AKP’nin ön savunma için ek süre istememesi, iktidar partisinden karmaşık ve birkaç ayaklı, ama illa ki Anayasa değişikliğini de içeren bir strateji bekleyen bizleri şaşırttı. Anlaşılan AKP Anayasa’ya dokunmayacak ve savunmaya ağırlık verecek.Erdoğan’a yakın bir isimle ek süre istememe kararının gerekçelerini tartıştığımda öncelikle şu noktanın altını çizdi: “Başbakan kesinlikle bu sorunun bir an önce sonuçlanmasını istiyor.” Peki Erdoğan dava sonucunda aklanmayı umuyor mu? Bu soruya doğrudan ve açık cevap veren AKP’li bulmak çok zor, ancak edindiğim izlenime göre Başbakan ve yakın çevresi, ne kadar iyi savunma yaparlarsa yapsınlar Anayasa Mahkemesi’nden kapatma ve siyasi yasak kararı çıkmasını engellemelerinin çok ama çok zor olduğunu düşünüyorlar. ‘Ver kurtul’-‘vur kurtul’Gelinen aşamadan AKP içi ve dışında epey etkili olan ‘vur kurtul’cuların hiç de memnun olmayacakları açıktır. Davayı ‘hukuk yoluyla darbe’ olarak gören bu kesimler AKP’lilerin ağızlarıyla kuş tutsalar haklarında ‘önceden verilmiş’ kararı değiştirmelerinin mümkün olmayacağını, bu nedenle ne yapıp edip Anayasa’yı değiştirmeleri gerektiğini savunuyorlar. CHP ve MHP’den yardım gelmeyeceğinin kısa sürede anlaşılmasıyla da AKP’nin tek başına yola çıkması ve değişiklikleri referanduma götürmesinde ısrarcı oldular.Ancak yine AKP içi ve dışında belki de eşit ölçüde etkili olan ‘ver kurtul’cular referandumun çok tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini vurgulayıp bunun yerine AKP karşıtlarının bazı taleplerini ciddiye alıp kimi (geri) adımların atılması gerektiğini savundular. Fikret Bila’nın Pazartesi günü Milliyet’te çıkan röportajında adı verilmeyen üst düzey bir AKP’li, gerekirse MGK’da bu konuların tartışılabileceğini ve bunların ışığında bazı bakanların kabine dışı bırakılıp türban konusunda yeni Anayasa değişiklikleri yapılabileceğini söyledi.Ne vurarak ne vererekAKP’de kriz yönetiminin tek sorumlusunun Erdoğan olduğunu biliyoruz. Anladığım kadarıyla Başbakan ne ‘vurarak’, ne de ‘vererek’ kurtulmasının mümkün olmadığı sonucuna vardı. ‘Vurması’ durumunda gerilimin daha da tırmanacağını; ‘vermesi’ durumundaysa, bunun bir zaaf görüntüsü yaratacağını ve vermenin de bir sonu olmayabileceğini gördü. Diyelim ki pazarlığa razı oldu, kiminle masaya oturacaktı? Diyelim ki Baykal ile oturdu. Ona “Kabinede kimleri istemiyorsunuz?” diye sorduğunda “Sizi” cevabını alsa ne yapabilecekti?Yazının başında değindiğim Erdoğan’a yakın isim, daha önceki Anayasa’yı değiştirme tartışmalarının ‘kendine güvensizlik’ imajı yarattığını söyledi ve şöyle devam etti: “Halbuki Başbakan ek süre istemediğini söyleyerek kendine ne kadar güvendiğini de göstermiş oldu.” Eğer Erdoğan sahiden davanın bir an önce sonuçlanmasını istiyorsa -ki öyle gözüküyor- ve yine eğer Erdoğan davanın ucundan kapatma ve siyasi yasak çıkmaması konusunda fazla ümitli değilse niye bu kadar acele ediyor? Kaynağım buna çok açık ve kesin bir cevap verdi: “Çünkü Türkiye’nin en az bedelle bu krizden çıkmasını arzuluyor.” Bu, AKP liderinin ülke çıkarları uğruna birtakım şeylerden fedakarlık etmeye, siyasi kariyerini riske atmaya hazır olduğu anlamına gelir. Çok kişi bu tespitle alay edebilir ancak kendisini yıllardır izlemeye çalışan bir gazeteci olarak AKP liderinin sahiden böylesi bir ruh hali içinde olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum. Bu noktada aklıma hep Erdoğan’ın da ilk günlerde kullandığı “giyotine kafasını uzatma” benzetmesi geliyor. Erdoğan ne düşünür bilmem ama şu haliyle AKP liderinin kafasını giyotine uzatmakta olduğunu söylemek çok abartılı olmayacaktır.
