Şampiy10
Magazin
Gündem

Kürt kadını lobiciliği öğreniyor!

3 gündür Van’daydım.

TACSO Sivil Toplum Kuruluşları için Teknik Destek Projesi çerçevesinde bölgede faaliyet gösteren kadın örgütleri yöneticilerine, üyelerine ve çalışanlarına verilen “Savunuculuk” eğitimini izledim. İzlemekle kalmadım, bir medyacı olarak Radikal’den Pınar Öğünç’le beraber medyacıları nasıl tavlayabilirsiniz konulu bir konuşma bile yaptım.

Savunuculuk yeni duyduğum bir kelime. Şimdi burada “ben her şeyi zaten önceden de bilirdim” gazeteci/köşeci kibri yapmayayım. Bir STK üyesi olduğum halde bu kelimeyi bilmediğimi itiraf edeyim.

İnsana başta uzak doğu sporlarını hatırlatıyor ama değil.

Peki ne demek o zaman “Savunuculuk”?

Şuymuş: Sivil toplum örgütlerinin ortak bir çıkar için herhangi bir kamu politikasını etkileme girişimi... Yani bugüne kadar kampanya, lobicilik vs diyorduk, bundan sonra onun genel adı savunuculuk.

(Daha iyi bir kelime olabilir miydi diye düşünmüyor değilim fakat henüz bulamadım. “Yenilenebilir” ve sürdürülebilir kelimelerine de alternatif bakıyorum hala. Var mı öneriniz diyeceğim ama benden başka dertli yok sanırım.)



Katılımcıların hepsi kadındı. Hepsi bölge insanı. Hepsi ya kendi hayatlarında yaşadıkları ya da etraflarındaki kadınların maruz kaldıkları mağduriyetler nedeniyle dernek kurmuş veya bir derneğe katılmış.

Kimi el sanatı eğitimi vererek kadına istihdam yaratıyor, kimi sağlık eğitimi veriyor, kimi kızların küçük yaşta evlendirilmelerini engellemek için kapı kapı dolaşıyor, kimi sığınma evi yönetiyor, kimi töre cinayetlerini durdurmaya çalışıyor, kimi çocukları okutmaya çalışıyor, burs arıyor, kimi bölge kadınları üzerinde sosyolojik araştırma lar yapıyor..

Kiminin başı açık kiminin örtülü.

Kimi kamuya bağlı bir STK’da kimi bağımsız.

Kimini n işi var kiminin yok.

Kimisi evli kimisi boşanmış . Boşanabilmiş.

On ayrı şehirden yirmi beş cevval kadın.. Ezici çoğunluk Kürt. İki dili de ustalıkla kullanabilen, tuttuklarını koparabilen kadınlar.

Üç gün boyunca her birini büyük bir ilgiyle izledim.

Van’ın en güzel oteli Tamara Otel’in en üst katında, onlar lobiciliği öğrenirken ben de onları öğrenmeye çalıştım.

Oturuşlarını, kalkışlarını izledim. Birbirlerini dinleyişlerine, birbirlerine onay verip itiraz edişlerine dikkat ettim. Söz konusu savunuculuk çalışmasında verilen rolleri nasıl bir katılımcı ruhu ve özgüvenle oynadıklarını izledim. Tek bir fırsatta bile sistemi eleştirmekten kaçınmayışlarına hayran kaldım. Kibirli ve umursamaz “batı” insanına olan sitemlerinin derinliğini hissettim. Kendileriyle olsun, başkalarıyla olsun herkesle şakır şakır dalga geçtiklerinde kahkahalarla güldüm.

3 gün boyunca şunu düşündüm.

Doğu kadını, bilinçlendiği zaman çok ama çok güçlü oluyor.

Bilinçli batı kadınından farklı bir hal onlarınki.

O ufacık esmer kadınlar dağ oluyor, deniz oluyor, fırtına oluyor. Tek bir yerde bile duraksamadan, yani’lemeden, gayet zengin bir kelime hazinesiyle dertlerini takır takır, insanın gözünün en derinine bakarak , başları dik ama kibirlenmeden, ezmeden anlatabiliyorlar.

Çekinceleri yok, utanmaları yok, öyle dersem böyle mi olur hesapları yok.

İzin verilse doğunun bütün sorunlarını sırtlanacak ve uzaya atabileceklermiş gibi görünüyorlar.

Öyle bir seferde hem de. Taksit taksit değil.

İnsanı etkileyen hatta ürperten bir kararlılıkları var.

O zaman diyorsun nasıl oluyor da bu cevval kadınların hemşerileri Zelal’ler, Güldünya’lar takır takır öldürülüyor? Kim nasıl bu kadınları ufacıkken başlık parasına (ortalama 8 bin lira imiş bu arada) satabiliyor?

Kim nasıl bu kadınları ezip geçebiliyor? “Erkekler kim olacak” deyip geçmek acaba hata mı?

Zaman Gazetesi yazarı Bejan Matur’un geçen günkü yazısı bu anlamda önemliydi:

“Töre cinayetlerinin işlenmesinde kadınların rolü görmezden geliniyor. Halbuki yaşanan örneklerden çıkarılan çarpıcı veriler var; belli bir yaşı aşmış, cinsel kimliğinden arınmış yaşlı kadınlar töreyi, ailedeki genç kadınlar üzerinde bir tür otorite kurmanın aracı gibi görüyorlar. Bu saiklerle töre kararlarına onay veriyorlar. Anaerkil motifleri hâlâ çok güçlü olan Doğulu toplumlarda kadının otoritesini ölümden değil, yaşamdan yana kullanabilmesi herhalde çok şeyi değiştirirdi. Kadınların, kadınların hayat hakkını savunduğu bir toplum inşa etmeliyiz..”

