‘Kürt sorununda silah artık kapı açmıyor, tam tersine kapatıyor’

17 Kasım 2010

Uluslararası 7. Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler Konferansı dün Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda başladı. Konferansın “Türk-Kürt Diyaloğu: Barış İçin Yegane Yol” başlıklı ilk oturumunda BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Demokratik Toplum Kongresi’nden Yüksel Genç (kendisi 1999’da Kandil’den gelip teslim olan PKK’lı “barış grubu”ndandı ve yıllarca hapis yattı), Radikal Gazetesi yazarı Cengiz Çandar ve ben konuşmacıydık. Konferansın ilk gününde yaşananları yarınki yazımda ayrıntılarıyla ele alacağım, bugünkü yazımda konferans öncesi ilk izlenimlerimi ve konuşmamda nelere değindiğimi aktarmak istiyorum.Öncelikle şunu kabullenmek gerekiyor: Her ne kadar son dönemde Batı’nın Türkiye’deki Kürt siyasi hareketine ilgi ve desteğinin azaldığı bilinmekle birlikte, bu hareket Batı’da, özellikle de Avrupa’da, bir daha sökülemeyecek bir şekilde kök salmış durumda. Kürt hareketinin Avrupa’daki kurumsallaşmasının iki belirgin nedeni var: 1) PKK başta olmak üzere Kürt siyasi hareketi Avrupa’ya çok ciddi bir şekilde yatırım yapmış; çok sayıda kurumu var etmiş ve bu kurumların etrafında işlerini son derece profesyonelce yapan kadrolar yetiştirmiş.2) Kürt siyasi hareketi Güneydoğu’dan gelmiş göçmen işçiler arasında çok etkili çalışmalar yürütmüş. Artık Avrupa’daki Türkiyelilerin Türk ve Kürt diye çok net bir şekilde ayrışmakta olduğunu kolaylıkla gözlemliyoruz. Dolayısıyla Başbakan Erdoğan başta olmak üzere, devlet yetkililerinin Avrupalı yöneticilerden Kürt sorunu bağlamında sık sık şikayet etmelerinin çok fazla bir anlamı yok. Eğer Kürt siyasi hareketi çok bariz hatalar yapmazsa, Avrupa devletlerinin onları tasfiyeye kalkışmalarının herhangi bir meşruiyeti ve kalkışsalar bile bunda başarıya ulaşmalarının herhangi bir ihtimali ufukta gözükmüyor.Silah inadı“Bariz hata” derken tabii ki “silahlı mücadele” ve buradan da hareketle “terör eylemleri”ni kastediyorum. 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarının ardından tüm Batı’da güvenlik kaygılarının öne geçtiğini ve Kürtlerin de buna bağlı olarak kendi stratejilerinde ciddi değişikliklere gittiklerini biliyoruz. Diğer bir deyişle, PKK eğer bir şekilde silahlı eylemlerini Batı’ya taşımış olsaydı çok çok ağır darbelere maruz kalabilirdi. Bu aşamadan sonra PKK’nın Avrupa’da “terörist” olarak tanımlanabilecek eylemlere gitmesi hiç gerçekçi olmayacaktır, ama örgütün herhangi bir nedenle Türkiye’de silahlı mücadeleye yeniden ağırlık vermesi ve çarpıcı terör eylemleri gerçekleştirmesi durumunda, bunun bedelini bir şekilde Avrupa’da ödeyecektir.Konferans öncesi, çoğu Avrupa’da faaliyet yürüten bir grup Kürt siyasetçiyle işte tam da bu konuyu tartıştık, daha doğrusu tartışmaya çalıştık. Gerek yazılarımda, gerekse katıldığım daha önceki toplantılarda PKK’yı “kayıtsız şartsız silah bırakma”ya çağırdığımı bildikleri için beni “devletin dilini kullanmak” ile eleştirdiler ben de kendilerine özetle şunu anlatmaya çalıştım: Yakın bir zamana kadar, silahlı mücadelenin Kürt sorununda kapalı bazı kapıları açmış olduğu bir gerçektir ama artık silahlı mücadele kapı açmak bir yana, aralanmış ya da açılmış kapıların kapanmasına yol açabiliyor.Konferansta yaptığım konuşmada da bir Türk-Kürt diyaloğunun sağlıklı bir zeminde gerçekleşmesinin ilk şartının “ateşkes” değil “silahlardan arınma” olduğunun altını çizdim.Benim bu yaklaşımımın Kürt siyasi hareketinde pek bir heyecan yaratmadığının farkındayım. Ama onların da silaha ve silahlı mücadeleye bir “tabu” olarak bakmaktan vazgeçemeleri gerekiyor. Bu yüzden çok kızdıklarını bilsem de gözlerinin içine bakarak “önce silahları bırakılması lazım” demeye devam edeceğim, tıpkı dün Brüksel’de yaptığım gibi.

Devamını Oku

Öcalan, Baydemir’e neden kızdı?

