Algı burkulması tedavisi
.
İki günden beri 15 metrekarede, kişi başına ayda 31 liranın düştüğü, (bu günde 1 lira demek!!) iki anneli, (biri şu an yazık ki elektrik çarpması sonucu bitkisel hayatta) 9 çocuklu, garsonluk yaparak ayda 500 lira kazanan (150 lirasının 15 metrekarelik bir eve kira veren) bir babalı toplam 12 kişilik aileyi düşünüyorum.
Yüzde yüz mutsuz olmaları beklenirken..
Hayır!
Kaza öncesine ve annelerden biri bitkisel hayata girene kadar mutluymuşlar!
Ne toplumun (ve kanunların) dayattığı tek eşli olacaksın “ahlak”ı ve zorunluluğu onları bağlamış ne de kişi başına günde 1 liralık gelir…
Çok eşliler, çok kalabalıklar, çok fakirler..
Ve mutlular!
“Başka bir gezegenin insanları gibi” dedi bir arkadaşım.
“B612’dan olabilir mi?” dedim, güldü. (bkz: İnsanlar ikiye ayrılır. Küçük Prens’i okumuş olanlar ve okumamış olanlar)
Başta kendime olmak üzere bir şeylerden şikayet edenlere bu Avatar insanlarını anlatıp duruyorum.
Bundan on üç yıl önce de depresyonda olanlar için “SKK Okmeydanı Hastanesi turistik terapi turları” düzenlemeyi önermiştim.
2011’de durum nedir bilmiyorum ama 1997 ile 2000 yılları arasında SSK Okmeydanı Hastanesi çok ama çok şahane bir yerdi.
Hayatımın üç yılı orada geçti. Muhteşem 3 yıl.
Annem kanserdi ve ameliyattan sonra kemoterapi verdiler.
Bilen bilir kemoterapi ilaçları manyak pahalıdır. Durumumuz yok, olsa bile on seferlik değil. Ne yapacağız? SSK sağ olsun.
Cahillik denilen şeyin ne olduğunu orada anlamıştım. Bir dünyaya girmiştim ki her şeyinin, her tarafının cahiliyim.
O güne kadar hiçbir şey öğrenmemişim meğer. Burada başka “bilgiler”, başka “kurallar” geçerliydi.
Mücadeleye saat kaçta başlamak lazımdır, hastaneye hangi kapısından nasıl girmek gerekir, kalabalık denilen o canavarla nasıl yaşanır, 1345 kişilik fenalıklar geçirmeden nasıl beklenir, önündeki ve arkandaki ile konuşup nasıl rahatlarsın ve hangi bilgileri toplaman gerekir, kapısının önünde 198 hastanın beklediği doktora kaç beygir gücünde omuz darbeleriyle ulaşılır, kimi nasıl “görmek” lazımdır, hangi hediye geçerlidir, hangisi değildir, imzalar nasıl fazladan 5 kilometre yapmadan toplanır, hangi bloktan başlayan ve arada kantinden bir çay kapmaya fırsat veren rota en akıllıcasıdır, öğlen tatilinde hangi kovukta bekleyip kime kahve ısmarlanırsa daha çok bilgi ve yol alınır, azarlandığın zaman azarlayanı hangi pozisyonda düşünmek (WC’de ıkınırken mı çubuklu pijamaları içinde TV önünde horlarken mi?) en sakinleştirici yaklaşımdır, verilen ilacın tarihi geçmişse bunu sinir krizi geçirmeden nasıl telafi edersin, tomografi çektir diye adresi verilen anlaşmalı laboratuarın 3 saatlik aramadan sonra çoktan kapanmış olduğunu öğrenirsen cinneti nasıl en az şiddette geçirirsin, 3 günlük maratondan sonra elinde ilaçlarla annenin evine geldiğinde sanki 5 dakikada almışsın gibi yüzüne nasıl gülücük koyarsın…
Ah işte bütün bunlar bana okullarda öğretilmeyen şeylerdi.
(bkz: okullar ne b*ka yarar?) Hastanede saatlerce beklediğim sıralardaki insanlar ise bunların uzmanıydı.
Bana bunları öğreten o gecekondu insanlarına çok şey borçluyum.
İşte o günlerde, kafası bir şeye bozulan herkesi SSK Okmeydanı Hastanesi’ne götüresim geliyordu. Bilhassa da üzerinde altın harflerle “Nükleer Tıp” yazan o muhteşem binaya. Herkesin kanser olduğu (ve çoğunun kurtulamayacağını bildiğin) bir ortam beyne çok tuhaf açılımlar yaptırabiliyor. Bir sedye üzerinde bırakılmış, kolunda ilacı, ölmek üzere olan bir amca mesela…
Ne diyorduk? Algı burkulması mı? Demediysem de diyorum işte şimdi. İhtiyacımız olan bu. Algı burkulması.
Diyeceğim..
İşte eyle.. Anlayan anladı. Anlamayan anlayana sorsun.