Bu gidişle kimse kazanmayacak, tüm Türkiye kaybedecek

18 Mart 2008

“Ruşen Bey, bütün bunlar Ergenekon yüzünden geldi başımıza!” Bu sözleri Cumartesi günü Erdoğan’ı izlemek için Siirt’e gittiğimde bir AKP’li gençten işittim. Kendisine Ergenekon soruşturması fazla abartmamasını ve AKP davasını da fazla küçümsememesi gerektiğini söylemeye çalıştım; etkili olduğunu sanmıyorum. Benzer muhabbetler Batman ve Mardin’de de tekrarlandı. İşin ilginci Diyarbakır ve Mardin’de sohbet erme imkanı bulduğum bazı DTP yanlılarının da -ki çoğu serbest meslek sahibi orta sınıf kişilerdi- aynı şekilde düşündüklerini gördüm. Tabanın işin ciddiyetini anlayamamasını anlamak mümkündü. Ancak bu izah tarzının tavanda da epey revaçta olduğunu, Siirt’te Erdoğan’ın ekibinden bazı isimlerle so hbet ettiğimde fark etmiştim. Nihayet Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay bu iddiayı açık açık dillendirince bunun bir tür “parti tezi” olduğuna kanaat getirdim. Nitekim AKP liderinin de basına kapalı grup toplantısında benzer sözler sarf ettiği yazılıp çizildi.Bu tezi tartışmadan önce Günay hakkında geniş bir parantez açmak lazım. Çocukluğumdan beri tanıdığım ve sevdiğim sol bir siyasetçi olan Günay’ın AKP’ye girmesinin hem kendisi, hem AKP, hem de Türkiye için hayırlı olacağını düşünmüştüm. Ancak birkaç seçim mitinginde “40 yıllık AKP’li” gibi davranmasını çok yadırgadım. Başörtüsü krizi patlak verdiğinde de Günay’ın, “laikliğe duyarlı kesimler” ile AKP arasında bir tür köprü misyonu üstlenmesini beklemiş ve bunu kendisine de ifade etmiştim. Pek aktif bir tutum takınmadı. Hele şimdi yaptığı gibi sürece damga vurmadı.Günay’ın Başsavcı Yalçınkaya’yı bir şekilde Ergenekon’la irtibatlandırmasının; onun baskı altında dava açmış olduğunu ileri sürmesinin davanın seyrine nasıl bir olumlu etkisi olabileceğini anlayabilmiş değilim. Günay gibi deneyimli ve birikimli bir politikacının bu krizin aşılabilmesi için daha dikkatli olması gerekmez miydi?Dönüm noktası başörtüsüDavanın açılmasıyla ilgili bir dönüm noktası aranıyorsa bu olsa olsa başörtüsüyle ilgili düzenlemelerdir. İktidar partisi, MHP’nin desteğini yeterli bulup daha geniş bir toplumsal mutabakat ve devlet kurumları arasında uyum arama çağrılarına kulak tıkayarak kapatma davasına bir tür zemin hazırladı. Örneğin, son aylarda yaşanan siyasi gelişmeleri en iyi analiz eden siyasetçilerden olan MHP lideri Bahçeli, kendi desteklediği düzenlemenin ülkeyi bir kaosa sürüklemekte olduğunu fark etti ve tedbir alınmasını istedi; en sonunda Cumhurbaşkanı Gül’ü sürece müdahale etmeye çağırdı. Bahçeli bu maceranın sonunun kapatma davası olduğunu görmüş müydü, bilmiyorum ama Ankara’da bu ihtimalin giderek güçlendiği yorumları yapılmaya başlanmıştı. Ancak çoğunluk, Anayasa Mahkemesi’nin yapılan Anayasa değişikliklerini “yok hükmünde” sayması durumunda -ki bunun kuvvetle muhtemel olduğu söyleniyordu- Başsavcı’nın hemen davayı açacağına inanıyordu.Ucuz kahramanlarÇok ama çok kritik bir sürece girmiş durumdayız. Görebildiğim kadarıyla tarafların tümü kısa vadeli planlarla hareket ediyor. Örneğin AKP’nin alelacele Anayasa’yı değiştireceği; bu uğurda referandumu bile göze alacağı söyleniyor. Ama bu epey zaman gerektiriyor ve Yüce Mahkeme’nin kararını bu değişiklikler tamamlanmadan vermesi durumunda iktidar partisinin ne yapacağı belirsiz.Öte yandan AKP’nin kapatılıp Erdoğan’ın siyaset yasaklısı olma ihtimalini bando mızıkayla kutlayanların, diyelim ki arzuları gerçekleşti, sonrası için ne gibi planları olduğu meçhul. Aslında meçhul de değil, yok. Çünkü Türkiye’de AKP’ye alternatif bir parti; Erdoğan’a alternatif bir lider ufukta bile görünmüyor. Yani bu gidişle işin sonunda kimse kazanmayacak, tüm Türkiye’nin hep birlikte kaybedecek. Peki ne yapılabilir? Her şeyden önce akılcı, soğukkanlı, ölçülü ve yapıcı olmak şart. (Bahçeli’nin dün partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma bütün bu sıfatları fazlasıyla hak ediyor.)Toplumun farklı kesimleri arasında diyalog kanalları açmamız ve hep birlikte makul olanı aramamız gerekiyor. Gün ucuz kahramanlık değil, çözüm için kafa yormak ve katkıda bulunmak günü. Bir anekdotla bitirmek istiyorum: RP’nin kapatılmasından sonra bir ortamda, kendisine yasak getirilmiş bir milletvekiliyle karşılaştım ve kendisine “geçmiş olsun” dedim. O da, hemen ilerimizdeki, kapatmadan sonra FP’ye geçmiş olan İstanbul Milletvekili Mukadder Başeğmez’e “Bak gördün mü, halbuki sen bana daha ’geçmiş olsun’demedin” diye taş attı. Başeğmez ise kendisine, bugün bile kelime kelime hatırladığım şu cevabı verdi: “Sen elimden gül gibi iktidarımı aldın. Esas sen bana ’geçmiş olsun’ demelisin!”

