsın.

Karşı tarafla yapman gereken bir tarih hesaplaşması var, yapmamışsın.

Yapmaya kalkanı tepelemişsin.

Karşı tarafın uzaktan teyzeleri, dayıları, amcaları, halaları, yeğenleri, kuzenleri, doğup büyüdükleri bu toprakları terk etsin diye 100 yıldır elinden geleni yapmışsın.

Vurmuşsun, kırmışsın, aşağılamışsın...

Kendi zenginini yaratmak için mallarına el koymuşsun.

95 yıl önce işlenen insanlık suçuna yeni bir cumhuriyet kurmana rağmen nedendir bilinmez sahip çıkmışsın.

Karşı tarafın burada ne kadar öksüz kilisesi varsa hepsini 1950 yılından beri devlet eliyle düzenli olarak dinamitlemiş, yerle bir etmişsin.

Karşı tarafın atalarının antik şehri “Ani”yi “Anı” yapmışsın. Tabelasında tek bir yerinde Ermeni lafını etmemişsin. Her Ermenice bilen tarafından rahatlıkla okunan yazıtları için “bilinmeyen dil” demişsin.

Karşı tarafın bizim topraklarımızda doğup büyümüş bir çocuğunu sokak ortasında, güpegündüz üstelik yıllardır göstere göstere, “bak yapacağız, yapıyoruz!” diye diye öldürmüşler...

Kılını kıpırdatmamışsın...

Hatta ortaya çıkıyor ki destek vermişsin!

Tetikçi yakalandığında bayraklarla pozlar vermişsin..

4 yıl geçmiş dava 4 santim ilerlememiş.

Duyuyoruz ki karşı tarafın başka uzaktan kuzenlerini de katletmeye niyetin varmış.

O zaman biz niye böyle bir heykel dikiyoruz ki?

Deli miyiz biz?

Ne demek ortadan ikiye bölünmüş insan?

Ne demek ortadan ikiye bölünüp parçaları birbirine düşman edilmiş aslında aynı kişi?

Ne demek dostluk eli uzatmak?

Ne demek insanlığa davet?

Bizim başkalarını davet edecek bir insanlığımız mı var?

Bu kadar saçma bir iddia mı olur?

Yıkılmalı hakikaten.

Daha manasız bir heykel düşünemiyorum.

Yazının devamı...

Havaalanlarında geçen tuhaf bir hayat

Yine havaalanındayım.

Hayatım, resmen havaalanında geçmeye başladı.

Ya ben yolcuyum ya da yolcu mu geçiriyorum Bazen ikisini birden yapıyorum. Önce yolcumu geçiriyor sonra ben uçuyorum veya bir yerlerden geliyor, bekliyor, yolcumu karşılıyor öyle eve gidiyorum. Yolcumu uğurladıktan sonra çoğu zaman “eve dönüp yazarsam geç olur” diyerek yazılarımı bir kafeye oturup yazıyorum. Havaalanındaki her kafeyi biliyorum artık. Hangisinde elektrik prizi var, o prize hangi masa yakındır, hangisinin sandviçleri kötü, hangisinin kahveleri iyi, hangisinin garsonları uyanık, hangisinin müdürü gıcık... Evet hepsini biliyorum. Kafe latte ile başlayan siparişlerim mutlaka bir sandviç, bir su ile devam ediyor ve bazen de bir tatlıyla noktalanıyor. Ve neden anlamıyorum aynı zincirin şehir içi şubesinde ödediğimden çok daha fazlasını ödüyorum.

Bu kadarla kalsa yine iyi. Aşağı katta bir Günay Eczanesi var, orada bir mıknatıs var sanki. Yara bandıyla başlayan alışverişim bir müptelalığa döndü. Her seferinde muhakkak surette bir ihtiyaç uyduruyorum ve illa oraya uğruyorum. Bazen bir ilacı giderken ısmarlayıp dönüşte aldığım ol uyor. Bazen 5 liralık diş fırçası yüzünden 100 liralık alışveriş yaptığım oluyor. Eczanedeki arkadaşlar bana verdikleri ilaçları takip etmeye kalksalar son bir yıllık sağlık raporumu ve alışkanlıklarımı rahatlıkla çıkartabilirler. “Gastroenterolojik açıdan biraz sorun var, bağırsaklara ve idrar yollarına dikkat; kardioloji temiz, psiyatrik ilaca bir başvuru yok ancak sık baş ağrısı mevcut.. Bir de hijyen malzeme düşkünlüğü gözleniyor.. Her seferinde bir diş fırçası alıyor. Ya salaklık derecesinde unutkan ya obsesif kompulsif..” (Cevap: Unutkan hüleyn!)

