Eğer CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 29 Ekim akşamı Çankaya Köşkü’ndeki resepsiyona katılmış olsaydı hiç tartışmasız bir şekilde en büyük, hatta belki de tek ilgi odağı olacaktı ve CHP’lisi, AKP’lisi, MHP’lisiyle tüm Türkiye uzun bir süre onu konuşacaktı. Ama olmadı. Kılıçdaroğlu böylece liderliğini kanıtlamak için eline geçirmiş olduğu mükemmel bir fırsatı (daha) heba etmiş oldu. Kılıçdaroğlu resepsiyona katılmayacağını açıklarken çok ayrıntılı ve güzel bir şekilde, bu kararının Hayrünnisa Gül’ün kıyafetiyle (başörtüsüyle) hiçbir ilgisi olmadığının altını çizdi. Peki Kılıçdaroğlu, parti tabanındaki “başörtüsü karşıtları”ndan çekindiği veya onları memnun etmek için değilse neden katılmadı resepsiyona? Şahsen ben anlayamadım ve bu saatten sonra pek merak da etmiyorum. Ancak şunu çok iyi biliyorum: Kamuoyunun ezici bir çoğunluğu, açıklaması ne olursa olsun, Kılıçdaroğlu (ve diğer CHP’lilerin) Hayrünnisa Gül ile bazı davetlilerin başörtüleri yüzünden Köşk’e çıkmadığını düşünüyor.Tıpkı askerler gibi! Herhalde TSK üst kademesinin “alternatif” bir resepsiyon düzenlemesi ve Çankaya’ya birkaç kişiyle ve kısa süreli de olsa uğramamasının başka bir gerekçesi yoktur. İyi de şu ana kadar gündeme gelmemek için olabildiğince özen gösteren yeni Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner ve diğer kuvvet komutanları bu protestoyla neyi hedeflemiş olabilirler? Daha açık soracak olursak: AKP’nin tek başına iktidara gelmesi ve özellikle de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte TSK üst yönetimi, farklı gerekçelerle (bahanelerle) değişik şekillerde kimi uyarı ve protestolarda bulundular. Bunların hiçbirinden herhangi bir şey elde etmediklerini, tam tersine AKP ve Gül’ü daha da güçlendirdiklerini biliyoruz. Her şey bu kadar ayan beyan ortadayken TSK’nın yeni komuta kademesi bu yanlışta neden inat ve ısrar eder?Teminat kavgasıTekrar CHP ve Kılıçdaroğlu’na dönecek olursak aynı anlamsız inat ve ısrarla karşılaşıyoruz. Halbuki CHP lideri “türbanı biz çözeriz” diye ileri atıldığında, partisi içinde belli bir dirençle karşılaşmış ama genel kamuoyunda hayli ilgi ve ümit uyandırmıştı. Fakat çözüm ihtimali garip şekilde “teminat isteme” ve “teminat vermeye yanaşmama” inatlaşmasıyla suya düşmüştü. Tam da bu nedenle Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu Kılıçdaroğlu’nun imdadına yetişti. Parti içinde epey popüler olan Grup Başkanvekili Muharrem İnce’yi zor durumda bırakma pahasına önce katılmama yolunda bir kararları olmadığını, ardından milletvekillerini serbest bıraktığını ilan etti. Kendi kararını son ana kadar açıklamamasıysa, doğal olarak katılacağı şeklinde yorumlandı. Ama o partiye yakın çevrelerden gelen telkinlere de itibar etmeyerek Köşk’e gitmedi.Muhtemel sonuçlarTSK ve CHP’nin bu inat ve ısrarlarının sonucu ne olur? Sanmıyorum ki bu davranışları bu iki kurumun lehine sonuçlara yol açsın. Başbakan Erdoğan daha ilk günden TSK’nın ayrı resepsiyon düzenlemesine çok sert eleştiriler yöneltti. Aynı zamanda “başkomutan” olan Gül’ün de bu durumdan çok rahatsız olduğunu kolaylıkla kestirebiliriz. Ve diğer önemli husus, sivil-asker ilişkilerinde yeni krizler çıkacağı ve bunlardan TSK’nın olumsuz etkileneceğidir.Cumhurbaşkanı Gül’ün, son dönemde hakkında hep olumlu sözler ettiği Kılıçdaroğlu’na karşı üslup ve tavrını gözden geçirmesi de önümüzdeki süreçte pekala mümkündür. Bu da Kılıçdaroğlu’nun devlet işlerinden iyice dışlanması anlamına gelebilir.