Refah Partisi içindeki “yenilikçi hareket” bir ekip işiydi. Liderleri Tayyip Erdoğan’dı ama bu asla bir “Erdoğan hareketi” değildi. AKP de kurulurken bir “Erdoğan partisi” olarak kurulmadı. Evet o olmasa bu parti zor kurulurdu; kurulsa bile o kadar etkili olamazdı ama Erdoğan da yanında Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin, Azmi Ateş, Mustafa Baş gibi isimler olmasaydı bu noktalara kadar gelemezdi. Özetle Erdoğan AKP’nin “birinci adamı”ydı.22 Temmuz seçimlerine girerken Erdoğan aday listelerini tek başına hazırladı. Buna bağlı olarak AKP “Erdoğan partisi” olmaya bir adım daha yaklaştı. O günlerde “Gül, Arınç ve Şener’in geri planda kalmış olmaları Erdoğan’ın hakimiyeti için orta ve uzun vadede ciddi bir tehdittir” diye yazmıştım. Gül’ün Çankaya’ya çıkması, Arınç’ın TBMM Başkanlığı’nı bırakması ve Şener’in de milletvekili bile olmamasından hareketle bu öngörümün tutmadığı düşünülebilir. Doğrudur, ne zamandır Erdoğan AKP’nin “tek adamı.” Ancak bu “tek adam” aynı zamanda “tek başına”, yani “yalnız bir adam.” 1 Mayıs inadıYüzde 47 ile tek başına hükümet kurmuş, karizması tartışılmayacak bir liderin “yalnız” olduğunu söylemek şaşırtıcı gelebilir. İtiraf etmem gerekirse, Erdoğan’ın “yalnız” olduğu tespiti bana değil kendisini çok yakından gözlemleyen ve çok seven birine ait. Ben de onun ağzından “Tayyip Bey çok yalnız” cümlesini duyduğumda “Olur mu, etrafında o kadar çok insan var!” diye tepki gösterdim. O da “zaten sorun da bu. Etrafında çok kişi var ama nerdeyse hepsi ona hep duymak istediklerini söylüyor. Eleştiren bir Allah’ın kulu bulamazsın” diye sözlerini sürdürdü. Bu sohbet yaşandığında Başbakan’ın “Ayaklar baş olursa...” sözü daha çok tazeydi. Sözünü ettiğim kişi “Ne olurdu 1 Mayıs tatil olsa! Taksim kutlamalara verilse!” diye yakınıyordu ki, daha sonra Erdoğan’a ve AKP’ye sempati ve destekleri tartışmasız birçok ismin de benzeri bir tutum izlediklerini gördük. Başbakan’ın fazlasıyla “sağcı” reflekslere sahip olduğunu, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasından pek hoşlanmayacağını biliyorum. Ancak yine onun çevresinde “en büyük iddiamız demokratikleşme. Hele kapatma davası varken bundan asla şaşmamamız lazım. Bu nedenle 1 Mayıs bizim için bir fırsat bile olabilir” diye düşünme potansiyeline sahip isimlerin bulunduğunu da biliyorum. Dolayısıyla ya bu kişiler şu ya da bu şekilde sesleri çıkarmıyorlar ya da Erdoğan bu tür “çatlak” seslere kulak kabartamayacak şekilde bunalmış durumda.Dava arkadaşlarına özlemEğer AKP bu krizi en az hasarla atlatmak istiyorsa Erdoğan’ın “tek adamlığına”, dolayısıyla “yalnızlığına” bir an önce son verebilmesi şart. Ne var ki bu pek mümkün gözükmüyor. Artık Gül’ün AKP’ye dönmesi imkansız. Şener geride kalan köprüleri uçurmakla meşgul. Arınç kesinlikle partiyi yenilemede ilk akla gelen isimlerden biri değil. Son dönem transferleri (Ertuğrul Günay, Zafer Üskül...) ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorlar. Cemil Çiçek’in hükümetteki konumu ve çıkışları sempati kadar, hatta belki de daha çok antipati topluyor. Dengir Fırat partinin “tekzipçisi” gibi çalışıyor. Kilit yerler Erdoğan’ın belediye günlerinden tanıyıp güvendiği teknokratlara teslim edilmiş durumda ki bunların içinde siyasi olarak sivrilebilen kimse yok. Bir tek Ali Babacan, herkesin sustuğu bir dönemde sık sık dış gezi yapıp uçağına gazeteci alarak, birbirine benzeyen siyasi mesajlar veriyor.Geriye bir tek parti içi demokrasiyi kurumsallaştırma seçeneği kalıyor. AKP’nin kurucu Genel Sekreteri Ertuğrul Yalçınbayır kapatma davasının bu arayışı tetikleyebileceğini umut ediyor. Pek sanmıyorum. Çünkü AKP’de bulundukları noktaya nice emeklerle gelenler kadar Erdoğan’ın tercihiyle tepeden inenler mevcut. İkinci gruptan, gemiyi kurtarmak yerine kendilerini gemiden kurtarmak isteyenler çıkabilir. 22 Temmuz seçimleri öncesinde Erdoğan’ın milletvekili listelerini hazırlarken kriz yaratmaktan mümkün olduğunca kaçınmayı hedeflediğini söylemiş, bu uğurda AKP’nin genleriyle oynadığını ielri sürmüş ve şöyle devam etmiştim: “Erdoğan AKP’yi bir ’dava partisi’olmaktan çıkardı. Ama Türkiye’de birileri AKP karşıtlığına bir ’dava’gibi sarılmış durumda. İşte bu kesimlerin, arkalarına (veya önlerine) devletin bazı kurumlarını da alarak AKP’ye karşı ’topyekun savaş’açmaları halinde, Erdoğan pekala liste dışı bırakmış olduğu eski yol arkadaşlarını arayabilir.” Acaba sahiden arıyor mudur?
