Salondaki serinliğe rağmen şişmanca olan, alnında biriken ter damlalarını, önündeki Mısır keteni peçeteye dokunmadan mendiliyle kuruladı, dudaklarındaki hafif tebessümle masadaki diğer kişileri hafifçe selamladı. Salondaki gerginlik kendisini hissettiriyordu. Yemek üzere oldukları yemek paranın satın alabileceği en iyi yemekti, beklentileri zirveye ulaşmıştı. Pencerelerden 65 kat aşağıda Bangkok’un ışıkları arasında akıp giden Chao Phraya Nehri bütün görkemiyle görünüyordu.Masaya gelecek olan yemekler, 35 farklı ülkeden taze olmalarını sağlamak için son anda özel uçaklarla getirilmişti. Canlı istakozlar Amerika’nın kuzey doğu ucundaki Maine eyaletinden, istridyeler Avustralya’dan, biftekler ise tabii ki Japonya’dan getirilmişlerdi. Böyle bir yemekte dünyanın en nadide eti olan Kobe bifteğinden başka bir şey yenemezdi. Yemekleri kimin hazırladığına gelince, bu malzemeler tabii ki Lebua Oteli’nin şefine emanet edilemezlerdi. Tam altı tane üçer Michelin yıldızlı şef her biri ayrı bir yemeği hazırlamak, adeta bu gurmelerin huzurunda yarışmak üzere bu yemek için Bangkok’a geldiler.Üç Michelin yıldızı gastronomi dünyasında bir şefe verilecek en üst rütbedir. Bir şefin restoranının üç Michelin yıldızı varsa, sadece o restoranda bir yemek yemek için bile o şehre gitmeye değer denir. Bu yıldızlar o kadar prestijlidir ki, birkaç yıl önce bir yıldızı alınarak iki yıldıza indirilen ünlü bir Fransız şef buna dayanamayarak intihar etmişti. Toplam 18 Michelin yıldızlı şeflerin hazırladıkları bu 15 kişilik yemeğin bedeline gelince, daha doğrusu her bir misafirin önüne gelen hesaba gelince, sadece 28 bin dolarcık kadar. Pardon, eksik yazdım, bu rakama servis ve vergi dahil değil.Bu fiyatı çok bulduysanız ki bulmadıysanız kimseye söylemeyin, gelelim bu beyefendilerin ne içtiklerine, çünkü içtikleri şaraplar 180 bin dolara yakın bir şey tutmuş. Şarapların hepsi Londra’dan özel olarak getirildiler. Dünyanın en pahalı şaraplarının başında gelen Romanee Conti’nin 1985 rekoltesi Burgonya’yı temsil etti. Bordeaux şaraplarından iki efsane 1959 Chateau Mouton Rothschild ile yüzyılın en muhteşem şaraplarından biri olarak kabul edilen 1961 Chateau Palmer de masada yudumlanan binlerce dolarlık şişelerin arasında kendilerini gösterdiler.Ceket ilikleten şarapŞarap dünyasında adı duyulduğunda ayağa kalkıp, ceketinizi iliklemenize neden olacak bir şarap varsa, o da Chateau d’Yquem’dir. Sauternes’nin bu tatlı beyaz şarabı birçok şarapsever tarafından “ölmeden son içmeyi isteyeceğim şarap” olarak nitelendirilir. Çok zenginler tarafından kaz ciğeri eşliğinde içilmesi adettendir. Bangkok’taki yemekte de Alain Soliveres’in “kaz ciğeri creme brulee’si” ile bu muhteşem şarabın 1967 rekoltesi içildi. Bu arada yemekler arasında bu muhteşem lezzetlerden damaklarını temizlemek için sorbet de içmişler ve o da tabii ki Dom Perignon şampanya ile hazırlanmış. Bizim buralarda böyle bir yemek olur muydu? Olsaydı damaklarımızı temizleme ihtiyacı duyar mıydık? Onları bilemeyeceğim. Ama özel uçaklarıyla Bangkok’a gelip kişi başına 28 bin dolar ödeyerek dünya basınını bu kadar meşgul eden dolar milyarderlerinin Tayland’ın tanıtımına önemli bir katkı sağladıkları kesin. Bizim buralara da gelseler de, biraz daha ÖTV toplasak fena mı olurdu?