Cumartesi günü “Cüppeli Ahmet Hoca günümüzün Müslüm Gündüz’ü mü?” başlıklı bir yazıyla bu iki şahsın benzerlik ve farklılıklarını ele aldım. Aynı gün, Müslüm Gündüz’den sitem dolu bir elektronik posta aldım. 14 yıl öncesinden tanıdığım Gündüz’ü en çok “dün medya Gündüz’ü kullanmıştı, bugünse Cüppeli medyayı kullanıyor” tespitim rahatsız etmiş. Gündüz mektubun altına cep telefonu numarasını da iliştirmişti. Tabii ki hemen aradım ve kısa bir tartışmanın ardından kendisine röportaj teklif ettim. O da gazete değil de televizyon yayınını tercih edebileceğini söyledi. Bunun üzerine NTV yöneticileriyle bir değerlendirme yaptık ve 28 Şubat sürecinin en kilit ismini 14 yıl sonra ekrana çıkarmanın bir haber kanalı için iyi bir fikir olduğuna hükmettik. Sonuçta Salı gecesi Mirgün Cabas ile birlikte Gündüz’le canlı yayınlanan “Yazı İşleri Özel” programını gerçekleştirdik.Yayın nedeniyle birbirine zıt iki uçtan “niye çıkarıyorsunuz bu adamı?” şeklinde tepkiler geldi. 25 yıldır İslami hareket üzerine çalışan bir gazeteci olarak, İslamcılara her mikrofon tutuşumda, laikliğe duyarlı kesimler tarafından “şeriatçıların ekmeğine yağ sürmek”le itham edilmiş birisi olarak bu tepkilerin bir bölümüne zaten hazırlıklıydım. Ama bazı muhafazakârların da rakipleriyle benzer bir üslubu kullanarak Gündüz’ü ekranda görmeye tahammül edememeleri kuşkusuz daha çarpıcıydı. Hatta içlerinden kimileri, o çok sevdikleri komplo teorilerine başvurarak, Aczimendileri yeniden sahaya sürerek yeni bir 28 Şubat sürecini başlatmak istediğimi (istediğimizi) ileri sürmeye kadar vardırdılar işi.Halbuki Gündüz’ün 14 yıl sonra, sanki zaman makinesinden fırlamış gibi, aynı kılık kıyafet, aynı müritler ve aynı sözlerle izleyicinin karşısına çıkmış olması 28 Şubat’ın tam ve mutlak anlamda bir fiyasko olduğunun ve bir daha yaşanmasının mümkün olamayacağının en canlı kanıtıydı. 28 Şubat denen fiyaskoNe demek mi istiyorum? Şöyle düşünelim: 28 Şubat’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı isimlerden Abdullah Gül, başörtülü eşiyle Çankaya’da; Tayyip Erdoğan yıllardır tek başına hükümeti yönetiyor; bakanların, milletvekillerinin önemli bir kısmı hâlâ Milli Görüş hareketinden; Batı Çalışma Grubu’nun fişlediği birçok isim bürokraside kilit noktaları tutuyor; Fethullah Gülen, yıllardır ABD’de yaşamasına rağmen “Türkiye’nin en önde gelen şahsiyetleri” diye bir liste yapılsa en azından ilk 10’a kesinlikle girer; Necmettin Erbakan bile onca yaşına rağmen tekrar parti genel başkanı oldu. 28 Şubat’ın en marjinal ama en etkili figürlerinden Gündüz ve Aczimendilerin hiçbir şey olmamış gibi kaldıkları yerden devam etmeleri işte bu fiyasko tablosuna son rötuş olarak değerlendirilebilir. Yani şu soru son derece makuldür: Gündüz’ün sırtından cübbesini çıkaramayıp Aczimediler gibi bir grubu bile dağıtamayan 28 Şubatçılar neyi başardılar?Bu sorunun ardından şu soruyu da sorabiliriz ve sormalıyız: Sahi nereye kayboldu şu 28 Şubatçılar ve onun destekçileri? O dönemin anlı şanlı post-modern darbeci generallerinden kaçı herhangi bir televizyon kanalı ya da gazeteye haklı olduklarını gögüslerini gere gere anlatabiliyor?Kullanıldılar mı?Dolayısıyla dün 28 Şubat sürecinden çok şey uman kişi ve çevreler, Gündüz’ü hiçbir şey olmamış gibi karşılarında görünce yenilmiş oldukları gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek sorunda kaldıkları için öfkeleniyorlar. Bu süreçten gecikmeli de olsa galip çıkmış olan kesimler de Gündüz’ün imajlarına halel getiriyor olmasından ciddi bir şekilde rahatsızlar. Tabii bu arada Gündüz ve Aczimendilerin 28 Şubatçılar tarafından kullanıldığı iddiaları da önem arz ediyor. Bu iddiaları yayında Gündüz’e sorduk ve kesin bir dille reddetti. Açıkçası ben tatmin olmuş değilim. Gündüz ve Aczimendilerin, bilerek ya da bilmeyerek, iktidardaki RP’yi alaşağı etmek isteyen çevreler tarafından kullanılmış olduklarını düşünüyorum. Fakat o gün bir şekilde kullanılmış olmaları bugün yine kullanılacakları anlamına gelmez. Malum, aynı suda iki kere yıkanılmaz ve daha önemlisi günümüz Türkiyesi’nde Aczimediler gibi yapılar varlıklarını sürdürebilir (ki demokrasilerde şiddeti savunmadıkları müddetçe her tür fikir ve örgütlenmeye yer vardı) ancak siyasi ve toplumsal süreçlerde değil belirleyici, etkileyici bile olamazlar.