Son günlerde üst üste yaşanan bazı gelişmeler AKP’nin, kapatma davasıyla içine girilen krizden çıkış için formül geliştiremediğinin, dolayısıyla iktidar partisi için geri sayımın başladığının işaretleri olarak yorumlanabilir. Bunları sıralayacak olursak:1)Hâlâ net bir strateji belirlenemediHer hafta başı Bakanlar Kurulu ve AKP MYK toplantılarının ardından, parti üst düzey yetkililerinin doyurucu açıklamalar yapması; Salı günü de Başbakan Erdoğan’ın TBMM Grubu’nda yeni stratejinin ana hatlarını açıklamasını bekliyoruz. Ancak şu ana kadar birkaç husus dışında netleşen bir şey yok. Sadece AKP’nin çok ciddi bir savunma hazırladığını, bunun için muhtemelen ek süre isteyeceğini, partinin bir erken seçime gitmeyeceğini ve tek başına Anayasa’yı değiştirmeye kalkmayacağı, yani değişiklikleri halkoyuna sunmayacağını biliyoruz ki bunların da yüzde yüz olduğu söylenemez. Erdoğan Anayasa değişikliğine gitmenin doğru olup olmayacağını halen tartıştıklarını açıkladı ki zaman iyice daralıyor.2)Haşim Kılıç AKP’yi ciddi olarak uyardıAKP’lilerin Anayasa Mahkemesi’nde güvendiği bir-iki ismin başında gelen Başkan Haşim Kılıç kritik bir dönemde her kesime yönelik hayati mesajlar içeren önemli bir konuşma yaptı. Herkesin işine gelen yönlerini öne çıkartmaya çalıştığı bu konuşmasında Kılıç’ın iktidar partisine bir nevi “son uyarılar”ını yaptığını ileri sürebiliriz. Bu noktada Kılıç’ın türban düzenlemesi sırasında iktidar partisini ve hatta Çankaya’yı sonradan olabilecekler konusunda bir şekilde uyarmış olduğunun iddia edilmiş olduğunu da hatırlatalım. Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi’ne iç ve dış müdahalelerden yakınırken esas olarak AKP’nin kapatılmamasını isteyen odaklardan şikayet ettiğini düşünmek yanlış olmaz. Ama en çok çoğulculuk/çoğunlukçuluk ayrımı yaptığı bölümlerde esas muhatabının AKP olduğu açıktır. 3) Vahit Erdem parti içi rahatsızlıkları dile getirdiTurgut Özal dönemi bürokratlarından Vahit Erdem’in AKP’ye yönelik bir dizi eleştiri sıralaması ve bunlardan geri adım atmaması iktidar partisi için bir tür dönüm noktası olabilir. Eğer Erdem’in bir falsosu vs. olsaydı hakkında hemen bir karalama kampanyası başlatılırdı. Halbuki görebildiğim kadarıyla AKP yanlısı medyada Erdem’e yönelik bir tek -o da adı verilmeden- saldırı oldu. Dengir Fırat ise Hürriyet’e ölçülü olarak tanımlanabilecek bir açıklama yaptı. Geçen dönemde çok sayıda milletvekilinin sudan sebeplerle AKP’den ayrılıp hiçbir istikbali olmayan partilere geçmiş olduğunu hep akılda tutmak lazım. Yani gemiyi kurtarmanın imkansız olduğunu düşünen bazıları kendilerini AKP gemisinden kurtarmanın yollarını arayabilirler.4) Şener alenen yeni parti arayışına girdiAbdüllatif Şener çok deneyimli ve zeki bir siyasetçidir. Bugün yeni bir parti için yeterli bir toplumsal toplumsal destek ve siyasi atmosferden yoksun olduğunu biliyor olması lazım. Buna rağmen yeni bir siyasi oluşum için kolları sıvadığı görüntüsü onun bazı öngörülerde bulunduğu şeklinde yorumlanabilir ki öyleyse onun öngörülerini ciddiye almak gerekir. Kimbilir Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar’ın dikkatli bir dil kullanmaya çalışmakla birlikte Şener’in adını (Turan Çömez’le birlikte) Ergenekon’la birlikte anmasını AKP sözcülerinin yalanlamamasının temelinde de Şener’in gücünden ürkmeleri yatmaktadır.5) Erdoğan durup dururken işçileri karşısına aldıTam da “AKP kapatmaya karşı demokratikleşmeyi iyice hızlandıracak” diye düşünülürken 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmemesi ve Taksim Meydanı’nın kutlamalar için verilmemesindeki inat büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Başbakan’ın bu ısrarı gerekçelendirmek için sarf ettiği “ayaklar baş olursa...” sözleriyse o kadar yoğun bir tepkiye yol açtı ki “Ananı al da git” cümlesinden daha fazla etkili olacağını varsayabiliriz. Öyle ki her ama her konuda kayıtsız şartsız AKP’ye biat etmeleriyle dikkat çeken bazı köşe yazarları bile Erdoğan’ı eleştirmek zorunda kaldılar. Sonuçta İstanbul Valisi Muammer Güler, dünkü basın toplantısında AB yolunda iyice demokratikleştiği söylenen bir ülkenin değil kendi vatandaşına güvenmeyen, ondan korkan ve alenen ona gözdağı vermekten çekinmeyen otoriter bir rejimin hakim olduğu bir ülkenin bürokratı gibiydi.