15 Kasım 2010

Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla, “artık silahlı mücadele devri bitti” demiş olan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e ayar verdiğini, daha doğrusu vermek istediğini öğrendik. Hiç kuşku yok ki, bu saatten sonra Öcalan’ın mı, yoksa Baydemir’in mi haklı olduğunu tartışmanın anlamı yoktur. Ama birbirne bağlı şu iki sorunun cevapları son derece önemlidir:1) Baydemir neden böyle bir çıkış yaptı?2) Öcalan onun bu çıkışından neden rahatsız oldu?Bazılarının sandığı veya umduğu gibi Baydemir bu çıkışı, Kürt siyasi hareketi içinde kendine bağımsız, hadi daha hafifletelim, “özerk” bir alan açmak için yapmış olamaz. Hatta tam tersine, Baydemir’in bu sözleri vurgulu bir şekilde söylemesinin asıl nedeni, kendisinin Kürt hareketinin ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektir diyebiliriz. Biraz karışık olduğunun farkındayım, şöyle açıklamaya çalışayım: “Silahlı mücadele dönemi artık bitti” sözünü ilk kez Öcalan, yakalanmasından bir süre sonra bizzat telaffuz etmiş ve PKK başta olmak üzere Kürt siyasi hareketinin hemen tüm aktörleri de fazla sorgulamadan ve itiraz etmeden bu yaklaşımı sahiplenmişti. Buna rağmen silahlı eylemlerin sürmesini de “mecburen” ve “kendimizi korumak için” gibi gerekçelerle açıklamaya çalıştılar. Diğer bir deyişle Öcalan’ın yakalanmasından sonraki Kürt siyasi hareketinin öyküsü, “silahtan kurtulmak istemek ama devletin anlayışsızlığı nedeniyle bir türlü bunu becerememek” olarak özetlenebilir. Daha doğrusu bu hareketin yasal ve/veya yasadışı sözcüleri kamuoyunu hep böyle olduğuna ikna etmek istemişlerdir.İşte Öcalan’ın Baydemir’e gösterdiği tepki, kendisinin ve liderliğini yaptığı hareketin, “silahlı mücadele” konusunda bir süredir dile getirdiklerinde pek de samimi olmadıklarını gözler önüne seriyor. Hiç kuşkusuz Öcalan da çok iyi biliyor ki PKK silahla ne devleti dize getirebilir, ne de Türk kamuoyunu “barış” için ikna edebilir. Peki neden bu apaçık gerçeklere rağmen silahı hep el altında tutmak, onu bir şantaj aracı olarak kullanmak istiyorlar? Bu sorunun ilk cevabı “çünkü en iyi bildikleri şey silahlı mücadele de, ondan” olacaktır. Çünkü onca yıldır yasal alanda siyasi faaliyet gösterilmesine rağmen, bir PKK/KCK’ya kıyasla eli yüzü düzgün bir kurumsallaşma göremiyoruz. Kuşkusuz bunun önde gelen nedenlerinden biri, yasal partiler üzerindeki yoğun baskılar ve Anayasa Mahkemesi’nin bunları peş peşe kapatmasıdır. Fakat yasal alandaki siyasetçiler arasında sürüp giden çekişmelerin, kazanılmış belediyelerde ses getiren hizmetlerin pek yapılamamasının vb. de etkisini unutamayız.Öcalan’ın tekrar silaha dört elle sarılmasının bir diğer nedeni de Batı’da Kürt sorununa yönelik ilginin azalması ve buna bağlı olarak Batılı devletlerle sivil toplum kuruluşlarının eskisi gibi Kürt siyasi hareketine destek olmamalarıdır. Bu ilgi ve destek azalmasının birbirinden farklı bir dizi gerekçesi var, şimdilik onlara girmeyelim ancak birçok Batılı devlet yetkilisinin, özellikle Kürt açılımından sonra, ülkelerindeki Kürt siyasetçileri ve aktivistleri, faaliyetlerini bundan böyle Türkiye’ye taşımaları için teşvik ettiklerini, hatta zorladıklarını duyuyoruz. Yani Kürt hareketinin Batı’daki balayının büyük ölçüde bittiği söylenebilir.Devlet silahtan mı korkuyor?Son olarak, ister “diyalog” deyin, ister “müzakere”, Öcalan bir süredir devlet yetkilileriyle sistemli bir şekilde “çözüm” için görüşüyor ve bu sürecin işleyişinden hayli memnun. Tabii ki bu görüşmelerde Öcalan gücünü, Türkiye ve Kuzey Irak’taki silahlı militanların varlığından; onların görüşmeler rayından saparsa yeniden silaha başvurma ve vu durumun da Türkiye’yi istikrarsızlaştırması ihtimalinden alıyor. Bu yüzden “artık silaha ihtiyaç yok” gibi çıkışların öne çıkmasının kendi elini zayıflatmasından endişe ediyor.Yanlış yapıyor. Hükümet başta olmak üzere devletin ilgili kurumlarının, PKK’nın yeniden terör eylemlerine başlamsından endişe ettiği muhakkaktır, ancak bugün Öcalan’la ciddi bir şekilde çözüm için görüşülüyorsa bunun nedeni söz konusu endişeden çok, artık ne yapıp edip bu sorunu bir an önce çözme kararlılığının egemen olmasıdır. ***Bu Kurban Bayramı’nın ülkemize barışı müjdelemesi dileğiyle...