Devamını Oku

“Tayyip Erdoğan olmadıktan sonra artacak oyu ben ne yapayım!”

18 Mart 2008

Başbakan Erdoğan’ın partisinden milletvekilleriyle yaptığı 40 dakikalık kapalı toplantının ardından, iktidar partisinin önde gelen isimlerinden biriyle sohbet ettim. Bana hafta sonu Güneydoğu’da yapılan AKP kongrelerinden izlenimlerimi sordu. Ben de “dava sayesinde oylarınızın arttığı kesin” cevabını verdim. Bunun üzerine beni şu sözlerle şaşırttı: “Tayyip Erdoğan olmadıktan sonra artacak oyu ben ne yapayım!” Bu kısa cümleden şu derin mesajları çıkartmak mümkün:1) AKP’liler partilerinin kapatılması, liderlerinin siyasi yasaklı olması ihtimalinden cidden kaygılanıyorlar;2) Anayasa Mahkemesi ne karar verirse versin, AKP’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin kaderini esas olarak Erdoğan’ın kaderi belirleyecek;3) Erdoğan’ın siyasi yasaklı olması durumunda AKP’yi belirsiz bir gelecek bekliyor.Ya saadet zinciri koparsa?Görüştüğüm AKP milletvekili, “ekonomik kriz bir kere ve belli bir yeri vurur, ancak siyasi bir krizin kimleri devireceği belli olmaz” diyerek hayli çetin ve öngörülmesi zor bir dönemden geçtiğimizin altını çizdi. Benim “ne olursa olsun, halk desteğiniz artacağa benziyor” diye ısrar etmeme rağmen şu çarpıcı benzetmeyle hiçbir şeyin garanti altında olmadığını vurguladı: “İlk başta Kombassan, Yimpaş gibi çokortaklı şirketlere para verenler de hallerinden çok memnundu. Çünkü hep birlikte kazanıyorlardı. Ama zincir bir kopunca hepsi dağıldı, şikayet etmeye başladı. Biz de böyle olabiliriz.” Sohbetimizden, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç gibi isimlerin sivri çıkışlarının; haklarında siyaset yasağı istenen bazı partililerin “şeref duydum” diye övünme yarışına girmelerinin AKP içinde rahatsızlıklara yol açtığını anladım. Muhatabıma “Peki krizden nasıl çıkılır?” diye sorduğumda, öncelikle parti olarak, doğrudan Başsavcı Yalçınkaya ve Anayasa Mahkemesi’ni zan altında bırakıcı açıklamalardan uzak durmaları gerektiğini belirtti ve Erdoğan’ın milletvekillerine bu yönde telkinlerde bulunduğundan memnuniyetle söz etti.Mağduriyetin yarar ve zararlarıNitekim sohbetimizden yaklaşık iki saat sonra AKP lideri medyanın karşısına çıkarak, şu ana kadarki en soğukkanlı, ölçülü ve yapıcı tavrını sergiledi. Erdoğan’ın sözlerinden AKP’nin bundan böyle gerilimi tırmandırmaktan kaçınmak, süreci daha fazla politize etmeden büyük ölçüde hukuki bir zeminde sürdürmek istediğini çıkarabiliriz. Ancak bu o kadar da kolay olmayabilir. Çünkü AKP sanıldığının aksine denetlenmesi o kadar da kolay olmayan bir parti. Bütün uyarılara rağmen, rol çalıp kestirmeden “hızlı demokrat”lığa terfi etmek isteyen yeni partililer çıkacaktır. Öte yandan AKP’yi, sistemin diğer kurumlarıyla daha sert bir çatışmanın içine çekmek isteyen çevreler de ellerine geçirdikleri bu fırsatı sonuna kadar kullanmak isteyeceklerdir.Bir diğer zorluksa, sistemin diğer güçleriyle çatıştıkça AKP’nin oylarının arttığı gerçeği. 22 Temmuz seçimleri öncesi tüm Anadolu’da bunu çıplak gözle görmek mümkündü; hafta sonu Güneydoğu’da yine benzer bir halk tepkisine bizzat şahit oldum. Yerel seçimlerin ufukta göründüğü bir ortamda AKP yöneticileri fazladan oy kazanma şansını tepmek istemeyeceklerdir. Hele, “sistemin zinde güçlerine boyun eğmiş” imajına sahip olmaları durumunda oylarının azalacağını düşüneceklerdir.Fakat olayın tam da zıt bir boyutu daha var. Benim gördüğüm ve bildiğim kadarıyla Türkiye’de seçmen mağduru sever ama güçlüden de korkar. AKP “mağdur”u oynamayı abartıp “güçsüz” bir parti görünümü verirse seçmen kendisinden uzaklaşabilir. Bir diğer önemli nokta da, seçmenin aslında çok da fazla kavga ve çatışmadan hoşlanmaması; gerginliklerin huzurunu ve ekonomisini olumsuz etkilemesinden korkmasıdır. FP’nin 1999 seçimlerinde RP’nin oy oranına ulaşamamasında bu faktörün rol oynadığını düşünüyorum.