AKP 2002 Kasım ayından beri Türkiye’yi tek başına yönetiyor ve popülaritesini hâlâ büyük ölçüde koruyor, hatta kimilerine göre arttırıyor. Buna bağlı olarak “AKP’nin sırrı ne?” sorusu sık sık karşımıza çıkıyor. Bu soruya bir dizi cevabı peş peşe sıralayabiliriz ama bu yazıda, genellikle ihmal ettiğimiz bir hususun AKP’nin başarısında kilit bir rol oynadığının altını çizmek istiyorum. Bunu “AKP’ye yönelik herhangi bir ciddi İslami tepkinin ve hareketin bulunmaması” olarak özetleyebilirim. Şöyle bir düşünelim: AKP’nin iktidara gelmesinden önce ülkenin en etkili muhalefeti İslami hareketten geliyordu.Türban, İmam Hatip Liseleri gibi somut; laikliğin yeniden tanımlanması, AB, ABD ve İsrail’le ilişkiler gibi daha “soyut” konulardaki İslamcı talep ve itirazlar mevcut hükümetleri, hatta sistemi epey sarsıyordu. Bu arada irili ufaklı bazı radikal İslamcı gruplar şiddet eylemleri de düzenleyebiliyorlardı.AKP’nin işbaşına gelmesiyle birlikte, İslami hareketin tüm taleplerinin karşılanmamış olduğunu, buna karşılık İslamcı muhalefetin iyice sessizleştiğini gözledik. Örneğin AKP’yi kuran kadrolara duydukları öfkeyi gizlemeyen SP’liler çok alt düzeyde bir muhalefet sürdürdüler; başörtülü öğrenciler ve onların destekçileri sokaklara çıkmaz oldular; kısa süre önce büyük bir darbe yemiş olmasına rağmen gücünü büyük ölçüde korumayı bilmiş olan Hizbullah silah kullanmayı, şiddete başvurmayı askıya aldı...Bu dönemin belki de tek istisnası El Kaide ve onlar tarafından İstanbul’da düzenlenen 15-20 Kasım 2003 terör eylemleridir. El Kaide’nin bunlar dışında da eylemler düzenlemek istediklerini ama pek başarılı olamadıklarını biliyoruz. Öte yandan radikal İslamcı fikirlere sahip çok sayıda Türk gencinin, Türkiye yerine Irak, Afganistan, Pakistan gibi yerlerde cihad sürdürmeyi tercih ettiklerini de biliyoruz ki kuşkusuz bu durum da AKP’yi epey rahatlatmıştır. İki farklı olayNe var ki son günlerde yaşanan iki farklı gelişme AKP’nin rahat konumunu bir ölçüde sarstı. Bunların ilki, Hizbullah’a yakın çizgide oldukları ileri sürülen birkaç velinin kız çocuklarını ilköğretim okullarına başörtülü göndermek; ikincisi de Cübbeli Ahmet Hoca diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nin İstanbul’un en büyük kapalı spor salonunda bir tür “gövde gösterisi” yapmak istemesidir. Aslında din-siyaset ilişkileri konusunda öteden beri farklı gerginlikler yaşamış olan Türkiye için her iki olay da “sıradan” sıfatını hak etmekteydi. Fakat AKP iktidarı döneminde yaşanmış ve hükümet ile onun destekçilerinin sert tepkilerine neden olmaları nedeniyle her iki olay da birdenbire “sıradışı” bir hüviyete büründü. Normal şartlarda “münferit” olarak geçiştirebileceğimiz ilkokula başörtüsüyle girme girişimleri, iktidarda AKP bulunduğu ve tam da o sırada başörtüsü sorununu çözmek için uğraştığı için birdenbire büyük önem kazanabildi. Hükümetin, “başörtüsünün lise ve ilköğretimde olmayacağına dair güvence verin” çağrılarını olumsuz karşıladığı bir dönemde yaşanan bu olaylar, AKP’ye zaten kuşkuyla bakan çevrelerin elinde birer koza dönüştü.Cüppeli Ahmet Hoca olayına geçecek olursak: Kendisi ülkenin dört bir yanında daha önce çok sayıda “gövde gösterisi” düzenlemiş ve bunlar kamuoyunda çok az etki yaratmıştı. Fakat sahiplerinin AKP’nin kuruluşunda epey emeği olduğunu bildiğimiz Yeni Şafak Gazetesi sonuncusunu daha yapılmadan, manşetten “provokasyon” olarak tanımlayınca işin rengi değişti. Her iki olay da hükümet tarafından, büyük bir krize dönüşmeden bir şekilde çözüldü, en azından şimdilik böyle görünüyor. Fakat bu iki olayın AKP için birer “alarm” özelliği taşıdığı da açıktır. Çünkü ortada AKP iktidarının tam olarak tatmin edemediği ciddi bir İslamcı potansiyel ve ne yapıp edip AKP’yi iktidardan etmek, en azından zora sokmak isteyen çok sayıda iç ve dış odak mevcut. O zaman soru şu: Bu iki birbirinden farklı olgu bir şekilde bir araya gelebilir mi? Şahsen çok fazla ihtimal vermiyorum ama “sıfır ihtimal” de diyemiyorum. Çünkü birilerinin en büyük hayalinin AKP’yi İslamcılar eliyle sıkıştırmak olduğunu kestirmek kadar kolay bir şey yok.
