Kapatma davasının sonucu üzerine 5 spekülasyon

14 Mayıs 2008

AKP’ye kapatma davası açılmasından sonraki ilk günler epey heyecanlı ve hareketli geçti. Bir müddet AKP’nin parti kapatmayı zorlaştıracak Anayasa değişikliklerine gitmesi beklendi, ancak Başbakan Erdoğan bu yolu denemeyeceklerini, savunmalarını yapıp davanın bir an önce sonuçlanmasını istediklerini açıklayınca bir bekleme ve sessizlik dönemine girildi. Bununla birlikte kapatma davasının ve AKP’nin akıbetine ilişkin, çoğunun kaynağı bile belli olmayan bir dizi spekülasyon ortalıkta dolaşıyor. Bunların bazılarına değinip gerçekleşme ihtimallerini tartışalım:1) DTP kapatılacak ama Güneydoğu sahipsiz kalmasın diye AKP kapatılmayacak.Birçok AKP’li ve iktidara yakın kesimden “bizi de kapatırlarsa ne olur Güneydoğu’nun hali?” türü serzenişler işittim. Hatta AKP’nin kapatılmasını arzu etmelerine rağmen aynı kaygıları paylaşan kişilerle de karşılaştım. Bu arada adını açıklamayan üst düzey bir AKP’li Milliyet’ten Fikret Bila’ya tam da bu argümanı partisinin en büyük pazarlık kozlarından biri olarak takdim etti. Son günlerde PKK’ya yönelik operasyonların, hayli etkili bir şekilde yoğunlaşması, Başbakan Erdoğan’ın “terörle mücadelede durmak yok, yola devam” vurgusunda ısrarı nedeniyle bu senaryoyu ciddiye almamızın gerektiği kesin ancak yine de kapanmasını isteyen kesimlerin AKP’nin Kürt sorununda, son tahlilde DTP’den pek de farklı olmadığını düşindiklerini de unutmamalıyız.2) DTP kapatılmayacak, AKP kapatılacak ve Kürt-Kemalizm ittifakı oluşturulacak.Öcalan’ın uzun süredir Atatürk’e ve Kemalizme övgiler düzmesi ve hükümet yerine TSK’yı asıl muhatabı olarak görmesi; bazı DTP’lilerin laikliğe aşırı vurgu yapmaları nedeniyle geliştirildiği anlaşılan bu spekülasyonun hiç de gerçekçi olmadığı operasyonların son günlerde iyice yoğunlaşmasıyla açığa çıktı. “Sistem” in esas derdinin “Kürtçülük” değil “irtica” olduğuna inananların sayısı hiç de az olmadığı için bu senaryo hep dillerde kalacağa benziyor. 3) AKP kapatılmayacak ama kapatılmaktan beter edilecek.Bu senaryoyu savunanlar, Erdoğan’ın Anayasa değişikliği arayışına gitmemesini bu sürecin çoktan başlamış olduğuna kanıt olarak gösteriyorlar. Onlara göre bir “yargı darbesi” tehdidi altında olan iktidar partisi pazarlık masasına oturdu. Türban düzenlemesinden aslında çoktan vazgeçti. Bazı bakan ve bürokratları her an kurban edebilir ve en önemlisi Ergenekon soruşturmasının “tepelere” ulaşmasına izin vermiyor. Ancak bütün bu iddiaları haklı çıkaracak herhangi bir diyalog ve pazarlık mekanizması ortalıkta gözükmüyor. Daha vahimi, AKP istese bile kiminle pazarlık masasına oturması gerektiğini bile bilmiyor. Öte yandan geri adımlar atması durumunda ruhlarını ve buna bağlı olarak toplumsal desteklerini yitireceklerini AKP’liler çok iyi biliyor. 4) AKP kapatılıp Erdoğan ve arkadaşları yasaklı olacak, hatta bağımsız seçilmeleri de engellenecek.Son günlerde en çok Erdoğan ve arkadaşlarının yasaklı olmaları durumunda bağımsız milletvekili seçilip seçilemeyecekleri, bakan ve başbakan olup olamayacakları tartışılıyor. Geçmişte Yüksek Seçim Kurulu’nun benzer durumlarda farklı kararlar almış olması nedeniyle bu tartışmanın nasıl sonuçlanacağı belirsiz. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi’nin kapatma ve yasak kararı alması halinde, gerekçeli kararda yasaklıların seçilemeyeceklerini de belirteceği yolundaki spekülasyonlar hiç de gerçekçi gözükmüyor. Şu an için ağır basan görüş YSK’nın bağımsız adaylığa engel çıkartmayacağı yönünde ama belirsizlik sürüyor.5) AKP kapatılıp Erdoğan yasaklı olacak, ama Gül’e ceza verilmeyecek. O da Köşk’ten inip AKP’nin başına geçecek. Çankaya’ya da ılımlı bir isim çıkacak.AKP içinde Gül’e yakın bazı isimler kapatma davasının baş sorumlusu olarak Erdoğan ve yakın çevresini görüyorlar. Onlara göre partiyi içine düştüğü krizden çıkarabilecek yegane isim Gül. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin onca itiraza rağmen 7-4 oyla Gül’ü de yargılama kararı aldığını unutmuşa benziyorlar. Mahkemenin AKP’yi kapatıp Erdoğan’a yasak getirmesi halinde Gül’ün yasaklı olmaması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu düşünüyorum.

Devamını Oku

Nedir bu “Galatasaray ruhu?”