Gusta buğday birası lansmanının ertesi günü bir öğlen yemeğinde Gusto dergisinin genel yayın yönetmeni Mehmet Yalçın ve onun tabiriyle “pirimiz-üstadımız” ile dört saati aşan bir süre bira ve viski konuştuk. Gusto dergisi bu vesileyle bu ayki kapak konusunu “yeni biralara merhaba” diyerek biralara ayırdı. Michael Jackson söyleşisi de derginin sayfalarını süslüyor. Üstadı hazır yakalamışken dünyadaki en iyi biralar ve en iyi viskiler hangileri diye sormadan edemezdik. Birinci, ikinci diye sıralama yapmak istemeyince en iyi 5 hangileri diye sorduk. Ellerimizde Gusta bardakları olduğu için ilk önce biralardan başladık. Biraları en ilginç ülkelerin Belçika ile bu aralar Amerika olduğunu söyledi. Hatta Belçika’nın en iyi biralarını sayarken, hızını alamadı üstat, 10 biradan sonra durdurmak zorunda kaldık. Saydığı yirmiye yakın biradan bizde sadece bir tanesi bulunabildiği için isterseniz biz viskiler ile ilgili neler söyledi ona bakalım. Jackson viski dünyasında özellikle ailelere ait malt viski damıtımevlerinin uluslararası içki devlerinin eline geçmiş olmasından rahatsız. Jackson’a göre eskiden her üretici yaptığı viski ile gurur duyar, viskisine saygı duyar, onunla oynamazdı. Oysa günümüzde özellikle harmanlanmış (blended) viskiler eskilerinin tadında ve kalitesinde değiller. Onun için de Jackson bütün ısrarlarımıza rağmen 5 tane bile blended viskiyi saymadı, saymamakta ısrar etti. Aslında ağzından bir tek Johnnie Walker Black Label çıkmıştı, ama sonra nedense ona Türkiye’de de bulunan Black Bottle’ı da ekledi. Viski dünyasında son yıllarda meşe fıçılarda dinlendirilen malt viskilerin genellikle 12 yıl olan bu sürenin son birkaç yılını daha önce içinde başka içkilerin veya şarapların yıllandırıldığı fıçılarda geçirmeleri moda oldu. Böylece viskilerin o içkilerin fıçılarda bıraktıkları tat ve kokudan faydalanması isteniyor. Michael Jackson bu konuda çok muhafazakar değil, bunların ilginç denemeler olduğunu ve özellikle Port ve Madeira fıçılarının bazı viskilere olumlu etkileri olduğunu söylüyor. Viskiseverler bu etkileri ülkemize de ithal edilen Glenmorangie’nin “Port wood finish” ve “Madeira wood finish” malt viskilerinde tadabilirler. Jackson’un favorisi Türkiye’ye geliyorJackson bir zamanlar malt viskilere 100 üzerinden notlar verdiği Malt Whisky Companion adlı kitabıyla, Robert Parker’in şarap dünyasında estirdiği terörün bir benzerini viski dünyasında estirirdi. Ancak bize saydığı en iyi 5 malt viskinin arasında kitabının ilk basımında 95 ile en yüksek notu verdiği Lagavulin yoktu. “Ondan artık uzaklaştım” dedi, kafasını sallayarak: “Ben Islay maltlarını çok severim ve neredeyse her akşam yatmadan bir Islay maltı içerim. Ama artık en çok Ardbeg içiyorum.” Buna memnun olduğumu söyledim, ne de olsa artık Lagavulin bırakın bizim buralarda, Avrupa havalimanlarının Duty Free Shop’larında bile bulunmuyor. Size iyi bir haber vereyim, en iyi ada viskilerinin başında gelen ve üstat Jackson’un da “yeni” favorisi olduğunu öğrendiğimiz Ardbeg çok yakında Türkiye’ye ithal edilecekmiş. Adını duymak bile o muhteşem kokusunu buralara getirdi, kendisini de sabırla bekliyoruz. Michael Jackson’un en iyiler listesini için aklına gelen diğer bira ve viskileri ise ne yazık ki hâlâ sadece hayal etmekle yetiniyoruz.