Devamını Oku

Prof. Ali Bardakoğlu’na takdir ve minnet

11 Kasım 2010

Ankara’da Eskişehir Yolu’nun üzerinde bir tarafta Diyanet İşleri Başkanlığı, hemen karşısındaysa Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nin binaları bulunur. Eğer “içlerinden hangisinin stratejik önemi daha fazla?” diye soracak olursanız, hiç düşünmeden “Diyanet’in” cevabını veririm.Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yumuşak karınlarından biri Kürt sorunuysa diğeri de din-toplum-devlet ilişkileridir. Dolayısıyla Diyanet, her zaman devlet aygıtı içindeki en önemli ve kritik kurumlardan biri olmuştur. Personel sayısı ve bütçesi de bu öneme paralel olarak, sık sık itirazlara yol açacak ölçüde kabarık olmuştur.Diyanet denince akla hiç kuşkusuz ilk olarak Başkan gelir. Hükümetler, başbakanlar, ilgili bakanlar gelip geçer ama her seferinde Diyanet İşleri Başkanı’nın devam edip etmeyeceği, görevi bırakacaksa yerini kimin alacağı ve yeni başkanın ne kadar görev yapacağı hep sıkıntılara neden olmuştur. Diyanet İşleri Başkanı önemlidir önemli olmasına ama kendisinden bu önemine aykırı bir şekilde, adeta görünmez olması beklenir. Kurumu olabildiğince az sorunla yönetmesi, kamuoyunun karşısına olabildiğince az çıkması, çıktığında da olabildiğince silik bir profil çizmesi dayatılır.Hantal ve ürkek bir yapıDiyanet İşleri Başkanı gerçekten zor bir görevdir ve eğer iktidarda AKP gibi laikliğe bağlılığı konusunda toplumun belli kesimlerinin kuşku duyduğu bir parti tek başına iktidardaysa bu zorluk katlanarak artar. İşte Prof. Ali Bardakoğlu bu son derece çetin görevi, büyük bir maharetle, üstelik kendisini bile şaşırtan uzun bir süre boyunca üstlendi.Prof. Bardakoğlu’nun neyi başardığını açmak için, arkadaşım ve meslektaşım İrfan Bozan ile birlikte TESEV için yaptığımız Diyanet araştırmasına atıfta bulunmak istiyorum. Prof. Bardakoğlu ve kurmaylarının geniş desteklerinden de yararlanarak yurtiçi ve dışında din görevlileri, camii cemaati ve kanaat önderleriyle görüşerek hazırladığımız rapora şu başlığı uygun görmüştük: Sivil, şeffaf ve demokratik bir Diyanet mümkün mü? Raporu hazırlama sürecinde, Diyanet’in hantal ve ürkek yapısının bu üç temel sıfatın gerçekleşmesinin önünde ciddi bir engel olduğunu, fakat Prof. Bardakoğlu ile birlikte tüm teşkilata sinmeye başlayan yeni zihniyetin hayli ümit verici olduğunu gözlemlemiştik. Gerçekten yeni dönemde Diyanet bambaşka bir havaya büründü, daha kendinden emin, cesur, gelişmelere açık bir yapıya doğru evrildi. Fakat bu sürecin, yani Diyanet’in sivilleşmesi, şeffaflaşması ve demokratikleşmesi, sadece onun başkan ve yöneticileri ile din görevlilerine bağlı bir husus değildi. İşler dönüp dolaşıp siyasetin alanına gelip orada tıkanıyordu.Açılımlarda tutuklukProf. Bardakoğlu’nun görevi bırakmasında, Kürt açılımı ile Alevi açılımı konularında Diyanet’in çok ürkek davranması ve bunun hükümet nezdinde rahatsızlığa yol açması birinci derecede etkili olmuşa benziyor. Evet bakıldığında Prof. Bardakoğlu, Alevi ve Kürt konularında hükümetin beklentilerini büyük ölçüde karşılamamışa benziyor. Fakat hükümetin de her iki açılım konusunda Diyanet kadar, hatta ondan daha fazla ürkek olduğu doğru değil midir? Diğer bir deyişle, hükümet her iki açılım için başka alanlarda son derece cesur adımlar atmış olsa Diyanet aynı ürkeklik ve tutukluğu gösterebilir miydi?Kuşkusuz Prof. Bardakoğlu’nun 8 yıla yakın başkanlığını daha sağlıklı değerlendirebilmek için biraz beklemek gerekiyor, ama şimdiden, onun AKP iktidarının, toplumun tüm kesimleri nezdinde en fazla itibar kazanmış bürokratları arasında yer aldığını, hatta belki de ilki olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, Prof. Bardakoğlu’na güvenip onun önünü olabildiğince açmış olan Devlet Bakanı Prof. Mehmet Aydın’ın da hakkını vermemiz şart. Zaten Prof. Bardakoğlu ile Prof. Aydın, sadece bu ülkenin en parlak ilahiyatçıları arasında yer almakla kalmıyor, aynı zamanda, maalesef sayıları giderek azalan bağımsız aydınlar olarak da sivriliyorlar. Her ikisine de minnet borçluyuz.Biliyoruz ki Prof. Bardakoğlu, Diyanet için AKP’nin ilk tercihi değildi. Prof. İbrahim Kafi Dönmez’in, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuna takılması üzerine bu göreve getirilmişti. Demek ki gerçekten her işte bir hayır varmış.Prof. Bardakoğlu’nun görevi bırakması ne derece can sıkıcıysa, yerini en yakın yardımcısı Doç. Mehmet Görmez’e bırakması da aynı ölçüde heyecan verici. Prof. Bardakoğlu’na teşekkür ederken, Doç. Görmez’e de “Allah kolaylık versin” diyelim.