Devamını Oku

Erdoğan boş kaleye gol atmaya devam ediyor

16 Mart 2008

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi macerasını şu aşamalara ayırabiliriz: 1) 12 Eylül 1980’e kadarki süreçte MSP Gençlik Kolları’nda yöneticilik yaptı;2) 1984’de RP’nin kuruluşunda yer alıp İstanbul İl Başkanlığını üstlendi;3) 1994’de İstanbul Büyük Şehir Beldiye Başkanı seçildi;4) 1998’de hapse girdi ve siyasi yasaklı oldu;5) 2000’de AKP’yi kurdu;6) 2003’de siyasi yasağı kalktı. Milletvekili seçilip başbakan oldu;7) 2007’de yüzde 47’ye yakın oyla yine tek başına iktidara gelen AKP’nin başbakanı oldu.AKP hakkında kapatma davasının açıldığı 14 Mart 2008’in Erdoğan’ın siyasi kariyerinde yeni bir dönemi başlattığını inanıyorum. Bu düşünceye Erdoğan’ı önceki gün Siirt ve Batman’da izlerken varmıştım. Dün Mardin’de buna kesinlikle emin oldum.Dünkü yazımda anlatmaya çalışmıştım: Erdoğan daha önce kriz anlarında fazlasıyla bocalar, ne yapacağını bilemez ve çok vahim hatalar yapardı. Bunun temelinde de, kendi gücünü azımsaması, rakip ve düşmanlarınınkiniyse abartması yatardı. İşte Siirt ve daha çok Batman’da özgüven sahibi, kendinden emin ve dengeli bir Erdoğan’la karşılaştım ve şaşırdım. Dün Mardin’deyse Erdoğan’ın gerçekten “kendini aştığına” tanık olunca artık karşımızda “yepyeni bir Erdoğan” bulunduğuna iyice hükmettim. Başsavcı’ya müteşekkirBıkıp usanmadan söylemeye devam edeceğim: Erdoğan, dün kendisi ve partisine e-muhtıra veren askerlere; bugünse kapatma davası açan Başsavcı Yalçınkaya’ya ve AKP’yi durdurma görevini bu kişi ve kurumlara havale eden kesimlere ne kadar teşekkür etse azdır. Şöyle düşünelim: Erdoğan’ın normal şartlarda bu illerde Kürt sorunu üzerine bir şeyler söylemesi, vaatlerde bulunması gerekiyordu. Ama biliyoruz ki, Kürtçe TV kanalı ve bazı ekonomik paketler dışında söyleyebileceği pek bir şey yoktu. Kısacası Siirt, Batman, Şanlıurfa, Mardin AKP lideri için zorlu duraklar olacaktı.Ne var ki gezinin arifesinde Başsavcı davayı açınca Erdoğan kelimenin gerçek anlamıyla boş kaleye üstüste goller attı. Bölgede AKP’nin yegane rakibi olan DTP’nin de bir başka kapatma davasının muhatabı olması işleri iyice kolaylaştırdı. Sonuçta Erdoğan bir kez daha “nağdur, mazlum ama direnen” bir siyasi lider profili çizme imkanına kavuştu.Erdoğan Güneydoğu’ya kadın ve gençlik kollarının kongreleri için gelmişti. Ama 22 Temmuz öncesi izlediğim 12 AKP mitingini aratmayanlar organizasyonlar söz konusuydu. Nitekim Siirt, Batman ve Mardin’de tipik bir seçim öncesi havası olduğunu gördüm; meslektaşlarımdan Şanlıurfa’da da aynı atmosferin hakim olduğunu öğrendim. Sanıyorum bu sadece bölgeye özgü bir olay değil. Erdoğan şu günlerde ülkenin hangi köşesine gitse benzer bir iklimle karşılaşacaktır. Kısacası kapatma davasının AKP tabanı ve tavanına apayrı bir enerji ve heyecan verdiği çok açık. Buna bağlı olarak iktidar partisinin oylarını birkaç puan arttırmış olduğunu öne sürmek hiç de zor olmaz. Pozitif mesajlarİlginçtir, Erdoğan Şanlıurfa’da kapatma davasına bir şekilde değinmiş ama Mardin’de bu konuya doğrudan hemen hemen hiç girmedi. Yine de bugünün gazetelerinin haber başlıklarında herhalde Mardin’de ettiği “AKP’nin patronu millettir” cümlesi yer alacaktır. Zaten AKP lideri sürekli “millet” ve “milli irade” diyor. Her konuşmasında birkaç kez “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” klişesini ve Atatürk’ün adını vererek “muassır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefini tekrarlıyor.Erdoğan’ın AKP’li gençler ve kadınlara sürekli olarak pozitif mesajlar verdiğini de vurgulamak şart. Bu konuda “AKP gençliği döner bıçağı ya da satır değil, kağıt kalem ve bilgisayar taşır”; “dünyaya, yeni fikirlerer açık olun; önyargılara kapılmayın” ya da “dünün gerçekleri bugünü aydınlatmaya yetmiyor. Kendinizi sürekli olarak güncelleyin. Sadece bugüne değil geleceğe yönelik çözüm projeleri üzerine çalışın” gibi cümlelerini örnek verebiliriz.Başsavcı’nın iddianamesine hızla bir göz attım. Yıllarını genel olarak İslami hareketleri, özel olarak Milli Görüş’ü ve onun uzantısı olan partiler ve siyasetçileri anlamaya çalışmaya hasreden biri olarak Yalçınkaya’nın tespitlerinin ezici bir çoğunluğuna katılmadığımı belirtmek isterim. Bunları ayrıntılarıyla tartışmak birkaç ayrı yazının konusu olabilir. Şimdilik şu hususun altını çok kalın bir şekilde çizmek istiyorum: Yalçınkaya AKP’yi ve Erdoğan’ı anlamamış ve anlamadığı için de bu hareketi daha da güçlendiriyor. Dünkü yazımdaki önerimi tekrarlamak istiyorum: Kapatma davasını hararetle savunanlar bir Anadolu’ya çıksınlar ve inatçılıklarının ne gibi sonuçlar doğurduğunu çıplak gözle görsünler. Ben gördüm.