Oysa Köln’ün güneyinden Mainz’a kadar nehrin iki kıyısından yükselen yamaçlarda göz alabildiğine Riesling bağları uzanır. Yamaçların üstündeki sivri tepelerde ise neredeyse sayısız kale ve şato serpiştirilmiştir. Buralardaki bir gemi gezintisine ve bölgenin beyaz şarabına doyum olmaz. Ama bizim konumuz şarap değil, bira ve onun için de Köln’e dönmemiz gerekecek. Buradaki 24 bira üreticisi hala modern trend ve modalara dayanmaya çalışan geleneksel biralarını üretiliyorlar. Kölsch, komşusu Düsseldorf’un Altbier’i gibi üstten fermantasyonla üretilen ve adı bile geçtiğinde bira meraklılarının iştahını açan bir bira.Bizde de çeşit artıyorKölsch servis edilirken, üzerine en az iki parmak köpük olmasına dikkat edilir. Köpük biranın oksijen ile temasını geciktirdiği için, bardakta daha uzun süre taze kalmasını sağlar. Köln’de biranız bittiğinde bile dibinde biraz köpük kalması gerektiğini söylerler. Gerçi Kölsch bardaklarıyla bunu yapmak oldukça kolaydır. Çünkü Kölsch 20 cl bira alan küçük bardaklarda servis edilir ve çok yumuşak bir bira olduğu için içimi çok kolaydır. Birahanelerde garsonlar sürekli ellerinde dolu bardakların olduğu bizim kahvehane tepsilerine benzeyen tepsilerle dolaşıp, siz “istemiyorum” demedikçe biranızı tazelerler. Hesap bardak altlığına atılan çiziklerle görülür. Köln’ün en ünlü ve birası en iyi birahanelerinin başında Dom’un hemen yanındaki Früh gelir. Bu parlak altın sarısı, doğal köpüklü, ipeksi bira ile tanışmak için burası ideal bir yerdir. Gene Altstadt’ta, yani şehrin tarihi merkezinde bulunan Peters, Paeffgen ve Sion hem biraları, hem de atmosferleri ile ziyaret edilmeye değer birahaneler. Altstadt’ın güneyindeki Malzmühle’de 1858 yılından beri bira üretiliyor ve üretildiği yerdeki kendi birahanesinde satılıyor. Geçen ay ülkemize gelen bira gurusu Michael Jackson, Malzmühle’nin Kölsch’ü için “Yumuşak ve yuvarlak bir tadı, içi ısıtan baharlı bir aroması var, karakterli ve lezzetli bir bira” demiş. Üstad güzel özetlemiş, başka ne eklenebilir ki? Ren Nehri’nin Köln’ün güneyindeki kıyıları Almanya’nın en önemli şarap bölgesi olabilir, ama kentin birahanelerinde şarap istediğiniz takdirde, elinde Kölsch tepsisiyle dolaşan garson tarafından “Chateau Migren mi istiyorsun” şeklinde aşağılanmayı göze almanız gerekir. Ülkemizde üstten fermente bira pek bulunmuyor. Bir zamanlar “Diebels Alt” ithal ediliyordu, ama ne yazık ki arkası gelmedi. Taps oldukça başarılı bir “Kölsch” yapıyor, tam Köln’dekiler gibi değilse de denemeye değer. Efes, Gusta ile en önemli bira türlerinden birisi olan buğday birasının iyi bir örneğini geçen ay piyasaya sürdü. Çok da iyi etti, bira dünyamız bir nebze de olsa zenginleşti, insanlarımız bu dünyanın bir tek Pilsen tipi biralardan oluşmadığını gördüler. Kimbilir, belki de yakında bir Kölsch veya Altbier de çıkarırlar. Ne demişler, nerede hareket, orada bereket!Köln’de nerede, ne yenir?Köln, THY’nin her gün uçtuğu, bir haftasonu geçirmek için hoş bir kent. Eski bir su kulesinin otele çevrilmesiyle ortaya çıkan Hotel im Wasserturm (üst katında Michelin yıldızlı çok iyi bir restoranı var), St Antonius ve Et Cetera (www.hopper.de) üçü de çok güzel butik oteller. Nehrin karşı yakasındaki Hyatt ise nehre bakan odalarının sunduğu Dom (katedral), eski şehir, nehir ve üzerindeki görkemli tren yolu köprüsü panoraması ile tercih edilebilir.