Devamını Oku

Hayrünnisa Gül’ün sunduğu fırsat

10 Kasım 2010

Tam da CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun da üniversitelerde türban (başörtüsü) sorununun çözümü için adım attığı (veya atmaya kalktığı) bir dönemde Hizbullah’a yakın oldukları iddia edilen bazı veliler, çocuklarını ilköğretim okullarına başörtüsüyle sokmak isteyerek tartışmalara yepyeni bir boyut getirdiler. Daha doğrusu normalde ilerki bir dönemde yaşanması söz konusu olan bir tartışmaya erken start verdiler. Nitekim aslında son derece münferit bir hadise olan bu girişim Türkiye’deki türban tartışmasına damga vurdu. Ve Hayrünnisa Gül’ün İngiltere’de kendisine yöneltilen bir soruyu cevaplandırırken ilköğretimde başörtüsüne kesinlikle karşı olduğunu, hayli açık ve sert kelimelerle ifade etmesiyse tartışmada tarafların birbirine karışmasına neden oldu.Hayrünnisa Gül’ün bu sert çıkışı, popüler deyimle, muhafazakâr kesimlerde tam bir şok etkisi yarattı. Radikal eğilimli İslamcıların biraraya geldiği ve başörtüsü yasağına karşı faaliyetleriyle özellikle dikkat çeken Özgür-Der’in kendisini “beyazlamaya çalışan siyah”a benzetmesi (bilmeyenler için açıklayalım: “Beyazlamaya çalışan siyah” ABD’de siyah grupların temel hak ve özgürlük mücadelesine katılmayan, hatta ona karşı çıkıp kendilerine beyazlar arasında yer yapmaya çalışan siyahlar için söylenmiştir. Yani en basit deyimiyle “işbirlikçi” anlamına gelir) tartışmanın çıtasını çok yükseklere çıkardı. Ali Bulaç, Ahmet Taşgetiren gibi muhafazakâr aydınlar da Hayrünnisa Gül’e itirazlarını yer yer çok sert ifadelerle dile getirdiler.Kaza deyip geçeceklerdiEğer Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, vakit geçirmeden eşiyle aynı görüşte olduğunu açıklamasaydı bu konu Hayrünnisa Gül’ün neden olduğu bir “kaza” olarak kabul edilip üstü kapatılırdı. Çünkü gerek ilkokul ve liselerde, gerekse devlet dairelerinde başörtüsü takılıp takılmayacağı, şu dönemde, başta AKP hükümeti olmak üzere muhafazakâr kesimin hiç ama hiç tartışmak istemedikleri bir konu. Zaten CHP ile birlikte üniversitelerdeki yasağı kaldırmaya yönelik düzenleme sırf bu yüzden, AKP’nin bu konularda taahhütte bulunmak istememesi nedeniyle gerçeklememişti.Evet kaçınılmaz olan ama geciktirilmek istenen bu hayati tartışma, bir-iki velinin girişimi ve Hayrünnisa Gül’ün bir soruya irticalen verdiği bir cevapla başlamış oldu. İyi de oldu. Örneğin sıcağı sıcağına Başbakan Erdoğan’a bu konuda ne düşündüğü soruldu, o da, bana (ve birçoklarına) göre, üstü kapalı cümleler kursa da, Cumhurbaşkanı (ve eşi) ile aynı görüşte olmadığını açıkladı.Laiklerin tavrıNormal olarak Gül ile Erdoğan’ın bu kadar kritik bir konuda farklı pozisyonlar almasının çok ciddi siyasi sonuçlar doğurması beklenir. Yine de “laikliğe duyarlı” olarak tarif edebileceğimiz kesimin, muhafazakârlar arasındaki bu tartışmaya nasıl bakacakları ve ne tavır alacaklarını bekleyip görmek lazım. İçlerinden büyük bir grubun “AKP’liler ‘iyi polis-kötü polis’ oynuyla bizi kandırmaya çalışıyor” diye düşünüp bu tartışmayı önemsemeyeceklerini rahatlıkla tahmin edebiliriz.Fakat ilk günden Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi, Hayrünnisa Gül’ün (ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın) “hükümetten daha cesur çıktığını” kabullenirlerse Türkiye’deki başörtüsü sorununun toplumun tüm kesimlerinin mutabık kalacağı bir şekilde çözülmesinde aktif rol oynayabilirler.Sonuç olarak, çok kritik bir konuda hayli elverişli bir noktadayız. Bu fırsatı kaçırmamalı ve işe zaten pratikte kalkmış olan üniversitelerdeki başörtüsü yasağını kalıcı bir şekilde kaldırmakla başlayabiliriz, başlamalıyız.

