Cumhurbaşkanı Gül’ün türbanla ilgili Anayasa değişikliklerini jet hızıyla onaylamak yerine titiz bir incelemeye tabi tutma ve itirazı olan kesimleri samimiyetle dinleme ihtimalinin yüksek olduğunu ileri sürdüğüm dünkü yazım epey tepki topladı. “Türban krizinde çıkış hâlâ mümkün” başlığını attığım yazımı “Yoksa çok mu hayal kuruyorum?” diye bitirmiştim. Çok sayıda okur, benimkinin “hayalden de öte” olduğunu beyan etti.Dün de yazdım: Gül’ün değişiklikleri veto edeceğini pek sanmıyorum, ama onaylamakla birlikte bir çıkış bulmak için gayret sarf edeceğini tahmin ediyorum. Bu söylediklerimin “içerden” bilgi sahibi olmakla bir ilgisi yok. Geçen Aralık ayı başında Gül bu ülkedeki iç siyasi krizin çözümüne katkıda bulunmak için Pakistan’a gitti; ben de başından itibaren geziyi izledim. Orada normal olanı yaptı, yani krizin tüm taraflarıyla, iktidar ve tüm muhalif liderlerle teker teker görüştü. Ne çıktığı tartışılır, ama bir şeyleri denedi. Dün Pakistan’da “toplumsal mutabakat” arayan Gül eğer bugün “Meclis’te yeterli çoğunluk oluşmuştur. Bu da ’toplumsal mutabakat’anlamına gelir” derse yanılır. Hem kendisinden “herkesin cumhurbaşkanı” olmasını bekleyenleri hayal kırıklığına uğratır, hem de bu krizi bir fırsata çevirme fırsatını tepmiş olur. Yani Gül’ün Pakistan’da yaptığını yapması, en azından tarafları uzlaştırmayı denemesi çok isabetli olacaktır.Bizi kim barıştıracak?Dün bir grup gazeteci olarak Türk diplomasisinin önde gelen iki ismiyle uzun bir dış politika sohbeti yaptığımızda da hep aklıma türban tartışmaları geldi. Irak ağırlıklı buluşmada Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika’ya kadar uzanıldı. Ankara’nın Irak’ta Türkmen azınlığın haklarını korumak için neler yaptığını, Sünni direniş gruplarını nasıl yakından takip ettiğini öğrendik. Ayrıca Filistin, Lübnan, Kosova ve Sudan gibi ciddi çatışmaların yaşandığı bölgelerdeki arabuluculuk girişimlerini tartıştık. Sonunda dayanamayıp, bu bölgelerde ihtilaf çözme yolunda gösterilen sabırlı, özenli ve en önemlisi çoğulcu yaklaşımın neden son türban tartışmasında gösterilmediğini sordum? Bürokratlardan ziyade AKP-MHP düzenlemesini onaylayan bir meslektaşım “ama burada bir taraf uzlaşmaya hiçbir şekilde yaklaşmıyor ki!” şeklinde bir savunma yaptı.Gerçekten insaf. Bu sorun çok karmaşık ve çetin bir hal almış olabilir ama bir Filistin, Lübnan, Kosova ya da Darfur’dan daha çözümsüz olduğunu iddia etmek nasıl mümkün olabilir? İsrail ve ABD’yi ısrarla, Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah gerçeklerini tanımaya davet eden bir hükümet niye kendi ülkesindeki bir CHP (ve Baykal) olgusuyla ve onun temsil ettiği zihniyetle istikrarlı bir ilişki kuramaz? “Gerçek sorun yasakçı zihniyet” Son günlerde şu sorunun cevabını özellikle arıyorum: Başörtüsü yasağına başından itibaren karşı olan bazı liberal ve solcu aydınların zamanlama ve yöntem konusundaki itirazlarına niye kulak kabartılmıyor? Bazıları, türban düzenlemesini değil de itirazcıların niyet ve samimiyetlerini sorguluyorlar. “Zaten çoğu, nasılsa sorun çözülmez diye yasağa karşıymış gibi yapıyorlardı. İş ciddiye binince yan çizmeye başladılar” şeklindeki sözler sanki bir kopuşun işareti. Daha ileri gidip bugüne kadar birçok demokrasi sınavından layıkıyla çıkmış bu aydınları “Kemalizme göz kırpmak”la bile itham edebiliyorlar.İtirazcılar, türbanın diğer özgürlüklerle birlikte bir paket halinde gündeme getirilmiş olmasını istediler ki bu da hükümet çizgisini onaylayanlarca “sudan bir bahane” olarak görüldü. Ama herkes aynı kanıda değil. Özellikle bir grup başörtülü kadın, “Gerçek sorunumuz insanların hayatlarına, görünüşlerine, sözlerine, düşüncelerine müdahale edebilme hakkını kendinde gören yasakçı zihniyettir” diyerek yeni bir imza kampanyası başlattılar.