Tam da öyle..

Yazının devamı...

Cami yapmayı neden bilmiyoruz?

Mardin Milletvekili yılbaşı süslemelerini görüp esnafa sitem etmişti: “Özümüzü kaybetmeyelim.”

Ben de sormuştum nedir o kaybetmemeye çalıştığımız “öz” diye..

O kırmızı kıyafetli Amerikalı tombul tüccar Noel Baba figürü tamam özümüz olmasın, ben de sevmiyorum peki ama ne kaldı geriye? Ne bıraktık ki koruyalım? Her tarafımız gecekondu mimarisiyle kaplandı gitti. Güzel bir cami yapmayı bile beceremiyoruz...

Demiştim, Leyla İpekçi’nin yazısından da alıntı yaparak.

Okurum Prof. Aygen Toruner, taaa Kanada’lardan zahmet edip mektup atmış. Cami mimarisiyle ilgili nalınına da mıhına da çakan bir mektup. Buyrun beraber okuyalım.



Çok Sayın Tönbekici

Ben emekli akademisyen bir mimarım. Türkiye’nin her yerinde pıtrak gibi inşa edilen zevksiz camilerin çevre kirliliği dayanılmaz boyutlarda.

Bunun çeşitli nedenleri var.

Birincisi cami tasarımının mimarlık okullarında tabu olmasıdır.

Öğrenciler asla bu sorunla karşı karşıya getirilmezler.

Çağdaş cami tasarımları üzerinde çalışmaları teşvik edilmez. Sorumluları öğretim üyeleridir. cami tasarımına yönlendirenler laiklik karşıtlığıyla, devrim düşmanlığıyla suçlanmaktan korkarlar.

Hem bir mimar yaşamı boyunca kaç cami ya da mescit projesi yapacaktır ki? Ona dandik apartman, okul, iş merkezi ve AVM projeleri yaptırmalı ki ileride para kazansın. Bu arada hocaların de dini yapı projelerini yönetecek deneyim ve bilgileri de yoktur. neden toplumun kültürüyle ilgili.
Her yıl araba, cep telefonu, bilgisayar değiştiren Türk vatandaşları için cami Sultanahmet ya da Süleymaniye’dir.

Toplumumuz Osmanlı genlerinden kurtulmuş değildir.

Cami inşaatları masraflıdır. Her mahallede bir tane olacak diyen cemaatin topladığı paralarla kalkışılır bu inşaatlara. Bir vatandaş da arsa bağışlar. an İstanbul’da son derece estetik, çağdaş mimarinin en atılımcı tasarımlarını yapabilecek en az 100 mimar vardır ama kimse onların kapısını çalmaz. Amelelikten ustalığa terfi etmiş, camiyle tek ilgisi beş vakit namaz olan, orandan estetikten haberi olmayan, eski örnekleri bile kopya edemeyen kalfaya giderler. biraz aklı erenler bir teknik ressama çizdirir, teknik ressamın tanıdığı imzacı bir mimarla mühendis de üç beş kuruş için gözü kapalı imzalar. Mühendis hiç olmazsa kubbe ve minarelerin hesabını yapar. Proje belediye imar müdürlüğüne gider ve otomatik olarak onaylanır.

Hiçbir belediyenin imar müdürlüğü cami projesini geri çevirmez. Zındıklıkla veya gavurlukla itham edilmeyi göze almaz.

Onun içindir ki 2010 yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Anadolu yakasına ikinci bir Sultanahmet yapacağız diyebilir. Onun için cami mimarisinin doruk noktası Sultanahmet’tir çünkü.

Ankara Kocatepe’de yap ılacak büyük camii için açılan mimari yarışmayı rahmetli mimar Vedat Dolakay kazanmıştı.

Doğru Yol Partisi projeyi sakil bulduğu için uygulatmadı. Sultanahmedimtrak, Süleymaniyemsi bir proje yapıldı yerine. Vedat Dolakay aldı projesini Pakistan’daki cami yarışmasına sundu. Birinci oldu ve cami yapıldı.

Bugün Türkiye’de geçmişle geleceği bağdaştıran cami mimarisinde bir devrim yaratan tek cami Ankara’daki TBMM Camii’dir. Baba oğul Behruz ve Can Çinici bu atılımcı eseri Ağa Han mimarlık ödülünü kazanmıştır.

AKP hükümetinin “tarihsel iz” olarak yaptırmak isteyeceği hiçbir cami 17. asırdan öte olabileceğini hayal etmeyin.
Saygılar

Aygen Toruner



Aklıma Üsküdar’daki Şakirin Camii geldi. Modern dedilerdi de ben nedense hiç öyle hissetmemiştim. Evrim başka şey devrim başka şey. Hoca haklı.

Geçen gün Yıldıray’a da sordum aynı soruyu: Hayatında ibadetin yeri hayli büyük bir toplumuz. Nüfusun ezici çoğunluğu günde en az bir kez namaza gidiyor. Bazen camiye bazen mescide. Ve öncesinde abdest alıyor.

Sorarım: Adam gibi bir abdest alma sistemi geliştirdik mi bugüne kadar? Zekice bir icat, bir kolaylık geldi mi abdesthaneler için? El kol yıkamanın başka yolu var mı demeyin. Eğilip kalkmadan, başka yerleri ıslatmadan abdest almanın bir yolu olmalıydı bu güne kadar. Kafa patlatan oldu mu?