Dünkü Yeni Şafak Gazetesi, “Atatköy’de Cüppeli provokasyonu” manşetiyle çıktı. Bundan diyelim ki 10 yıl önce, yine diyelim ki Hürriyet Gazetesi benzer bir başlık atmış olsaydı, herhalde Yeni Şafak başta olmak üzere, “Cüppeli Ahmet Hoca” diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün dünyasına daha yakın olan gazeteler tekzip yarışına girerdi. “Peki bu sürede ne değişti?” sorusunun cevabını aramadan önce Yeni Şafak’ın Ünlü’yü neden suçladığına hızla bir bakalım: Ünlü’ye yakın isimlerin kurduğu Marifet Derneği, bu hafta sonu İstanbul’da bir otelde iki gün sürecek olan “Uluslararası Ehl-i Sünnet Sempozyumu”nu düzenleyeceklerdi. Bu faaliyete ek olarak, Nakşibendi tarikatının İsmail Ağa Cemaati’nin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’na Pazar günü Ataköy Sinan Erdem Spor Salonu’nda törenle ödül verilmesi planlanıyordu.Yeni Şafak’a göre Ünlü ve yakınındaki isimler, cemaat taraftarlarına mesaj göndererek söz konusu toplantıya “cüppesiz, sarıksız ve çarşafsız gelmeyin” çağrısı yapmış. Mahmut Ustaosmanoğlu’nun güvenliğini özel olarak tutulan 500 görevlinin sağlayacağını belirten Yeni Şafak, İsmail Ağa Cemaati’nin önde gelen isimlerinin bu programdan rahatsız olduğunu da ileri sürdü.Yeni Şafak’ın yayını o kadar etkili oldu ki düzenleyeciler söz konusu toplantıları ertelemek zorunda kaldılar.Tarikat içi çekişmelerÜnlü’nün de İsmail Ağa cemaatinden olduğunu biliyor ve artık iyice yaşlanmış ve hasta olan Mahmut Hoca’nın yerine kendini hazırladığını, buna bağlı olarak cemaat içinde ciddi bir iktidar mücadelesi yaşandığını duyuyoruz. Ama Yeni Şafak’ın yayınını bu çekişmelerle açıklamaya çalışmak yanlış olur. Gazete bunun çok daha ötesine gidiyor ve Ünlü’yü tam da “siyaset dünyasının başörtüsü sorununu tarihe gömmek üzere seferber olduğu” bir dönemde “28 Şubat sürecini andıran provokasyon girişimleri” içinde olmakla itham ediyor. Adana ve Mersin’de Hizbullah’a yakın oldukları bilinen bazı velilerin çocuklarını başörtülü olarak ilköğretim okuluna sokmakta ısrar etmesiyle Ünlü’nün bu toplantısının neden eşzamanlı olduğunu sorguluyor.Yeni Şafak’ın bu haberi Ünlü ve taraftarlarını haklı olarak çok kızdırdı ve kimsenin kıyafetine karışmadıklarını, Mahmut Hoca’ya “oldubitti” yapmadıklarını vb. içeren geniş bir açıklama yaptılar. Fakat çok sayıda okurun gazeteyi arayıp söz konusu manşeti tebrik ettiklerini de öğrendim ve hiç şaşırmadım. Çünkü İslami kesim hâlâ 28 Şubat sürecinin şokunu üzerinden atabilmiş değil. Tabii 28 Şubat denince de akla ilk olarak Müslüm Gündüz ve onun kurduğu Aczimendi tarikatı geliyor.Benzerlik ve farklılıklarO zaman şu soru karşımıza çıkıyor: Cübbeli Ahmet Hoca günümüzün Müslüm Gündüz’ü mü? Gündüz’le zamanında tanışmıştım Ünlü ile hiç karşılaşmadım. Fakat kendisi o kadar medyatik ki onu bilmek için tanışmak gerekmeyebilir. Kaldı ki onun da bağlı olduğu İsmail Ağa Cemaati ve Nakşibendilik hakkında epey bilgi sahibiyim. Soruya dönecek olursak: Birbirlerini andıran yönleri olm akla birlikte Gündüz ile Ünlü’nün epey farklı kişiler olduğunu söyleyebilirim. Nedir bu farklılıklar? Mesela;* Gündüz Elazığ’da, Ünlü İstanbul’da yaşıyor;* Ünlü çok erken yaşta, Gündüz ise epey geç İslami bir hayatın içine girmiş;* Ünlü vaazlarıyla, Gündüz ise eylemleriyle öne çıktı;* Her ikisi de medya sayesinde popüler oldu, ancak medya Gündüz ’ü kullandı, Ünlü ise medyayı çok iyi kullanıyor.Daha da uzatabiliriz fakat aralarındaki en önemli farkı şöyle özetleyebilirim: Gündüz Nurculuğa tarikat aşısı yaparak Aczimendilik diye yeni bir hareket başlatmıştı. Daha doğrusu başlattığını sanmıştı. Onun kurduğu “gecekondu” ilk operasyonda yerle bir oldu.Ünlü ise her ne kadar medya yardımıyla kendine özgü bir akım yaratıyor gözükse de İslam tarihinin en eski tarikatlarından Nakşibendiliğin Türkiye’deki en etkili kolu olan İsmail Ağa Cemaati içerisinde kalmaya özen gösteriyor, hatta onun liderliğine talip oluyor.Ünlü’nün bazı sözleri, davranışları ve ilişkileri AKP hükümetini ve/veya ona yakın çevreleri rahatsız ediyor olabilir fakat aynı çevreler onun bir Müslüm Gündüz olmadığını da pekala biliyorlardır. Bu nedenle Yeni Şafak’ın manşetini, önümüzdeki günlere damgasını vurmaya aday bir çatışmanın işareti olarak görebiliriz. Ünlü’nün manşet üzerine toplantıyı ertelemek zorunda kalması kavganın başladığını gösteriyor. Bu kavganın hayli sert ve ilginç geçeceği aşikâr.