“Söz konusu özgürlükse hiçbir şey teferruat değildir” başlığıyla açılan imza metninde “Başını örttüğü için ayrımcılığa uğrayan kadınlar olarak tüm samimiyetimizle açıklıyoruz ki; üniversitelere başımızı örterek girmekle mutlu olmayacağız. Ta ki” deniyor ve bir dizi talep sıralanıyor:* Kürtlerin ve ötekileştirilenlerin kendilerini bu ülkenin asli unsuru hissetmesi için gereken hukuki ve psikolojik ortam oluşturulmadan,* Acımasızca işlenen cinayetlerin gerçek sorumlularına ulaşılmadan,* 301 davalarını bitirecek düzenleme yapılmadan,* Azınlık vakıflarının üzerinde pişkince oturanların rahatı bozulmadan,* Alevilerin ibadetini kültürel aktivite, ibadet evlerini de kültür merkezi olarak görmekte ısrar etmekten vazgeçilmeden,* Üniversitelerden sudan sebeplerle atılan arkadaşlarımız geri dönmeden,* Yasakçı zihniyet bize ne zaman, nerelerde ve nasıl örtüneceğimizi dayatmaktan vazgeçmeden,* Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünün önündeki en büyük engel YÖK kaldırılmadan...Hz. Muhammed’in “Gökler ve yer adaletle ayakta durur” hadisiyle sonlanan bu metnin tartışmayı “beyaz çarşaf, küçük beyin” kısırlığından daha verimli ve özgürlükçü bir alana taşıyacağını düşünüyorum.
Başbakan Erdoğan’ın iki gündür süren “öfkeli” çıkışlarının, kendine aşırı güvenden değil de, tam tersine güvensizlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Söz konusu güvensizliğin bir genel, bir de özel ayağı var. Şöyle ki, 28 Şubat sürecinin doğrudan bir ürünü olan AKP başından itibaren benzer bir tatsızlık yaşamaktan endişe ediyor. 27 Nisan sürecinin ardından gelen 22 Temmuz seçim zaferiyle bu güvensizliğin büyük ölçüde azaldığı doğru ancak tam anlamıyla bittiği de söylenemez.Erdoğan’ın öfkesinin ardında yatan temel neden, MHP ile giriştikleri düzenlemenin türban sorununu çözme ihtimalinin hayli düşük, bunu daha da derinleştirme riskininse epey yüksek olması. Bir sürü belirsizlik var:1) Gül Anayasa değişikliklerini onaylayacak mı?2) Anayasa Mahkemesi ne karar verecek?3) Hiçbir sorun çıkmasa bile böylece sorun çözülmüş olacak mı?4) YÖK Yasası’nın ek 17. maddesini değiştirmek gerekecek mi?5) Muhalefetten bu konuda katkı sağlamanın imkanı olabilir mi? 6) Anayasa Mahkemesi böylesi bir değişikliğe ne diyecek? Medya ile kavgaİşte bu belirsizlikler ve bunların doğurabileceği kaos atmosferinden en çok rahatsız olanların başında Başbakan geliyor. Yaşanan tıkanıklık ve ufukta bir açılımın da görülmemesi üzerine CHP’ye ve en çok da medyaya iyice yükleniyor. Yani bu süreci (krizi) iyi yönetememesinin faturasını medyaya, özellikle de Doğan Grubu’na kesmek istiyor.Türban krizi derinleştikçe hükümet ve onun tabiriyle “bir kısım medya” arasındaki kavganın iyice tırmanacağı aşikâr. Erdoğan, samimiyetle bazı medya kuruluşlarının “kendi çıkarları için” itiraz ettiklerini söylüyor olabilir. O zaman yapması gereken bunun delillerini kamuoyuna ve hatta gerekiyorsa yargıya sunmasıdır.Ancak şu var: Erdoğan pekala medyayla kavgasında sapına kadar haklı olabilir, ancak bu türban sorununu çözme işinin çözümsüz bir krize dönüşmesinde medyanın hemen hemen hiç kabahati olmadığı gerçeğini değiştiremez. Başından itibaren öyle basit ama vahim hatalar yaptılar ki özeleştiri vermekten kaçınıyorlar. Bazı gazeteciler ve aydınların tek “kusur”u, olsa olsa “bu yöntemle bu sorun çözülmez” demiş olmalarıdır. Kaldı ki mevcut yayın organlarının çoğunda “yılların sorunu tereyağından kıl çeker gibi çözüldü” türü yorumlar baskın.Önce Gül, sonra ToptanOrtalık iyice gerildi ama bu krizden çıkma ihtimali az da olsa yine var. Bunun için öncelikle tarafların gerginliği azaltmak için ortak bir irade sergilemeleri gerekiyor. Örneğin Başbakan, kavga etmek yerine gazetecilerle bir araya gelip neye neden itiraz ettiklerini dinleyebilir. İtirazı olan medya da amacının “bağcı dövmek değil de üzüm yemek” olduğunu kanıtlayacak bir üslup ve yaklaşım sergileyebilir.Krizden çıkmada en esaslı rol herhalde Cumhurbaşkanı Gül’e düşüyor. Şu ana kadar açık ya da dolaylı olarak Gül’ün değişiklikleri veto etmesini dileyenler oldu. Bunun gerçekleşme ihtimali pek yok. Hele Erdoğan’ın son çıkışlarının ardından veto gelirse “Gül, Doğan Grubu’na teslim oldu” diyenler bile çıkabilir. Yine de benim bildiğim Gül bu krizin “herkesin cumhurbaşkanı” olma iddiasını kanıtlama için fırsat olduğunu görüyor olmalı. Gül’ün acele etmeyeceğini, titiz bir inceleme yapacağını ve en önemlisi itiraz ve kaygıları olan çevrelerle görüşeceğini ve onları samimi bir şekilde dinleyeceğini tahmin ediyorum. Onun göstereceği hassasiyet kesinlikle bunun sürece çok pozitif katkıda bulunacaktır.Tekrar ediyorum: Ne kadar ince elerse elesin Gül’ün Anayasa değişikliklerini veto edeceğini sanmıyorum. Ancak değişiklikleri onaylamasına rağmen bir çıkış yolu bulabileceği kanısındayım. Örneğin Gül, “Anayasa değişikliğine evet, ama bunların yasağı kaldırdığını düşünmüyorum” diyerek topu yeniden Meclis’e atabilir.