Devamını Oku

Yedi soruda kapatma davası

15 Mart 2008

1) Dava şaşırtıcı mı?Hiç değil. Şaşıranlara şaşırmak lazım. Çünkü Yalçınkaya’nın AKP hakkında dava açmayı düşündüğü çok uzun zamandır Ankara kulislerinde dolaşıyordu. Başörtüsü düzenlemesiyle birlikteyse Başsavcı’nın dava açmasının kesinleştiği söylenir olmuştu.2) AKP davayı bekliyor muydu?Ummuyordu ama kesinlikle bekliyordu. Özellikle türban düzenlemesi konusunda iktidar partisini caydırmak isteyen kişi ve çevreler, bunun kapatma davasına kapı aralayabileceğini ısrarla vurguluyorlardı.3) Bu dava RP’ye açılan davaya benzetilebilir mi?Bazı açılardan evet. Öncelikle bugün AKP’de etkili olan isimlerin büyük bir bölümü o tarihte RP saflarındaydı. Bir diğer benzerlikse her iki partiye de iktidardayken dava açılmış olması. Ancak RP koalisyonun ana ortağıydı ve hükümet olalı bir yıl bile olmamıştı. AKP ise 2002 sonundan beri ülkeyi tek başına yönetiyor. RP son seçimde yüzde 21 oy almıştı, AKP ise yüzde 46’yı aşmış bir parti. Aslında AKP olayını Fazilet Partisi’nin kapatılma davasına benzetmek daha doğru olur. FP de AKP gibi Milli Görüş çizgisinden farklı bir rota izlemeye çalışıyordu. Örneğin AB üyeliğini, ABD ve hatta İsrail’le normal ilişkiler kurmayı savunur olmuşlardı. FP hakkındaki dava, tıpkı bugün AKP’ye olduğu gibi, RP’ninkine kıyasla çok az sayıda ve zayıf iddialar üzerinde temelleniyordu.4) AKP kapatılabilir mi?Normal şartlarda çok ama çok zor. Ancak FP’nin zayıf gerekçelerle kapatıldığı düşünülürse bu ihtimali tamamen yok sayamayız. Buna karşılık, Anayasa’da, parti kapatmayı zorlaştıran değişiklikler yapılmış olması; Yüce Mahkeme’nin son olarak HAK-PAR’ı kapatmaması AKP’nin artıları.5) AKP nasıl bir savunma yapar?AKP’nin çok fazla gürültü çıkarmayacağını, davayı “basit bir teknik konu” olarak ele alacağını sanıyorum. Yani iktidar partisinin davadan hareketle “siyasi bir meydan okuma” içine girmesi pek mümkün görünmüyor.FP davasında savunmayı Cemil Çiçek yapmıştı. Yine Çiçek’in ön plana çıkması şaşırtıcı olmaz. AKP bu sefer, parti dışı hukuk çevrelerini de aktif olarak savunma sürecine katabilir. Savunmanın kabaca üç ayak üzerinde yükseleceğini öngörebiliriz: a) Partili bazı milletvekili, belediye başkanı ve yöneticilerin zaman zaman yaptıkları açıklama ve uygulamalar münferit olarak tanımlanır ve parti disiplin kurullarının devreye girdiği söylenir; b) Başörtüsü sorununun çözüm çalışmaları laiklik değil, bireysel hak ve özgürlükler temelinde tarif edilir; c) AKP’nin icraatının laikliği yıpratıcı, yıkıcı değil, tam tersine daha güçlendirici olduğu ileri sürülür.6) Kapatma davası türban düzenlemesini nasıl etkiler?Başsavcı’nın daha süreç tamamlanmadan türban konusunu kapatma gerekçesi yapması işleri iyice karıştırdı. Artık bu iki konu tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda. Mahkeme’nin türban konusunda vereceği karar AKP davası için de ipuçları içerecek. Eğer anayasa değişiklikleri, laiklik ilkesini kaldırmaya yönelik görülüp “yok hükmünde” sayılırsa o zaman Başsavcı’nın iddiaları kuvvetlenmiş olur. Mahkeme değişiklikleri geçersiz saymazsa da tersi bir durum ortaya çıkar, yani AKP rahatlar.7) Davanın siyasi sonuçları ne olur?Kesinlikle son tahlilde bu işten AKP kazançlı çıkar. Tıpkı 27 Nisan sonrasında olduğu gibi toplumun geniş bir kesimi tarafından yine “mağdur” olarak görülür ve destek alır. AKP kapatılsa bile, yerine kurulacak olan parti arkasında daha da artmış bir oy desteğiyle ülkeyi yönetmeye devam edecektir. Tabii kapatmaya ek olarak Erdoğan başta olmak üzere bazı kilit isimlere siyaset yasağı gelirse -ki sanmıyorum- işin rengi değişebilir.Öte yandan dava sonuçlanana kadar hükümet ve AKP’nin ciddi olarak yıpranacakları da kesindir. Buna bağlı olarak devletin kurumları arasında zaten varolan uyumsuzluk, güvensizlik daha da derinleşir. Daha önemlisi demokrasimiz ve dolayısıyla bir bütün olarak Türkiye bu davadan olumsuz etkilenecektir.