Devamını Oku

Gözler CHP’de ama asıl kavga AKP ile MHP arasında

10 Kasım 2010

Dün Meclis’in gündeminde tabii ki “yeni CHP”nin ilk grup toplantısı vardı. Önder Sav ve ekibinin parti üst yönetiminden dışlanması sonrasında CHP’nin TBMM’de nasıl bir fotoğraf vereceği merak konusuydu. Aslında merak edecek fazla bir şey yokmuş. Çünkü benzer bir olayı kısa zaman önce yaşamıştık. Şöyle ki, CHP’nin dünkü grup toplantısı, kurultay sonrası Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olarak katıldığı ilk grup toplantısının neredeyse aynısıydı. Salona sığmayan bir kalabalık ve Kılıçdaroğlu’na yönelik yoğun bir destek ve müthiş bir coşku. Sözünü ettiğimiz ilk grup toplantısının ardından “Kral (Baykal) öldü, yaşasın kral (Kılıçdaroğlu)” başlığını çıkarabilirdik; dünkü toplantının özeti de hiç kuşkusuz “Sadrazam (Sav) öldü, yaşasın kral (Kılıçdaroğlu)” olacaktır.Sonuçta CHP’de sular durulmuşa, Kılıçdaroğlu son krizden mutlak bir galibiyetle çıkmışa benziyor. En azından dışa verilen fotoğraf böyle ama geçmişte yaşananlara bakınca bunun son derece aldatıcı olabileceğini söyleyebiliriz. Çünkü CHP’de “yeni” olarak, vitrine yakın zamanda çıkarılmış bazı yeni isimler ve ardı getirilemeyen birkaç iyiniyetli çıkış ve Kılıçdaroğlu’nun liderliği dışında çok fazla bir şey yok. Tırmanan polemikTürk siyasetinin gündeminin ilk maddesi şu an için CHP’de yaşananlar olmakla birlikte kısa süre zarfında AKP ile MHP arasındaki kavganın daha fazla öne çıkacağını sanıyorum. Yani bu iki partinin en üst düzey isimleri arasında sık sık sertleşen ve muhtemelen mahkemeye de intikal edecek olan polemik sonlanmak bir yana, giderek tırmanıp önümüzdeki genel seçimlerin ana ekseni haline gelebilir. Genel seçimlerin “kilit” partisinin MHP olacağı, MHP ile AKP arasındaki çekişmenin seçimlerin, dolayısıyla Türkiye’nin kaderini belirleyeceği fikri, referandumun hemen ardından kafamda şekillenmeye başlamıştı. Dün partisinin grup toplantısının ardından MHP Lideri Bahçeli ile baş başa sohbet etme fırsatım oldu. Bahçeli’nin referandum ve yaklaşan seçimler hakkındaki sözleri bu düşüncemi iyice pekiştirdi. Ardından AKP Grup toplatısını izlemeye gittim ve Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının önemli bir bölümünü MHP’ye ayırmış olmasıyla bu önermenin isabetli olduğuna kâni oldum.Doğrudan MHP tabanına sesleniyorErdoğan’ın söylediklerinde fazla ilginç ve yeni bir şey olmayabilir fakat kendisinin özellikle referandum sürecinde sık sık yaptığı gibi doğrudan MHP tabanına hitap etmeyi sürdürmesi çok çarpıcıydı. Dikkat edilirse AKP Lideri, MHP tabanının “milliyetçi-muhafazakâr” değerlere sahip olmasını asla sorgulamıyor, hatta tam tersine bu durumu övüyor fakat MHP yönetimini, bu değerlerden saptığı suçlamasıyla kendi tabanına şikayet ediyor.İlk bakışta bu strateji çok basit ve sonuç vermeyici görülebilir fakat AKP ile MHP tabanlarının özellikle İç ve Doğu Anadolu ile Karadeniz’de fazlasıyla iç içe olması, bu partiler arasında oy kaymalarının yaygınlığı gibi nedenlerle Erdoğan’ın akıllıca bir yol izlediğini söyleyebiliriz. Hele son referandumun kaderini, tam da sözünü ettiğimiz bölgelerde MHP tabanının bir bölümünün “hayır”a ikna olmamasının belirlemiş olduğu düşünüldüğünde bu strateji daha iyi anlaşılıyor.Bahçeli ile sohbetimizden onun da AKP’nin bu stratejisinin farkında olduğunu, özellikle iktidar partisi ve ona yakın çevreler tarafından dile getirilen “MHP yüzde 10 barajının altında kalacak” iddiasından son derece rahatsız olduğunu gördüm. Şahsen MHP’nin seçim barajı sorunu olduğunu düşünmüyorum fakat bu türden söylentilerin hemen her seçim öncesi çıkartıldığını ve MHP’nin seçim kampanyalarında enerjilerinin büyük bölümünü bu rivayetleri boşa çıkarmaya harcadıklarını da biliyorum. Bu rivayetlerden etkilenip MHP’ye oy vermekten vazgeçek seçmenin, özellikle taşrada en fazla AKP’ye yöneleceği de bir başka gerçektir.Buradan hareketle şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: MHP’nin TBMM’de temsil edilememesi halinde bu partinin normal olarak kazanması gereken milletvekillikleri barajı aşmış partiler arasında paylaştırılacak olduğuna göre arslan payının AKP’ye düşeceği ortadadır. Böylesi bir durumda iktidar partisi TBMM’de Anayasa’yı tek başına değiştirecek bir çoğunluğu bile zolayabilir.Bütün bunların fazlasıyla spekülatif olduğunun farkındayım ancak Erdoğan’ın kalbinde yatan arslan “başkanlık sistemi”yse (ki bana göre öyle) MHP’yi Meclis dışına bırakmaya yönelik her türlü stratejiye sıcak bakacağını ileri sürmek nomal karşılanmalı.