Ya bir fön çektirmeyle başlayan kuaför macerama ne demeli? Gereğinden erken geldiğim nadir günlerden birinde üstüne uçak da rötar yap ınca canım sıkıldı, saçlar çok fena, baktım bir kuaför tabelası (“Parisli Cemil”) çıktım üst kata. O koltuğa o oturuş, o oturuş. O gün sadece fön çektirdim. Dönüşte maniküre gittim. Bir hafta sonra ucundan acık kestirdim. Dönüşünde bakım yaptırdım ve şimdi vakit bulup mahalle kuaförüne gidemediğim için 24 saat açık Parisli Cemil’in müdavimi oldum.

Bu kadar mı? Hayır. Postanesinden muhasebecime faturalarımı yolluyorum. Turkcell’den fatura işlemlerimi yaptım, Vodafone’dan modem çubuğu aldım, çiçekçisinden çiçek yaptırdım, bankasından döviz aldım, kitapçısından onlarca kitap, çantacısından (yemin ederim) 1 bavul, 2 el çantası aldım.

Eh artık bitirdim havaalanını derken... Son numaram: Airport Otel’de kalmak! Şimdi açıklayamayacağım nedenlerle bunu da yaptım. Odaya ısmarladığım hamburgerle ( tanesi 20 TL) bana hayli pahalıya patladığını itiraf etmek zorundayım. Memnun kaldım mı diye sorarsanız... Açıkçası hayalimde aprona bakan bir odada kalmak vardı fakat penceresiz bir oda düştü kısmetime. Penceresiz oda mı olur demeyin, oluyormuş. Benim için de bir ilkti. İnsan biraz tuhaf olmuyor değil.

Özetle: son on yılın en sevilen pop felsefecisi Alain De Botton’un “Havaalanında bir hafta” kitabını yaşıyor gibiyim.

Ancak ADB ile aramızdaki mühim fark: O, Londra Heathrow havaalanı tarafından davet edilmiş, kendisinden izlenimlerinden oluşan bir kitap yazması istenmiş, bir hafta boyunca ağırlanmış, notlarını tutusun diye özel bir masa hazırlanmış, tek kuruş harcatılmadığı gibi iyi de bir para ödenmişti.

Benimse (ne yazık ki) sponsorum yok.. Otoparkıydı, bir buçuk misli pahalı kahveleri, hamburgerleri, osu busu derken (tamam otel konusunu açmayalım, o başka mesele) maaşımın yarısı burada kalıyor. Ne biçim bir hayat bu dedim kendi kendime az evvel Rus bir kız yanımda kırık Türkçesiyle sevgilisine derdini ağlayarak anlatırken. Ne tuhaf bir hayat. Uzay istasyonlarında yaşıyor gibiyiz. Kürkler içinde Ukraynalı kadınlar, sisler içinde yaşlı karıkocalar, röfleler altında ezilmiş sonradan zenginler, tekerlekli bir valiz almak yerine dev çantalarını sırtlarında taşıyan ve bellerini bitiren hesapça anarşist gezginler... Kitaplarını ve dilini çok sevdiğim Akdoğan Özkan şöyle dedi bir mektubunda havaalanları için: “İnsanları ‘atenşın pliiz’lere sarmalanmış bir takım komutların peşinde kuyruğa sokup hız ayinlerine davet eden tapınma mabedleri oralar.”

İşbu yazı da yine bir havaalanı kafesinde yazıldı. 46 lira masraf edildi.

Yazının devamı...

Madem öyle bütün memleket termik santral olsun

'ÇEVRECİNİN DANİSKASI'NDAN MEKTUP VAR

Yücel Sönmez
Doğa Derneği Kurumsal İletişim Koordinatörü
yucel.sonmez@dogadernegi.org


Bartın’a iki termik santral yapmak istiyorlar.