İşte o zaman bir nevi “toplumsal mutabakat” ile seçilmiş olan TBMM Başkanı Köksal Toptan’a büyük bir sorumluluk düşer: Başörtüsü sorununu kalıcı bir şekilde çözmek için “toplumsal mutabakat” aramak.Yoksa çok mu hayal kuruyorum?
Açıkçası türban konusu üzerine bir süre bir daha yazmamayı düşünüyordum. Çünkü AKP-MHP ittifakıyla yapılan düzenlemenin zamanlaması ve yöntemini eleştirirken, başörtülü kızların üniversitelere girme yasağını savunuyormuş gibi algılanmak çok rahatsızlık verici. Çünkü başından itibaren bu yasağın temel hak ve özgürlüklere aykırı olduğunu; artı olarak cinsiyet ayrımcılığı içerdiğini düşünüyorum.Üstelik hiçbir zaman, bazıları gibi “türban öncelikli sorun değil” demedim. 2002 Genel seçimleri öncesi, İsmail Cem’in liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi’nden (YTP) milletvekili adayıyken, türban sorununu çözme gerekliğini seçim bildirgesine koydurttum. YTP adına medyada konuşurken ya da seçmenden oy isterken türban sorununu hep dile getirdim. Ki o seçimlerde AKP’nin hiçbir şekilde bu sorunu gündeme getirmediği hatırlardadır.Erdoğan’ın toptancılığıYazmayacaktım ama dün televizyonda Başbakan Erdoğan’ı dinleyince yazmayı sürdürmenin farz olduğu noktasına geldim. Öncelikle, AKP ve destekçileri türbanla ilgili düzenlemelerin ardından “toplumu gereksiz yere germeyelim” mesajları verirken Erdoğan’ın bu kadar sert ve gerginliği tırmandırıcı bir konuşma yapmasına bir anlam veremediğimi itiraf etmeliyim. Bu konuşmanın bir strateji gereği değil, tamamen duygusal kaygılarla hazırlandığını sanıyorum.Ancak benim derdim Erdoğan’ın üslubundan ziyade konuşmasının içeriğiyle. AKP lideri, türban düzenlemesine yönelik eleştirileri iki olguya bağlıyor:1) CHP ve lideri Baykal. 2) “Bir kısım medya”, esas olarak da Doğan Grubu ve özel olarak da Hürriyet Genel yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök.Son düzenlemeye itiraz eden herkesin bu iki torbaya doldurulamayacağını, konuyla ilgili herkes gibi Erdoğan da biliyor; isimleri saymaya gerek yok. AKP lideri, türban yasağına karşı olmalarına rağmen son düzenlemeye tamamen demokratik kaygılarla karşı çıkanların varlığını görmezden gelerek Türkiye’deki tartışma, diyalog ve toplumsal uzlaşma, dolayısıyla demokrasi kültürüne olumsuz anlamda katkıda bulunuyor.CHP’li olmak ayıp değilHerkes kendinden mesuldür. Kendi şahsıma, CHP’li bir aileden gelmek ve bundan hiç de rahatsız olmamakla birlikte hayatımda bu partiye oy vermedim ve Baykal ile demokrasi, temel hak ve özgürlük, laiklik gibi temel konularda tamamen farklı düşünen biriyim. Baykal’ın daha önceki laiklik eksenli krizlerde olduğu gibi, bu sefer de gerilimden istifade etmek istediğini görüyor ve yine hayal kırıklığına uğrayacağını tahmin ediyorum.Baykal ve onun çizgilerindekiler türban serbest bırakılırsa laiklik elden gidecek diyorlar. Hiç inanmıyorum. Hatta türbanın serbest bırakılmasının laikliğin lehine olacağını yıllardır ileri sürüyorum. Benim kaygım demokrasi. AKP’nin, bir tek MHP desteğini yeterli görüp, (türban lehine oy verecek olan DTP’yi bile atladı) sorunu çözdüğünü sanarak Türk demokrasisine çok büyük bir kötülük yaptığını düşünüyorum. Karşı görüşte olanları sürece katmadan yapılacak düzenlemeler iç barışa ciddi anlamda zarar verebilir. Bu noktada “kaos” tanımına çok kızan Erdoğan’a, Cumartesi günü Meclis’te çok sayıda AKP milletvekilinin bana “istemiyoruz ama kaos kaçınılmaz” dediğini hatırlatmak isterim.Yine “bir kısım medya” Acı bir şekilde 28 Şubat sürecini hatırlatan “bir kısım medya” tabirine gelecek olursak: Geçmişte Doğan Grubu bünyesinde çalıştım. Şu an da Vatan Gazetesi her an grup bünyesine katılabilir. Ama bu bir yerden sonra beni hiç ilgilendirmiyor. Hiçbir zaman siparişle yazı yazmadım, yorum yapmadım; bu saatten sonra da yapmayacağım.Erdoğan bu grubun birtakım çıkar hesaplarıyla hükümete saldırdığını ileri sürüyor. Bilmiyorum, açıkçası çok fazla ilgilenmiyorum da. Ama aralarındaki çekişmeyi hepimizi birinci derecede ilgilendiren alanlara taşımasalar çok iyi olur.Son bir not Ertuğrul Özkök hakkında. AKP ve onu destekleyenler uzun zamandır Özkök’ü “bir numaralı şer odağı” görüyorlar. Muhafazakâr medyada köşe yazarlarının Özkök’e laf yetiştirmeye çalışmalarını, hele çiçeği burnunda yazarların ilk fırsatta onunla polemiğe girme çabalarını bir ara gülümseyerek izlerdim. Artık bundan da vazgeçtim.Başbakan’ın duygularını anlıyorum ama bir de realiteler var. Örneğin tek bir soru yeter: Kim 22 Temmuz seçimlerinden sonra Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanlığı sevdasından vazgeçirebilmek için Özkök’ün “gücünü” kullanmak istedi ve bunun için kimleri devreye soktu?
Cumartesi günü Meclis’te çok sayıda AKP’li milletvekiline neden toplumsal mutabakat aramadıklarını sorduğumda çok şaşırdılar. “Daha ne olsun? Son seçimlerdeki seçmenlerin şu kadarı, Meclis’teki milletvekillerinin bu kadarı destekliyor ya!” dediler. Sadece milletvekilleri değil, AKP-MHP’nin türban düzenlemesine destek veren hemen herkes “toplumsal mutabakat”ın (uzlaşmanın) sağlandığında hemfikir.Prof. Burhan Şenatalar, dünkü Sabah Gazetesi’nde kendisiyle yapılan röportajda bir arada yaşamanın bu temel kavramının nasıl yanlış kullanıldığını ve içinin boşaltıldığını tek bir cümleyle özetliyor:“Toplumsal uzlaşma karşı görüşler arasında olur.” Hükümetin, MHP’nin desteğini aldıktan sonra kimseye gitmediğini; hatta mutabakat arayışındaki DSP Lideri Zeki Sezer’in Başbakan Erdoğan’ın kapısını çaldığını, ancak pozitif bir gelişme yaşanmadığını da biliyoruz. AKP’nin türban yasağının kalkmasına karşı ya da mesafeli kesimleri kazanmaya çalışmak bir yana, yıllardır bu yasağın kalkması için uğraş veren, ancak son düzenlemenin zamanlaması ve yönteminden rahatsız olan sol ve liberal aydınlara kulak kabartmadığını da biliyoruz. Şu “CHP tabanı” Yine Cumartesi gününe ve Meclis’e dönecek olursak: “Toplumsal mutabakat”ın gerçek anlamda ne demek olduğunu çok iyi bilen, kimileri üst düzey görevler üstlenen AKP’lilerle de tartışma imkanı buldum. Onlar da bütün suçu CHP’ye ve onun lideri Baykal’a atmaya çalıştılar. “Baykal’ı biliyorsun. Onunla nasıl uzlaşabiliriz ki!” cümlesini her duyduğumda “İyi de aynı Baykal Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından AKP Genel Merkezi’ni ziyaret edip Erdoğan’ı tebrik etmemiş miydi?” dedim.Yani Baykal’ın inatçılığını veya demokrasiyle, haklar ve özgürlüklerle kurduğu ilişkiyi bahane ederek “toplumsal mutabakat” arayışına girişmeme tavrının demokrasiyle hiçbir ilgisi yok. Öte yandan bazı AKP’lilerin işi daha da ileri götürüp “CHP tabanı”nı sorumlu tutmaları akıl alır gibi değil. Çünkü “darbeci” vs. gibi kavramlarla aşağılamaya çalıştıkları o insanlar, bir zamanlar kendileri demokrasiyi “beşeri ideoloji” diye aşağılarken Türkiye’yi daha da demokratikleştirmek; “insanın haklarından önce Allah’a karşı kulluk görevleri vardır” derken temel hak ve özgürlükleri yerleştirmek; “Avrupa Topluluğu Hıristiyan kulübüdür” derken Türkiye’yi Avrupa’nın parçası yapmak için mücadele ettiler ve bedeller ödediler. Gül ümit vermiyorSon yıllarda yaşanan müthiş dönüşümlerle birlikte Türkiye’de birçok şeyin altüst olduğu, solun tabanının sağa doğru savrulduğu, bu arada muhafazakâr kesimlerin de evrensel ilkelere daha fazla yakınlaştıkları doğrudur. Ama bu sürecin halen sürdüğünü görmeden bu değişimleri mutlaklaştırmak yanlış olur. En azından her iki kesim içinde de geçmişle bağlarını koparmamak için direnenler var ve hâlâ çok etkililer. Ayrıca yaşanan değişim ve dönüşümün bireyler tarafından bütünüyle içselleştirildiği de söylenemez. Prof. Şenatalar toplumsal uzlaşmanın ancak “probleme daha geniş çerçevede yaklaşarak” sağlanabileceğini söylüyor ki sonuna kadar haklı. Bugün AKP’nin böyle bir arayışa gireceğine dair bir işaret yok. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de bizleri “şaşırtacağa”, gerçekten “hepimizin cumhurbaşkanı” olduğunu açık ve net bir şekilde göstereceğe benzemiyor. Zaten Gül, YÖK’ün başına, “kendi mahallesi”nden Prof. Yusuf Ziya Özcan yerine, toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede olabilecek (ki böyle isimler bulunduğunu o da biz de çok iyi biliyoruz) bir ismi getirmiş olsaydı herhalde bugünleri daha az gergin geçirirdik.Peki şimdi ne olacak? Dün üniversitelerde yaşanmaya başlayan kaos giderek tırmanacak. Bu da toplumsal mutabakat yerine zaten varolan toplumsal yarılmayı daha da şiddetlendirecek. Ve olan yine örtülü kızlara olacak.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün türbanla ilgili anayasa değişikliklerini onaylamasına kesin gözüyle bakabiliriz. Çünkü her şeyden önce Gül, eşi ve kızı nedeniyle bu sorunu yıllardır bizzat yaşayan biri. Zaten konu ne zaman gündeme gelse, ısrarlı bir şekilde “toplumda aslında böyle bir tartışma yok” dedi. Hatta 28 Şubat döneminde Necmettin Erbakan ve diğer RP’lilerin çok sık kullandığı “suni gündem” nitelemesini bugüne taşıdı.Halbuki “herkese eşit mesafede” olma iddia eden ve bir anlamda buna mecbur da olan Gül’ün AKP-MHP düzenlemesinden endişe eden kesimlere empatiyle yaklaşması, onları dinlemesi, eleşitiri ve kaygılarını anlamaya ve gidermeye çalışması gerekirdi.Şu ana kadar böyle bir girişimi olduğunu duymadık, olacağı işaretini de almadık. Gül’ün red oyu veren CHP ve DSP’nin liderleriyle görüşmesi gerginliklerin azalmasına katkıda bulunabilir. Belki bu vesileyle CHP lideri Baykal’ın “Çankaya boykotu” da kırılmış olur. Demokrasilerde çok olağan olan bu tür zirveleri önermek bile “uçuk” kaçıyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir.Diyelim ki muhalefet liderlerini şu ya da bu nedenle davet etmedi. Gül’ün en azından “kişisel dostu” olarak görüp yemekte ağırladığı Mehmet Altan ve Cengiz Çandar gibi aydınları arayıp “Siz yasağın kalkmasını istemiyor muydunuz? Neden rahatsızsınız?” diye sorması isabetli olur.Mucize olurDün de yazdım. Cumartesi günü Meclis’in türban yasağını kaldırmak yerine onu daha da çözümsüz kılmış olma ihtimali hayli yüksek. Dolayısıyla Gül’ün bir şekilde anayasa değişikliklerini onaylamaması hem soruna daha makul ve kalıcı bir çözüm bulmanın yollarını açar, hem de AKP’yi muhtemel bir siyasi krizden kurtarır. Üstelik Gül’ün “herkesin cumhurbaşkanı” olma iddiasının ilk sahici kanıtı olarak sivrilir. Ancak ne Gül’ün, ne Erdoğan’ın, ne de AKP’lilerin sürece benim gibi bakmadıklarını biliyorum. Yani Gül’ün vetosu mucizevi bir şey olur. Zaten Cumartesi günü Meclis’te görüştüğüm AKP’lilerin hiçbirinin aklına Gül’ün akıntıyı tersine çevirebileceği ihtimali gelmedi. Üstelik hemen hepsi değişikliklerin yürürlüğe girdiği andan itibaren kaotik bir ortamın doğacağını kabul etmelerine rağmen. Üstelik AKP’lilerin bu ortama hiç de hazırlıklı olmadıkları, herhangi bir önlem vs. almadıkları da çok açık. “Ne olur?” diye sorduğunuzda hemen hepsi aynı cevabı veriyor: “Bazı rektörler kızları kabul etmez, bazıları kabul eder. Olay mahkemeye intikal eder...” “Ya sonra?” diye üstelediğinizdeyse “Ne sonrası? Sonrası yok. Böyle devam eder işte...” diyorlar.Kaostan sonra belirsizlikBu AKP’lilerin önce kaos, ardından belirsizlik ve sürekli bir gerginlik-çatışma dönemi bekledikleri anlamına geliyor. İşin tuhafı içlerinden bazıları sorununun böylelikle zaman içinde çözüleceğine inanıyorlar. Yani yasakçı rektörlerin sayısının azalmasını; örtülü kızların rektörlerin tutumlarına bakarak tercih yapmalarını (ki 28 Şubat sürecinde Marmara Üniversitesi’nin türbanı hoşgören nerdeyse tek okul olması nedeniyle örtülü kızlar buraya tam anlamıyla akın etmişlerdi. Ardından rektör değiştirildi