13 Mayıs 2008

Bir insan iki türlü Galatasaraylı olabilir: 1) Galatasaray Spor Kulübü’nü tutarak; 2) Galatasaray Lisesi’nde okuyarak. Benim gibi bazıları ise hem Liseli olup hem GS’yi tutar. Bilmeyenlere hatırlatma: Lisede okuyan herkes GS’yi tutmaz. Fenerbahçeli, Beşiktaşlı ve diğer kulüpleri (hem de fanatikçe) destekleyen sayısız insan Lise’de okumuştur. (İtiraf etmek gerekirse ben de ilk yıllarda, babamdan dolayı Fenerliydim ama sonradan “doğru yolu” buldum) Ama onlar da spor (futbol) muhabbetleri dışında kendilerini Galatasaraylı olarak görürler. Öte yandan GS taraftarları, kulüp üyeleri ve hatta bazı yöneticileri arasında Liselilere karşı bir antipati olduğu da bir gerçektir. Kulübü kurmuş olan Liselilerin yıllar boyu onun denetimini büyük ölçüde ellerinde tutuyor olmaları bazılarında ister istemez rahatsızlık yaratmıştır. Ancak lise kökenli olmayan Adnan Polat’ın başkan olması, camianın bu tür tartışmaları kolaylıkla aşabildiğini de gösteriyor.Gizli örgüt değilFutbol takımının başarısı ya da başarısızlığı söz konusu olduğunda hemen anahtar bir kavram girer devreye: Galatasaray ruhu. Futbolcular tel tel dökülüyorsa bu, o “ruh”tan uzaklaşmış olmalarındandır; bu sene olduğu gibi en umutsuz durumlarda bile şampiyon oluyorlarsa tam da o “ruh”u yakalamış olmaları sayesindedir.Peki nedir o ruh? GS’den hazzetmeyenlerin yıllardır ileri sürdüğü gibi, liseliler arasında yarı-gizli veya tamamen kapalı bazı dini veya ideolojik cemaatlerdeki gibi bir ilişki söz konusu değildir. Yani yıllardır süregelen özel ritüeller, işaretler, şifreler, gizli simgeler vs. yoktur. Kuşkusuz liseliler arasında bir dayanışmanın olduğunu söyleyebiliriz ki bunun, dünyanın her köşesinde karşımıza çıkan aynı okul mezunları arasındaki dayanışmalardan pek farklı olduğu söylenemez. Hatta bir başka liseliden kazık yediğinden şikayet eden çok GS mezunu bulabilirsiniz.Tarihten bir kesitEğer bir Galatasaray ruhu varsa -ki bence var- bunun izini sürmek için Galatasaray Lisesi koridorlarının, sınıflarının, yemekhanelerinin ama en çok da yatakhanelerinin tarihini biraz bilmek gerekir. İstanbul Çağlayan Ziya Paşa İlkokulu’nu bitirdikten sonra sınavı kazanıp 1972’de GS’ye girdim. Türkiye’nin dört bir tarafından, değişik toplumsal sınıflardan ve kültürlerden onlarca çocuk Ortaköy’de (şimdi GS Üniversitesi) bir sene boyunca Fransızca öğrenmeye çalıştık. Daha ilk yıl, çoğu parasız yatılı okuyan birçok arkadaşımız terk etmek zorunda kaldı. Ardından Beyoğlu’ndaki binada, bizden altı yaş büyük abi ve ablalarımızla birlikte okuduk (GS Lisesi o tarihlerde 4+4’den sekiz seneydi). Ve bize Galatasaraylılık diye büyüklere itaat, onlara asla itiraz etmeme, sonsuz saygı vs. öğretildi. Ancak bazı ağabeyler onlara gösterdiğimiz saygının karşılığında sevgi göstermedikleri gibi açıkça bizleri eziyorlardı.Ve biz daha ortaokul sırlarındayken bu baskıya başkaldırdık. Bir gün zorla para toplamak isteyen son sınıf öğrencilerini sloganlarla sınıfımızdan kovduk. Tam bu aşamada gerçek “Galatasaray ruhu” devreye girdi ve yine son sınıflarda okuyan başka ağabeyler bizden yana tavır aldı. Bunun sonucunda 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar Galatasaray Lisesi’nde küçük sınıflar üzerine herhangi bir baskı, suiistimal vs. kalmadı. (Haksızlık etmeyeyim: Kimi Galatasaraylılar 1976-1980 yıllarını lisenin “en kara dönemi” olarak görürler.) Cumhuriyetçi ve ilericiBenim gözümde “Galatasaray ruhu” nun temelinde, tıpkı Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi, Fransız Devrimi’nin o üç sloganı bulunuyor: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik. Önemli olan bu üç ilkeyi aynı anda, birini diğerlerinin üzerine çıkarmadan aynı hassasiyet ve beceriyle hayata geçirebilmek.“Galatasaray ruhu”nu daha fazla açmak için, normal zamanlarda içi iyice boşaltılmış olduğu için kullanmaktan çekindiğim “ilerici” sıfatını kullanmak isterim. Bu kadar köklü bir geleneğe yaslanan Lise (adı üstünde Mekteb-i Sultani) çağın gereklerine ayak uydurduğu ölçüde başarılı olmayı bildi. “Batı’ya açılan pencere” sözü bol keseden verilmiş bir lütuf değil, hak edilmiş bir tanımdır.Tıpkı bu seneki şampiyonluk gibi.