AKP’ye kapatma davası açılmasıyla Türkiye’nin çok ciddi bir siyasi kriz içine girdiği ve bundan nasıl çıkılacağının işaretlerinin -henüz- ortada olmadığı aşikâr. Bir ayı aşkın süredir bu krizi tartışıyoruz, tartışıyorum. Ama hâlâ birçok soru cevap bekliyor: “Kriz neden çıktı?” “Kim, ne derecede sorumlu?” “Ne yapılsaydı veya yapılmasaydı kriz önlenirdi?” gibi.Krizle birlikte sık sık AKP lideri Erdoğan’ın, 22 Temmuz gecesi parti genel merkezinin balkonundan yaptığı konuşmaya referans veriliyor ve onun “bize oy vermeyenlerin de başbakanı olacağım” sözünü yerine getirmemesi krizin en ana gerekçesi olarak gösteriliyor.Aynı çevreler, bununla ilintili olarak, TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın profiline yakın, yani tüm partilerin üzerinde mutabık kalacağı bir isim yerine AKP’nin iki numarası Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmış olmasıyla bu krize zemin yaratıldığını ileri sürüyorlar. Bu iddianın son günlerde iktidar partisi içinde de yankı bulduğunu gözlüyoruz.Gül’ün sorumluluğuYazdıklarımı ve televizyonlarda yaptığım yorumları izleyenler bilir. Gül’ün Çankaya’ya çıkmasının bir kriz nedeni olmadığını, hatta tam tersine muhafazakâr kitlelerin laik cumhuriyetle aralarındaki sorunları azaltma ve hatta giderme imkanı sağlayabileceği için bir fırsat olabileceğini savundum. 1991’de aktif siyasete atıldığı andan itibaren yakından izlemeye çalıştığım Gül’ün siyasi birikimi, kişiliği ve üslubunun buna izin verebileceğini birçok kez vurguladım.Dolayısıyla “Gül Cumhurbaşkanı olmasaydı kriz çıkmazdı” önermesine katılmıyorum. Ama “Gül ne yaparsa yapsın krizi engelleyemezdi” diyenleri de haklı bulmuyorum. Gül “geliyorum” diyen krizi pekala önleyebilirdi. Çünkü son yaşadığımız krizin miladı, TBMM’deki türban düzenlemeleridir. Eğer AKP’lilerin gözleri, MHP’nin “biz varız” sözüyle kamaşmış olmasaydı bu kriz en azından gecikirdi. Diyelim ki AKP geri adım atmadı, Gül bu düzenlemeyi bir şekilde Meclis’e geri gönderseydi AKP’yi bir ölçüde siyaseten zora sokmuş olurdu ancak bugünkü gibi çözümü imkansız bir krizin de önünü almış olurdu. Böyle bir gelişme, “şike yapıyor” diyecek küçük bir azınlık dışında, AKP’ye oy vermemiş kesimleri de bazı (ön)yargılarını gözden geçirmeye sevk ederdi.YÖK tercihiEğer Gül, YÖK’ün başına kimsenin -belki kendisinin de- pek tanımadığı Prof. Yusuf Ziya Özcan yerine üniversite çevrelerinin bildiği, deneyimli ve güçlü anlamda tarafsız olduğu izlenimi veren birini atamış olsaydı da işler bambaşka gelişebilirdi. Çünkü öğrencilerinin “babacan” bulup sevdiğini duyduğumuz Prof. Özcan krizi çok kötü yöneterek krizi daha da derinleştirdi.Gül’ün TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu öncülüğündeki bazı meslek kuruluşlarından türban krizinin çözümünde arabulucu olarak yararlanmak istediğini biliyoruz. Ama tabii ki bundan hiçbir sonuç elde edilemedi. Öte yandan Gül’ün, türban düzenlemesinin zamanlama ve yöntemine itiraz eden bazı liberal ve sol aydınların -ki bazılarını kişisel dostu olarak Çankaya sofralarında ağırlamıştı- itirazlarını pek kaale aldığını da duymadık.Dışişleri Bakanlığı’nın son günlerinde Gül’e özel bir sohbetimizde partisinin Cumhuriyet mitinglerine neden antipatik baktığını, bunlara katılan kitlelerin kaygı ve beklentilerini niye önemsemediklerini sormuştum. O da bana kişisel olarak kendisinin o kesimlerle bir sorunu olmadığını, hatta miting alanlarına gidip onlarla birebir konuşabileceğini söylemişti. Çankaya’ya çıktıktan sonra Gül’ün sırtında laikliğe duyarlı kesimlerin hassasiyetlerine kulak kabartmak gibi bir yük de bindi. Ancak o “herkesin cumhurbaşkanı” olma yolunda bazı sembolik adımlar dışında çok ciddi çıkışlar yapmadı.Gül’den ne yapıp edip CHP ve lideri Baykal’la birtakım köprüler atmasını da, şahsen boşuna bekledim. Kuşkusuz Baykal’ın hırçın ve uzlaşmaz tutumu da fazlasıyla eleştiriyi hak ediyor ancak Gül artık AKP’nin iki numarası değil, devletin bir numarası. Türkiye’deki birçok sorunun temelinde iktidar partisiyle ana muhalefet arasında hiçbir diyalog mekanizmasının bulunmadığını herhalde çok iyi görüyordur. Ancak bunu giderecek adımlar üzerine kafa yormak yerine erken pes etti ve Baykal’ın kendisini AKP ile özdeşleştirmesine imkan tanıdı.Sonuç olarak Gül’ün beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemeyeceğim, çünkü az da olsa krizden çıkma imkanı hâlâ mevcut ve Gül’ün de hâlâ yapabileceği çok şey var.