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç için “Siyasete çok hevesliysen cübbeni çıkar da gel” dedi. Kim haklı, kim haksız tartışmasından önce daha önemli bir konu var: Yüksek yargı mensuplarına “Siyasete çok hevesliysen cübbeni çıkar da gel” çağrılarına yıllardır alışmış durumdayız, fakat bu tür çağrılar AKP’den ve ona yakın çevrelerden gelirdi, artık CHP de iktidar partisinden kopya çeker oldu. Yani oynanan oyun aynı, fakat oyuncular ve roller değişmişti.Oynadıkları tatsız mı tatsız bir oyun: Demokrasinin temeli olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin çiğnendiği; yargı bağımsızlığının ihlal edildiği can sıkıcı ve verimsiz bir iktidar savaşı söz konusu. Ama her iki taraf da bizi sorunun oyundan değil oyunculardan kaynaklandığına ikna etmeye çalışıyor; her iki taraf da oynanan oyuna değil de oyunculara, onların niyetlerine odaklanmamızı istiyorlar. Yani bizi kandırmak istiyorlar...Kılıç statükoya karşı mı?Düne kadar AKP Lideri Erdoğan ve kurmayları, farklı yargı kurumlarının üst düzey yöneticilerinin “laikliği koruma” vb. gibi bahanelerle demokratik sürece müdahale etme gayretlerine tepki gösterir ve onları “cübbeyi çıkarıp siyasete girme”ye çağırırken haklıydılar. Bugün CHP Lideri Kılıçdaroğlu da, üslubu ve dozajı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte Haşim Kılıç’ın “statükonun kibirli mensupları” sözüne tepki gösterirken haklıdır. Başkalarını bilmem ama Kılıç’ın “hiçbir kişi ya da siyasi parti hedef alınmaksızın bir değerlendirme yapılmıştır” sözleri beni ikna etmiş değil. Kendisi, isim verse de vermese de, bir Anayasa Mahkemesi Başkanı’na hiç de uygun olmayan bir şekilde, tepeden tırnağa siyasi bir konuşma yapmıştı.Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nu, en fazla itirazının dozu konusunda eleştirmek yerine yine siyasi bir cevap vererek, diğer bir deyişle ana muhalefet partisi lideriyle polemiğe girerek, yanlışını yeni bir yanlışla sürdürdü. Bu nedenle Gürsel Tekin’in “cübbe çıkarma” çağrısının temelsiz olduğu söylenemez. Özetle bir yüksek yargı mensubunun bir ülkenin başbakanıyla polemiğe girmesi ne kadar yanlışla, ana muhalefet lideriyle girmesi de en az o kadar, belki de daha fazla yanlıştır. Polemiğin içeriğinin bir yerden sonra hiçbir anlamı yoktur. Kaldı ki Kılıç’ın “statükonun kibirli mensupları” şeklinde cüretkâr bir çıkış yapmasının ne derece sahici olduğunu da sorgulamak gerekir. Şöyle ki, Türkiye’de statüko denince akla iki temel husus gelir: Kürt sorunu ve laiklik. Kılıç’ın gösterdiği performansa baktığımızda laiklikle ilgili konularda “putkırıcı” olarak tanımlanabilecek ölçüde statükoya karşı çıkışlar yaptığını biliyoruz ki bu takdire şayandır. Ama ya Kürt sorunu söz konusu olduğunda? Örneğin Kılıç DTP’nin kapatılmasına neden “hayır” oyu vermedi acaba? DTP’yi kapatmak statükoya meydan okumak anlamına mı geliyordu? Tabii ki hayır. Açılım nedeniyle geciken (belki de geciktirilen) DTP kararı, Habur sonrası, açılımın duvara tosladığı bir anda verildi ve kötü gidişatın faturası, her zaman olduğu gibi bir kez daha yalnızca Kürtlere kesildi. Hele sadece DTP’nin en makul iki ismine, Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’a siyasi yasak getirilme kararını, “statükoya boyun eğme” dışında hangi gerekçeyle izah edebiliriz?Ya Yalçınkaya?Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya hakkında çok fazla söz söylemeye gerek olmadığı kanısındayım. CHP’nin bile kampüslerdeki yasağı kaldırmak için makul bir formül aradığı bir dönemde “Türbanla üniversiteye girmek Anayasa’ya aykırıdır” çıkışının nasıl havada kaldığının, onun laiklik anlayışının toplumda iyice marjinalleştiğinin farkında olmadığı açık. Yine de belli olmaz, pekala iktidar partisi için yeni bir inceleme başlatabilir. Tabii ki eğer atarsa, böyle bir adım en çok AKP’nin işine yarar, hele seçimlere bu kadar az bir zaman kalmışken.