Devamını Oku

Yoğun bir çatışma döneminin eşiğinde

11 Mayıs 2008

AKP’ye açılan kapatma davasıyla yaklaşık iki aydır aklımızdan çıkarmış olduğumuz PKK sorunu (dolayısıyla Kürt sorunu) yeniden gündemimize, hem de çok sert bir şekilde girdi. 1-2 Mayıs günleri Kandil’e düzenlenen hava operasyonuyla beraber yeni bir dönemin başladığını söyleyebilir ve bu dönemin öncekilere kıyasla çok daha sert ve çatışmalı geçeceğini öngörebiliriz.Genelkurmay’ın önceki gece yaptığı açıklama, Kandil bombardımanın çok güçlü istihbaratlar sonucu gerçekleştirdiğini gösteriyor. PKK’nın önde gelen en az üç isminin bulundukları bölgeleri terk etmek zorunda kalması; bunlardan Cemil Bayık’ın akıbetinin belli olmaması, örgütün beyin merkezinde ciddi bir tahribat olduğunun işaretleri. PKK kuşkusuz bu açıklamaları yalanlayacak ve bunları etkisiz kılmak için elinden geleni yapacaktır. Ancak ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar psikolojik üstünlüğün TSK’da olduğu açık.Öte yandan Ankara’nın siyasi anlamda da kontrolü büyük ölçüde elinde tuttuğunu söyleyebiliriz. PKK’ya karşı mücadelede Washington’un aktif destek ve işbirliğini zaten elde etmiş olan hükümet Kuzey Irak Kürt yönetimiye resmi düzeyde temaslara başlayarak PKK’yı yalnızlaştırma stratejisini bir üst noktaya çıkardı. İki üst düzey yetkilinin Bağdat’ta Neçirvan Barzani ile görüşmeleri sırasında Kandil’in bombalanması, bazı gözlemciler tarafından “TSK’nın bu ilişkiye rezerv koyması” olarak yorumlanmıştı. Öte yandan Mesut Barzani ile Neçirvan Barzani arasında sorun olduğu, temasların KDP Lideri’ne rağmen yapıldığı ileri sürülebilmişti. Fakat gerek Org. Büyükanıt, gerekse Mesut Barzani, Ankara-Erbil yakınlaşmasını ciddiye aldıklarını ve memnun olduklarını ayrı ayrı beyan ettiler.Peki PKK ne yapacak? PKK’nın yapıp edebilecekleri belli. Mayın döşeyerek sadece güvenlik güçlerini değil sivilleri de hedef almaktan çekinmeyen örgüt fırsatını bulduğu anda, Hakkari’deki Aktütün Karakolu’na olduğu gibi, TSK’ya vurkaç saldırıları düzenlemek isteyecektir. Bu noktada özellikle Irak sınırında çok yoğun çatışmalara tanık olacağımız kesindir. Ancak Irak Kürtleri’nin Ankara ile yakınlaşmaları PKK’nın hareket kabiliyetini sınırlayabilir ve örgütün lojistik desteklerinin önemli ölçüde azalmasına yol açabilir. Bu arada beyin kadrosunun uğradığı ağır hasarın örgütün hareket kabiliyetini ve etkili taktik ve stratejiler geliştirmesini engelleyeceğini akılda tutmak şart.Çatışmaların iyice tırmanması ve örgütün iyice kıskaca alınması durumunda PKK’nın “terörü kent merkezlerine taşıma” ve hatta ülke içinde bir “Türk-Kürt çatışmasını” kışkırtma kartlarını kullanmak isteyeceğini düşünebiliriz. İşte bu noktada DTP’ye çok büyük görev düşüyor. Ancak bu partinin PKK’dan bağımsız, hatta özerk bir biçimde hiçbir politika geliştiremediğini görüyoruz. Öte yandan kapatılma ihtimalinin hayli yüksek olması da DTP’den herhangi bir ufuk açıcı, sorun çözücü perspektifin doğmasına izin vermiyor.