Uzun bir süre Recep Tayyip Erdoğan ile Deniz Baykal arasında bir tür “danışıklı dövüş” olduğuna inandım. Özellikle son seçim kampanyası sırasında, iki liderin siyasi mesajlar ve vaatler vermek yerine birbirlerine incir çekirdeğini doldurmayacak konular sebebiyle laf yetiştirmelerine tanık olduğum için böyle düşünüyordum. Bu noktada hiç de yalnız olmadığımı, çok kişinin de benim gibi, iki liderin sürekli birbirleriyle uğraşmalarını fazla samimi bulmadığını biliyordum. Yani Erdoğan ile Baykal’ı, birbirinden nefret eden değil de birbirine mecbur bir ikili olarak görenlerin sayısı epey yüksekti. Bir süredir aynı şekilde düşünmüyorum. Erdoğan ile Baykal’ın, önceki gün partilerinin grup toplantılarında sergiledikleri olağandışı performansları izledikten sonra kendi kendime şöyle dedim: “Ya ben yanılıyormuşum ya da bir aşamadan sonra birbirlerinden sahiden nefret eder hale geldiler ve dolayısıyla oyun bitti.” Evet oyun bittiğine göre kavga sahiden başladı demektir. Ve kavganın başlamış olması tarafların birbirlerini sahiden yıprattıkları ve yaraladıkları anlamına gelir.Başta çok memnundularMeramımı anlatabilmek için, öncelikle neden iki lider arasında “danışıklı dövüş” olduğunu düşündüğümü açıklamaya çalışayım. Hepimizin gözleri önünde cereyan ettiği gibi, Erdoğan vurdukça Baykal’ın, Baykal vurdukça da Erdoğan’ın tabanları nezdindeki güç ve önemleri arttı. Bu çok da anlaşılır bir şeydi çünkü CHP tabanının Erdoğan’a karşı hiç de pozitif duygulara sahip olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla Erdoğan’ın saldırıları Baykal’a yönelik ilgiyi artırdı. Öyle ki CHP liderini “hizipçi” ya da “yetersiz” bulan, ona rağmen, yani başka seçenekleri olmadığı için CHP’ye oy verdiklerini söyleyen çok sayıda seçmen sonuçta, belki sırf Erdoğan yüzünden Baykal’ı sever oldu veya en azından eski alerjisinden arındı. CHP’nin aksine AKP tabanındaysa başından itibaren liderlerine yönelik yoğun bir sevgi ve bağlılık söz konusuydu. Baykal’ın saldırıları bu bağı alabildiğine güçlendirdi.Sonuç olarak iktidar ile ana muhalefet arasındaki gerilimin iki liderin şahsiyetleri etrafında gelişmesinin Erdoğan ve Baykal’ın işlerine yaramış olduğu çok açık. Aralarındaki bitmek bilmez çekişme ve atışma, her iki liderin partileri içindeki konumlarını iyice güçlendirdi ve tabanın onların etrafında daha fazla kenetlenmesine yol açtı. Örneğin Erdoğan’ın AKP’nin “birinci adam”lığından “tek adam”lığına terfi etmesinde Baykal’ın katkısı çok fazladır. Benzer bir şekilde eğer Baykal bu hafta sonu, hayatının belki de en rahat kurultaylarından birini yapacaksa Erdoğan’a çok şeyler borçludur.Artan kutuplaşmaAma her işin bir “ama”sı var. 22 Temmuz seçimlerini ardından Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimleri, türban düzenlemesi ve nihayet AKP’ye kapatma davası gibi kritik konularla birlikte sahiden ve acil olarak “diyalog”, “uzlaşma” ve “toplumsal mutabakat”a ihtiyaç duymaya başladı. Ama AKP ile CHP tabanları arasındaki mesafe iyice açılmış, buna bağlı olarak toplumdaki kamplaşma ve kutuplaşma iyice tırmanmıştı. Ve bunda aralarındaki “danışıklı dövüş” ün kısa vadede kendilerine kazandırdıklarıyla gözleri kamaşmış olan iki liderin sorumluluğu çok fazlaydı.Şu an için yaşanan kutuplaşmadan en fazla AKP ve Erdoğan’ın zarar göreceği. Çünkü AKP’nin, parti kapatmayı zorlaştıracak Anayasa değişikliği için CHP desteğine cidden ihtiyacı var ve bu pek mümkün görünmüyor. Öte yandan Erdoğan, Baykal’ı baypas ederek CHP tabanına seslenebilme imkanına da sahip değil. Belki bir zamanlar böyle bir şansı vardı, ama o CHP’ye oy veren kesimlerin kaygı ve beklentilerini göz önüne almak yerine Baykal ile uğraşma kolaycılığına kaçtı.Anladığım kadarıyla Baykal, AKP’nin kapanmasını ve Erdoğan’ın siyasi yasaklı olmasını dört gözle bekliyor. Erdoğan’ın yerini kim alırsa alsın kendisi için “kolay lokma” olacağını düşünüyor olabilir. Ancak Baykal’ın onca siyasi tecrübesine rağmen Erdoğansız bir siyasi ortama uyum sağlamakta bocalayacağını öngörebiliriz.Özetle, Erdoğan ile Baykal arasındaki “saadet zinciri” kopmuşa benziyor.