Devamını Oku

PKK’dan yine aynı bahane: Biz yapmadık, TAK yapmış

4 Kasım 2010

Dün Taksim’deki intihar eylemcisi Vedat Acar hakkında bir yazı yazmayı düşünüyordum ancak CHP’deki beklenmedik gelişmeler nedeniyle ertelemek zorunda kaldım. Muhtemelen yazının başlığı “Vedat Acar’ın yalnızlığı” olacaktı. “Yalnızlığı” diyecektim çünkü “davası” uğruna masum insanların hayatını tehlikeye atan, buna karşılık olarak kendi hayatını da feda eden bu gence ne yasal, ne yasadışı Kürt siyasi hareketi bile sahip çıkmamıştı. Hatta tam tersine bu hareketin bir dizi temsilcisi ağızlarını “provokasyon”la açıp, “barış sürecini sabote etmek”le kapatıyorlardı.Peki sonra ne oldu? Çok geçmeden Acar’ın 2004 yılında PKK’ya katılmış olduğu, örgüt kamplarında eğitim gördüğü, bir süre önce ülkeye dönüp İstanbul’da bir daire kiraladığı vs. ortaya çıktı. Ama bütün somut kanıtlara rağmen Acar’ın PKK ile ilişkisi sorgulanmaya devam edildi ve PKK’lı olsa bile bilerek ya da bilmeyerek başka odaklar tarafından kullanılmış olabileceği ileri sürüldü. Başbakan Erdoğan da Kosova yolunda “başka bağlantıları olabilir” diye bu tür tezlerin önünü iyice açtı.Ne var ki Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) adındaki örgüt Acar’ın kendi üyeleri olduğunu, intihar eylemcisi olarak yetiştirildiğini ama Taksim saldırısını kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiğini açıklayarak hem Vedat Acar’ın yalnızlığına, hem de hakkındaki spekülasyonlara büyük ölçüde son verdi.PKK’nın taşeronu“Büyük ölçüde” diyorum çünkü TAK’ın açıklamasına rağmen birçok kişi ve çevrenin Taksim saldırısını PKK ile bağlantılandırmamakta ısrar edeceklerini biliyoruz. Öncelikle Abdullah Öcalan, ardından PKK üst yönetiminin devletle süren görüşmelerden hayli umutlu olmaları ve buna bağlı olarak “eylemsizlik” kararının genel seçimlere kadar uzatılmış olması gibi gelişmeler bu tür iddialara belli bir haklılık payı tanıyor fakat TAK’ın PKK’nın bir taşeronu, hatta daha da ötesinde örgütün “özel operasyonlar birimi” gibi bir işleve sahip olduğu bilindiğinde bu iddialar havada kalıyor. Nitekim TAK’ın kendi internet sitesinde yer alan açıklaması, daha öncekilerde de olduğu gibi, hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan PKK’ya yakın yayın organları tarafından dolaşıma sokuldu.Şahinler savaşta kararlıTaksim saldırısının, Murat Karayılan’ın “artık sivilleri hedef almayacağız” açıklamasının hemen ardından gerçekleşmiş olması PKK içinde farklı eğilimler (ve liderler) arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesiyle irtibatlandırılmak istenmişti. TAK’ın açıklamasının ardından bu tezin daha fazla işleneceği kesindir. Ama “kim, niye ve nasıl yaptı?” tartışmalarına boğulup çok hayati bir tehdidi gözardı etmemeliyiz. Şöyle ki, TAK açıklamasında, Taksim saldırısının PKK’nın ateşkes kararıyla bir ilgisinin olmadığı belirtilip şöyle devam edildi: “PKK’nin bu kararı ile bir ilgimiz olmadığı gibi TAK olarak herhangi bir ateşkes kararımız olmamış ve böylesi bir açıklamamız yapılmamıştır. Şimdiye değin TAK’ın eylem silahlarını susturmasına neden olacak herhangi bir gelişme tarafımızca görülmediği gibi içinde bulunulduğumuz süreçte de bu konudaki görüşümüzü korumaktayız. Başından itibaren savaş pozisyonumuzu koruduğumuzu, her türlü inkar ve imha amaçlı saldırıya cevap olacağımız belirttik. Kürt halkına, değerlerine karşı katliamlar sürdükçe TAK da eylemlerine devam edecektir.”Görüldüğü gibi bir yanda PKK’nın “eylemsizlik” kararı, diğer yanda PKK ile ilişkisi açık olan TAK’ın “eylemlilik” kararlılığı var. Bu ikili ve çelişkili durumu çözmek de herhalde PKK’nın işidir. Eğer örgüt barış sürecinde samimiyse, TAK başta olmak üzere her türlü taşeron yapıyla ilişkisini kesmeli, hatta onları lağvetmelidir. Aksi takdirde “Biz yapmadık, TAK yapmış” türü bahaneler bu saatten sonra kimseyi ikna edemez.