Devamını Oku

Laiklik ombudsmanlığına itirazlar ve cevaplar

8 Mayıs 2008

İlk kez Boğaziçi Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Hakan Yılmaz’ın önerdiği “laiklik ombudsmanlığı” kavramının yoğun ve canlı bir tartışma başlatacağı anlaşılıyor. Bu öneri daha Türkiye’de tam olarak bilinmezken AB’nin en üst düzey makamları tarafından ilgiyle karşılandı. Örneğin AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn, önceki gün Milliyet’te Semih İdiz’e verdiği röportajda, laikliğin günlük yaşamda koruması için böyle bir kurumsallaşmaya gidilmesini savundu. Ancak dilimize “kamu denetçiliği” olarak çevrilebilecek olan ombudsmanlık, her ne kadar birkaç yıldır sözü edilse de bize yabancı bir kavram. Bu nedenle dün Prof. Yılmaz’ın kendisiyle yaptığımız söyleşide dile getirdiklerinin tam olarak anlaşılamadığını gördüm. Prof. Yılmaz’ın önerisini yerinde bulan ve bunun bir an önce ülkemizde hayata geçirilmesini arzulayan biri olarak daha yolun başında bazı yanlış anlamaların önünü almak için öne çıkan kimi itirazları cevaplamak istiyorum: 1) Böyle bir kurum inşa etmek laikliğimizin korunmaya muhtaç olduğu anlamına gelir...Laikliğin korunmaya muhtaç olup olmadığı çok karmaşık bir tartışma ancak bulundukları ortamlarda azınlıkta olan bazı kişi ve grupların tercih ettikleri yaşam tarzlarını çoğunluğa karşı koruyabilmeleri için, örneğin taşrada yardıma ihtiyaçları olduğu da bir gerçek. İşte ombudsmanlık onlara bu tür bir himaye sağlayabilir.2) Anayasa ve yasalar zaten var. Bunlar layıkıyla işletilse böyle bir kuruma gerek de olmaz.Tam olarak doğru değil. Çünkü her ne kadar Anayasa tüm vatandaşları eşit olarak telakki etse de dinsel yaşam temelli ayrımcılıkların önünü alacak yasal düzenlemelerden ve bunları takip edecek kurumlardan mahrumuz. Zaten ombudsmanlığın öncelikli hedeflerinden biri, kısa sürede ülke çapındaki dayatmaların bir envanterini çıkarıp bunların çözümü yolunda TBMM’ye somut öneriler hazırlamak olacak.3) Kamu görevlilerin dinsel norm dayatmaları bu tür kurumlar aracılığıyla engellenemez...Pekala engellenebilir. Çünkü birçok kamu görevlisi herhangi bir yasal düzenleme ve kurumun denetimi olmadığı için dinsel temelli dayatmalara gidebiliyor. Eğer ombudsmanlık kurumu olursa ve vatandaşlar şikayetlerini buraya iletirlerse bu görevliler yaptıklarının yanlarına kâr kalmadığını anlayacaklardır. Zaten dünyadaki örneklerde ombudsmanların müdahalesi sayesinde ihlal ve ayrımcılıkların yaklaşık yarısının hemen kesildiği ortaya çıkıyor.4) Ombudsmanı TBMM seçeceği için iktidar partisi (bugün AKP) istediği kişiyi bulur ve bu kurumu işlevsiz hale getirir...Tabii insanın aklına hemen YÖK, RTÜK, TMSF gibi özerk kurumların hali geliyor. Ancak ombudsmanlık bunlardan da farklı bir statüde olma durumunda. İktidar partisinin bu işe layık olmayan sadık bir ismi ombudsman tayin etmesi pekala mümkün. Ama o zaman bu kurum hiç ama hiçbir şekilde çalışamaz ve kendi kendisini fesheder. Sonuç olarak, laikliğe duyarlığından hiçbir şüphe duyulmayan, belli bir hukuk bilgisine ve hakemlik yeteneğine sahip bir ismin buraya getirilmesi iktidar partisinin de lehine olacaktır.5) Laiklik devlete ilgilendirir, kişileri değil. Bu yüzden ombudsmanlık gereksizdir...Laikliğin bir devlet durumu olduğu açıktır. Ancak Prof. Yılmaz’ın da söylediği gibi ülkemizde laiklik çoktan yukarıdan aşağıya inmiş ve bir “yurttaşlık hakkı” haline gelmiştir. Bazıları “laik yaşam tarzı” diye bir şey olamayacağını, bu yüzden “mahalle baskısı” gibi terimlerin abartılı olduğunu ileri sürüyor. Laiklik bir yaşam tarzı olmayabilir ama farklı yaşam tarzlarının bir arada yaşamasının ve bir kesimin (hele kamu görevlilerinin) bir başkasına herhangi bir dinsel norm dayatmamasının teminatı olduğu da ortadadır. Sonuç olarak “bir yurttaşlık hakkı olarak laiklik” ve buna bağlı olarak “laiklik ombudsmanlığı” kavram ve önermelerini önümüzdeki günlerde daha da tartışacağa benzeriz. Bu tartışmalar hiç kuşkusuz laikliği ve buna bağlı olarak demokrasiyi daha da güçlendirecektir.