Devamını Oku

Abant Diyarbakır’da toplanabilecek mi?

13 Mart 2008

Dün ntvmsnbc haber sitesinde çıkan “Diyarbakır toplantısına güvenlik engeli” başlıklı haber Kürt sorunu etrafındaki tartışmalara yeni bir boyut getirdi. Habere göre Abant Platformu’nun, 28-29 Mart tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlemeyi düşündüğü “Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı toplantı güvenlik gerekçesiyle dondurulmuştu. Haber önemliydi çünkü Abant Platformu, Fethullah Gülen’in onursal başkanlığını yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın bir organizasyonu. Diğer bir deyişle, içinde farklı kesimlerden bağımsız aydınlar bulunmakla birlikte platformun motor gücü Gülen cemaati. Dolayısıyla Abant’ın Diyarbakır’da toplanacağı haberi geniş bir ilgi uyandırmış; farklı yorum ve tepkilere neden olmuştu. (Örneğin son olarak CHP Lideri Baykal “büyük bir senaryo” dan bahsederken bu toplantıyı da onun bir parçası olarak gösterdi.)Fethullah Hoca, başından beri Türk milliyetçiliğine yakın bir isim olarak biliniyor, birçok konuda çıkış yapmasına rağmen Güneydoğu’da yaşanan olaylara karşı suskun kalması da bu özelliğiyle ilişkilendiriliyordu. Ancak cemaatin bu politikası son bir-iki yıldır belirgin bir şekilde değişti. Artık “Kürt sorunu” denmekten çekinmiyor, yayın organlarında bu sorunun çözümü tartışmalarına yer veriyorlar. Son Kurban Bayramı’nda cemaate yakın işadamlarının Güneydoğu’ya akın etmeleri ve bayramı yoksul ailelerin yanında geçirmeleri özellikle dikkati çekti. Hemen ardından Diyarbakır bombasında hayatlarını kaybedenlerinin ailelerine yine cemaate yakın işadamları taziyeye gittiler.PKK tehdidiAbant’ın Diyarbakır’da toplanacak olması bu nedenle olağan bir gelişmeydi, ama yine de şaşırtıcıydı. Çünkü Başbakan Erdoğan’ın yerel seçimlerde Diyarbakır’ı alma hedefinin altını kalın şekilde çizmesi, bu şehrin zaten varolan sembolik önemini daha da artırmış, DTP’liler “kalemizi vermeyiz” diye cevap yetiştirme yarışına girmişlerdi. Bütün bu tartışmalara paralel olarak PKK ile bir şekilde ilintili yayın organlarında da AKP hükümetinin bölgeye “dinsel çıkartma” yapmayı planladığı; bunun için Gülen cemaati ve hatta Hizbullah’tan yararlanmayı düşündüğü yolunda haber/yorumlar türedi.Yani PKK’nın bu toplantıyı bir tür “meydan okuma” olarak bakması ve engellemeye çalışması ihtimal dahilindeydi. Dolayısıyla ntvmsnbc’nin haberi normaldi. Ancak yaptığım araştırmalar sonucunda, toplantının geleceğinin belirsizleşmesinde PKK faktörünün tahmin edilebileceği kadar belirleyici olmadığını anladım. Zaten DTP’den Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk da katılacaklarını teyit etmişlerdi.AKP kararsızNe var ki Tarım Bakanı, Diyarbakır Milletvekili Mehdi Eker’in katılma kararından vazgeçmiş olduğu haberi işin rengini değiştirdi. Buna bağlı olarak Başbakan Erdoğan’ın hiçbir bakan ve milletvekilinin bu toplantıya katılmama talimatı verdiği söylentileri dolaşmaya başladı. Birkaç kaynaktan bu iddiayı araştırdım; açıkça doğrulayan çıkmadı ancak davetli olan AKP milletvekillerinin durumu dün akşam saatleri itibariyle net değildi.Anladığım kadarıyla AKP bu toplantı konusunda tereddütlü. Gülen cemaatiyle şu günlerde özdeş gözükmek istemiyor olabilirler. Ama esas olarak toplantının içeriği ve diğer katılımcılardan bazılarının kimliklerinden tedirgin olduklarını düşünüyorum. Görüştüğüm Abant Platformu yöneticileri, haberleri abartılı bulup toplantının planlandığı gibi yapılacağını söylediler. Ancak Platform’un bazı üyeleri farklı kaygılarla “yapmasak daha iyi olur” diye düşünüyorlar. Şurası kesin: İktidar partisinin temsil edilmediği böylesi bir toplantı havada kalır. Dolayısıyla Abant’ın kaderini Başbakan Erdoğan belirleyecek. Belki çoktan belirlemiştir de.

