Çarşaf liste-blok liste tartışmasını bir kenara bırakırsak (ki onun da çok gerilimli geçtiği söylenemez) Cumartesi günü yapılacak olan CHP Kurultayı’nın pek bir heyecan yaratmadığını söyleyebiliriz. Fazla heyecan yaratmasa bile CHP örgütü ve tabanının, hatta bu partiye bir şekilde oy verebilecek olan kesimlerin, bu kurultaydan beklentilerinin hayli yüksek olduğu da aşikâr. Beklentileri uzun uzun açıp tartışmanın gereği yok, bunları özetlemek için şu cümle yeterli: CHP’ye sempati ve ilgiyle yaklaşan kişi ve kesimler, bu kurultayın ardından söz konusu partinin artık “kendi içine” değil “dışarı”ya, “geri”ye değil “ileri”ye bakmasını ve sahici bir iktidar alternatifi olduğunu gösterebilmesini istiyor.Peki bu kurultayın ardından CHP bu misyonu üstlenip layıkıyla yerine getirebilir mi? Bu sorunun cevabı, “İmkansız olmasa da çok ama çok zor” olacaktır. Fakat çok yakın zamanda genel seçimler gibi son derece kritik bir eşiğin aşılması gerektiği için CHP’nin önündeki zorluklar katlanarak artıyor.Kürt politikasıParti içi dengelere bakacak olursak: Heyecanın düşük olmasının en temel nedeni Kemal Kılıçdaroğlu’na çok geniş bir kredi verilmiş olmasıdır. Önder Sav’ın liste işlerine karışmayacağını açıklaması, Deniz Baykal’ın “çarşaf liste” ısrarının fazla yankı bulmaması bu kurultayda Kılıçdaroğlu’nun elinin epey güçlü olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte onun ekibini oluştururken parti içi dengeleri gözetmemesi asla söz konusu olamaz. Bu bağlamda listesine Baykal ve Sav’a yakın olarak bilinen ama fazla sivri olmayan isimleri alacağı yönündeki haberlerin doğru çıkma ihtimali çok yüksek. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu’nun “rakip kanatlardan” alacağı isimler ilgi uyandıracaktır ancak beni en çok “dışardan” kimleri Parti Meclisi’ne ve belki de Merkez Yürütme Kurulu’na taşıyacağı ilgilendiriyor. Bir önceki kurultayda PM’ye sokulan yeni isimlerin büyük kısmı, en azından benim için, büyük bir hayal kırıklığıydı. Bakalım bu sefer “tam isabet” diyeceğimiz kimlerle karşılaşacağız. Ortada dolanan çok isim var ancak şimdilik sadece biri için görüşümü beyan etmek isterim: Diyarbakır Barosu’nun eski başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun vitrinde yer alması, ama sadece “süs öğesi” olarak kullanılmayıp CHP’nin Kürt politikasının şekillenmesinde fonksiyonel kılınması bu partide olumlu anlamda çok şeyleri değiştirebilir. Tabii ki CHP’nin Kürt konusunda yaşaması gereken köklü değişikliğin altından tek bir kişinin kalkması mümkün olamaz ancak Tanrıkulu’nu öne çıkartacak bir yaklaşımdan pekala umutlanabiliriz.İktidara alternatif olabilir mi?CHP’nin iç sorunları bu kurultayı atlatmakla sona ereceğe benzemiyor. Bu partiyi en yakından tanıyan gazetecilerden Türey Köse’nin de altını çizdiği gibi, uzun yıllar “muhalefete mahkum” olan bu partide örgüt içi hesapların çoğu milletvekili olmaya odaklanıyor. Dolayısıyla kurultayın hemen ardından milletvekili listelerinin nasıl hazırlanacağı, diğer bir deyişle merkez yoklaması-ön seçim tartışması yaşayacağa benzeriz. İşte o tartışma, bugünkü blok liste-çarşaf liste tartışmasından çok daha heyecanlı, sert ve “kanlı” geçmeye aday.CHP’nin yıllardır mahkum olduğu iktidar mücadelesini kendi içinde verme döngüsünden ancak ülkeyi yönetmeye ciddi bir şekilde talip olması ve en azından kendi örgüt ve tabanını bu konuda ikna etmesiyle kurtulabilir. Cumartesi günü kurultay salonunda bu “iktidara yürüyüş” iddiasının elle tutulur işaretlerini görebilecek miyiz? Fazla spekülasyona gerek yok, şunun şurasında iki gün kaldı.