Devamını Oku

CHP’nin statükosu, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde kırıldı

3 Kasım 2010

CHP’deki kavganın dün itibariyle galibinin Kemal Kılıçdaroğlu, mağlubununsa Önder Sav olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii bir de “gizli galip” var: Deniz Baykal. Ama ortada çok ciddi bir soru/sorun var: Yıllardır CHP’de hayli güçlü bir iktidar tesis etmiş olan ve teşkilatı büyük ölçüde denetim altında tutan Sav ve ekibi mağlubiyeti kabul edecek mi? Sanmıyorum, herhalde kimse de sanmıyordur. Fakat hemen ardından bir başka soruyu gündeme taşıyınca işin rengi epey değişecektir: Sav ve ekibi, parti içindeki iktidarı dışında, özel olarak CHP seçmen tabanı, genel olarak toplum nezdinde belli bir heyecan yaratıyor mu, yaratabilir mi? Bu sorunun cevabı da kesinlikle “hayır” olacaktır. Çünkü biliyoruz ki Sav hep “ikinci adam” olarak varkaldı; önce Baykal’ın, ardından Kılıçdaroğlu’nun gerisinde kalıp CHP’nin “gerçek patronu” olmayı tercih etti; zaten isteseydi de “birinci adam” olamazdı. Dolayısıyla Sav’ın CHP’deki hakimiyetini sürdürmesi için çok acil bir şekilde bir “birinci adam”a ihtiyacı var ve ne parti içinde, ne dışında böylesi bir potansiyele sahip bir isim gözükmüyor. Kaldı ki, Baykal ve Kılıçdaroğlu’nun başına gelenlerin ardından herhangi birinin Sav’ın desteğiyle CHP liderliğine talip olması hiç de gerçekçi olmayacktır.Korku imparatorluğuKılıçdaroğlu dün siyasi hayatının şimdiye kadarki en kritik ve en güzel konuşmasını yaptı. Her şeyden önce çok açık ve netti. Öfkeli, kararlı ve kendinden emindi. Parti içinde bir “korku imparatorluğu” olduğunu, birilerinin koltuklarını kaybetmemek uğruna CHP’yi muhalefete mahkum ettiklerini, ama parti tabanından aldıkları güçle bu oyunları sona erdirdiklerini söyledi. Acaba doğru mu? CHP’yi yıllarca belli bir alana hapsetmiş olan statüko gerçekten parçalandı mı? Kılıçdaroğlu ve ekibi, gerçekten kimseyi ötekileştirmeden toplumun tüm kesimlerine açılabilecek ve CHP’yi iktidara taşıyabilecekler mi? Bu sorulara “evet” cevabı vermek pek zor. Öncelikle Sav ve ekibinin ne tür bir direniş göstereceklerini görmemiz gerekiyor. Şimdiden başlayan hukuk tartışmaları CHP’yi seçimden önce alelacele bir kurultay toplamaya sevk edebilir. Bu da CHP’nin aslında genel seçimlere yöneltmesi gereken enerji ve imkanlarının bir bölümünün heder olması anlamına gelecektir.Tekin’in performansıYine de Kılıçdaroğlu’nun Sav ve ekibine göre hayli ileride olduğu muhakkak. Dünkü darbesi ve bunu meşrulaştırmaya yönelik konuşmasıyla Kılıçdaroğlu genel başkanlıktan öte bir lider hamuruna sahip olduğunu gösterdi. Ama lider tek başına yetmez, ekip de çok önemli. Yeni MYK listesine baktığımızda en büyük yükün Gürsel Tekin’de olacağını anlamak zor değil. Diğer bir deyişle Kılıçdaroğlu-Tekin ikilisi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde gösterdikleri performans ve başarıyı ülke geneline taşıma iddia ve sorumluluğunu taşıyorlar. CHP’nin yakın geleceğini Kılıçdaroğlu’nun liderliği kadar olmasa da Tekin’in nasıl bir “ikinci adam” olacağı da belirleyeceğe benziyor. Tekin eğer Sav’dan tamamen farklı bir çizgi izlerse, yani Kılıçdaroğlu’nun dün vaat ettiği gibi parti içi demokrasi kanallarını sonuna kadar işletirse CHP’yi “daha iyi” günlerin beklediği kesindir. Ya aksi olursa? Bu sorunun cevabını dün Kılçdaroğlu verdi. Eğer vaatlerini yerine getirmezlerse Kılıçdaroğlu ve arkadaşları da koltuklarını terk etmek zorunda kalırlar. Çünkü dünden itibaren CHP’nin statükosu, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde kırıldı.Çok da iyi oldu.