Kapatma davası açılalı bir ayı geçti ama AKP’nin bu süreçte nasıl bir strateji izleyeceği halen belli değil, çok kısa sürede belli olacağa da benzemiyor. İlk günlerde AKP’liler biraz öfke, biraz kendilerine aşırı güven, biraz da şokun etkisiyle bir dizi alternatifi peşpeşe sıralıyorlar; dönüp dolaşıp “hiçbiri olmazsa referanduma götürürüz” diye bu krizden daha güçlenerek çıkacaklarını ilan ediyorlardı.Aradan iki hafta geçmeden öfke yerini sukunete, sertlikse ılımlılığa bıraktı. Çünkü AKP yetkilileri, dile getirilen önerilerin nerdeyse hiçbirinin Türkiye’nin gerçekleriyle pek uyuşmadığının farkına vardılar ve tansiyonu daha yükseltmeden, sakin kafayla bir çıkış yolu bulabilmek için kolları sıvadılar.O gün bugündür çalışmalar sürüyor ancak henüz güvenebilecekleri bir çözüm bulabilmiş değiller. AKP Lideri Erdoğan, bir yandan görevlendirilen ekiplerin raporları üzerinde çalışıyor, diğer yandan milletvekilleriyle gruplar halinde görüşüyor ve bu arada kurmaylarıyla dar toplantılar yapmayı ihmal etmiyor. Bunun sonucunda bir stratejinin kısa zaman içinde saptanacağını öngörebiliriz. Ancak açık söylemek gerekirse, bulunacak stratejinin AKP’nin derdine gerçek anlamda deva olacağını söyleyebilmek pek mümkün değil.Normalde bu tür kriz dönemlerinde ortalıkta çok sayıda spekülasyon dolaşır. Fakat ne önceki hafta, ne de dün TBMM’de iktidar partisi kulislerinde AKP’nin nasıl bir çizgi izleyeceğine dair dişe dokunur herhangi bir haber, dedikodu veya analiz işitmedim. Bir tek, eski Grup Başkanvekili Ankara Milletvekili Salih Kapusuz’un birkaç gün önce dile getirdiği “29 Haziran’da erken seçim” fantezisi bile, gerçekleşme şansı hiç olmamasına rağmen tartışılabildi.Parti yönetiminin herkesi “bu konuda konuşmayın” diye uyardıklarını biliyoruz. Başbakan’a yakın bir kaynak bunu “Bazı üst düzey partililer aslında medyaya çıkmak istiyorlar. Kendilerine ’peki ne diyeceksiniz?’diye sorulduğunda hiçbir cevap veremiyorlar. Çünkü şu an için kimse bir şey bilmiyor” diye açıklıyor. Bir başka kaynaksa iktidar partisinin belirleyeceği stratejiyi büyük bir gürültüyle duyurmayacağını söylüyor. Eğer o haklıysa, daha önceki bazı yazılarımda dile getirdiğim “hele AKP ne yapacağına bir karar versin, çok yoğun bir medya kampanyasına girişecektir” şeklindeki öngörüm turmayacak demektir. Yine de ben, Başbakan’ın gün geçtikçe artan medya desteğini, partisini kapattırmamak ve kendisini yasaklı kılmamak için sonuna kadar kullanmak isteyeceğine inanmaya devam ediyorum.Dün bazı AKP’lilerden Anayasa’da değişikliğe gitmeme eğiliminin daha fazla taraftar bulduğu izlenimi edindim. Böyle bir gelişme sahiden varsa bunun esas nedeni, Anayasa’yı değiştirmenin sayısal olarak imkansızlığı; referanduma gitmenin de daha fazla siyasi risk doğurma ihtimalidir. Sanıyorum AKP, çok da küçük olmayan (midi) bir paketle “demokratikleşme hamlesine” girişecek ve bunun akamete uğraması durumundaysa -ki büyük ihtimal- halka “kimin demokrasi isteyip kimin istemediğini görüyorsunuz, değil mi?” diyerek AKP sonrası döneme yatırım yapacak.