Daha 10 yıl öncesine kadar alafranga tuvalette taharet borusu dışarıdan gelirdi hatırlarsanız. Yeşillenen bakır spiral bir boru yamuk yumuk klozet kapağının altından tutturulurdu.. Çirkindi. Kendinden taharet borulu klozeti pek sayın seramikçilerimiz icat edeli sadece 10 yıl oldu. Günde bilmem kaç kere yaptığımız bir şey ama olabilecek en çirkin tesisatla!

Taharetlenmeye bizim kadar meraklı Japonların icat ettiği klozetleri görseniz demek istediğimi anlarsınız. Kuaför salonu gibi! Ilık sularla yıkıyor, sıcak havalarla kurutuyor. Bir masaj yapmadığı kalıyor. Üstelik 30 yıl önceden beri var o klozetler. Belki daha bile eski, ben o kadar zaman önce görmüştüm.

Ne ilgisi var demeyin. Taharet de dini bir icabettir aslında. Ama bu en önemli ihtiyacımızı şık bir hale getirmeyi ancak son yıllarda becerebildik. O da yeterince değil bana sorarsanız.

Abdest ve camilere sıra gelmedi daha..

Özümüzü korumak değil bu özümüze işkence etmeye devam..

Yazının devamı...

Özümüzü tehdit eden tombul sevimsiz karikatür

Gazetemiz yazarı Mustafa Mutlu, evvelki günkü yazısında, ana okulunda okuyan beş yaşında bir çocuğun, arkadaşlarına üzerinde “Mary Christmas” veya “Happy New Year” yazan Noel Baba’lı kartlar dağıttığı için okul yönetiminden “Hıristiyanlık propagandası yaptığı gerekçesiyle” uyarı aldığını yazdı.

Mustafa Mutlu olayı, “adı hoşgörüsüzlük olan büyük bir sorun” olarak değerlendiriyor. Ve bu hoşgörüsüzlüğün “her geçen gün şiddetini biraz daha artırarak yaşam tarzımıza müdahaleye dönüştüğünü” söylüyor.



Mardinli AKP milletvekili ise yılbaşı süslemesi yapan esnafa bakarak “modernleşme adına özümüzü kaybediyoruz” diyor.



İfratla ve tefrit arasında olmak herhalde böyle bir şey olmalı.

Milletvekili “öz” derdinde, Mustafa Mutlu “yaşam tarzı” derdinde, okul müdürü veli kızdırmamak derdinde!

Esnafın beş kuruşluk daha mal satayım diye astığı iki metre pirinç lamba, üç parlak top, bir kırmızı beyaz kıyafetli tombul adam tasviri “özümüzü tehdit eden” “yaşam tarzımız” oldu öyle mi?



Dindar bir insan olmadığımı bilirsiniz. İnsanları iyi yapanın din değil vicdanları olduğunu düşünüyorum. Dine inancım yoktur.

Öte yandan dini severim. Din olmasa o muhteşem tapınaklar, havralar, kiliseler, camiler olmayacaktı. Binbir hikaye olmayacaktı. Aya Nikola’nın hikayesi de zavallı Yusuf’un hikayesi de etkiler beni. İnsan vücutlu, fil kafalı Hindu tanrısı Ganeşa’yı da severim. Benim top ten’im farklı.

Yaşam tarzı konusuna gelirsek.

Demre’deki yetim çocukların Aya Nikola’sı veya Kayseri’deki fakir çocukları Aya Vasil’i “yaşam tarzım” olabilir ama Amerikan alışveriş çılgınlığına destek versin diye Coca Cola’ya “satılmış” ve söz konusu markanın renklerine uysun diye kırmızı beyaz giysilere sokulmuş “o” tombul Noel Baba benim yaşam stilim değil.

Din adına değil ama sanat adına da kapitalizm adına o figürden tiksindiğimi de rahat rahat söyleyeyim yeri gelmişken.

Çocuğuma Noel babalı bir kart verdikleri için kıyameti koparmam, müdürlere koşmam ama o zihniyete de girsin istemem.

Öte yandan Mardinli AKP’li milletvekilinin dediği “öz”ün de ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyorum.

En güzel cevabı dünkü Taraf gazetesinde Leyla İpekçi verdi:

“Anadolu’nun onlarca inanç medeniyetini toprağın derinliklerine ittikten sonra ‘kendimiz’ olarak tanımladığımız bir ‘öz’ varsa hâlâ, doksan yıldır hayatın birçok alanında onu göremez olduk çoktandır. Yıkılıp yerine cami yapılacak diye korkanların çağdaş mabedi AKM mimarisi midir ‘öz’ümüz?

Süryanilerden, Ermenilerden, Rumlardan ve hatta Yahudilerden temizlediğimiz bu ‘steril’ topraklarda homojen, tekil, tekçi bir kültür, bir zevk inşa etmeyi denedik durduk. Fakat ironik biçimde, ‘kendi’mize ait dediğimiz gelenekler ve dini değerler ‘öz’ünü yitirmeye başlayalı neredeyse yüz yıl olmuş.

Bizler nedense bugüne dek bunun farkına pek varamamışız. Onlarca zevksiz mabet inşa etmiş, binlerce yanlış onarım çalışması yapmışız. Cumhuriyet zevkinin ürünü diye birbirinin tıpkısı caddeler açmışız her kasabaya. Cumhuriyet meydanları her yerde birörnek. çocuklarımız Noel ağacı süslemeye kalktığında feryadı basıyoruz. Üstelik yılbaşını kutlamak Hıristiyanlığın bile özünde değilken.