Yani bugün bakkalınızdan alacağınız en ucuz İskoç viskisi bile en az 3 yıllıktır. Bu süre tanınmış markalarda 4 ile 5 yılı bulmaktadır. Meşe fıçılarda uyuyarak geçirdiği bu sürede viski olgunlaşır, yumuşar ve yavaşça o kehribara çalan nefis rengini alır. Viskinin meşe fıçılarda geçirdiği süre 12, 18 veya daha uzun yılları bulunca, bu tadında, içiminde, zerafetinde hemen farkedilir. Ülkemizde alkollü içkilere uygulanan yüksek ÖTV sayesinde son yıllarda diğer içkiler gibi viskilerin de fiyatları çok yükselmişti. Buna bir de büyük firmaların Maliye ile vergi sorunları çıkınca, ithalatta neredeyse durma noktasına gelinmişti. Neyse ki bu aralar durum değişmeye başladı. Marketlerin rafları yine viskilerle dolmaya başladı. Son zamanlarda bir marketten bir şişe tanınmış marka viski aldıysanız, fiyatının 40 ile 45 YTL arasında olduğunu görmüşsünüzdür. Peki raflarda aldığınız şişenin yanında duran ve 12 yılını meşe fıçılarda sizin onları içeceğiniz günü bekleyerek geçirmiş olan lüks viskilerin fiyatlarına da göz attınız mı? Meşede geçen 8 senelik fazla sürenin bedelinin bu aralar sadece 10-15 YTL olduğuna dikkat ettiniz mi?Bazı fiyatlar tahrik edici“Blended”, yani harmanlanmış viskiler, 30 kadar malt viskinin başka tahıl viskileriyle belli oranlarda harmanlanması ile yapılır. Bir harmanın kalitesini içinde kullanılan malt viskilerin kalitesi ve onların birlikteliğini yaratan harmancının ustalığı belirler. Viski üreticileri genellikle daha iyi malt viskilerini lüks harmanları için saklarlar ve 12 veya 18 yıllık harmanlanmış viskileri için standart viskilerinden daha farklı formüller kullanırlar. Örneğin en tanınmış viski markalarının başında gelen Johnnie Walker’in standart ürünü Red Label’in harmanının kalbini Cardhu oluştururken, 12 yıllık Black Label’da çok kıymetli bir ada maltı olan Talisker yoğun olarak kullanılır. Bu yüzden de Black Label en iyi harmanlanmış viskilerin başında gelir. Bizde nedense bu aralar 12 yıllık viskiler, 40-45 YTL’lik standart viskilerle karşılaştıracak olursak, tahrik edici fiyatlara satılıyorlar. Ballantine’s 12 yıllık marketlerde 55 YTL, Chivas Regal, Famous Grouse, J&B, Dewar’s ve Johnnie Walker Black Label gibi seçkin 12 yıllık viskiler ise 62-65 YTL arası fiyatlara alıcılarını bekliyorlar. Ama viskiseverler hâlâ, belki de “lüks” oldukları için onlardan adeta korkuyorlar. Oysa korkacaklarsa, daha yaşlı viskilerden korkmalılar. Çünkü 12 yıldan sonraki 6 yıla vereceğiniz para ise birden yükseliyor. Aradaki 15 yıllık Dimple 85 YTL ile fiyatta da tam araya sıkışmış. Aynı yaştaki J&B’nin fiyatı ise Johnnie Walker Gold Label gibi 18 yıllık viskiler gibi 110 YTL’nin üzerinde. Bunlardan hangisini alalım diye sorarsanız, o soruyu geçen hafta Efes Pilsen’in yeni buğday birası Gusta’nın lansmanı için İstanbul’a gelen dünyanın en ünlü viski ve bira yazarı Michael Jackson’a Feriye lokantasındaki öğle yemeğinde “en iyi 5 harmanlanmış viski” şeklinde sordum. “Black Label” dedi. “Peki, başka” diye sordum, Gusta’sından bir yudum aldı, uzaklara daldı, “Boğaz ne kadar güzel” diye mırıldandı. Israr etmedim; kendi kendime “Acaba adama rakı mı içirseydik” diye sormakla yetindim.