ve yasak hayata geçirildi. Kızlar da bir süre direnip pes etmek zorunda kaldılar) bekleyecekler. Bu arada AKP’ye yakın medya ve bazı kuruluşlar da herhalde yasakçı rektörlere karşı yıpratma kampanyaları yürüteceklerdir. Rektörleri hedef tahtasına yerleştiren ve onlara gereksiz ve taşıyamayacakları kadar yük yükleyen bu stratejinin zaten sorunlu olan üniversite sistemimizi iyice felç edeceği aşikar. Görüldüğü gibi AKP türban konusunda tam bir tıkanıklık yaşıyor ve türbanlı kızları bir tür deneme tahtası gibi kullanacağa benziyor. Eğer bu düzenlemeyle sorun çözülürse siyasi getirisini AKP MHP ile paylaşacak. Eğer başarısız olursa “elimizden geleni yaptık, maalesef olmuyor” diyecekler.Kısacası faturayı yine örtülü kızlar ödeyecek.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül türban eksenli tartışmaları “suni gündem” olarak niteledi. Türkiye’nin ezici bir çoğunluğunun, türban sorununun hiçbir gerileme yol açmadan, makul ve kalıcı bir şekilde çözümünden yana olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Bu nedenle Gül haklı görünüyor.Ancak nerdeyse son 30 yılımızı ipotek altına almış olan türban, Türkiye’deki laiklik eksenli tartışmaların tam göbeğinde yer alıyor ve kim ne derse desin tam bir “siyasi simge” haline gelmiş durumda. Yani üniversitelerdeki türban yasağının kaldırılması, uzun zaman önce bir “hak ve özgürlük ihlalini ortadan kaldırma” olmaktan çıktı, nerdeyse bir “siyasi eşik” haline geldi. Toplumun bir kesimi türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasının ardından laikliği muhafaza etmenin imkansız olduğuna inanıyor. Onların karşısında yer alan bir başka grup da, “şeriat düzeni” olarak tanımlanabilecek ideale varmada türban yasağının kalkmasını çok hayati bir aşama olarak görüyor.Yani birçok başka krizde olduğu gibi bu sefer de tartışmaya uçlar damga basıyor. İşin vahimi, özellikle laik cephede, hiç umulmadık kişi ve kurumların da uçlara savruldukları gözleniyor. Türbana çok sert bir şekilde karşı çıkanları, toplumda oluşturdukları yüzdeye bakıp küçümsemek çok büyük bir yanlış olabilir. Çünkü bu çevreler yıllardır ellerinde tuttukları iktidarların (siyasi, ekonomik, kültürel...) ellerinden kayıp gitmesinin verdiği telaşla daha hırçın ve gözükara olabilirler; kontrolleri altındaki imkan ve iktidarları bu yasağın kalkmaması için seferber edebilirler.İnceldiği yerden kopar mı?Buradaki soru şu: Yasağı kaldırmak isteyenler “inceldiği yerden kopsun” mu diyecek, yoksa muhtemel bir siyasi krizi ve bunun doğurabileceği sonuçları göze alamayıp geri adım mı atacak? Bu aşamadan sonra ne AKP, ne de MHP’nin süreci durduracaklarını, hatta isteseler de durdurabileceklerini sanmıyorum. Ancak Türkiye’nin kaotik bir çatışma ortamına sürüklenmesini arzulamadıklarını da biliyorum. MHP lideri Bahçeli’nin önceki günkü konuşması bunun açık bir kanıtıydı.Peki AKP ile MHP’yi siyaseten zor durumda bırakmayacak ara bir yol mümkün mü? Bunun cevabı “kesinlikle evet”tir. Örneğin Sami Selçuk, yasağın kaldırılması için herhangi bir yasal düzenlemeye gitmeye gerek olmadığını, YÖK’ün bunu tek başına çözebileceğini söylüyor. Öte yandan AKP’nin yasağın kaldırılmasını yeni sivil anayasaya havale edebileceğini düşünenler de var. Böylesi bir durumda en azından bir süre kazanılmış olur ve daha geniş kitlelerin uzlaşabileceği bir formülü geliştirme imkanı bulunabilir.Çiçek’in çifte standartıAncak TBMM’deki dünkü oturumdan sonra pek fazla ümitlenmek mümkün değil. Hele Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “gelin bu yasakları hep birlikte kaldıralım” dediğini duyduktan sonra! Çünkü aynı Çiçek, daha önce aynı kürsüde, Ermeni Konferansı düzenlemek isteyen öğretim üyeleri ve üniversiteleri “bizi arkamızdan hançerlediler” diyerek; ya da AB sürecindeki temel demokratikleşme adımlarını, örneğin 301. maddeyi, “devletin bekası” bahanesiyle engelleyerek, budayarak ya da geciktirerek ne kadar özgürlükçü olduğunu göstermişti. Çiçek’in dün ihanetle suçladığı aydınların nerdeyse tamamı türban yasağının da kalkmasını savunuyorlar. Ve bu garip durumda eleştirilecek biri varsa o da Çiçek ve AKP içindeki onun gibi düşünenlerdir.Zaten AKP’nin son beklenmedik türban atağı, son beş yıldır iyi-kötü giden, AB sürecindeki demokratikleşme ittifakında ciddi bir çatlak aşmış durumda. Pek çok özgürlükçü bilinen aydın ve kurum, iktidar partisinin AB’ye hiç de iyi gözle bakmadığı bilinen MHP ile birlikte böyle bir hamleye girişmesinin şaşkınlığını üzerlerinden atabilmiş değiller. AKP eğer bu kesimlerin kaygılarını gideremezse, Türkiye’nin zaten sekteye uğramış olan AB serüveni iyice zora girebilir.