Modern ve seküler bir cehalet içinde kendimize zulmettik hep beraber. Bazılarımız çocuklarının kendi değerlerinden uzaklaşıp Hıristiyan değerlerini benimseyeceğinden korkuyor, bazılarımız ise birileri üniversiteye başörtüsüyle girerse diğerlerinin de ‘kapanacağından’ korkuyor.

Eğer buralı Hıristiyanların bayramlarını, dini yaşama biçimlerini inanç medeniyetlerini paylaşıyor olsaydık, kendi dinini hayatının bütünlüğü içinde algılayıp yaşamaya çalışan kendi Müslümanlarımıza da daha önyargısız bakardık.”

Evet nedir “öz” dediğimiz, buyrun tartışalım..

Yazının devamı...

Gözüme asılı fotolar

Gözümün önünden gitmiyor. Sabahın yedisinde bir kadın. Natasa Teodoridu. Atinalıların, sabahın yedilerine kadar dinlemeye doyamadıkları (evet yılbaşı programının sabahın 7’sine kadar tam gaz sürdüğü komik bir ülke burası) güzeller güzeli, barbiler barbisi bir kadın..

Yunanistan’ın en meşhur kadın şarkıcısı. Selanikli imiş. 13 yıllık şarkıcılık kariyerinde 432 bin albüm satmış. Adını adam gibi söylemeyi başarırsanız Yunanlıların “ooo!” dediği bir kadın.

40 yaşında diye tahmin ediyorum. (Evet 1970 doğumluymuş.) Güzelliğini ve çarpıcılığını Makedon genlerine değil, plastik cerrah eski kocasına borçluymuş. Her tarafını yaptırdıktan sonra geçen sene adamı terk etmiş.
Sabahın yedisinde, bizler, kafa bir dünya vaziyette işkembeciye gitmek üzere üşüyerek taksi beklerken, o, müzikholden en barbi haliyle tek başına çıktı, tek başına Smart’ına bindi ve tek başına şafağa karıştı gitti...
Az evvel en az 500, belki bin kişinin çılgınca alkışladığı, sahneden inmesin diye ortalığı inlettiği, kilolarca çiçek attığı, o aşırı yüksek ayakkabıları içinde 3-4 saat ayakta kalmaktan (bir çift Manolo Blahnik de olsalar..) eminim canı fena halde yanan o kadın, mini minnacık arabasına, marketten çıkmışçasına, dünyanın en yalnız, en tek, en bi’başına haliyle binip gidiyor..

Bir şoförcüğü, bir arkadaşçığı, bir köpekçiği bile olmaksızın.

Oyuncakçı dükkânında, paket içindeki bebek gibi.
“Barbie in her Smart”.

Bu tezat tuhaf geliyor bana. Şöhretini, zenginliğini geçtim, kadın yorgun, kadın bitkin, kadının eminim ayakları sızlıyor ve sabahın yedisi..

Önünde duran bizlere korna bile çalmadı. Fark edip kenara çekilmemizi bekledi.


Niye ben bu sahneyi düşünüp duruyorum bilmiyorum. Üç gündür gözümün önünden gitmiyor.

Havaalanında ne yapacağını bilmeyen o yaşlı karıkoca sahnesi gibi..

Üç masalı köy kahvesinde gözü kapalı zeybetiko yapan o Rum çocuğu gibi..

Kalıyor da kalıyor o sahneler. Gözümün içine yapışıyor sanki. Kendi hayatımda bu sahnelerin hiçbir bağı yok oysa ki..

Natasa’nın Smart içindeki halinin de yok. Ama gitmiyor. Durdu kaldı.


Her geçen gün daha çok takılıyorum böyle sahnelere.
Çocukken arada sırada filmler donardı. Necefli maşrapa resmi gelene kadar öyle kalırdı bir sahne. Filmin en önemli anı, düğüm noktası imiş gibi. Gereksiz anlamlar yüklerdim. Boşuna orada takılmış olmamalıydı.

Sabahın yedisine kadar durmadan durmadan durmadan şarkı söyleyen, Atinalıların pek sevdiği Barbi bebek görünümlü şarkıcı Natasa’nın tekliği de boşuna gözümün önünde asılı kalmış olmamalı..

(Necefli maşrapanın altında ne yazardı? “Teknik bir arızadan dolayı yayınımıza ara vermek zorunda kaldık” mı “teknik bir arızadan dolayı yayına ara verilmiştir” mi? Peki özür dilerler miydi? Teknik arızanın özrü olur muydu? Özür dilenmenin bilindiği yıllar mıydı? Yoksa “devlet niye özür dilesin kardeşim?” yılları mıydı?)


Atina’dan İstanbul’a dönerken uçakta, gazetelere bakıyorum. Ayşe Arman’ın köşesinden iç bayıcı mutluluk rüzgârları esiyor. Yine.

“Barbie is celebrating new year in Dubai”
Paketteki bir başka Barbie bebek!
Bu versiyonda ‘Smart’ (ve hüzün) yerine ‘aile’ (ve mutluluk) var.

“İnsan özelini nasıl yazar bu kadar?” diyor yanımdaki kadın yolcu. “Ben yazamazdım” diyor.

“Mutluluk yazmak kolaydır” diyorum. Temiz. Steril. Mikropsuz. Müşterisi bol Amerikan filmi. Esas marifet başına gelen utanç verici felaketleri yazmak diyorum. Yediğin vetoları, döktüğün gözyaşlarını, düştüğün zırva durumları falan..

Kadın beni şaşırtıyor. Coşkuyla onay vereceğini sanırken “Hayır yanılıyorsunuz!” diyor. “Esas ‘mutluluk’ yazmak cesaret işidir. Mutsuzluğunu yazsaydı ‘merhamet limanına’ sığınmış olurdu. Şimdi ise açık denizlerdeki ‘kıskançlık fırtınasına’ atıyor kendini. Yapamazdım dediğim benim bu..”

