Epiros’un Mor Gülü
.
Yunanistan’ın kuzey batısı olan Epir (Epiros) bölgesinde bir dağ köyündeyim. Pindos Dağlarının eteklerinde Zagori bölgesinde yayılmış 40-45 Vlah (Türkçesi Ulah) köylerinin birinde. Adını söylemem imkânsız. Yunan isimleri yeterince zor değilmiş gibi Vlah isimleri iyice zor. Zaten sizin de aklınızda kalmayacak, birbirimizi karşılıklı üzmeyelim.
Dünyayla bağım tamamen kopmuş durumda. Telefonumu duvara çarpmak suretiyle kırdım. Bilgisayarım internete giremiyor ve ben an itibarıyla şunu anladım:
Yaşamak bu imiş!
Muhtemelen internete geri dönerim ama cep telefonuna dönmeyebilirim. Gece yarısı, sabahın körü, yemek vakti, yazı zamanı, sevişme zamanı demeden car car öten bir yaratığa dönüşmüştü ve şu 3 gündür ondan boşandığım için inanın pek mutluyum.
Telefondan duvara çarpmadan da kurtulmak mümkündü elbette.
Kapatırsın olur biter. Ama o vakit söz konusu “boşanma” yeterince artizzz-tik olmayacaktı. Ve inanın duvara telefon çarpmanın çok ayrı bir lezzeti varmış. İlk 36 saat insan kendini çok müthiş hissediyor. (Sonra “hıyarsın olum” diyor. Ama o ilk 36 saate değer.. )
Ayrıca çok iyi biliyorum ki o telefon bir süre sonra açılacaktı yine. “Bir iki saniye bakayım, kaparım hemen” demeye gelmez o. Tiryakinin sigarasına dönmesi gibidir hadise. Sigara için bir fırt telefon için bir mesaj yeter. Ameliyattan başka çaresi yoktur. Kesip atacaksın.
Dışarıda çılgın gibi yağmur yağıyor. Bir kahve de içeriz diye üç dört masalı küçük bir köy kahvesine sığındık.
Tepede beyaz floresan. Köşede güldür güldür yanan bir soba. Tezgahın arkasında ispirtoyla çalışan bir kahve ocağı. Bir duvarda Meryem Ana ikonu, bir başka duvarda buraların baharını gösteren bir poster. Meryem Ana ikonu olmasa sanırsın Türkiye’desin. Kahveci de nasıl neşe bir adam çıktı! O kadar coşkulu, o kadar büyük el kol hareketleriyle anlatıyor ki üç beş kelime dışında Yunanca bilmememe rağmen anlattıklarının nerdeyse hepsini anladım. Sanki rahmetli amcalarım, dayılarım konuşuyor: “Gelin beaa, oturun beaa, gitmeyin başka yere, ben sizi memnun ederim yaa..” Bunu mu diyor diye sordum, he bunu diyor dediler. Hele kapı tıklatır gibi masaya vura vura konuşmaya başlayınca, karşımda bir Apostol değil bir Recep var sandım!
Fakat işler sonra değişti. Kahve yerine “tsipuro” geldi.
Nedir tsipuro? Üzümden damıtılarak yapılan sert bir içki. Mini mini bardaklarda geliyor. Bir seferde lüp diye götürüyorsun. Hem bize koyuyor hem çaktırmadan arkada kendi yuvarlıyor. Çipurocuk gelince bu sefer mezeciklerin de gelmesi gerekti tabii. Kahvenin bile olmasının mucize olduğu o salaş kahvede karşımıza nefis zeytinyağlı limonlu haşlanmış pancar yaprakları, etli pırasalar, ciğer kavurmalar, hardallı sosisler, pul biberli lorlar, sarımsaklı yoğurtlar gelmeye başlamasın mı.. Yahu mutfak yok, nerden çıkıyor bunlar diyorum, gülüyor..
Dışarıda yağmur şiddetlendikçe bizim tsipuroların da şiddeti arttı. Derken kahveci (ki artık ondan kahveci diye söz etmem ayıp oluyor aslında) tsipurodan şaraba geçti. Ben de isteyince bir karaf şarabı getirdi önüme koydu. Bana özelmiş!
Sonra içimizden biri “zeybetiko” oynamaya başladı. Ah! O minicik dükkanda, 3 masanın zor bela bıraktığı boşlukta. Böyle kollarını geniş geniş açıp.. Gözlerini sımsıkı kapatıp.. Yüzünde geniş bir gülümsemeyle.. Tek başına.. Ah nasıl güzel salınıyor! Kahveci/tavernacı da tek dizini yere koyup alkış tutmasın mı.. Yolcu “tsakirkefi”, hancı daha da “tsakirkefi”.. Peçeteler döküldü başlardan aşağıya yetmedi tabaklar kırılmaya başladı ki.. Tabak kırma adeti pek güvenli bir şey değil diye yıllar önce bırakılmış Yunanistan’da. Bir filmin karesine girdim sanki! Epiros’un Mor Gülü. Yağmurlu bir dağ köyünde, minicik bir kahvede, zeybetiko oynayan insanlar.. Telefonum yokmuş, kırmışım parçalamışım, günde bin tane tanıtım maili, davet maili alamıyormuşum.. Ne gam.. Hakikaten ne gam..
(Not: Yazı, 3 gün sonra yollandı. Yazarımız yine kayıp..)