Bence bu, tam bu köşenin okurlarına da göre, onun için daha önce okuduysanız bile, lütfen tekrar okumak zahmetine katlanın. Bir felsefe profesörü sınıfta öğrencileriyle ders yaparken bir kavanoz almış ve içini büyük taşlarla doldurmuş. Öğrencilere kavanozun dolu olup olmadığını sormuş, onlar da “dolu” diye cevap vermişler. Profesör bunun üzerine eline çakıl taşları alıp, onları da kavanozun içine koymuş. Kavanozu hafifçe sallayıp çakıl taşlarını büyük taşların arasındaki boşluklara yerleştirmiş. Öğrencilerine kavanozun dolu olup olmadığını tekrar sormuş. Öğrenciler de yine “dolu” diye cevap vermişler. Profesör bu defa da küçük bir kova kum alıp kavanoza boşalmış ve kum artık geriye kalan bütün boşlukları da doldurmuş. Öğrencilerine bir defa daha “kavanoz dolu mu, boş mu” diye sormuş, öğrenciler de artık tatmin olmuş bir şekilde hep birlikte “dolu” diye cevap vermişler.Hikaye tabii ki burada bitmiyor. Profesör bu sefer masanın altından bir şişe kırmızı şarap çıkartıp kavanoza boşaltmış ve kumların arasındaki boşlukları da doldurmuş. Öğrenciler gülmeye başlayınca, “Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini bilmenizi istiyorum” demiş. “Büyük taşlar hayatınızdaki önemli şeylerdir, yani aileniz, eşiniz, sağlığınız, çocuklarınız. Bunlar her şeyinizi kaybetseniz ve elinizde sadece onlar kalsa bile hayatınızın dolu dolu olmasını sağlayacak şeylerdir. Çakıl taşları ise işiniz, eviniz, arabanız gibi diğer önemli şeyler. Kum da geriye kalan her şeydir, küçük şeyler yani. Eğer kavanozu önce kumla doldurursanız, çakıl taşlarına ve büyük taşlara yer kalmayacaktır. Aynı şey hayatınız için de geçerlidir. Bütün zaman ve enerjinizi küçük şeylere harcarsanız hayatınızda sizin için önemli olan şeylere hiç yer kalmayacaktır. Onun için mutluluğunuz için çok önemli olan şeylere dikkat edin. Çocuklarınızla oynayın, doktor kontrollerinizi düzenli yaptırın. Eşinizi dansa götürün, beraber yemeğe çıkın. İşe gitmek, evi temizlemek, tamirat yapmak ve davet vermek için hep zamanınız olacaktır. Önce büyük taşları, gerçekten önemli olanları halledin. Önceliklerinizi belirleyin. Geriye kalanlar sadece kumdur.” Bu bilgece konuşmanın ardından öğrencilerden biri elini kaldırıp şarabın neyi simgelediğini sorunca profesör gülümsemiş: “O da” demiş, “sadece hayatınız ne kadar dolu olursa olsun iyi bir şişe şaraba her zaman yer olacağını size göstermek içindi.” Gurme fuarı iyi bir fIrsatBugün Yeşilköy Dünya Ticaret Merkezi’ndeki Gourmex ile Wine 2007 fuarlarının son günü. Ülkemizde üretilen veya ithal edilen şarapları görmek, tatmak için ideal bir fırsat. Şarap dünyamızda bu aralar, hareketlenmeler, yenilikler var. Yeni yılın ilk günlerinde dikkat çekenler arasında, Akın Öngör’ün Akhisar’daki emeklerinin şişeye yansıması Selendi Cabernet Sauvignon-Shiraz-Merlot 2004 ile Bozcaada’da Reşit Soley’in iddiasını şık şişelerdeki şaraplarına nihayet yansıtmaya başlattığı Corvus Blend No 1 ile Corpus 2004 (Syrah-Merlot-Cabernet Sauvignon) önde geliyorlar. Türkiye’nin ilk Şiraz üreticisi Pamukkale de yeni yıla Anfora Shiraz Reserve 2004 ile Chardonnay Reserve ile girdi. İyi şarapları kollarımız açık karşılıyoruz, ne de olsa başka bir bilgenin dediği gibi “hayat kötü şarap içmek için çok kısa!”