Yanımdaki kadının yüzüne dikkatle bakıyorum. Sonra ismini soruyorum. “Mutlu” diyor. Kendimle konuşuyormuşum. Gülümsüyor bilmiş bilmiş. Ağzı Candan Erçetin gibi hafifçe sola yamuluyor.. Sol kaşı da yukarı kalkıyor. Ürküyorum. Gülüşü yamuk olanlardan hep ürkmüşümdür.
Sonra sayfayı çeviriyorum. Ve Zeynep’in ölüm ilanını görüyorum.

Zeynep Aşıklar. O da 40 yaşında.. Uzaktan tanırdım. Kansermiş. Hastalığın nerden başladığı bile bilinemeden gitmiş.

Benim doğum günümde o ölmüş.
40. Kanser. 31 Aralık.
40 yaşındaki Natasa’yı, 40 yaşımı bitirdiğim gece izlerken 40 yaşındaki Zeynep bize veda etmiş.. Allah rahmet eylesin.
Zeynep’in cenaze ilanı asılı kalıyor gözümde.


Yazının devamı...

Yeni yılda 3 dileğim

- Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, kendinden beklendiği gibi şirketlerin haklarını değil çevrenin, doğanın ve doğadaki canlıların haklarını savunur.. Bakan, bir nehrin başında uzun uzun suyu ve içindeki canlıları seyrettikten sonra “yahu su hakikaten boşa akmıyormuş! İçinde bir sürü canlı yaşıyormuş! Meğer bu su akmazsa hayat da olmazmış!” şeklinde gazetecilere açıklama yapar..

- Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, evini çiçeklerle süslerken, elektrik prizine sokmaya niyetlendiği çiçek sapını korumasının bütün engelleme gayretine rağmen yerine yerleştirir. Ama çarpılmaz! Koruması merak eder, durumu kontrol eder ve elektriklerin kesik olduğunu görür! Bakan Yıldız o dakika “yaşam” enerjisinin “elektrik” enerjisinden daha önce geldiğini anlar. Nükleer tesislerin yapılacağı yerlere kendini zincirleyerek nükleer enerjiyi protesto ederken, güvenlik güçleri tarafından sürüklenerek gözaltına alınır.

- Başbakan Erdoğan, memleketi Rize’de “HES’lere karşı çıkanlar uzaylı” diye açıklama yapacakken yanlışlıkla tırmığın sapına basar, kafasına çarpan sapın etkisiyle “Çevrecinin daniskası benim! HES, maden, 2B, nükleer ne varsa tez yok edile!” diye açıklama yapar, Hasankeyf’in su altında kalmaması için kendini Hasankeyf’teki camiye bağlar. Orada yaptığı açıklamada “Hasankeyf, insanlığın ve bu ülkenin kökleridir. Bu köklerin yok edildiği bir ülkenin ayakta kalması mümkün değildir!” der.



Yeni yılın ilk sürprizi

Tam da yeni yıla girerken haber geldi.

Loç Vadisi’ndeki hidroelektrik santrali (HES) inşaatı mühürlenmiş.

Neden mi?

Çünkü inşaat kaçakmış.

Loç Vadisi’nde yaşayanlar aylardır dertlerini anlatmaya çalışıyor.

Çevre ve Orman Bakan Veysel Eroğlu ise bu sese kulak vermesi gerekirken, görevi buymuş gibi her fırsatta inşaat şirketlerini savunuyor.

Yani bir anlamda KAÇAĞI savunuyor.

Hâlbuki KAÇAK santrali savunmak yerine elektrik nakil hatlarındaki KAÇAĞI önlemiş olsa doğayı yok eden bu HES inşaatlarına gerek kalmazdı. Sadece enerji nakil hatlarının düzeltilmesi ve kaçakların minimuma indirilmesiyle HES inşaatlarından elde edilecek enerjinin 2 katı enerji elde edilebilirdi.

Ama nedir? Dostlar iş başında görsün.



Yeni yılda bunlara dikkat

- “Koruma”, “kollama”, “sürdürülebilir çevre” gibi kelimeleri cümlelerinde kullananlardan arkanıza bakmadan KAÇIN!

- “Sular boşa akıyor” diyenlerin suratına bir bardak soğuk su ÇARPIN. Belki kendilerine gelirler.

- “Devrim olacak, çevre sorunları bitecek!” diyene her köşe başında kolayca bulabileceğiniz hormonlu gıdalardan VERİN. Belki devrim, hormonla hızlandırılmış bir devrim olur da elimizde son kalan 3-5 canlı ile huzura ereriz.

- “İyi diyorsun da bu söylediklerin ütopya. Hangi devirde yaşıyoruz abi?” diyeni İstanbul trafiğine SOKUN. Evine varmaya çalıştığı o 2 buçuk saatte son 50 yılda “hangi devirde yaşıyoruz efendim? Sanayileşmek, şehirleşmek lazım” diyenlerin yarattığı kaosun hesabını SORUN. Bizden çok daha şehirleşmiş, sanayileşmiş Avrupa ülkeleri niye böyle değil diye kafalarının etini YİYİN. Sonra sırtınızı dönün ve uzaklaşın.

Yazının devamı...

Epiros’un Mor Gülü

Yunanistan’ın kuzey batısı olan Epir (Epiros) bölgesinde bir dağ köyündeyim. Pindos Dağlarının eteklerinde Zagori bölgesinde yayılmış 40-45 Vlah (Türkçesi Ulah) köylerinin birinde. Adını söylemem imkânsız. Yunan isimleri yeterince zor değilmiş gibi Vlah isimleri iyice zor. Zaten sizin de aklınızda kalmayacak, birbirimizi karşılıklı üzmeyelim.