Başbakan Erdoğan en son 17 Şubat 2008 günü atv’de üç gazeteci ve bir akademisyenin sorularını canlı yayında cevaplandırdı. O günden bu yana, değişik vesilelerle medyanın karşısına çıkmasına rağmen bunların hemen tümü “ayaküstü” olarak nitelendirebileceğimiz kıvamda oldu. Ama kendisini uzun uzun gazetecilere meram anlatırken görmeyeli nerdeyse iki ay oldu. Öyle ki bu süreçte birkaç yurtdışı ve bol miktarda yurtiçi gezi yapan Erdoğan, çok da sevmesine rağmen uçağına hiç gazeteci almadı. Onun son iki aydaki “medya orucu” nun AKP yanlısı medya ve gazetecileri çok zor durumda bırakmış olduğunu görüyoruz. Örneğin Pazar günü Gençlik Kolları Kongresi’ndeki konuşmasından “CHP paralardan Atatürk resmini çıkartmıştı” cümlesinden başka çarpıcı bir ifade bulamadılar. İlk bakıştan çarpıcı görünen bu çıkış, gazeteciliğin altın kurallarından birine uymuyor: Yeni değil. “Atatürkçüyüm” demeden karşısındakinin, iddia ettiğinin aksine Atatürkçü olmadığını kanıtlamayı amaçlayan bu argümanı bir zamanlar Refah Partililer sıklıkla kullanırdı. Ardından AKP’liler de CHP ile kapışmalarında buna başvurdular. Kaldı ki “CHP paralardan Atatürk resmini çıkartmıştı” demekle Baykal’ın “biz Atatürk’ün partisiyiz” demesi arasında “zamandışılık” konusunda hiç mi hiç fark yok.Ne diyeceklerini bilmiyorlarBaşbakan Erdoğan’ın medyadan uzak durmasının bilinçli bir strateji olduğunu ve bunun iki olgu üzerinde yükseldiğini düşünüyorum:1) Erdoğan ve AKP, kapatma davası konusunda henüz net birer stratejiye sahip değiller. Hazırlık aşamasında oldukları için medyaya tam olarak ne diyeceklerini bilmiyorlar ve geri dönülmez yanlışlar yapmaktan ürküyorlar. Örneğin ilk günlerdeki fevri ve öfkeli çıkışların yanlış olduğunun farkındalar ve ortamı yumuşatmaya çalışıyorlar.2) Başbakan ve kurmayları, bütün ilişki ve enerjilerini kapsamlı stratejiyi hazırladıktan sonraki sürece saklıyorlar. AKP’nin çok fazla vakti yok. Bu yüzden kısa süre içinde davayla ilgili stratejinin belirleneceğini düşünüyorum. Bunun ayakları şunlar olacaktır:1) Bazılarının sandığının aksine, AKP’nin Anayasa’yı değiştirme iddiasından son ana kadar vazgeçmeyeceğine inanıyorum. Dolayısıyla ilk olarak siyasi parti kapatmanın nasıl zorlaştırılacağı belirlenecek.2) AKP “Sadece kendilerini kurtarmak istiyorlar” dedirtmemek istiyor. Bunun için önümüzdeki günlerde “demokratikleşme paketi” imajı yaratmak için parti kapatmayla ilgili maddelerin yanına başka reformlar da eklenecek.3) Bu düzenlemelere bağlı olarak kimlerle ne tür ittifak ya da mutabakatlar aranacağı saptanacak;4) Bütün bunlar kotarılırken, değişikliklerin referanduma sunulma ihtimali için nabız tutulacak.Medyada “biz ve onlar” Bütün bunların gerçekleşebilmesi için AKP’nin medyaya her zamankinden çok ihtiyacı olacaktır. Erdoğan şu ana kadar medyayla ilişkisini “havuç ve sopa” ile yürüttü. Medyayı “kendisinden yana olanlar” ve “kendisine karşı olanlar” olarak ikiye ayırdı ve sadece birinci bölümdekileri yanına yaklaştırdı; uçağına aldı vs. Karşısında gördüğü gazeteciler ve medya kuruluşlarını da çok sert ifadelerle eleştirdi, gözdağı verdi.AKP liderinin bu sefer de bildiği gibi hareket etme ihtimali hayli yüksek görünüyor. Ancak içinden geçtiğimiz krizin vahametinin farkına varırsa -ki vardığını düşünüyorum, daha yeni, farklı ve kapsayıcı bir medya stratejisi geliştirebilir. Erdoğan’ın medyayla ilişkisi sert mi olacak yumuşak mı bilmiyorum ama her durumda iktidar partisinin önümüzdeki günlerde medyaya aşırı derecede yükleneceği muhakkak. Çünkü Başsavcı iddialarını büyük ölçüde medyaya dayandırmıştı, AKP de kendisini ilk olarak medyada aklamaya çalışacaktır.