Daha önce birmiş, bakmışlar olmuyor şimdi onu bölüp iki adet yapmışlar.

Toplam 2640 MW’lık enerji üretecekmiş...

Verilen ÇED raporu evlere şenlik.

Raporda bölgede projeye bağlı olarak düzenlenen ekonomik yapı sayesinde turizm, tarım ve balıkçılık gibi diğer ekonomik faaliyetlerin de gelişeceği iddia ediliyor.

Yani tüm memleketi termik santrallerle donatırsak yırttık.

Tüm denizlerimiz balıkla dolacak, memleketimize termik santralleri görmek için turist akacak ve termik santralin zehirleriyle beslenen topraklar bire bilmem kaç verecek.
Süper...

Aklınızı seveyim sizin. Budur işte...

Bugüne kadar dünyada niye hiç kimse akıl edememiş bunu acaba.

Neyse...

Termik santralin faydaları bununla da bitmiyor...

Diyorlar ki?

“Efendim tüm doğal ve kültürel kaynaklara zarar verecek toplam 2600 MW gücündeki dev boyutlu iki termik santral ülkemizin enerjide dışa bağlılığını azaltacak...”

Hidorelektrik santralleri (HES) için de bunu söylüyorlar sık sık.

Şirket bu projeyi International Power adlı bir İngiliz şirketiyle yapacağını zaten açıkladı.

Projenin finansmanı yabancı kredi kuruluşlarından karşılanacak.

Yani finansmanı da yabancı.

E doğal olarak teknoloji de yurtdışından alınacak... Eldeki verilere göre santralin kullanacağı kömürün tümünün Bartın’daki ocaklardan sağlanması da mümkün değil.

Bu durumda kömürün çoğu da yurt dışından getirilecek.
Yani yabancı ortak, yabancı sermaye, yabancı teknoloji, ithal kömür... Bu tablo da bizim dışa bağımlılığımızı azaltacak.

Filozof bunlar gerçekten...

Üstelik bütün bu tabloya rağmen vatanı en çok seven kendileri, doğal ve kültürel zenginliklerini korumak isteyenler vatan haini...

Ne ala memleket...

Böyle söyleyince insanın aklına Nazım Hikmet’in dizeleri gelip takılıyor.

....

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,

ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.

Vatan çiftliklerinizse,

kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,

vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,

vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,

fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,

vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,

vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,maaşlarınızsa vatan,

vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,

vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,

ben vatan hainiyim.

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :

Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Yazının devamı...

Bakanımızın çevreye faydaları

'ÇEVRECİNİN DANİSKASI'NDAN MEKTUP VAR

Yücel Sönmez
Doğa Derneği Kurumsal İletişim Koordinatörü
yucel.sonmez@dogadernegi.org


Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, gerçekten de oldukça şaşırtıcı biri. Türkiye’de ki çevre hareketi onun döneminde hiç olmadığı kadar büyüdü ve ivme kazandı. Bu ivme önümüzdeki dönemde artarak sürecek.

Bugüne kadar hep Çevre ve Orman Bakanımızın çevreye zararlarından söz ettim size.

Bugün de Bakanımızın biraz çevreye faydalarından söz edelim.

* Uygulamaları ile tüm Anadolu’yu ayağa kaldırdı. Sağcısı, solcusu, şehirlisi köylüsü hep birlikte bu uygulamaların karşısına dikildi. Karadeniz’de ki Akdeniz’dekiyle, Ege’deki Güneydoğu Anadolu’dakiyle tanıştı. Bir araya gelerek platformlar, gruplar oluşturdular. Şimdi, Bakan’ın sayesinde Bakan’a karşı mücadele birliği içindeler.

* Bakan her televizyona çıktığında çevreciler biraz daha güçleniyor. Bakan Eroğlu, ne zaman televizyona çıksa ertesi gün ofislerimize telefon yağıyor. “Bu mudur Çevre ve Orman Bakanı. O zaman biz de çevreciyiz sizinleyiz”. Bakan’dan ricamızdır. Lütfen daha fazla televizyona çıkınız. Sayenizde bir siyasi parti büyüklüğüne ulaşıp seçim kazanabiliriz. Sizi ekranda görmek yalnız bizi değil, kurdu kuşu cümle mahlukatı da eminim ki mutlu ediyor ve umutlandırıyordur.