Devamını Oku

Daha yolun başında bile değiliz

12 Mart 2008

Kara harekâtının kısa sürmesi; Amerikalı generallerin “bu iş sadece silahla olmaz” açıklamaları; DTP yöneticilerinin önce TBMM Başkanı Köksal Toptan, ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşmeleri; Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile de görüştükleri iddiaları; “Eve Dönüş”, “Topluma Kazandırma” veya doğrudan “genel af” başlıklarıyla PKK’lılara nasıl silah bıraktırılabileceği yolundaki tartışmalar; yolda olan Kürtçe TV; gazetelerde peşpeşe yazı dizileri, uzun röportajlar; toplantılar, paneller, konferanslar; Başbakan Erdoğan’ın New York Times’a açıkladığı ekonomik ve sosyal paketler ve ima ettiği “kültürel” adımlar; yine Erdoğan’ın bu hafta sonu bölgede dört ile gidecek olması; Nisan ayında Diyarbakır’a da gidip çok önemli açıklamalar yapacağı yolundaki beklentiler ve bütün bunlara paralel olarak CHP ve MHP’nin giderek daha da sertleşen muhalefetleri...Daha yazacak çok şey var, ama burada duralım ve şu soruyu soralım: Yoksa Kürt sorunu çözülüyor mu? Kasım’dan beri, bir grup gazeteci arkadaşla kurduğumuz Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği (SORAR) kapsamında işte bu sorunun cevabını arıyoruz. Bugüne kadar üçü İstanbul, Ankara ve Diyarbakır’da olmak üzere 5 ayrı toplantı düzenledik. Her birine farklı mesleklerden ve farklı bakış açılarına sahip ortalama 25’er kişi katıldı. “Off the record”, yani söylenenlerin isim verilerek yazılmaması kuralıyla gerçekleşen bu toplantının sonuncusu 10 Mart Perşembe günü İstanbul’da gerçekleşti. Kara harekâtı sonrası gelinen noktayı tartıştığımız toplantıda AKP hükümetinin, şahsen de Başbakan Erdoğan’ın tarihi fırsat yakalamış olduğu ancak bunu kullanabilmesinin önünde de çok sayıda engel bulunduğu vurgulandı.AKP’nin yakaladığı fırsatÖrneğin AKP’nin Güneydoğu’da DTP ile yarışması ve bazı illerde onu geçmesi; büyük şehirlerdeki Kürt kökenli seçmenlerin ezici bir çoğunluğunun oylarını almış olduğu yolundaki tahminler, iktidar partisinin elini epey güçlendiriyor. Yine AKP’nin, Tunceli hariç her ilden milletvekili çıkarması, yani tartışmasız “Türkiye partisi” olması da büyük bir avantaj. Çünkü AKP, Kürt sorunuyla ilgili açılımlara tepki göstereceği varsayılan milliyetçi-muhafazakâr kitleleri kontrol altına alma şansına sahip. Fakat AKP’nin aynı zamanda popülist ve pragmatist bir parti olması sorunun çözümünde ayak bağı olabiliyor. Toplantıda, Erdoğan’ın değişik dönemlerdeki açılım girişimlerinin partisi içinde ciddi tepki ve dirençler doğurduğu örneklerle anlatıldı. Son dönemde de Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in bazı çıkışları, değil parti, hükümet içinde de konsensüsün sağlanmasının kolay olmayacağının işaretleri olarak okunabilir.Toplumsal mutabakat şartSoruya dönecek olursak: Evet bir şeylerin olduğu, değiştiği; olacağı ve değişeceği muhakkak. Ancak daha yolun başında bile olmadığımızı düşünüyorum. Çünkü yılların kangren olmuş bu sorununun çözümü için AKP’nin performansı tek başına bir anlam ifade etmeyecek. İşin içinde uluslar arası aktörler, bölgesel stratejik sorunlar var. Hadi onları da bir kenara bırakalım, yerli aktörler de ya rollerini tam olarak bilmiyor; bilse de sevmiyor; sevse de layıkıyla oynayamıyor. DTP’yi ele alalım. Değişik platformlarda DTP’nin “büyük bir hayal kırıklığı” olduğunu söyledim ve bu yüzden çok tepki aldım. Ancak sorunu yasal zeminde tutabilmek için tek şansımızın DTP olduğunu da biliyorum. Bu bakımdan bu partinin son girişimlerini önemsiyorum. Yine de çok umutlu olmadığımı itiraf etmeliyim. Örneğin önceki gün Ahmet Türk’ün TBMM Grubu’nda yaptığı konuşmada yeni, heyecan verici pek bir şey yoktu. Türk bu sözleri yıllar önce de söylüyordu, korkarım, böyle giderse yıllar sonra da söyleyecek.Çözüm önündeki en büyük engel PKK. Çünkü örgütün nerede, ne zaman, ne yapacağını kestirmek imkansız. Örneğin herhangi bir kent merkezinde patlayacak bir bomba DTP’lilerin bütün gayretlerini sıfırlayabilir ki DTP’lilerin böyle bir riski ortadan kaldırmaya güçlerinin olduğunu sanmıyorum. Bir diğer ciddi engel de muhalefet. CHP ve MHP’nin dile getirdikleri itirazların, kaygı ve endişelerin hiç kuşkusuz toplumsal karşılıkları var. Eğer ciddi anlamda, kalıcı bir çözüm aranacaksa bu partilerin sürece dahil edilmeleri şart. Bunun imkansız gibi göründüğünü biliyorum, bu kesimlerin duyarlıklarını göz ardı eden bir çözüm formülü hiçbir şeyi çözmeyeceği gibi sorunu daha da derinleştirecektir.Türkiye’nin Kürt sorununu Washington ve Erbil ile çözeceklerini sananlar epey yol katettiğimizi düşünebilirler. Çözümün Türkiye’de olduğunu ve en geniş toplumsal mutabakatı gerektirdiğini düşünen biri olarak, tekrarlıyorum, daha yolun başında bile olduğumuzu sanmıyorum.