AKP bu krizden nasıl çıkacak? Görüldüğü kadarıyla Anayasa’yı değiştirip partilerin kapatılmasını zorlaştırma şansı -en azından şimdilik- yok denecek kadar az. Çünkü CHP lideri Deniz Baykal istikrarlı bir şekilde AKP’ye yardım eli uzatmayacağını belirtiyor. Baykal anlaşıldığı kadarıyla AKP’nin kapatılacağını düşünüyor ve böyle bir gelişmeyle iyice derinleşecek olan siyasi krizden pek rahatsız olacağa da benzemiyor. Kimileri CHP liderinin AKP’nin kapatılmasının ardından başbakan olmayı hayal ettiğini ileri sürüyorlar ki bunun abartılı ve fazla önyargılı bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum. AKP’ye MHP de destek vereceğe benzemiyor, verse bile AKP-MHP ittifakıyla yapılacak Anayasa değişiklikleri CHP tarafından, tıpkı türbanda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi’ne taşınacak ve yol büyük ihtimalle tıkanacaktır. Geriye bir tek AKP’nin tek başına Anayasa’yı değiştirmesi ve bu değişikliklerin Cumhurbaşkanı Gül tarafından referanduma taşınması kalıyor. Daha önce birkaç kez belirttiğim gibi iktidar partisi içinde “sonuna kadar mücadele” çizgisini savunanlar “Gidelim yüzde 70 oyla Anayasa’yı değiştirelim” diyorlar. Hatta bazıları türban konusunu da halkoyuna sunmayı önerecek ölçüde ileri gidebiliyor. Buna karşılık parti içinde bazı etkili isimler, referandumun krizi çözmek yerine daha da derinleştireceği ve yaşanan krizin niteliğini değiştirip bunu bir “rejim krizi”ne çevirebileceği uyarısında bulunuyorlar. Sonuçta AKP’de şimdilik, referandumu bir koz olarak kullanıp, bir çözüm yöntemi olarak kullanmama eğilimi ağır basıyor.Bir taşla altı kuşAKP’liler başından itibaren bu Anayasa Mahkemesi’nde bu Anayasa ile yargılanmaları durumunda hiç ama hiç şanslarının olmadığını düşünüyorlardı. Bu nedenle ilk günlerde çok sert tepkiler verdiler. Fakat fevri çıkışlarla Başsavcı Yalçınkaya’ya ek iddianame için deliller sağlamakta olduklarını fark edince hemen frene bastılar. Ayrıca muhalefetten herhangi bir desteğin gelmeyeceğinin ve referandumun hayli riskli olduğunun anlaşılmasıyla birlikte öfkenin yerini sakinlik; sertliğin yerini yumuşaklık aldı. Bu aşamada AB’nin açık, ABD’nin de örtük bir şekilde kapatılmaya karşı çıkması üzerine AKP’liler bir ölçüde rahatladılar. Ve ne zamandan beri ihmal etmiş oldukları AB sürecini ve demokratik reformları yeniden devreye sokmaya karar verdiler. Sonuçta iktidar partisi yetkilileri bir süredir, içinde ne olacağını açıklamadıkları, belki kendilerinin de tam olarak bilmediği paketleri açacaklarını söyleyerek birkaç hedefe birden varmak istiyorlar:1) Batı’dan gelen desteği hak etmek ve daha da artırmak;2) Kapatılma riskine rağmen, son ana kadar ülkenin “iyiliği” (demokratikleşmesi) için çalıştıklarını göstermek; 3) Sadece kendilerini, yani kapatmayı engellemeyi düşünmediklerini kanıtlamak;4) Türban olayı sırasında küstürdükleri kentli orta sınıfların bir bölümünü ve sol/liberal aydınları yeniden kazanmak;5) Oluşacak ılımlı ve olumlu siyasi atmosfer sayesinde Anayasa Mahkemesi üyeleri üzerinde iyi bir izlenim bırakmak;6) CHP’nin yönetimiyle gerçekleştirmesi imkansız gözüken ittifakı bu partinin tabanıyla kurabilmek.AB’den destek şartKimilerine göre, ne kadar samimi olursa olsun, ne kadar ciddi olarak asılırsa asılsın, AKP’nin demokratikleşme hamlesinden kısa vadede bir şey elde etmesi mümkün değil. Kastettikleri partinin kapatılmasını engellemekse pek de haksız sayılmazlar. Ancak AKP kapatılsa bile Türkiye’de siyasi hayat bitmiş olmayacak ve ülke yine eski AKP’lilerin kuracağı parti ve hükümet tarafından yönetilecek; yerel seçimlerde de muhtemelen AKP’nin devamcıları galip gelecektir.Bu açıdan bakıldığında demokratikleşmeye hız verilmesi post-AKP (AKP sonrası) dönem için bir yatırım olarak görülebilir. AB konusunda tavrı zaten belli olan MHP bir kenara bırakılacak olursa; CHP yönetiminin her geçen gün daha net bir biçimde AB karşıtı bir çizgiye savrulması bu partinin tabanında, Türkiye’nin geleceğini Avrupa ile bütünleşmekte gören kesimleri AKP’nin devamı olacak partilere itebilir. Tabii böyle bir gelişmenin yaşanması için AB cenahından Türkiye’nin üyeliği hakkında pozitif mesajlar gelmesi şart. Aksi takdirde AB sürecine bu aşırı vurgu AKP’lilerin elinde patlayan bir silah olabilir.