“Toplum mühendisliği” kavramının son yıllarda epey revaçta olduğunu biliyoruz. Bu kavrama en çok muhafazakâr kesimler, ülkemizde yıllardır hüküm süren sistemi eleştirmek için başvuruyorlar ki hiç de haksız sayılmazlar. Gerçekten ülkemizde yönetici seçkinler, toplumun belli kesimlerine hep şüpheyle bakıp onları kendi doğrularına göre şekillendirebilmek için bir dizi strateji ve projeyi hayata geçirdiler. İlk başlarda belli başarılar kazandığı düşünülen bu “toplum mühendisliği” faaliyetlerinin pek bir işe yaramadığı zamanla anlaşıldı. Örneğin devletin Kürt kimliğini inkarı Kürt milliyetçiliğini geliştirdi; Müslüman vatandaşların tümüne Sünni/Hanefi muamelesi yapılmasına tepki olarak dinle araları pek hoş olmayanları da dahil olmak üzere Aleviler kimliklerine daha fazla sarıldılar; bütün yasak ve baskılara rağmen Sünni İslami cemaatler varlıklarını güçlenerek sürdürdüler ve siyasete de ciddi olarak ağırlık koydular.Sivil vesayet tartışmalarıAKP’nin tek başına iktidara gelmesinden bu yana yönetici seçkinlerin aşama aşama değiştiğini görüyoruz. Peki bu değişim, sistemin olumlu anlamda değişimini de beraberinde getiriyor mu? Diğer bir deyişle Türkiye, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin alabildiğine genişlediği, devletin farklı toplumsal kesimlere yönelik baskı ve sindirme politikalarını rafa kaldırdığı, daha ileri demokratik bir ülke haline mi geliyor? Bu hayati sorular yüksek sesle soruluyor ve “sivil vesayet” kavramı ekseninde sert tartışmalar sürdürülüyor.Kullanılmasına itirazım yok ama “sivil vesayet” benim pek sevdiğim bir kavram değil. Özellikle yıllardır hükmünü sürdüren “askeri vesayet” sisteminin etkisinin kırılmasından rahatsız olan bazı odakların, esas olarak AKP’nin demokrasiyle ilişkisini sorgulamak için geliştirilen bu kavrama aşırı sahip çıkması fazlasıyla rahatsız edici. Yani kaygıları kesinlikle “demokrasi” olmayan çevreler, belki de demokrasimizin daha da ilerlemesine katkıda bulunabilecek olan bu kavramı iğdiş etmiş durumdalar.Öte yandan “sivil vesayet” tartışmalarında esas olarak, hatta sadece AKP’ye odaklanılmasının ve yeniden yapılandırılan sistemin AKP ile organik ilişkisi olmayan (diğer bir deyişle onunla ittifak yapan) bazı yeni seçkinlerine ayrı bir önem atfedilmemesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Söylediklerim fazlasıyla “şifreli” görünebilir ama Kürt meselesinden ve son KCK operasyonundan hareketle derdimi anlatmaya çalışayım:Sert duvara çarptılarBildiğim kadarıyla yasal ve yasadışı Kürt siyasi hareketleri arasında bir köprü fonksiyonu gören KCK’ya yönelik ülke çapında topyekûn bir operasyon yürütülmesi fikri hükümet tarafından geliştirilmedi. Devlet içinde belli bir güçleri olan bazı odaklar KCK’ya vurarak PKK ve BDP’nin (operasyonun başında DTP vardı) belinin kırılacağını ve doğacak boşluğun kısmen PKK dışı Kürt hareketleri, ama esas olarak AKP, Hizbullah’ın da dahil olduğu bazı İslamcı gruplar ve bazı İslami cemaatler tarafından doldurulacağını öngörerek bu operasyonu projelendirdiler.Önlerinde başarılı bir Ergenekon örneği olduğu için bu projenin kolaylıkla hayata geçeceğini düşündüler. Yani birkaç güvenilir özel yetkili savcı, emniyet istihbarat birimlerinin teknik imkanlarını KCK için seferber edilmesi, yani sınırsız telefon, ortam dinleme, elektronik yazışma takibi ve tabii ki yoğun bir medya desteği... Ama Kürt siyasi hareketi, ulusalcı hareketten çok daha dişli çıktı. Tutuklananların yerini hemen başkaları aldı ve taban bu operasyon karşısında sinmek ne kelime, tam tersine daha da bilendi. Belli bir çevrenin yayın organları dışında medya da bu projeye mesafeli baktı, hatta seçilmiş belediye başkanları, siyasetçiler ve sivil toplum aktivistlerinin, en sert dönemlerde bile yaşanmadık şekilde onar, yirmişer tutuklanması soru işaretlerine yol açtı. Hele Diyarbakır’daki o plastik kelepçeli tutuklu kuyruğu KCK operasyonu için “altın vuruş” yerine geçti.Son dönemde alışkanlık haline gelen, hoşlanılmayan siyasi hareketlerin ve kişilerin kriminalize edilerek itibarsızlaştırılması ve bu sayede tasfiye edilmesi stratejisi Kürt hareketi söz konusu olunca duvara toslamış durumda. Umarım KCK fiyaskosu, yeni toplum mühendislerimizin akıllarını başlarına getirir ve bir an önce yanlıştan dönerler.