* Doğru yolda olduğumuzu Bakan’ın demeçlerinden anlıyoruz. Biz de Allah kuluyuz. Bazen yanlışlar yapabiliyoruz. Lakin içindeyken her zaman göremiyoruz yaptığımız yanlışları. İşte tam bu zamanlarda Çevre Bakanımız imdadımıza yetişiyor. O ne söylerse tersi doğru olduğundan kendimizi buna göre test ediyor, ayar veriyoruz. Şükür bu güne kadar hiç yanıltmadı bizi.

* Bakanı görünce siyasetin ne kadar gereksiz ve kirli ve uzak durulması gereken bir iş olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Bir Çevre ve Orman Bakanı düşünün ki, doğanın haklarını savunacağına hidroelektrik santrali (HES), baraj, maden şirketlerinin haklarını savunuyor. Bunu İspanyol bir gazeteci arkadaşıma anlattım anlamadı. Bakan’ın katıldığı bir programı izlettim, ülkemizi terk etme kararı aldı.

* Çevre Bakanı’nın doğa koruma hareketine en büyük faydalarından birisi de sağladığı motivasyondur. Hatta diyebilirim ki bu en önemlisidir. Ne zaman bir açıklama yapsa, televizyona çıksa motivasyonumuz tavan yapıyor. Kendi adıma, “Doğayı yok edenlerin en tepesinde Bakan yer aldığına göre doğayı yok edenlerle başa çıkmamız hiç de zor değil” diye düşünüyorum. Zira, ofisimize gelen çocukların doğa bilgisi ve ikna ediciliği bakandan daha yüksek.

24 Ocak’ta Ankara’dayız

Hükümet, tüm yurtta büyük tepki gören Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu’yla yapamadığını, alelacele meclisten geçirdiği Yenilenebilir Enerji Kaynakları Kanunu’nda küçük bir değişiklikle yaptı. Böylece, koruma statüsü sayesinde HES’lerden bugüne kadar korunmuş tüm alanların koruma kalkanı ortadan kaldırılmış oldu.
Ve zannediliyor ki bizler de bunu yuttuk.

Anadolu’nun bu yıkım planlarına sessiz kalacağını zannediyorlar. Çok yanılıyorlar. Bu toprakl ardaki yaşamı tırnaklarıyla kazıyarak var eden halk elbet bu haksızlığa uygun bir cevap verecektir. Bunun ilk ayağı 24 Ocak’ta Meclis önünde olacak. Doğasına, tarihine ve kültürüne sahip çıkanları 24 Ocak Pazartesi günü saat 11:00’da Meclis’in önüne bekliyoruz.

Yazının devamı...

Hayatta kalmanın 7 yolu

'ÇEVRECİNİN DANİSKASI'NDAN MEKTUP VAR

Yücel Sönmez
Doğa Derneği Kurumsal İletişim Koordinatörü
yucel.sonmez@dogadernegi.org


Hastalık ya da hastalık korkusu insanları her geçen biraz daha fazla tedirgin eder oldu.

En çok sağlık haberlerı okunuyor. Bayılıyoruz mucize bitkilere, mucize tedavilere. “Kanserden korunmanın 10 yolu”, “Ömrü uzatmanın altın kuralları”, “Sağlıklı hayata 7 adım” dendi mi akan sular duruyor. Kesiyor buzdolaplarına asıyor, arkadaşlarımıza mailliyor, yeni yıl kararı olarak her pazartesi uygulamaya çalışıyoruz.

Çünkü biz hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşayan tek canlıyız.

O yüzden kim ki bize yaşamımızla ilgili elinde bir hıyar olduğunu söylese ona doğru sırtımızda bir çuval tuzla koşuyoruz.

Ben bugun başka şeyler söyleyeceğim. Doğa konusunda çalışan birine ne kadar inanırsınız bilmem ama ben gene de söyleyeyim.