Devamını Oku

Baykal ile Bahçeli: Sanki tek partinin eşbaşkanları

11 Mart 2008

Tarih tekerrürden ibaret midir gerçekten? Dün TBMM’de CHP lideri Baykal ile MHP lideri Bahçeli’yi dinlerken, 22 Temmuz seçimleri öncesi Anadolu’da izlediğim mitingler aklıma geldi. Muhakkak bazı yaklaşım ve üslup farkları vardı ama iki lider 22 Temmuz öncesi bir nevi dil birliğine sahiptiler. İkisi de seçim kampanyalarını terörle mücadele temeline oturtuyor ve AKP ile Başbakan Erdoğan’ı bu konuda hevessiz, heyecansız ve başarısız olmakla suçluyorlardı. Söylem düzeyinde sağlanan bu ittifak “solcular CHP’ye, sağcılar MHP’ye” propaganadsını yapan çevrelerin iştahlarını kabartıyordu. Ancak yürümedi, bu dil birliği, AKP’nin yüzde 47 oy oranına erişmesini engelleyemedi, belki de yardımcı oldu.Harekat onları birleştirdiSeçimlerin hemen ardından MHP, belki de CHP ile özdeşleşmiş imajından da rahatsız olarak Abdullah Gül’e cumhurbaşkanlığı yolunu açtı. Birçok “derin” çevrenin itirazlarına rağmen MHP, CHP ile arasını daha fazla açmaya özen gösterdi ve en son üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılması girişimiyle yollar iyice ayrıldı. Öyle ki, seçim öncesi iki partiyi birleştirmeye çalışan odaklar MHP’ye yüklenmeye; AKP’yi destekleyen çevreler de yüceltmeye başladılar.Ama burası Türkiye. Daha başörtüsü süreci sona ermeden Meclis’teki partiler yeniden 22 Temmuz öncesi pozisyonlarına meylettiler. Bunun tetikleyicisiyse kara harekatı oldu. Daha doğrusu harekatın beklenmedik bir şekilde sekiz günde tamamlanması. Geçen hafta Baykal ile Bahçeli, TBMM gruplarında yaptıkları konuşmalarda TSK’yı eleştirmede birleştiler ve herkesi şaşırttılar. Dünse Başbakan Erdoğan sadece Sosyal Güvenlik Yasası’ndan bahsedip siyasi konulara hiç girmezken Baykal ile Bahçeli yine ağırlığı terör, PKK, Irak Kürtleri, ABD ile ilişkiler gibi hassas konulara verdiler. Ve nerdeyse birbirinin aynısı cümleler kurdular.Ortak noktalarŞöyle ki her iki lider de: “Harekatın başlama ve bitişinde ABD’nin bilgisi ve dahli olduğuna;“Önce Gates, ardından Bush’un açıklamalarının bunu kanıtladığına; “Zaten hedefin PKK’nın bütünüyle tasfiyesi olmadığına;“Bu nedenle harekatın bilerek kısa tutulduğuna;“Böylelikle askeri yöntemlerle çözümün imkansız olduğunun gösterilmek istendiğine;“Bunun hemen ardından Amerikalı üst düzey komutanların “PKK ile müzakere şart” diyerek Türkiye’yi masaya oturtmak istediklerine;“Buna paralel olarak ‘siyasi çözüm’ formüllerinin kamuoyunun gündemine hükümet tarafından bilinçli olarak sokulduğuna;“Öte yandan harekat sayesinde Talabani’nin ziyaretine zemin hazırlandığına;“Bu ziyarette Talabani’nin pek bir şey vermeyip çok şey aldığına;“Bundan sonraki aşamada AKP hükümetinin Barzani yönetimiyle temasının söz konusu olduğuna inanıyorlar.“Büyük senaryo” Baykal bütün bu tabloyu “büyük bir kurgu”, “büyük bir senaryo” olarak niteledi ve “CHP olarak bu senaryoda asla rol almayacağız” dedi. CHP liderinin hedefinde AKP ve kısmen DTP vardı.MHP lideriyse AKP ve DTP’ye ek olarak “bölünme reçeteleri”nin demokratik tartışma ortamında ele alınmasını savunan “siyaset dışı geniş bir cephe” nin bulunduğunu ileri sürdüğü ve bunun içine “bir grup İstanbul sermayesi, basının önemli bir bölümü ve yabancı fonlarla beslenen sivil toplum kuruluşları”nı koydu. Bahçeli “Türkiye’yi bölmeyi amaçlayan tahriklerin ve süreçlerin pervasızca sürdürülmesi iç çatışma dinamiklerini kontrol edilemez bir noktaya taşıyacak ve Türkiye korkarız ki bir kavga ortamına sürüklenecektir” dedi ki son üç ayda MHP liderinin grup toplantılarında en az beş kez benzer bir “iç çatışma” uyarısı yaptığının altını çizmek lazım.Tekrar CHP ile MHP’nin benzeşmesine dönecek olursak. Seçim öncesi Baykal bir sorum üzerine MHP ile hiçbir organik temaslarının olmadığını söylemişti. Bu sefer de her iki liderin birbirleriyle koordinasyon içinde hareket etmedikleri ortada. Bu da durumu daha ilginçleştiriyor ve önemli kılıyor. Şurası kesin: Bahçeli’nin Kürt (kendi deyimiyle bölücü terör) sorunu üzerine yaptığı konuşmalar şüphesiz ülkenin bir bölümünün hassasiyetlerini yansıtmaları açısından önemli, ancak bunlarda şaşırtıcı ve yadırgatıcı pek bir şey yok. Baykal’a gelince, orda bir durup düşünmek şart: Milliyetçi bir dalga, Baykal dahil CHP tabanını da mı derinden etkiliyor, yoksa CHP lideri, kafaları karışık bu kitleleri peşinden mi sürüklüyor.