4Eğer hep aynı içkiyi, şarabı, birayı içmek gibi bir takıntınız yoksa, eliniz raftaki bu yeni simaya uzanmış olabilir. Fazla dikkat çekmeyen bir beyaz etiketin üzerinde, rüzgardan yatmış buğdayların üzerinden yükselen iri harflerle yazılmış bir marka: Gusta. Bir buğday birası, alışık olduğumuz biralardan oldukça farklı, zaten yapımında buğday maltı da kullanılıyor. Şişeyi açıp bardağa boşalttığınızda bardaktan yükselen alışık olmadığınız bir bira kokusunun yanısıra, Gusta’nın bulanıklığı hemen dikkatinizi çekecek. Bardaktaki bulanık birayı görüp sakın yudumlamaktan vazgeçmeyin. Üreticisi Gusta’nın etiketinde uyardığı gibi buğday biralarında bu normaldir, “Buğulu görüntüsü, içindeki mayasından ve üretim tekniğinden kaynaklanmaktadır.” Buğday birası da nereden çıktı derseniz, gerçi Gusta’nın üreticisi Efes Pilsen de tüketiciyi bu konuda herhalde bilgilendirecek, ama madem bu yazıyı okumak zahmetinde bulunuyorsunuz, ben size biraz ön bilgi vereyim. Almanya’nın Bavyera eyaleti 1200 bira üreticisiyle dünyanın en önemli bira merkezlerinin başında gelir. Ve biradan bu kadar anlayan Bavyera’da tüketilen biranın üçte biri buğday birası veya Almanca adıyla Weissbier’dir. Tüketimin üçte biri deyince sakın küçümsemeyin, Bavyeralılar yılda kişi başı ortalama 140 litre bira içiyorlar. Bu rakam bizde yılda sadece 11 litre kadardır. Bundan 150 yıl kadar öncesine Almanya’daki biraların bile hepsi koyu renkli olduğu zamanlarda, Bavyera’nın kraliyet ailesi halktan farklı olmak için kendilerine açık renkli buğday birası yaptırıp onu içerlermiş. Arpa ve buğdayın halka paylaştırılması kendi tekellerinde olduğu için halka bira yapma amaçlı buğday verdirmezlermiş. Sonra baskılara dayanamamış olmalılar ki 1859 yılında Georg Schneider adlı bir Münihli’ye Weissbier yapma izni vermişler. Schneider Weisse hala üretiliyor ve en iyi buğday biralarının başında geliyor. Hele Aventinus adında 8 derecelik bir kızıla çalan bronz renkli bir buğday biraları var ki, bira Nirvana’sının tepelerinde bir yerde oturuyor. APERATİF OLARAK İÇİLİRİşte gördüğünüz gibi, konu bira olunca, iş tarladaki buğdaylardan kraliyet ailelerinin sofralarına kadar uzanabiliyor. Onun için bardağınıza bir buğday birası, yani Weissbier koyduğunuz zaman bardağınızdaki bulanık biranın buğusunun arasından asaletini görmeyi deneyin, sonra tadın: Gusta bardağınızı burnunuza yaklaştırdığınızda adeta buğday ambarındaymışsınız gibi yoğun bir taze tahıl kokusu ile karşılaşıyorsunuz. Damakta limonsu bir ekşilik anında hoş bir bisküvi lezzeti ile dengeleniyor. Dengeli, lezzetli bir bira. Weissbier’ler iyi aperatif olurlar, aklınızda bulunmasında yarar var. Ülkemize daha önce Erdinger ve Franziskaner gibi Bavyera’nın en iyi Weissbier’lerinden ikisi ithal edilmişti. Hatta Franziskaner’i hala bazı yerlerde bulabilirsiniz. Ne yazık ki ya tanıtılamadılar, ya da tüketiciyi bulanıklığı hakkında uyaramadılar, neticede sınırlı bira dünyamızda bile kendilerine yer bulamadılar. Aynı tutuculuğu Gusta’ya göstermeyelim derim. Lezzet dünyanızın sınırlarını zorlamaktan korkmayın, hoşunuza giden bir şeye rastlayabilirsiniz.