Dünyayla bağım tamamen kopmuş durumda. Telefonumu duvara çarpmak suretiyle kırdım. Bilgisayarım internete giremiyor ve ben an itibarıyla şunu anladım:

Yaşamak bu imiş!

Muhtemelen internete geri dönerim ama cep telefonuna dönmeyebilirim. Gece yarısı, sabahın körü, yemek vakti, yazı zamanı, sevişme zamanı demeden car car öten bir yaratığa dönüşmüştü ve şu 3 gündür ondan boşandığım için inanın pek mutluyum.

Telefondan duvara çarpmadan da kurtulmak mümkündü elbette.

Kapatırsın olur biter. Ama o vakit söz konusu “boşanma” yeterince artizzz-tik olmayacaktı. Ve inanın duvara telefon çarpmanın çok ayrı bir lezzeti varmış. İlk 36 saat insan kendini çok müthiş hissediyor. (Sonra “hıyarsın olum” diyor. Ama o ilk 36 saate değer.. )

Ayrıca çok iyi biliyorum ki o telefon bir süre sonra açılacaktı yine. “Bir iki saniye bakayım, kaparım hemen” demeye gelmez o. Tiryakinin sigarasına dönmesi gibidir hadise. Sigara için bir fırt telefon için bir mesaj yeter. Ameliyattan başka çaresi yoktur. Kesip atacaksın.



Dışarıda çılgın gibi yağmur yağıyor. Bir kahve de içeriz diye üç dört masalı küçük bir köy kahvesine sığındık.

Tepede beyaz floresan. Köşede güldür güldür yanan bir soba. Tezgahın arkasında ispirtoyla çalışan bir kahve ocağı. Bir duvarda Meryem Ana ikonu, bir başka duvarda buraların baharını gösteren bir poster. Meryem Ana ikonu olmasa sanırsın Türkiye’desin. Kahveci de nasıl neşe bir adam çıktı! O kadar coşkulu, o kadar büyük el kol hareketleriyle anlatıyor ki üç beş kelime dışında Yunanca bilmememe rağmen anlattıklarının nerdeyse hepsini anladım. Sanki rahmetli amcalarım, dayılarım konuşuyor: “Gelin beaa, oturun beaa, gitmeyin başka yere, ben sizi memnun ederim yaa..” Bunu mu diyor diye sordum, he bunu diyor dediler. Hele kapı tıklatır gibi masaya vura vura konuşmaya başlayınca, karşımda bir Apostol değil bir Recep var sandım!
Fakat işler sonra değişti. Kahve yerine “tsipuro” geldi.

Nedir tsipuro? Üzümden damıtılarak yapılan sert bir içki. Mini mini bardaklarda geliyor. Bir seferde lüp diye götürüyorsun. Hem bize koyuyor hem çaktırmadan arkada kendi yuvarlıyor. Çipurocuk gelince bu sefer mezeciklerin de gelmesi gerekti tabii. Kahvenin bile olmasının mucize olduğu o salaş kahvede karşımıza nefis zeytinyağlı limonlu haşlanmış pancar yaprakları, etli pırasalar, ciğer kavurmalar, hardallı sosisler, pul biberli lorlar, sarımsaklı yoğurtlar gelmeye başlamasın mı.. Yahu mutfak yok, nerden çıkıyor bunlar diyorum, gülüyor..

Dışarıda yağmur şiddetlendikçe bizim tsipuroların da şiddeti arttı. Derken kahveci (ki artık ondan kahveci diye söz etmem ayıp oluyor aslında) tsipurodan şaraba geçti. Ben de isteyince bir karaf şarabı getirdi önüme koydu. Bana özelmiş!

Sonra içimizden biri “zeybetiko” oynamaya başladı. Ah! O minicik dükkanda, 3 masanın zor bela bıraktığı boşlukta. Böyle kollarını geniş geniş açıp.. Gözlerini sımsıkı kapatıp.. Yüzünde geniş bir gülümsemeyle.. Tek başına.. Ah nasıl güzel salınıyor! Kahveci/tavernacı da tek dizini yere koyup alkış tutmasın mı.. Yolcu “tsakirkefi”, hancı daha da “tsakirkefi”.. Peçeteler döküldü başlardan aşağıya yetmedi tabaklar kırılmaya başladı ki.. Tabak kırma adeti pek güvenli bir şey değil diye yıllar önce bırakılmış Yunanistan’da. Bir filmin karesine girdim sanki! Epiros’un Mor Gülü. Yağmurlu bir dağ köyünde, minicik bir kahvede, zeybetiko oynayan insanlar.. Telefonum yokmuş, kırmışım parçalamışım, günde bin tane tanıtım maili, davet maili alamıyormuşum.. Ne gam.. Hakikaten ne gam..

(Not: Yazı, 3 gün sonra yollandı. Yazarımız yine kayıp..)

Yazının devamı...

Sislerin içinde bir amcayla teyze

Havaalanındayım. Pasaport kontrolünde sırada bekliyorum. Sabahın erken saati. Çok fazla insan yok, mutluyum..

Tam önümde yaşlı bir karı koca. Ne yapacaklarını bilmez halde, endişe ve korkuyla sıralarını bekliyorlar.

Onları izliyorum. Paltoları içinde kuru erik gibi büzüşmüşler. Ufacık kalmışlar. Amca takkesiyle bir olmuş, çıkarsan sanki ölür gider. Kadın, kocasının kolunda, ayırsan sanki o da ölür gider.