Devamını Oku

Türkiye’nin yeni tartışma konusu: Laiklik ombudsmanlığı

8 Mayıs 2008

AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn dün Milliyet’te Semih İdiz’e verdiği röportajda, laikliği, Türkiye Anayasası’nda tanımlandığı şekliyle günlük yaşamda korumak amacıyla bir ombudsmanlık oluşturulmasını önerdi. “Laiklik ombudsmanlığı” olarak tanımlanabilecek bu önerinin asıl sahibi Boğaziçi Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. Hakan Yılmaz. Prof. Yılmaz ile Rehn’in şahsında AB nezdinde de destek bulan önerisini konuştuk. Bu öneriyi niçin geliştirdiniz?AKP’liler “laiklik devlete aittir” derken haklılar. Ancak Türkiye’de son yıllarda laiklik devlete ait bir özellik olmaktan bir yurttaşlık hakkı olmaya başladı. Çünkü bazı kamu görevlilerinin, ki bunlar yerel yöneticiler veya merkezi yönetimin memurları olabilir, ellerindeki kamu gücünü kullanırken veya bir kamusal hizmeti sunarken “Bu hizmet karşılığında senden bazı dinsel normlara uymanı isterim” veya “Sana sunmakta olduğum kamu hizmetini eğer bazı dinsel normlara uymazsan çekerim” dedikleri ileri sürülüyor. Bu tür uygulamalara bazen “mahalle baskısı”, bazen de “çağdaş yaşamın engellenmesi” deniyor. Sonuçta insanların bir dine inanmama veya bazı dinsel normlara uymama özgürlüklerinin kamu gücü tarafından kısıtlandığı yolunda şikayetler var. Buradan da laikliğin yukarıdan aşağıya indiğini ve bir devlet kuralı olmanın ötesinde bir yurttaşlık hakkı haline geldiğini anlıyoruz. Ancak bizde devletin insanlara dinsel norm dayatmasıyla baş etmenin bir yolu yok. Bu dayatma tarif edilmiş olmadığından kanunlarda da yer almıyor. Örneğin belediyeye ait bir işletmede dinsel nedenlerle alkollü içki satılmaması bir dayatmadır ve bunu kovuşturacak hiçbir adli merci yoktur. Örneğin bir öğretmen dindar öğrencileri “daha makbul” görüp onlara daha iyi not verir ve başına bir şey gelmez. Bu tür şikayetleri toplayıp bir araya getirmeli; hangi kurumlardan en çok ne tür şikayetler geldiğini saptamalıyız. Bunlara hukuki bir tanım geliştirdikten sonra şikayet edenle edilen arasında arabuluculuk yapacak bir kurum, yani bir ombudsmanlık oluşturmalıyız. Bu kurumun da, mesela 2-3 yıl sonra şikayetleri iyice kavrayıp “şöyle bir yasal ve kurumsal çerçeveye ihtiyacımız var” diyerek TBMM’ye somut yasa önerileri sunması gerekiyor. 1960’li yıllarda ABD’de çıkarılan “Ayrımcılığa Karşı Vatandaşlık Hakları” gibi bir dizi yasaya ve kuruma ihtiyacımız var. Çünkü Türkiye’de her türden ayrımcılıkla ilgili ne hukuki bir çerçeve, ne de bu konularda canları yanan vatandaşların acilen başvurabileceği bir kurum var. “Mahalle baskısı” kavramı daha çok kamu görevlilerini değil de sivilleri içeriyor. Ombudsman bunlarla da ilgilenecek mi?İlk olarak kamu gücünü kullanan öğretmen, polis, belediye başkanı gibi kişilere bakacağız. Ombudsmanlık kurumu esas olarak devletle vatandaş arasındaki ilişkilerin düzenlenmesine yarıyor. Ama bunu tabii ki geliştirebilir ve diyebiliriz ki “gücü devletten ve yasalardan kaynaklanmasa da, elinde önemli bir toplumsal güç bulunduran insanlar ve kurumlar başkalarına bazı dinsel normlar dayatılıyorsa, bunlar da laiklik hakkının ihlalidir ve ombudsmanın sahasına girer.” Bu kurumun yaptırım gücü olmadan nasıl etkisi olabilir?Örneğin Yunanistan’da ilk kurulduğunda deyim yerindeyse kafası bozulan herkes ombudsmana başvurmuş. Ama uzman ve geniş bir kadroyla şikayetlerin envanterini çıkarmış ve işleri düzene sokmuşlar. Sonra arabuluculuk yapmış, şikayet edilenlere gidip “böyle yapma” demişler. Genellikle bu uyarılar işe yaramış çünkü yukarıdan yetkili bir insanın uyarması çok etkili olmuş. Kamu görevlileri korkmuş çünkü, kamu denetçisi destek verdiği zaman şikayetçi mahkemeye gidiyor ve genellikle kazanıyormuş.Bizde ombudsmanlık nasıl kurulabilir?Önce Anayasa’ya bunun bir kurum olarak girmesi şart. Sonra bunun değişik dalları oluşturulabilir. Örneğin “laiklik omdusmanlığı” bir başkan yardımcılığı olarak düzenlenebilir. Bildiğim kadarıyla AKP ombudsmanlıkla ilgili Anayasal düzenleme için epey yol katetmiş durumda. Ortalama MüslümanPeki AKP “laiklik ombudsmanlığı” na yanaşır mı?AKP ön savunmasında laikliğin bir devlet durumu olduğunu, kişilerin laik olamayacağını savunuyor. Yani hâlâ o klasik laiklik anlayışında duruyor. Bir yurttaşlık hakkı olarak laikliğin ihlal edilmesinin yurttaşların canını ne kadar yaktığının hâlâ farkında değil. AKP ve dindarların tıkandığı nokta şu: Dindarlığı normal, bunun dışındaki tutumları anormal, hoşgörülmesi gereken davranışlar olarak görüyorlar. Bütün sorun da buradan çıkıyor. Halbuki hiçbir öznel dindarlık anlayışı hayatın “normal” durumu olarak görülmemelidir. Türkiye’de dini çeşitli biçimlerde anlayan ve yaşayan milyonlarca insan var. Dolayısıyla ilk olarak “ortalama Müslüman” diye bir şeyin olmadığını kabul etmemiz şart. Ancak onları ikna etmek için ek olarak din ve vicdan hürriyetleriyle ilgili bir başka kurum oluşturulabilir. Belki bu ikisini bir arada götürmek daha akılcı olur. Tek bir ombudsman ikisine birden bakabilir. Öte yandan dinsel normların dayatılmasından memnunmuş gibi görünen kesimlerin arasında da bunu sorgulamaya hazır insanlar var. Ortaya çıktığı anda o yapı dağılmaya ve yeni koalisyonlar oluşmaya başlar. Tek kişi olurOmbudsman derken bir kişiyi mi kastediyorsunuz?Bu tek bir kişi ama altında çalışan çok kişi olur. Bu, özüne ve sözüne güvenilir, hukuk bilgisine sahip, hakemlik de yapabilecek bir kişi olmalı. Ombudsmanı TBMM seçeceği için gücü de epey fazla olacaktır.Ya laikliğe hassas olmayan biri seçilirse...Siyasette tabii her şey olur ama o zaman da bu iş yürümez. Oraya seçilen kişi laikliği bir yurttaşlık hakkı olarak görmeli ki adım atsın. Biz sosyal bir çatışmanın siyasal bir çatışmaya dönüşmemesine, tam tersine hukuk çerçevesinde çözülmesine çalışıyoruz. Ama bu talebi sulandırmaya kalkarlarsa siyasallaşması da kaçınılmaz olur.