Şarapseverler artık içtikleri şarapların üzümleriyle, bağlarıyla o kadar ilgilenir oldular ki bizdeki ünlü “Üzümü ye, bağını sorma” deyişi artık şarap dünyası için pek geçerli değil. Ancak gelin görün ki, Şiraz’ın kökeni, İran’da aynı adı taşıyan bir şehir bulunmasına rağmen kesin olarak bilinmiyor. Gerçi Ömer Hayyam’ın ülkesinde bir zamanlar çok iyi şaraplık üzümler olduğu kesin, ama Şiraz onların arasında mıydı, tam olarak bilemiyoruz. Çünkü Hayyam, Rubayiler’inde şaraptan çok bahsetmiş, ama Şiraz mı, Merlot’mu, Cabernet Sauvignon mu içiyormuş, belirtmemiş. Nereden bilsin ki, günün birinde üzüm türlerinin şarapseverlerde saplantı haline geleceğini!Ancak kökeni neresi olursa olsun, Şiraz, göçebe kavimler gibi dolaştıktan sonra sonunda kendine Fransa’yı, Rhone nehrinin kıyılarını yurt bellemiş, orada gelişip çok güzel şaraplar vermeye başlamış. Her ne kadar gününümüzde Şiraz denilince akla ilk önce damakta baharlı kırmızı meyve aromaları ile patlayan güçlü Avustralya Şiraz’ları geliyorsa da, Şiraz’ın “anayurdu” Syrah adı ile bilindiği Rhone nehrinin kıyılarıdır. Orada Avustralyalılar kadar bağırmayan, daha karmaşık, ilk yudumdan muhteşem lezzetleriyle adeta vücudunuzu saran zarif şaraplar bulabilirsiniz. Efsanevi şarap üreticisi Guigal’in Kuzey Rhone bölgesindeki Cote Rotie’de yaptığı tek bağ şarapları La Mouline, La Landonne ve bizim için oldukça ilginç bir isimi olan La Turque, bırakın Kuzey Rhone bölgesini veya Fransa’yı, dünyanın bile en iyi şarapları arasında kabul ediliyorlar. Üretimi çok sınırlı olan bu şarapları müzayedeler dışında bulmak çok zor. Müzayedelerde ise fiyatları yüzlerce doları bulabiliyor. Aynı şey tabii ki, bundan 50 yıl kadar önce Max Schubert adında bir şarap ustasının yarattığı ve Avustralya şaraplarına bir anda ciddiyet kazandıran ve belki de Şiraz’ı şöhrete kavuşturan Grange için de geçerli.TÜRK ŞİRAZLARI DA ARTMAYA BAŞLADI Şiraz’ın bizim için ilginç yönü, çok kimseye göre bizim yemeklerimizle en iyi uyum sağlayan şarapların başında gelmesi. Ancak ülkemizde Şiraz bağlarının dikilmesi oldukça yeni, sadece on yıl kadar önce oldu. Pamukkale Şiraz benim ilk tattığım Türk Şiraz’ı idi ve sevdiğim bir üzümün şarabını bulmanın memnuniyetinden mi bilemeyeceğim, çok hoşuma gitmişti. Sonra diğer üreticilerimizin Şiraz’ları sırayla piyasaya çıkmaya başladılar. Ama ne yazık ki çoğununki “Biz de yapmış olalım” şarapları oldular. Ve doğrusu geçen sene Gülor Şiraz (biraz Cabernet Sauvignon desteği ile) ortaya çıkıncaya kadar, ülkemize ithal edilen Avustralya’dan Oxford Landing veya Şili’den Valdivieso gibi orta karar, ama fiyat kalite performansları iyi Şiraz’lar bize pek Türk Şiraz’ı aratmadılar. Şimdi Doluca’nın DLC serisinin Şiraz’ı da çıktı. DLC Şiraz diğer DLC şarapları gibi meyvemsi, kolay içimli, pek karmaşık olmayan ve rahatlığıyla neredeyse şarabı sevmeyen birine şarabı sevdirebilecek bir şarap. Ama asıl haber Doluca’nın yabancı kökenli üzümlerle yerli üzümlerimizin birlikteliği ile öne çıkan Karma serisinde Şiraz ile Boğazkere’nin kupajının hazırlığı içinde olduğu. İki nevi şahsına münhasır şarabın birlikteliğini işlemek ustalık gerektirecek. Karma Şiraz-Boğazkere için 2007 sonlarına kadar beklememiz gerekecek, ama Karma Merlot-Boğazkere kadar iyi olacaksa, bekleyelim derim.