Arkamdaki sarı saçlı sevimsiz uzun, öfleyip pufluyor. Yaşlı karı koca, kızın zaten fazlasıyla olan sabah aksiliğini azdırdıkça azdırıyor.

Fakat yaşlı karı koca da o kadar zavallı ki, insan acımakla sinirlenmek arasında gidip geliyor. Yardım etmek istiyorsun ama yardım edebileceğin sınıra bile gelememişler. Ne anlatsan boş. Elinle uçağın kapısına kadar götüreceksin, tek yapabileceğin bu.

Herkes onları izliyor.. Çoğunluk sabırsızlıkla, azınlık merhametle.. Onlar izlendiklerinin bile farkında değiller. O kadar kayıplar.

Adam ne kadar biliyormuş numarası çekiyorsa kadın o kadar şeffaf. Korkusu, zavallılığı olduğu gibi yüzünde. Üstü başı her yeri kapalı ama ruhu çırılçıplak. İnsanın içini acıtan bir duygu müstehcenliği.

Dönüp dönüp arkasına bakıyor. Nereye baktığına bakıyorum. Uğurlayanı yok. Bir yere veya kimseye bakmıyor. Boşluğa bakıyor.

Sonra anladım ki o aslında “ileriye” bakmak istemiyor. Geriye bakmasının nedeni ileriye bakmak istememesi. Çünkü gitmek istemiyor. İleriye bakarsa bu topraklardan ayrılmasını onaylıyor olacak. Yolunu bulmak zorunda kalacak. Çocuğunun berbat karnesine veya suç dosyasına bakamayan babalar gibi. Bakmadığın sürece bilmemiş, bilmediğin sürece “bulaşmamış” olursun. Baksa bir şey yapmak zorunda kalacak. İşte teyze de bulaşmamak adına, gitmek istemediği yerin yoluna bile bakmıyor. Reddin en şiddetlisi.

Kadının yüzünde öyle bir acı ve keder var ki sandım bir Rönesans tablosuna bakıyorum. Çarmıha gerilmiş İsa’nın altında, kaşsız bembeyaz yüzüyle dua eden bir azize sanki. Veya az sonra Roma kılıcıyla can verecek, ağzı acıyla açılmış bir martir.. Başörtüsü acısını çerçevelemiş, bir tabloya dönüştürmüş.. Dişsiz ağzı daha bir karanlık, daha biçare.

Yaşlı karı koca pasaport polisine soru üstüne soru sordukça ve o über sevimsizlikleriyle meşhur pasaport polisi cevap üstüne cevap verdikçe (bizlerden bir merhabayı, iyi günleri esirgerler) arkamdaki güneş gözlüklü çakma sevimsiz sarışın çıldırıyor!

Hadiamaamcacımyaa.. Offfteyzemyaaa...

“Amcacım” diyen o dilini sabah sabah koparıp dışarıdaki aç köpeklere atasım geliyor. Sevgi sözcükleri arkasında çırılçıplak bir nefret! Başı bağlı kadının müstehcen duygusallığı gibi yine müstehcen bir nefret.

Yurd-um insanı.. Amca-cım.. Teyze-m.. Son on yılın lafları bunlar. Bu laflardaki iyelik eki çok önemli! (bkz: İyelik. Dilbilgisi dersi orta bir. Var mı hatırlayan?) Bu sefer inkar yok! Aksine sahiplenme var. Nefret ettiğim “onlar”dan nefret ettiğim “benim amcam”a evrilme. Hem sahiplenirim hem kızarım.

Buna da şükür mü demeli?

Sabahın köründe karışık duygular içindeyim. Kendimi hangisine daha uzak hissediyorum? Havaalanlarında ne yapacağını bilmediği için sistemi tıkayan amcaları, teyzeleri inkar eden ve tam da bu nedenle oralarda olmasını istemeyen laikçi, kırmızı hat röfle ablalara mı, hadiamaamcacımyaaa’layan, offyaateyzem’leyen, full oryal, dövme kaşlı, şişirilmiş dudaklı, artık nasıl bir gece geçirilmişse kapalı alanda güneş gözlüğü takmak durumunda kalan, sonradan bile görememe (ama öyle sanma) çakma sarışınlara mı, pasaport kontrolünde onuncu zafer dakikalarını dolduran ve sordukları yüz soruya rağmen yollarını yine bulamayacak olan, komple kayıp amca ve teyzelere mi?

Ne istiyorum bilmiyorum. Herkes havaalanında ne yapacağını nasıl bilebilecek?

Okullarda nasıl çek-in yapılır, uçağın kapısına nasıl gidilir öğretiliyor mu? Hayatında ilk defa uçacak olan yardımsız nasıl yolunu bulabilir hiç düşündünüz mü?

Ben düşündüm. Rönesans tablolarındakiler gibi. Acı çeke çeke. Utana utana.



Bizlerden merhabayı, iyi günleri cömertçe esirgeyen pasaport polisi, amcayla teyzeye 206 nolu kapıya nasıl gideceklerini göstermek için sonunda kulübesinden çıkmak zorunda kalıyor.

Amca, yaşlılıktan mavileşmiş gözleriyle hiç ama hiç anlamadan dinliyor. Teyze, acıyla açılmış ağzıyla yine geriye bakıp duruyor.

Sonra kalabalığın içinde kol kola kayboluyorlar. Aklıma Everest’e tek başına tırmanan ve bir daha geri dönmeyen bir dağcının sisler içine girerken çekilmiş son fotoğrafı geliyor. Gördüğüm en acıklı fotoğraftı.