Devamını Oku

AKP’nin demokrasiyle sorunları olması kapatılmasını meşrulaştırmaz

6 Mayıs 2008

Başbakan Erdoğan TBMM’de partisinin milletvekillerine seslenirken kuliste kendisine yakın bir isimle kapatma davasını tartıştık. AKP’nin Anayasa’yı başkalarıyla ya da tek başına değiştirmeye çalışmayacağının netleşmesiyle birlikte tartışmamızın ekseninde şu soru vardı: Bu iddianame, bu Anayasa Mahkemesi yapısı ve bu savunma çizgisiyle karar nasıl çıkar? O umutluydu, “devlet aklı”nın AKP’yi bir şekilde kapatmayacağına inanıyordu. Bense ortada “devlet aklı” diye bir şey olmadığını (veya kalmadığını) düşündüğüm için, eğer Mahkeme bugün karar verecek olursa kapatma ihtimalinin çok ama çok yüksek olduğunu söyledim. Ama hemen ekledim, “kapatılır demek, kapatılsın demek anlamına gelmez.” Yazılarımı ve yorumlarımı takip edenler bilir, dün RP ve FP hakkında yazıp çizerken de bu partilerin kapatılmasını hiç istemedim; herbiri kapatıldığındaysa samimi olarak üzüldüm. Ama şahsi görüş ve niyetlerim nedeniyle, bir gazeteci olarak gördüklerimi, duyduklarımı ve kimi zaman sezdiklerimi, çarpıtarak kamuoyuna aksettiremem. Tekrar AKP’ye dönecek olursak: Kapatma davası benim için şaşırtıcı değil ama üzücü oldu. Çünkü dava açıldığı andan itibaren bu partinin kapatılma ihtimali çok yüksekti ve AKP’nin kapatılmasının hiç ama hiçbir açıdan Türkiye’nin hayrına olmayacağını düşünüyordum. (Neden böyle düşündüğümü kısmen daha önce yazdım, ama önümüzdeki günlerde gerekçelerimi uzun uzun kaleme almayı düşünüyorum.) Aradan geçen yaklaşık iki ayda bu duygularım zayıflamadı, tam tersine daha da güçlendi. AKP demokrasinin neresinde?Birçok kişinin bir dizi örnek verip “AKP’liler demokrat filan değil, niye onları savunuyor, onlar için üzülüyorsun?” diyecektir. Bunun için “AKP demokrasinin neresinde?” “Demokrasi konusunda samimi mi, yoksa bunu ’gizli emelleri’ne ulaşmak için araç olarak mı kullanıyor?” “AKP sadece kendisine mi demokrat?” “Kendi tabanının taleplerine (türban, imam hatip liseleri...) kulak kesilip diğerlerinkine sağır mı kalıyor?” sorularını cevaplandırmaya çalışmak iyi olacaktır.“Takiyye” iddialarına hiçbir zaman pirim vermedim. Bana göre AKP’yi kuran kadro, o güne kadar “beşeri ideoloji” olarak görüp küçümsediği, en fazla bir araç olarak gördüğü demokrasiden başka sığınacak bir limanı olmadığını kavradı. Başlangıçta mecburen giydikleri demokrasi gömleğinin üzerlerine yakıştığını fark edince de çıkarmak istemediler. Ancak otoriter, hatta yer yer totaliter bir ideolojiden (Milli Görüşçülük) demokrasiye evrilmek o kadar da kolay bir şey değil. Yani AKP’lilerin demokratikleşme süreçleri halen sürüyor; daha katetmeleri gereken çok yol var. Nitekim liderleri Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin önde gelenlerinin demokrasiyi tam olarak özümseyemediklerine sık sık şahit oluyoruz. Son örneği de 1 Mayıs’taki polis zulmü.Bir makalenin öğrettikleriAKP’nin demokrasiyle ilişkisini tanımlamada, dün sabah İstanbul’dan Ankara’ya giderken uçakta okuduğum bir makale epey yardımcı oldu. Prof. Ümit Cizre’nin derlediği “Secular and Islamic Politics in Turkey: The Making of the Justice and Development Party” (Türkiye’de Laik ve İslami Siyaset: AKP’nin Oluşumu) kitabında (Routledge, 2008), Doç. Menderes Çınar tarafından kaleme alınan “AKP ve Kemalist İktidar Bloğu” başlıklı makaleden söz ediyorum.AKP’yi en iyi tahlil eden siyaset bilimcilerden olan Doç. Çınar, AKP’nin demokrasi derken, seçilmiş siyasetçilerin atanmış iktidar bloğuna (establishment) karşı güçlendirilmesini kastettiğini, ancak devlet ile toplum arasındaki ilişkiyi dönüştürmeyi çok fazla dert edinmediğini söylüyor. Doç. Çınar’a göre AKP’de egemen olan “siyaset siyasetçilerin işidir” mantığı, Kemalizmin toplumun siyasallaşmasından hoşlanmamasıyla örtüşüyor. Doç. Çınar, AKP’nin demokrasiden esas olarak seçimleri anladığını; toplumun örgütlenerek hak talep etmesi yerine “güçlü bir lider”in onları “kurtarması”nı esas aldığını söylüyor ve AKP liderinin toplumdan gelen eleştirilere tahammülsüzlüğünü buna kanıt olarak gösteriyor.Bu makale 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce yazılmış. Ancak Doç. Çınar’ın tespitleri, Başbakan Erdoğan’ın Güneydoğu’dan gelen sivil toplum temsilcilerini neden terslediğini; sendikacıların 1 Mayıs’ta Taksim’de ısrar etmelerinden neden rahatsız olduğunu; kendisini “1978’den beri hiçbir hükümet Taksim’i vermedi ki!” diye savunmasının neden geçersiz olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.Sonuç olarak AKP’nin demokrasiyle sağlıksız bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Yazının başında sözünü ettiğim Erdoğan’a yakın isme de söylediğim gibi, AKP’nin demokrasiyle sorunlarının olması, ona yapılan ya da yapılmak istenen demokrasi dışı müdahaleleri meşru görmemize neden olamaz.Ama sırf bu müdahaleler var diye AKP’nin anti-demokratik uygulamalarına sessiz kalmak; örneğin “Ergenekoncular Taksim’i kana bulayacaktı” masallarına inanmak ve polisin (İlhan Selçuk’a, 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere, Prof. Gencay Gürsoy’a...) zulmüne karşı çıkmamak da söz konusu olamaz.Özetle AKP ve onun liderleri, siyaseti “atanmışların vesayeti”nden kurtarmak istedikleri ölçüde desteği; demokrasiyi kendi tekellerine alıp sınırlamak istedikleri ölçüde de eleştiriyi hak ediyorlar.