Türkiye’deki Kürt sorununun yakın tarihinde değişik dönemler yaşandı ama her dönemin ana özelliğinin, devletin gerçeklerle yüzleşmekten kaçınması olduğunu görüyoruz. Her seferinde devlet birtakım uygulamalarla PKK’yı tasfiye edebileceğini düşündü fakat kısa bir süre sonra, atılan adımların PKK’yı etkisizleştirmek yerine daha da güçlendirdiği ortaya çıktı. Örneğin Tansu Çiller’in Başbakan olduğu yılları hatırlayalım: Havaya uçurulan gazete binaları, kaçırılıp öldürülen Kürt işadamları, yargısız infaza kurban giden Kürt siyasetçiler, aydınlar, gazeteciler... O günden bugüne çok Başbakan, Genelkurmay Başkanı, İçişleri Bakanı, MİT Müsteşarı vb. değişti ama PKK’nın lider kadrosu neredeyse aynen yerinde duruyor ve Öcalan 11 yıldır hapiste olmasına rağmen hâlâ ülkenin kaderinde etkili olabiliyor. Bu arada, bugün Çiller’in ne yaptığı pek kimsenin umrunda bile değil. Sonuç olarak, devletin PKK’ya yönelttiği silahların büyük çoğunun kendi elinde patladığını ileri sürmek abartılı olmayacaktır.Siyasi bir operasyonDün Diyarbakır’da başlayan 151 sanıklı KCK davasını, Kürt sorunu söz konusu olduğunda devletin bir kez daha kendi kendisini vurmuş olduğunun çok açık ve net bir kanıtı olarak görebiliriz. Genellikle “PKK’nın şehir örgütlenmesi” olarak sunulan, benimse “yasal ve yasadışı Kürt siyasi hareketi arasındaki köprü” olarak tanımlamayı tercih ettiğim KCK’ya (Kürdistan Topluluklar Birliği) karşı yaklaşık iki yıldır ülkenin dört bir tarafında çok yoğun operasyonlar yürütülüyor. Bugüne kadar, çoğu DTP/BDP’de yasal siyaset yapan veya Güneydoğu’daki farklı sivil kuruluşlarda faaliyet yürüten, içlerinde seçilmiş belediye başkanlarının da bulunduğu 1000’in üzerinde kişi gözaltına alındı ve bunların büyük bölümü tutuklandı. Fakat bugün geldiğimiz noktada KCK operasyonlarının, gerek KCK, gerek BDP, gerekse de PKK’yı daha da güçlendirmiş olduğu açıktır. O zaman karşımıza şu çok kritik soru çıkıyor: Kürt sorununun kalıcı çözümü için epey riskli bir adım atıp “demokratik açılım”ı başlatan AKP hükümeti, neden açılımın geleceğini son derece riske atan bu stratejiye yani KCK operasyonuna onay verdi? Yakın zamanda Başbakan Erdoğan başta olmak üzere bazı hükümet yetkililerinin “bu operasyonların bizimle alakası yok, yargı bağımsız hareket ediyor” türü açıklamalarının gerçeği tam olarak yansıtmadığı, tıpkı Ergenekon olayında olduğu gibi “siyasi ayağı çok güçlü” bir soruşturmanın söz konusu olduğu ortadadır. Bazı medya kuruluşları, “araştırmacı” ve köşe yazarının (“gazeteci” demiyorum) bu operasyonlara cansiperane bir şekilde sahip çıkmalarıysa bu projenin çok ciddi bir “sivil” ayağı olduğunu da bizlere gösteriyor. Tekrar soruya dönecek olursak, önce şu noktanın altını çizmek gerekiyor: Açılımın başarısının olmazsa olmaz ilk şartı “karşılıklı güven”dir. En azından devlet ile Kürt hareketi arasında bir güven tesis edilmeden PKK’nın kendi rızasıyla silahsızlanmasının imkânsız olduğu bellidir. Kürt hareketinin en büyük vehminin “tasfiye” olduğu bilindiğinde, onun yasal ayağına yönelik bu hoyrat operasyonun karşılıklı güvenin son kırıntılarını da yerle bir ettiği açıktır.Kılavuz kargalarPeki bir devlet neden kendi kendisini vurur? Başından itibaren KCK operasyonunu, tüm aktörleriyle görüşerek olabildiğince yakından takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Hükümet, KCK operasyonuyla PKK’ya çok ağır bir darbe indirileceğine, böylece PKK dışı Kürt siyasetçilerinin (liberallerinin!) ama daha önemlisi AKP başta olmak üzere bölgede zaten belli bir potansiyeli olan muhafazakâr kesimin önünün açılabileceğine, bunun sonucunda da açılımın daha kolay başarıya ulaşacağına ikna edilmişti.Kısacası bazıları hükümeti yanlış yönlendirdi. Konuyla az buçuk ilgili herkes hükümeti yanlışa sürükleyenleri yakından tanıyor. Dolayısıyla şu soru cevaplandırılmayı bekliyor: “Şahinleri içeri atarsak güvercinlerin önü açılır” gibi basit bir akıl yürütmeyi hükümete “sihirli formül” olarak sunan bu “kılavuz kargalar” iyiniyetle mi hareket etmişlerdi yoksa bilerek mi açılımı tehlikeye attılar?