Amcayla teyze de gördüğüm en acıklı canlı foto oldu.

Biraz Türkiye almaz mıydınız?

Yazının devamı...

Mardan’ın elektrik borcu fakiri yordu

Borcundan dolayı elektriği kesilen Mardan (das kitsch) Palas’a dün lafımızı söyledik, oturduk. Otel, bugüne kadar 7,7 milyon TL elektrik parası ödemiş. 3 milyon 735 bin 540 TL de borcu varmış. Yani kullanım borcu, faizi, vergisi, şusu busu, öyle ya da böyle bu adamların cebinden yılda toplam 10 milyon TL çıkıyor öyle mi? Öyle.

İşte dedik ki dün: 10 milyon Türk Lirası’na nefis bir güneş santralı kurarlardı ve bu santral ile otelin tüm elektrik enerjisini rahat rahat üretebilirlerdi. Ve bundan sonra da kimseye tek kuruş ödemek zorunda kalmazdı. (Sistem şöyle işliyor: Gündüz üretiyorsun, ihtiyaç fazlanı genel elektrik sistemine veriyorsun/satıyorsun, gece ve kışın da sistemden alıyorsun ve bu birbirine denk geliyor.) Tabii bu arada otelde az enerji tüketen elektrikli eşyalar, ışıklandırmalar tercih ediyorsun ki, gereksiz enerji harcaman olmasın.

Okur soruyor: Peki güneşten bu miktarda enerji üretmek için ne kadarlık alanın elektrik üreten güneş panelleriyle kaplanması gerekiyor?

Hemen cevap: 2010 yılının teknolojisiyle 20 bin metrekare.

Yani otelin çatısı ve güneş gören yerleri (ki cam yerine de pekâlâ panel konulabiliyor) bu iş için rahat rahat yeterdi. (Otelin sadece spası 7500 metrekare!) Oteli kuburlarına kadar altınla kaplayacaklarına güneş panelleriyle kaplasalardı başlarına bu zırvalık gelmezdi.

Ülkemize ekolojik bir otel kazandırmış olurlardı, biz de doğamızın içine etmedikleri için teşekkür ederdik.
Yoksa çakma İstanbul Boğazı’nda, çakma Arnavutköy’lerde, çakma Kuleliler‘de, çakma Kızkule’lerinde el âlemin sonradan über zenginlerini altından klozetlerde ağırlıyorlar diye bir tesisle gurur falan duyamam (küstahça beklenildiği üzre).

Peki sen ne yapıyorsun yazar hanım?

Okur bunu da sormuş: Ya sen? Ya sen car car hanım? Ne yapıyorsun? Ben ne yapıyorum hakikaten?

Yani bu ülkenin ekolojik kalkınmasına nasıl katkıda bulunuyorum? Madem yeri geldi, madem soruldu o zaman anlatayım.

Bildiğiniz gibi bir ev aldım geçen ay. Fakir fukaranın tepkisini çekmemek için zenginliğini saklayan köşecilerden de olmadığım için (emekli maaşlarından, tüyü bitmemiş yetimin hakkından söz edip şoförlü dört çarpı dört ciplerle Etiler’deki villaya geri dönmek de ah ne tatlı bir şeydir değil mi yazar efendiler!!) açık açık da yazdım burada.

Gizlim saklım yok. Bankaya tam 100 bin lira da borcum var.

1. taksidini geçen ay haşırdattılar, daha kaldı 47 ay. Eve de taşınamadım daha çünkü evin sıkı tadilata ihtiyacı var. Cep delik, cepken delik. Sıfırı tükettiğim gibi manyak gibi de borcum var. Kredi taksidinin üstüne bir de kira ödüyorum.

Fakat ben etime buduma yorganıma bakmadan üstüne üstlük bir de ne yapmak istiyorum?

İstanbul’un ilk “ekoevi”ni!!

Evet aynen öyle! Sayfiye yerinde değil İstanbul’un göbeğinde... Sıfırdan yapılmış bir binada değil 100 yıllık bir eski İstanbul evinde...

İmkanlar gani gani iken ve başka evlerde rahat rahat otururken değil bizzat evde yaşarken, bütün inşaat çilesini, tozunu yutarak... Sadece zenginlerin değil, benim gibi TV programı bile yapmayan kücümencik bir gazetecinin yapabileceği bütçelerde..

Ve aynı zamanda estetik duyarlılıkta..

El emeği, göz nuru.. Bir ekoev...

Nasıl? Fikir güzel mi?

Güzel ama kolay değil. Memlekette iyi hiçbir şey cezasız kalmaz. Eko olmayan bir tadilatla eko tadilat arasında bir bütçe farkı elbette var. Fakat kanıtlamak istediğim şey şu:

Sistemim kendi enerjisini üretip önce tasarruf sağlayacak.

Sonra fazla enerjimi satarak gelir elde edeceğim. Ve sonra ekolojik niyetle başlayan tadilat kısa bir süre ekonomik hale gelecek.

Yapabilecek miyiz? Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi mimar Dr. Mehmet Bengü Uluengin, mimar Sibel Türkmen, mimar Ceren Parlak ve Temizdünya platformunun kurucu ortağı Ateş Uğurel’in gönüllü katkılarıyla..

Olacak inşallah. Şu an maliyet hesaplarını yapıyoruz.

Altından kalkabilmek için neleri satmamız lazım, kimlerin kapısını çalmamız lazım onlara bakıyoruz. Allah yüzümüzü kara çıkarmaz inşallah. Destek vermek isteyenler varsa buyursunlar gelsinler. Fikir fikirdir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.