Devamını Oku

Ziyaret olumlu, zaman yanlış

5 Mart 2008

Çünkü kara harekatının sürpriz şekilde erken bitmesinin getirdiği tartışmalar zirvede. Burada bir durulma sağlanmadan, sorunun bir parçası olduğu kesin olan Talabani’nin gelmesi gerginliği artırabilir...Önce şu hususu akılda tutmakta yarar var: Celal Talabani’nin Irak Cumhurbaşkanı olması Ankara tarafından onaylanmış ve desteklenmişti. Çünkü Türkiye genel olarak Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasını, özel olarak da Kürtlerin ayrı bir devlet kurmamasını istiyordu, istemeye devam ediyor ve devam edeceğe de benziyor. Dolayısıyla iki Kürt liderden birinin cumhurbaşkanı olması, Irak’ın bölünmesini engellemek için kaçırılmaması gereken bir fırsattı ve kaçırılmadı. İkinci olarak, AKP’nin Talabani ile özel bir derdinin olmadığını, hatta KDP Lideri Mesut Barzani’ye kıyasla “daha anlaşılabilir, konuşulabilir” gördükleri KYB Liderini tercih ettiklerini ve Erdoğan’ın AKP lider ve başbakan; Gül’ün de Dışişleri Bakanı olarak kendisiyle üçüncü ülkelerde birkaç kez görüşmüş olduğunu hatırlayalım.Bir başka unutmamamız gereken husus AKP’nin, genel olarak Irak Kürtleri, özel olarak Talabani’ye bakışlarında muhalefet partileri, eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Genelkurmay ile her zaman ters düştükleridir. Nitekim Barzani bazen, Talabani ise sık sık AKP, Erdoğan ve Gül hakkında olumlu sözler söylemiş ve iki taraf arasındaki sorunların AKP’nin daha da güçlenmesi ve devlete daha fazla hakim olmasına paralel olarak giderilebileceğini ifade etmişlerdi.Peki yarın o beklenen gün mü? Yani Talabani’nin Gül’ün davetlisi olarak yapacağı iki günlük çalışma ziyareti Irak Kürtleriyle Türkiye’nin arasını iyice düzeltebilecek mi? Aslına bakarsanız ziyaretin temel sorusunun böyle şekillenmesi bile bu işte bir gariplik olduğunu gösteriyor. Şöyle ki, Talabani Ankara’ya “Irak Cumhurbaşkanı” sıfatıyla davet ediliyor ve ama kendisine esas olarak “KYB Lideri” muamelesi yapılıyor. Bunun birinci nedeni Talabani’nin cumhurbaşkanlığının epey sembolik olması; Irak’ın bugünü ve geleceği hakkında esas karar verici kişi olmaması; Şii Arap siyasetçilerin gölgesinde kalmasıdır. Eğer Talabani belirleyici bir figür olabilseydi, 2005 yılından itibaren Kürtler’in Irak’taki etki ve nüfuzlarının azalmasını engellerdi.İkinci nedense, Ankara’nın Irak’a bakınca ilk olarak Kürtleri görmesi, en çok onlarla ilgilenmesidir. PKK Kuzey Irak’ta konuşlanmış olmasa da böyle olacaktı; örgütün yıllarıdır Irak Kürtlerinin bilgisi dahilinde o topraklarda yaşıyor olması bu ilgiyi katlıyor.Zamanlama sorunuTekrar sorumuza dönelim: Talabani’nin Ankara ziyareti bir dönüm noktası olabilir mi? Sezer’in Talabani’yi Türkiye’ye davet etmesi gerektiğini birkaç kez yazmış birisiyim. Hatta bir kere Org. Büyükanıt’a Washington’da “Türkiye hem Irak’ın bütünlüğünü savunuyor, hem de Cumhurbaşkanını davet etmiyor. Bu çelişkili değil mi?” diye sormuş, kendisinden “hükümet olmak başka iktidar olmak başka” yanıtını almıştım. Ancak hiçbir zaman, “Mam Celal”in (Celal Amca) gönüllü lobicileri olarak çalışan bazı meslektaşlarım gibi “Talabani Türkiye topraklarına ayak basarsa önce PKK, buna bağlı olarak da Kürt sorunlarımızın çözümünün çok kolaylaşır” diye düşünmedim. Kendisi PKK’yı en iyi tanıyan siyasetçilerden biri olabilir; çözüm için bazı ilginç öneriler de sunabilir ama bu sorunlarımızı, üçüncü şahısları karıştırmadan çözmemiz gerektiğini, çözebileceğimizi savunuyorum..Evet bu ziyaretin birçok olumlu yönü olduğu kesin, ama zamanlamanın ne kadar isabetli olduğu konusunda çok kuşkum var. Çünkü kara harekâtının sürpriz bir şekilde erken sonuçlanmasının getirdiği tartışmalar zirvede, hatta ülkenin bildik siyasi haritalarını altüst ediyor. Burada bir durulma sağlanmadan, sorunun bir parçası olduğu kesin olan KYB Liderinin Ankara’ya gelmesi gerginliği daha da artırabilir. Şimdiden TSK’nın Talabani’yi doğrudan ya da dolaylı olarak protesto edeceği yolunda rivayetler dolaşıyor. MHP’nin tavrı zaten ortada. Baykal kısa süre önce, sürpriz bir şekilde “Irak Kürtlerine açılım” politikası dillendirmiş olduğu için CHP’nin ne yapacağı belirsiz. AKP’deyse herkesin “Irak Kürtleriyle iyi geçinmek” için can atmadığını biliyoruz.Eğer Talabani böylesi bir atmosfere rağmen başarılı bir ziyaret gerçekleştirirse tebrik ve teşekkürü hak edeceği kesindir. Ama PKK’ya karşı somut, hızlı ve etkili bir şeyler yapmadan Türk kamuoyunu ikna edemeyeceğini, Irak’ın belki de en deneyimli ve becerikli politikacsı olan Talabani de çok iyi biliyordur.Bakalım çantasından neler çıkaracak?

Devamını Oku