Devamını Oku

PKK’ya çağrı: Provokasyondan rahatsızsanız gereğini yapın

2 Kasım 2010

İstanbul Taksim’deki intihar eylemini gerçekleştiren genç kim? PKK’lı mı, yoksa başka bir örgütten mi? PKK’lı olsa bile onun eylemi örgütünü ne derece bağlar? Eylemle hiçbir ilgileri olmadığını açıklayan KCK (yani PKK) samimi mi? Daha önce örnekleri görüldüğü gibi “Araştırdık, içimizden birileri, merkezden habersiz, kendi inisiyatifleriyle yapmışlar” türü bir açıklamayla karşılaşır mıyız?Pazar gününden beri bu ve benzeri soruları tartışıp duruyoruz ve anlaşıldığı kadarıyla gerek Öcalan, gerekse PKK yöneticileri de bu eylemden, onun doğurduğu ve doğurabileceği sonuçlardan hayli rahatsızlar. Halbuki bu türden provokatif eylemlerin önünü almaları hiç de zor değildi, bundan sonra da zor değildir. Örneğin 13 Mayıs 2009 tarihli Vatan’da çıkan “Kalıcı barış için PKK ve Karayılan’a dört somut öneri” başlıklı yazımdaki ilk iki öneri tam da bu tür eylemlerin engellenmesine yönelikti. Bu öneriler şunlardı: 1) PKK kent merkezlerindeki patlayıcı ve diğer mühimmatı bir an önce teslim veya imha etmeli; 2) PKK bundan böyle taşeron kullanmayacağını deklare etmeli.9 sorudan dördüSözünü ettiğim yazı Milliyet yazarı Hasan Cemal’in, Murat Karayılan’la çok ses getiren söyleşisinden hareketle kaleme alınmıştı. Daha sonra, o söyleşide söylediklerine yönelik eleştirilerim nedeniyle Karayılan beni “çözüm değil çözümsüzlükte ısrar” etmekle suçladı. Bu suçlamaya cevaben 26 Mayıs 2009 günü Karayılan’a 9 soru sormuştum. Bunların tümünün günümüzde de geçerli olduğuna inanıyorum ve içlerinden dördünü son Taksim eylemi nedeniyle tekrar soruyorum:1) Silaha sadece “meşru müdafaa” için başvurduğununuzu söylüyor ve sivillere yönelik eylemleri “terörizm” olarak niteliyorsunuz fakat aynı zamanda büyük kentlerde tonlarca patlayıcı bulunduruyorsunuz. Bu büyük bir çelişki değil mi? Bu patlayıcı ve diğer mühimmatı bir an önce teslim veya imha etmeniz halinde ne kaybeder, ne kazanırsınız?2) Büyük şehirlerde sivilleri hedef alan birçok terör eyleminin ardında değişik isimlerde, ama tümü bir şekilde PKK ile irtibatlı, bir başka deyişle onun taşeronu örgütler yer alıyor. Neden bundan böyle taşeron kullanmayacağınızı deklare etmiyorsunuz?3) Diyarbakır’daki bombalı saldırının “denetim dışı” olduğunu söylediniz. Bir yandan çok disiplinli bir örgüt olduğunuzu söyleyip diğer yandan sık sık “denetim dışı” terör eylemlerinin yaşanmasındaki çelişkiyi nasıl açıklarsınız?4) En son “Devrimci Karargah” örneğinde olduğu gibi, bazı radikal Türk solcularını bünyenize alıp, eğitip, donatıp büyük şehirlerde silahlı eylemler düzenlemelerini teşvik etmekten vazgeçmeyi düşünüyor musunuz?Bir an önce Lafı fazla uzatmaya gerek yok. Eğer PKK sivillere yönelik önceki saldırılardan pişmansa ve bundan böyle bu tür saldırıların olmamasını samimi olarak istiyorsa, büyük şehirlere yönelik patlayıcı ve intihar eylemcisi sevkıyatına bir an önce son vermeli; buralardaki mevcut patlayıcıları imha veya teslim etmelidir. Tabii buna bağlı olarak bazı sempatizan ve/veya militanları “intihar eylemcisi” olarak yetiştirmeyi de bırakmalıdır.PKK eylem alanı olarak kendilerine büyük şehirleri seçen taşeron yapılanmalarla her türlü ilgi ve desteğini de muhakkak çekmeli, bu grupların daha sonra başka odakların denetimine geçmesini engellemek için de gerekli önlemleri almalıdır.“Bir gün lazım olur” diye patlayıcıları, intihar eylemcilerini ve taşeronları el altında tutmayı sürdürmesi durumunda ki uzun süredir yaşanan budur- PKK’nın hiç ama hiçbir inandırıcılığı kalmayacaktır.

Devamını Oku