Devamını Oku

Erdoğan’ın 1 Mayıs’ta yaptığı 10 HATA

3 Mayıs 2008

Vali Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın katkılarını akılda tutmakla birlikte 1 Mayıs günü İstanbul’da yaşanan tatsızlıkların bir numaralı sorumlusunun Başbakan Erdoğan olduğunu düşünüyorum. Peki Erdoğan neden böyle vahim bir hata yaptı? Açıklamaya çalışmak istiyorum:1 Erdoğan iyice bunalmış durumdaKapatma davası açıldığından beri Erdoğan ve kurmayları çıkış yolu/yolları bulabilmek için uğraşıyorlar. Ancak bir türlü somut, uygulanabilir ve çözüm üretebilecek bir formül bulabilmiş değiller. Bu nedenle çok daha kolay ve etkili hatalar yapabiliyorlar.2 Erdoğan olayın ciddiyetini kavramadıBaşbakan “Ayaklar baş olursa...” sözünün doğurduğu yoğun tepki üzerine birazcık kafa yormuş olsa 1 Mayıs’ın ne kadar ciddi bir konu olduğunu kavrayabilir ve doğabilecek sorunları öngörebilirdi. Kuru bir yazılı açıklamayla yetinmiş olması işin vahametini anlamadığını gösterdi.3 Sendikalar arası farklılıkları kullanmanın yeteceğini sandıHak-İş’in baştan çark etmesi ve Türk-İş’in sonradan yan çizeceğinin belli olması Başbakan’a aşırı bir güven verdi. DİSK ve KESK’in tek başlarına bir şey yapamayacağını sandı.4 Solun gücünü küçümsediDİSK ve KESK’ten çekinmeyen Başbakan, solu da ciddi bir siyasal ve toplumsal aktör olarak görmedi. Çünkü Erdoğan “duvarlarla birlikte sol da yıkıldı” diye düşünenler arasında yer alıyor. Üstelik, her ne kadar İslamcı hareketten gelse ve solun birçok yöntem ve argümanını kullansa da, genlerinde sağcılık var. Buna bağlı olarak sol, işçi hareketi vb. söz konusu olduğu zaman Soğuk Savaş refleksleriyle hareket ediyor.5 1 Mayıs ve Taksim’in önemini anlayamadıSola küçümseyerek ve sağcı bir perspektiften baktığı için ne 1 Mayıs’a, ne de onu Taksim Meydanı’nda kutlamaya atfedilen sembolik önemi anlamadı. “Biz bile parti olarak Taksim’i istemiyoruz” gibi bir gerekçeye başvuruyor olması bunun basit bir kanıtıdır. Taksim’i vermeme inadının, “derin devlet” ile mücadele ettiği iddiasına güçlü bir şekilde gölge düşürmüş olduğunu da göremedi.6 Yakın çevresine kulak asmadıBilidiğim kadarıyla İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Çalışma Bakanı Faruk Çelik başta olmak üzere çok sayıda bakan, milletvekili ve parti yöneticisi Taksim’in verilmesine sıcak baktılar. Hatta bazıları kendi aralarında “biz de katılalım” bile diyebildi. Ama AKP’nin “tek adamı” olan Başbakan bu yaklaşımlara itibar etmedi, hatta ısrar edenleri azarladı.7 DİSK ve KESK’e şüpheyle baktıAKP çevrelerinde savayla birlikte herkese “ya bizimlesin, ya darbeci” bakma yaklaşımı Başbakan’a da sirayet etmişe benziyor. DİSK ve KESK’in dertlerinin üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğundan ve onların ısrarının ardında bazı siyasi hesapların bulunmasından kuşkulandı.8 İstihbaratlara fazla güvendi1977’deki kanlı 1 Mayıs’tan beri devlet her sene “provokasyon ihbarı” bahanesiyle başta Taksim olmak üzere bir dizi yasak getirir. Bu sene de Erdoğan’a bir dizi “sağlam” istihbarat verildiği anlaşılıyor. Halbuki önemli olan ham istihbarat değil analizdir. Başbakan solun, sendikaların vs. durumunu iyi bilen bazı uzmanlara güvenilir analizler sipariş etseydi, önüne serilmiş olan telefon ve ortam dinleme kayıtlarının, ajan bilgilerinin anlamsız olduklarını kestirebilirdi. 9 Mülki amirlere ve güvenlik güçlerine “orantısız” ölçüde güvendiBaşbakan, eğer Vali Güler’in ilk basın toplantısını izlemiş ve buna rağmen onu yakın kontrole almamışsa hataların en büyüğünü yapmış demektir. Çünkü Güler, AB kapısındaki bir Türkiye’nin değil de askeri rejimle yönetilen bir ülkenin valisi gibi vatandaşı korkutup gerilimi tırmandırmaktan başka bir şey yapmadı. Buna bağlı olarak, temel hak ve özgürlüklere ne derece saygılı oldukları konusunda derin kuşkular bulunan polis şefleri ve memurları öyle gaddarca davrandılar ki Hürriyet Gazetesi bile “polis devleti” manşeti atabildi.10 Erdoğan sendikacıların otoritesini tehdit ettiğini sandıErdoğan ve arkadaşlarının, 28 Şubat süreciyle birlikte o ana kadar “beşeri ideoloji” olarak gördükleri demokrasiyi savunmaya başladıklarını yazıp çizen biriyim. Ama her defasında istemenin tek başına demokrat olmaya yetmediğini de vurguluyorum. 1 Mayıs sürecinde Başbakan’ın demokrasiyi tam olarak sindiremediğini ve onun usul ve yöntemlerini tam olarak kavrayamamış olduğunu gördük. Başbakan, daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi her eleştiriyi, itirazı ve hak talebini kendine karşı bir komplo olarak görüyor. Erdoğan’ın “Bir başbakandan böyle şeyler istenmez” anlamına gelecek sözler sarf ettiğini duyduk. Yanılıyor, demokrasilerde bir başbakandan her şey istenir ve o başbakan bunların hepsini dinlemek, ciddiye almak, incelemek ve yerine getirmenin şartlarını zorlamak zorundadır. Bir başbakanın bir talebi yerine getirmesi için onu benimsemesi asla gerekmez. Yani hayatında hiç 1 Mayıs’a gitmemiş ve gitmeyecek olması, Erdoğan’a 1 Mayıs’la ilgili talepleri geçiştirme hakkı vermez. Aksi takdirde “sadece kendine demokrat” damgasını yer ki sonuçta böyle oldu.