Ahanda size “Hayatta Kalmanın 7 Yolu”

1- Kıyafetlerinizi ütülemeyi biran önce bırakın. Ütü bir enerji canavarıdır. Diğer ev aletlerinin tümü kadar elektrik tüketir. Ne gerek var? Enerji kaybı, vakit kaybı, bel ağrısı.. Üstelik yarım saat bile sürmüyor o ütülerin ömrü. Buruşmayan gömlekler var artık. Veya ütüsü bozulmayan pantolonlar. Çok şartsa onlardan alın. Ütütü her çalıştırdığınızda 3 koca çam ağacını devirdiğinizi bilin.

2- Sonra gereksiz yere ne kadar elektrik harcadığınıza biri birbiri bakın. Bir kat için asansöre binmeler, termosifonu 24 saat açık tutmalar, çayı termosa koymak yerine ketılı 2 saat açık tutmalar, bilgisayarı kapatmadan yatmalar..

Yaşamsal temel ihtiyaçlarımız dışında enerji tüketmeyin.

Şunu bilin ki her tüketim doğadan bir şeylerin (3 çam ağacı, 20 sincap, 10 kilo yosun, 10 metrekare eğreltiotu) yok edilmesi anlamına geliyor. Bilin ki onlar yok olursa siz de yok olursunuz.

3- Tüketmek yerine üretmeye çalışın. Mesela kendi domatesinizi (şimdilik saksıda da olsa) yetiştirin. Üretmenin zorluklarını görün ama aynı zamanda keyfini çıkarın.

4- Çevreci de olsa araba hayali kurmaktan vazgeçin. Her tükettiğimizle ömrümüzü de tükettiğimizi unutmayın.

5- Rekabet etmeyin, hırslarınızdan kurtulun. Çünkü kazananı yok. Okulda rekabet, işte rekabet, sporda rekabet. Nereye kadar? Niye hep birileri sizi yarıştırıyor? Derdiniz ne?

Hiç mezar taşında “Rahmetli, dünyanın en hırslı, en rekabetçi kişisiydi” yazısını gördünüz mü? Keyfinize bakın.

Stresten, sinirden ve daha ömrü kısaltan cümle yarış psikolojisinden kurtulun. Yoksa bu hırs ve rekabet, ne dağ ne orman ne de deniz bırakacak. Rekabet ve hırsın doğayı nasıl yok ettiğini de bir zahmet kendi hayatınıza bakarak kendiniz bulun.

6- Şirketlerin ve yöneticilerin nerde ne konuda olursa olsun size söylediklerine hep şüpheyle bakın. Çevreci bankayım der doğayı yok eder, sanatı destekleyen kurumum der sanatın köklerini kurutur, Çevre Bakanlığıyım der HES ve baraj yapar, ormanları satar. Hayatta kalmak için ince eleyip sık dokuyun, yeri geldiğinde de hesap sorun.

7- Hiçbir canlıyı birbirinden ayırt etmeyin. Hepsini sevmeyebilirsiniz. Ama unutmayın ki tüm o canlılar hayatta olduğu için siz de hayattasınız. Bu da doğal olarak sorumluluk ister. Çocuğunuzu, eşinizi, dostunuzu nasıl önemseyip koruyorsanız kuşları, balıkları, ormanları, suyu da öyle önemseyin ve koruyun. Mesela balıkları üreme boyuna gelmeden yemeyin. Sarıkanat, çinekop almayın. Bugün hayattaysanız onların sayesindedir. Hayatta kalmak istiyorsanız hayatta kalmalarını sağlamalısınız. Bu dünya sadece sizin değil.

Yazının devamı...

Algı burkulması tedavisi

İki günden beri 15 metrekarede, kişi başına ayda 31 liranın düştüğü, (bu günde 1 lira demek!!) iki anneli, (biri şu an yazık ki elektrik çarpması sonucu bitkisel hayatta) 9 çocuklu, garsonluk yaparak ayda 500 lira kazanan (150 lirasının 15 metrekarelik bir eve kira veren) bir babalı toplam 12 kişilik aileyi düşünüyorum.

Yüzde yüz mutsuz olmaları beklenirken..

Hayır!

Kaza öncesine ve annelerden biri bitkisel hayata girene kadar mutluymuşlar!

Ne toplumun (ve kanunların) dayattığı tek eşli olacaksın “ahlak”ı ve zorunluluğu onları bağlamış ne de kişi başına günde 1 liralık gelir…

Çok eşliler, çok kalabalıklar, çok fakirler..