Büyük Alman yazar Heinrich Böll 1974’te bir romanla çıktı okurların karşısına: Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru. Romanın fonunda, Andreas Baader ile Ulrike Meinhof’un liderliğini yaptığı Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) adlı şehir gerillası örgütü ve ona karşı tüm Federal Almanya’da yürütülen insan avı vardı. O dönemde RAF ile ilgisi olduğundan şüphenilen ne kadar radikal sol eğilimli kişi ve kuruluş varsa sıkı takip altına alınmakta; tutuklulara son derece gelişmiş yöntemlerle psikolojik işkenceler uygulanmaktaydı ve kamuoyunun ezici bir bölümü de devletin bu baskı politikalarını sonuna kadar destekliyordu. Tabii basın da her zaman olduğu gibi başroldeydi!Daha sonra filme de aktarılan romanun kahramanı Katharina Blum kendi halinde bir genç kadındır ve ilk kez tanıştığı bir erkekle tek gecelik bir ilişki yaşar. Büyük basın da bu adamın bir banka soyguncusu, hatta bir RAF üyesi olduğunu ileri sürerek birkaç gün içinde Blum’un hayatını cehenneme çevirir...Aylin’in onuruBurası Türkiye ve maalesef burada her gün yeni bir “Çiğnenen Onur” romanı yazılıp filmi çevriliyor. Örneğin eşim Müge (İplikçi), Vatan Gazetesi’ndeki ilk köşe yazılarından birinde Böll’ün kitabına referans vermişti. Bu sefer Blum’un yerinde gazetemizin internet editörü Aylin Duruoğlu vardı. Bir insanın, hayatında hiç tanımasa bile, Aylin’in tek bir fotoğrafını gördüğünde medyada onun hakkında çizilmeye çalışılan imajın yalan olduğunu anlaması için birazcık vicdan sahibi olması yeterliydi. Buna rağmen, sırf onun da dahil edilmiş olduğu polis operasyonuna halel gelmemesi için birçok yalan, çarpıtma haber üretildi ve bunlar bazı gazetelere manşet olabildi. Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında yazıp çizdiklerim nedeniyle hakkımda yürütülmek istenen kampanyalardan hareketle bu yazıyı kaleme almış değilim. Daha önce de Aydınlık Dergisi başta olmak üzere birçok “ulusalcı” çevre hakkımda bir sürü yalan uydurdu. Hatta Ergenekon tutuklusu Ergun Poyraz’ın, son kitabı “Takunyalı Führer”de de hakkımda atıp tuttuğunu duydum ve şaşırmadım. Bunun dışında Adnan Hoca (Oktar) grubu ile daha sonra Bağımsız Türkiye Partisi’ni kuracak olan Haydar Baş ve çevresi de beni yıldırmak için epey uğraşmışlardı. Tamamen bağımsız ve olabildiğince objektif bir şekilde, sadece vicdanımı dinleyerek gazetecilik yapmaya çalıştığım için maruz kaldığım bu saldırılar yüzünden onurumun çiğnenmiş olduğunu asla düşünmedim. Hatta tam tersine, başıma gelenlerden onur duydum. Bugün de aynı durum söz konusudur.Toroğlu ve medyanın gaddarlığıBu yazıyı yazmamın asıl nedeni Arda Turan-Sinem Kobal çiftinin uğradığı çok büyük haksızlıktır. Çünkü Erman Toroğlu’nun, onun yakışıksız sözlerini maharetmiş gibi sayfalarına, ekranlarına taşıyan gazete ve televizyon kanallarının, bu iki genç insanın onurlarını alenen çiğnediklerini düşünüyorum. Arda 23 yaşında, yani ben gazeteciliğe başladıktan iki yıl sonra doğmuş. Kıyaslama ne derece uygun düşer bilmem ama ben bugün Hanefi Avcı’nın kitabı hakkında yazıp çizerken başıma gelebilecekleri az buçuk kestirebiliyor ve bunlardan olabildiğince en az şekilde etkilenmek için birtakım önlemler alabiliyorum. Fakat Arda’nın başına gelen rahatsızlık nedeniyle ülkenin sözümona “en popüler futbol yorumcusu” tarafından bu şekilde gaddarca aşağılanabileceğini kestirebilmesi asla mümkün olamazdı. Gerek Toroğlu, gerek onun sözlerini büyüten medya yöneticileri, gerekse “ne var bunda” diyerek pornografik bir iştahla bu sözleri dolaşıma sokanlar çok ama çok büyük ayıp ediyorlar.Arda “Şerefsizlik diz boyu” demiş, sonuna kadar haklı. Arda “Şerefsizliğe, ahlaksızlığa verilecek bir cevap yok” demiş ki haksız. Onun “şerefsiz”e “şerefsiz” demesi bile çok açık bir cevaptır.Arda “Bu ülkenin durumu çok sıkıntılı” demiş, sonuna kadar haklı.Arda “Bir şey yapamıyorsunuz” demiş ki haksız. Bence yapabileceği çok şey var. Örneğin ilk fırsatta Avrupa’da bir kulüpte oynayabilir. Galatasaraylı olmama rağmen, Arda’nın onuruyla futbolunu oynayabileceği bir ülkeye gitmesini çok isterim.