2006 yılında piyasaya sunulan 15 bin 500 kadar şarabın tadımının yapılması ve 100 üzerinden notlandırılması sonucunda ortaya çıkan bu Top 100 listesi, her sene şarapseverler tarafından merakla beklenir. Listedeki bazı şaraplar kendilerinden daha yüksek not almış şarapların üzerinde yer alabilirler, çünkü kriterler arasında şarapların fiyat-kalite performansları da önemli bir rol oynamaktadır. Wine Spectator’un 95 ile 100 arasında not verdiği şaraplar “klasik, büyük bir şarap” olarak nitelendiriliyor. Bu yıl birinciliği bir İtalyan, daha doğrusu Toskana şarabı almış. Casanova di Neri Brunello di Montalcino 2001 rekoltesi İtalyanlar’a 3’üncü birinciliklerini kazandırmışlardı. Wine Spectator daha önce 2001 yılında Ornellaia (1998 rekoltesi) ve 2000 yılında da Solaia (1997 rekoltesi) ile gene İtalyanlar’ı birinciliğe layık görmüştü. Bu yılki listede 100 üstünden 100 almaya layık “perfekt” şarap yok. 98 puan alan Bordeaux’nun Chateau Lèoville Barton 2003, İstanbul Havalimanı’nın Duty Free Shop’unda bulunabiliyor. Dördüncü sırada yer alan Şili’nin nefis Cabarnet Sauvignon şarabı Don Melchor’un 2003 yılı rekoltesi ise ülkemizde ithal ediliyor. And Dağları eteklerindeki Maipo vadisinin tek bağ Cabernet Sauvignon şarabına yüzde 5 Cabernet Franc katılmasıyla ortaya çıkan Don Melchor, yüzde 14.5 alkolü ile oldukça güçlü, yoğun kırmızı orman meyveleri ile bezenmiş, deri kokusunu çağrıştıran tatlı bir burukluğa sahip. Bizdeki fiyatı 200 YTL’nin üzerinde, ama dünyanın en iyi şaraplarından birinden bahsettiğimizi unutmamak lazım. Don Melchor 2001 rekoltesi de Wine Spectator’un 2005 yılı Top 100 listesinde 4’üncü sıradaydı!2006 yılının Top 100 litesindeki başka bir Şili şarabı ise 24’üncü sıradaki Almaviva. Baron Philippe de Rothschild ile Don Melchor’un üreticisi Concha y Toro ortaklığının ürünü bu çok prestijli Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc ve Carmenere kupajı 18 ay meşe fıçılarda dinlendiriliyor. Yoğun gövdeli, dolgun bir şarap olan Almaviva oldukça baharlı. Wine Spectator’un Top 100 listesine giren 2003 rekoltesi Türkiye’ye ithal ediliyor ve fiyatı yüksek vergilerimiz sayesinde 300 YTL sınırını zorluyor. Bunların hepsi böyle pahalı mı derseniz, hayır, tatil nedeniyle yurt dışına uçacak olan okurlarımız İstanbul Havalimanı’nda Wine Spectator’un Top 100 listesine 64’üncü sıradan giren Avustralya’nın Jacob Creek Shiraz Reserve şarabının 2003 rekoltesini 15 euro gibi makul bir fiyata alabilirler. TÜRKİYE’NİN EN İYİLERİŞarabın anayurdu diye böbürlendiğimiz yurdumuzdan Wine Spectator’un Top 100 listesine giren şarap bu yıl da ne yazık ki yok. Bizim en iyi şaraplarımız derseniz, onu da beş yıldır Gusto dergisi seçiyor. Gusto’nun artık gelenekselleşen yılın şarapları tadımında bu yıl 128 Türk şarabı arasından altın madalyaya layık görülenler beyazlarda üst üste 3’üncü yıl Sarafin Chardonnay, kırmızılarda ise Büyülübağ Cabernet Sauvignon 2005, Doluca Karma Gamay-Boğazkere 2002, Gülor Cabernet Sauvignon-Merlot 2004 ve Sarafin Cabernet Sauvignon 2003 oldular. Dünyanın en iyileri listelerine ne zaman gireceğimize gelince: Galatasaray’ın UEFA Kupası şampiyonluğunu nasıl yıllarca bekledik, Fenerbahçe’ninkini de hâlâ bekliyorsak, şarap konusunda da sabırlı olmamız gerekeceğe benziyor... İyi yıllar.