Ve mutlular!

“Başka bir gezegenin insanları gibi” dedi bir arkadaşım.

“B612’dan olabilir mi?” dedim, güldü. (bkz: İnsanlar ikiye ayrılır. Küçük Prens’i okumuş olanlar ve okumamış olanlar)



Başta kendime olmak üzere bir şeylerden şikayet edenlere bu Avatar insanlarını anlatıp duruyorum.

Bundan on üç yıl önce de depresyonda olanlar için “SKK Okmeydanı Hastanesi turistik terapi turları” düzenlemeyi önermiştim.

2011’de durum nedir bilmiyorum ama 1997 ile 2000 yılları arasında SSK Okmeydanı Hastanesi çok ama çok şahane bir yerdi.

Hayatımın üç yılı orada geçti. Muhteşem 3 yıl.

Annem kanserdi ve ameliyattan sonra kemoterapi verdiler.

Bilen bilir kemoterapi ilaçları manyak pahalıdır. Durumumuz yok, olsa bile on seferlik değil. Ne yapacağız? SSK sağ olsun.

Cahillik denilen şeyin ne olduğunu orada anlamıştım. Bir dünyaya girmiştim ki her şeyinin, her tarafının cahiliyim.

O güne kadar hiçbir şey öğrenmemişim meğer. Burada başka “bilgiler”, başka “kurallar” geçerliydi.

Mücadeleye saat kaçta başlamak lazımdır, hastaneye hangi kapısından nasıl girmek gerekir, kalabalık denilen o canavarla nasıl yaşanır, 1345 kişilik fenalıklar geçirmeden nasıl beklenir, önündeki ve arkandaki ile konuşup nasıl rahatlarsın ve hangi bilgileri toplaman gerekir, kapısının önünde 198 hastanın beklediği doktora kaç beygir gücünde omuz darbeleriyle ulaşılır, kimi nasıl “görmek” lazımdır, hangi hediye geçerlidir, hangisi değildir, imzalar nasıl fazladan 5 kilometre yapmadan toplanır, hangi bloktan başlayan ve arada kantinden bir çay kapmaya fırsat veren rota en akıllıcasıdır, öğlen tatilinde hangi kovukta bekleyip kime kahve ısmarlanırsa daha çok bilgi ve yol alınır, azarlandığın zaman azarlayanı hangi pozisyonda düşünmek (WC’de ıkınırken mı çubuklu pijamaları içinde TV önünde horlarken mi?) en sakinleştirici yaklaşımdır, verilen ilacın tarihi geçmişse bunu sinir krizi geçirmeden nasıl telafi edersin, tomografi çektir diye adresi verilen anlaşmalı laboratuarın 3 saatlik aramadan sonra çoktan kapanmış olduğunu öğrenirsen cinneti nasıl en az şiddette geçirirsin, 3 günlük maratondan sonra elinde ilaçlarla annenin evine geldiğinde sanki 5 dakikada almışsın gibi yüzüne nasıl gülücük koyarsın…

Ah işte bütün bunlar bana okullarda öğretilmeyen şeylerdi.

(bkz: okullar ne b*ka yarar?) Hastanede saatlerce beklediğim sıralardaki insanlar ise bunların uzmanıydı.

Bana bunları öğreten o gecekondu insanlarına çok şey borçluyum.



İşte o günlerde, kafası bir şeye bozulan herkesi SSK Okmeydanı Hastanesi’ne götüresim geliyordu. Bilhassa da üzerinde altın harflerle “Nükleer Tıp” yazan o muhteşem binaya. Herkesin kanser olduğu (ve çoğunun kurtulamayacağını bildiğin) bir ortam beyne çok tuhaf açılımlar yaptırabiliyor. Bir sedye üzerinde bırakılmış, kolunda ilacı, ölmek üzere olan bir amca mesela…

Ne diyorduk? Algı burkulması mı? Demediysem de diyorum işte şimdi. İhtiyacımız olan bu. Algı burkulması.



Diyeceğim..

İşte eyle.. Anlayan anladı. Anlamayan anlayana sorsun.

Yazının devamı...