Türkiye, başörtüsü tartışmaları eşliğinde çok kritik bir dönemden geçiyor. Bu sürecin figüranı olmak yerine baş aktörlerinden biri olmayı tercih etmiş olan MHP lideri Bahçeli’nin dün Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşma da günün anlamına uygun bir şekilde “kritik”, hatta “tarihi” ydi.İki kez satır satır okuduğum konuşmadan şu sonuçları çıkarttım:1) Üniversitelerdeki başörtüsü yasağını nasıl ve neden kaldırmak istediklerini tam olarak anlatamadıklarını düşünüyor;3) Yasağın kaldırılmasına karşı çıkanların, AKP kadar, hatta ondan daha fazla MHP’yi yıpratmak istediklerine inanıyor;4) Bazı güçlerin, cumhuriyeti ve laikliği koruma iddiasıyla demokrasi dışı yollara meylettiklerini ve MHP’yi de saflarına çekmek istediklerini ileri sürüyor;5) Yasağın kalkmasının ülkedeki gerilimleri azaltmayacağından, tam tersine daha da artırabileceğinden endişeleniyor;6) Başörtülüler ve onların destekçilerinin “rövanşist” duygularla, özellikle taşrada başı açık kız öğrencilere baskı uygulayabileceklerini kabul ediyor;6) Doğabilecek çatışma ortamının demokrasi için çok kötü sonuçlara yol açabileceği kaygısını taşıyor.Bütün bu kaygı ve uyarılara rağmen MHP liderinin konuşmasından “geri adım” atılabileceğine dair işaret alabilmek mümkün değil. Zaten bu saatten sonra böylesi bir manevra bir nevi “siyasi intihar” anlamına gelirdi. Geç kalmış hesaplaşmaKaldı ki, bazı çevrelerin MHP’ye yönelik eleştiri ve saldırılarının Bahçeli’yi daha da bilediği anlaşılıyor. Kendisinin, özellikle üst düzey subay ve yargı mensuplarının emekli olduktan sonra MHP üzerinde bir nevi hak iddia etmelerinden öteden beri rahatsız olduğunu bilirdik. Anlaşılan türban konusunda benzer çevrelerden gelen baskı ve hakaretler Bahçeli’yi patlama noktasına getirmiş. Şu cümlesi kavganın ne denli büyük olduğunu göstermeye yeterli olabilir: “Türk milliyetçileri, cumhuriyetin büyük tehditlere maruz kaldığı karanlık yıllarda gözlerini kırpmadan mücadele ederken ve bu mücadelenin akabinde en ağır haksızlıklara uğrarken bugün MHP’den devlet adına tavır bekleyenlerin o günlerde hangi görevlerde bulundukları ve milliyetçi gençlere hangi gözle baktıklarının bizce çok iyi bilinmektedir.” Bu cümleyi herhalde şöyle çevirebiliriz: “Dün de devleti koruma adına gençlerimizi ortaya sürdünüz, sonra da onlara işkence edip astınız.” Dünkü konuşma Devlet Bey’in, kendilerini “devletin gerçek ve tek sahibi” addedenlerle olan çatışmasının daha sert ve açık yaşanacağının kanıtı olarak görülebilir. Ancak MHP liderinin “demokrasi ve inanç manifestosu” olarak tanımladağı ve Türkeş’in “9 Işık” ından esinlenerek dokuz başlıkta topladığı konuşmasında “devletin bekası” kaygısından asla vazgeçmeyeceğini de hatırlatmalıyız. “MHP, Anıttepe ile Kocatepe arasına çekilmiş çelikten bir halattır” diyerek Anıtkabir’le Kocatepe Camisi’ni, yani laiklikle dini birleştirdiklerini söyledi ve burdan hareketle, devletle millet arasındaki uyumu en iyi partilerinin sağlayabileceğini söyledi ki tam da bu iddianın sınanacağı bir dönemden geçiyoruz.