Devamını Oku

Erdoğan ve AKP 1 Mayıs’ta büyük bir fırsat kaçırdı

2 Mayıs 2008

Başbakan Erdoğan bir süredir İsrail ile Suriye arasında 41 yıldır süren bir anlaşmazlığı gidermek için çalışıyor. Son olarak Cumartesi günü Şam’a gitti ve Suriye Devlet Başkanı Başar Esad ile görüştü. Eğer Erdoğan İsrail işgalindeki Golan Tepeleri’nin tekrar Suriye’ye verilmesiyle sonuçlanacak bir barışa katkıda bulunabilirse her türlü takdiri hak edecektir. Ama aynı Erdoğan’ın Taksim Meydanı’nı senede bir günlüğüne emekçilere çok görmesi anlaşılır gibi değil.İlk bakışta 1 Mayıs’ın tatil günü ilan edilmemesi ve Taksim’in kutlamalar için açılmamasının ardında çok stratejik bazı hesap ve kaygıların bulunduğu düşünülebilir. Ancak Salı ve Çarşamba günü Ankara’da yaptığım görüşmeler sonucu tatil ve Taksim’in bir kazaya ve inatlaşmaya kurban gittiği izlenimi edindim. Anladığım kadarıyla Başbakan Erdoğan belli sayıda sendikacı ve siyasetçinin Taksim’e çıkıp çelenk bırakmasına sıcak bakmış ancak DİSK’in “onbinlerce kişi”nin katılımda ısrar etmesi üzerine rahatsız olmuş ve çok sıcak başlayan görüşmeler sonuçsuz kalmış.Erdoğan’ın sendikacıların “aşırı” taleplerini bir tür kendine hakaret gibi gördüğü anlaşılıyor. Öte yandan Grup toplantısında “ayaklar baş olursa...” şeklinde talihsiz bir çıkışla işçileri durup dururken karşısına almış olan Başbakan, çok fazla taviz verir görünüp “teslim olmuş” izlenimi vermekten de çekinmiş olmalı. DİSK’in hatasıSendikacılarsa tatil önergesinin AKP’li Agah Kafkas tarafından verildiği; parti ve hükümet içinde çok kişinin buna ve Taksim’de gösteriye sıcak baktığını bildikleri için pazarlıklarda kendilerinden çok emin davrandılar. Gerçekten de Salı ve Çarşamba günü Ankara’da AKP’nin değişik kademelerinden (milletvekili, bakan, yönetici) çok kişiyle görüştüm ve kimsenin yasağı savunmadığını veya savunamadığını net bir şekilde gördüm. Hatta tam da kapatma davası sürecinde her türlü yasağa karşı “sonuna kadar demokratikleşme” söylemi öne çıkmışken böyle bir adım atılması AKP’lilerin çoğunu şaşırtmış durumdaydı. Bir milletvekili “Ben Başbakan’ın yerinde olsam 1 Mayıs’ı tatil ilan eder, Taksim’e izin verir, hatta tüm kabineyle birlikte kutlamalara katılırdım” diyebiliyordu. Çünkü ona göre 1 Mayıs, iktidar partisinin, toplumda kendisine oy vermemiş kesimlerin önemli bir bölümüyle iletişim ve diyalog kurmada çok güzel bir fırsat olabilirdi. Ama olmadı. Hükümet ayağına gelen bu fırsatı kaçırdı. Toplumdaki kamplaşma ve gerilimi azaltamadığı gibi bunun daha da tırmanmasına yol açtı. Bu noktada İstanbul Valisi Muammer Güler’in toplumu iyice geren basın toplantılarının son derece olumsuz bir işlev gördüğünün altını çizmek lazım. Kimse kazanmadıDün İstanbul’da çok tatsız şeyler yaşandı. Bütün bunlardan ne hükümet, ne AKP, ne DİSK, ne KESK, ne de 1 Mayıs’ı tatil olarak görenler kârlı çıkmadı. Ancak bu yıl yaşanan tartışmalar ve dün yaşanan gerginlikler pekala hayırlara vesile olabilir. Önümüzdeki sene, Cumhurbaşkanı Gül’ün de açıkça temenni ettiği gibi, 1 Mayıs’ın resmi tatil olarak tanınması ihtimali hayli yüksek. Buna bağlı olarak Taksim Meydanı da kutlamalara açılabilir. Ancak böylesi bir gelişme için eleştiri ve suçlamaları belli bir düzeyde tutup kin ve düşmanlıklara kapı aralamamak gerekiyor. Bir de tabii önümüzdeki yıl Türkiye’yi kimin liderliğindeki hangi partinin yöneteceğinin kestirilemiyor olması gibi bir talihsiz bir durum da söz konusu.***Dünkü yazımda Erdoğan’ın “ülke çıkarları uğruna birtakım şeylerden fedakarlık etmeye, siyasi kariyerini riske atmaya hazır” olduğunu söylemiş ve “Çok kişi bu tespitle alay edebilir ancak kendisini yıllardır izlemeye çalışan bir gazeteci olarak AKP liderinin sahiden böylesi bir ruh hali içinde olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum” diye devam etmiştim. Bazı okurlar beni yanıltmadılar. Örnek olarak da dün 1 Mayıs’ta yaşananları gösterdiler. Dün yaşanan tatsızlıkların birinci derecede sorumlusunun Başbakan Erdoğan olduğunu düşünüyorum ama dünkü tespitlerimin de arkasında duruyorum.

Devamını Oku