15 metrekare 500 lira, 9 çocuk ve mutluluk!

Haberi okumuşsunuzudur. Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde 5 çocuklu 28 yaşında Sonya isimli bir kadıncağız yüksek gerilime kapılmış, 7 aydır bitkisel hayattaymış. Ama esas hikaye bu değil.

Bu kadıncağız, 10 yıl evvel kocası aşık oldu diye 15 yaşında bir kızı (yani kendi kumasını) kaçırmasına yardım etmiş. ( Kendisi de 18 yaşında o sırada) Mülkiye isimli bu kızcağızın nikah için yaşı tutunca da resmi nikahı onunla kıymasını istemiş. (Demek ki kendisiyle nikah kıyılmamış) Nikah esna sında Sonya da gelinlik giymiş, hep beraber düğün yapmışlar, foto çektirmişler falan filan.

O gündür bugündür de eski ve yeni gelin sırayla doğurup çocukların sayısını 9 yapmışlar.

Elektriğe iki kadın birden kapılmış. Zira temizlik yapmak için ikisi birden çıkmış dama. Ama yeni gelin, ayağında terlik olduğu için hafif atlatmış, öbürü yazık ki bitkisel hayata girmiş.

Yeni gelin, eski gelin için göz yaşı döküyormuş.



Bakın zerre ahlakçılık, kanunculuk, doğum kontrolcülük yapmayacağım. İki kadın olur muymuş, kuma kumayı sever miymiş, 9 çocuk olur muymuş, resmi nikahsız evlilik ne demekmiş demeyeceğim.

Olabilir. Olmasa daha iyidir falan da demeyeceğim. Bu topraklarda tek eşlilik son 100 yıldır “doğru olarak” kabul ediliyor. Çocuk da evet çok doğuruluyor. Olmasa daha iyi tabii ama bu böyle.

Benim aklımın almadığı şu paragraf:

“Biz çok mutlu bir aileydik. Herkes bizim bu uyumumuza ve mutluluğumuza gıptayla bakardı. Her ikisi de beni seviyordu. Şimdi Mülkiye, “keşke ben Sonya’nın yerinde olmasıydım” diyerek gözyaşı döküyor. İki günde bir Sonya’yı hastanede ziyaret ediyor. Eşim iyileşsin başka bir şey istemem. Mülkiye’den 4, Sonya’dan 5 olmak üzere 9 çocuğum var. Hepsine Mülkiye bakıyor.”

Peki Mülkiye ne demiş?

“Biz kumamla kardeş gibiydik. Ona abla derdim. Cahildim. Kuma olmayı kabul ettim. Ama abla kardeş gibi geçinirdim. Ona çok saygı duyuyorum. Bunu Allah başımıza getirdi. 9 çocuğumuz var. Elimden geldiğince bakıyorum. Onun çocuklarını kendi çocuklarımdan üstün tutarım. Bir an önce Sonya’nın aramıza dönmesi için dua ediyoruz. Önceki hayatımız çok güzeldi. Maddi açıdan yine rahat değildik, ama böyle de değildik”



Şimdi gelir durumlarına bakalım:

500 lira garsonluk maaşı.

150 lira kira.

Kaldı 350 lira.

Yaşanan yer : 15 metrekarelik bir oda.

Toplam nüfus: 11.

Ve

Mutlular!

Daha doğrusu öyle imişler. Talihsiz kaza her şeyi bozmuş.



Öğleden beri bunu düşünüyorum.

Yahu nasıl olur?

350 lira ile 11 kişi, 15 metrekare evde nasıl ama nasıl mutlu olabilir?

Mesele kuma, nikah vs değil.

Kişi başına 31 lira düşüyor!

Koca bir ay için 31 lira!

Nefes almak için bile 31 lira yetmez!

Yeri geliyor bir hamburgere 20 lira veriyoruz.

Nasıl geçindikleri muamma iken bir de kişi başına 31 lirayla mutlu olmaları akıl alır gibi değil.

Allahım dedim.

Nerede hata yapıyoruz?

Bu gerçekse.

Bu olabiliyorsa..

Hakikaten büyük ama büyük bir hata sarmalındayız demektir.

Düşünüp bulacağım, nerede hata yaptığımızı..

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.