Keşke bir gazeteci olarak Türkiye’de ve dünyada gelişen olayları sadece “keşke”lerle ele alabilsek. Ancak gazetecilik kişisel niyetlerimiz ve görüşlerimizden ziyade “gerçekler”i okuyucuya iletmeyi zorunlu kılıyor:KEŞKE 1980’li yılların başında ilk türbanlı kız öğrenciler üniversitelere geldiğinde kimse müdahale etmeseydi ve olay normal akışına bırakılsaydı. Ancak ilk türbanla birlikte ilk yasak geldi ve türban olgusu olağanüstü bir mecrada aktı gitti.KEŞKE ilk yasağa karşı türbanlıların yanında yer alan solcu aydınlar bu tutumlarında ısrar etseler ve bu sorunu hak ve özgürlükler zeminine taşıyabilselerdi. Ancak siyasal İslamcılığın gelişip solun da gerilemesinin paniğiyle bu dayanışma refleksleri iyice köreldi.KEŞKE siyasal İslamcılar da bu soruna esas olarak “hak ve özgürlükler” temelinde yaklaşsalardı. Ancak milletvekilleri, belediye başkanları türban eylemlerine çıkartma yapıp hatıra fotoğrafı çektirmeyi, radikal gençler Cuma namazı çıkış öfkeli gösteriler düzenlemeyi tercih ettiler. Kısacası bu sorunu araçsallaştırıp türbanın bir “siyasal simge” olarak algılanmasına katkıda bulundular.KEŞKE laikliği savunma iddiasındaki kişi ve kurumlar, günün şartlarını ve gereklerini titizlikle araştırıp çağdaş ve özgürlükçü bir laiklik anlayışı geliştirebilselerdi. Ancak ellerindeki güç ve imkanlara güvenip en kolay yolu, baskıyı ve yasaklamayı seçtiler. Türbana hak ettiğinden fazla bir önem atfederek onun “siyasal bir simge”ye dönüşmesini hızlandırdılar.KEŞKE türbanlı kızlar kendi içlerinden güçlü bir feminist hareket çıkarabilselerdi. Ancak çoğu siyasi iktidarın yasaklarına direnirken, İslami cemaatler ve gruplar içindeki erkek egemenliğine itaat ettiler. KEŞKE feminizm iddiasındaki grup, çevre ve kişiler türbanlılarla empatik bir ilişki kurabilselerdi. Ancak birkaç istisna dışında çoğu İslam’da zaten kadın hakları olmadığını iddia edip türban sorununa kayıtsız kaldılar; hatta türban yasağını savunabildiler.KEŞKE DYP-SHP ya da DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetleri bu soruna el atıp bir çözüm geliştirebilselerdi. Ancak ya bunu öncelikli bir sorun olarak görmediler; ya çözülürse RP-FP gibi partilerin güç kazanacağı gibi yanlış bir hesap yaptılar ya da laikliğe duyarlı kesimlerin tepkisinden çekindiler.KEŞKE AKP iktidara geldiği andan itibaren türban konusunda “toplumsal mutabakat” aramaya koyulsaydı. Hükümete yakın medya kuruluşları, aydınlar, sivil toplum örgütleri vb. beş yıl önce böyle bir arayışa girmiş olsalardı belki bazı diyalog mekanizmaları oluşur ve somut, uzlaşılabilir, gerçekleştirilebilir ve kalıcı çözüm önerileri geliştirilebilirdi. Ancak AKP bilinçli bir şekilde bu konuyu hasır altı etti ve normalleşmesini engelledi.KEŞKE türbanlılar AKP hükümeti döneminde de direnişlerini aktif bir şekilde sürdürseler ve siyasi bir amaçlarının olmadığını, sadece hak ve özgürlük talep ettiklerini açık bir şekilde gösterselerdi. Ancak bağırlarına taş bastılar ve AKP’yi zor durumda bırakmamak için sessizliği tercih ettiler. KEŞKE AKP ile MHP’nin geliştirdiği çözüm arayışına başından itibaren diğer siyasi partiler, hatta sivil toplum kuruluşları da dahil edilseydi. Ancak iki partinin sandalye toplamının yeterli olması toplumsal mutabakat için yeterli görüldü.KEŞKE AKP ile MHP’nin düzenlemesi kazasız belasız üniversitelerdeki türban yasağını sonlandırabilse. Ancak ilk andan itibaren başlayan gerginlik giderek tırmanıyor; farklı kesimler arasındaki mesafeler iyice açılıyor. Üstelik Anayasa Mahkemesi’nin nasıl bir karar vereceği de şüpheli.KEŞKE İslami kesim, yasağın üniversitelerde kalkmasıyla yetinse. Ancak daha düzenleme yasallaşmadan, kamu görevlilerinin de başını örtmesi ve tarif edilen “çene altı türban” dışındaki tesettür şekillerine de izin verilmesini talep ediyorlar.KEŞKE süreç tamamen demokratik sınırlar ve teamüller içinde gelişse. Ancak yasağın kaldırılmasını engellemek isteyenler, Meclis’teki çoğunluğun yetmediği iddiasıyla demokrasi dışı müdahalelere çanak tutuyorlar.KEŞKE ordu 28 Şubat ve 27 Nisan süreçlerinden yeterince ders çıkartmış olsa ve bu sürece dahil olmasa. Ancak Org. Büyükanıt önceki gün yaptığı tek cümlelik açıklamayla, türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını dahi hoşgörmeyeceklerinin işaretini verdi.KEŞKE “TSK bir şey yapmaz, istese de yapamaz” demek yeterli olabilse. Ancak türban sürecinin karmaşık, zor, gerilimli ve çetin geçeceğini kabul etmek ve bunları atlatabilmenin yolları üzerine kafa yormak gerekiyor.