En son Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce örneğinde görüldüğü gibi Abdullah Öcalan’ın avukatları düzenli bir şekilde gazetecilerle görüşür, onların düşüncelerini Öcalan’a, Öcalan’ınkileri de onlara aktarırlar. Daha önce beni de birkaç kez ziyaret etmişlerdi. Sayısını bilmiyordum ama her buluşmada yer alan, basınla ilişkilerden sorumlu Cengiz Kapmaz’ın hatırlatmasıyla öğrendim ki dün bunlardan beşincisi gerçekleşti. Kapmaz’a eşlik eden iki avukatıyla (her seferinde farklı avukatlarla görüştüm) Öcalan’ın Fethullah Gülen hareketine yönelik ılımlı mesajları başta olmak üzere çok şey konuştuk, tartıştık.Öcalan’ın avukatları Haziran’a kadar sürecek olan PKK’nın bu seferki “eylemsizlik” kararının daha öncekilere benzemediğinde ısrarlı, bu sefer çözüm konusunda son derece umutluydular. Umutlu olmalarınıysa sadece tek bir hususla, devletin Öcalan’la sistemli bir şekilde görüşmesiyle açıklıyorlardı. Diğer bir deyişle, Öcalan’ın son görüşme notlarına yansıyan iyimserliğin avukatlarına da sirayet etmiş olduğunu gözledim. Bunun bir sonraki doğal sonucu, tepeden tırnağa tüm Kürt siyasi hareketini bir iyimserlik dalgasının kaplaması olacaktır ki şimdiden bazı ipuçlarını görebiliyoruz.Evet, ama yetmezGerçekten iyimser olmamız için bazı nedenler var, evet, ama yetmez. Öcalan ve PKK, Haziran’a (genel seçimlere) kadar “eylemsizlik” kararı almakla işlerinin bittiğini sanıyorlarsa çok kötü yanılıyorlar demektir. Avukatlarına da söylediğim gibi, Öcalan eğer Türk kamuoyunu barışçıl çözümde samimi olduğuna ikna etmek istiyorsa, “eylemsizlik”in üzerine muhakkak somut bir şeyler koyması gerekir. Bu noktada daha önce birçok kez gündeme getirmeye çalıştığım bir konuyu avukatlarına da tekrarlayıp bunu Öcalan’a iletmelerini söyledim. İki ayaklı bir çağrı söz konusu: 1) Öcalan, TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri), Devrimci Karargah gibi PKK’nın taşeronlarının lağvedilmesi için kesin talimat versin;2) Özellikle bu tür taşeron yapıların kullanımına sunulan büyük kentlerdeki patlayıcılar ya teslim edilsin ya da imha edilsin.Bu iki adımın PKK’nın silahsızlanma konusundaki samimiyetini (tabii gerçekten öyleyse) göstermede çok isabetli birer başlangıç olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanıldığının aksine Kürt sorununun kalbi Güneydoğu’da ve kırsal kesimde değil ülkenin Batısında ve büyük şehirlerde atıyor. Nitekim büyükşehirlerde sivilleri hedef alan “kör terör” eylemlerinin Güneydoğu’daki geniş çaplı karakol baskınlarından çok daha etkili olduğunu defalarca gördük, yaşadık.BDP’nin güçlendirilmesiÖcalan’ın avukatlarına, Öcalan’ın bir parti olarak BDP’yi ve onun içinde yasal faaliyet yürütmeye çalışan siyasetçileri çok fazla hırpaladığını, onları iyice güçsüzleştirdiğini de söyledim. Onun olur olmaz verdiği ayarların, Kürt kökenli siyasetçileri nasıl felç ettiğini en son Osman Baydemir olayında çok net bir şekilde gördük.Ama bu üslubuyla Öcalan kendi kendisiyle de çelişmiş oluyor. Şöyle ki, onun çözüm için önerdiği “Hakikatleri Araştırma Komisyonu”, yeni Anayasa gibi şeylerin hemen tümünün adresi TBMM ve dolayısıyla muhatapları da BDP’li milletvekilleri. Fakat başta iktidar partisi olmak üzere diğer partilerin milletvekilleri ve yöneticileri (buna tabii ki medya da dahil), BDP’lilerin tek başlarına hareket edebileceğine, adım atabileceklerine inanmıyorlar. Hatırlayalım Reşadiye, İskenderun, Taksim saldırılarının her birinin ardından BDP ve DTK yöneticileri çok net ve sert açıklamalar yapıp bunları “provokasyon” olarak nitelemiş, fakat PKK liderlerinin kısa süre içinde kendilerini tekzip etmeleriyle epey zor durumda kalmışlardı. Ne var ki bu sorunun aşılabilmesinin pek mümkün olduğunu sanmıyorum. Çünkü Öcalan bu hareket içinde kimsenin kendisini herhangi bir şekilde gölgelemesine asla tahammül edemiyor. Diğer bir deyişle BDP’liler, Öcalan’ın kendilerine yönelik eleştirilerine göre hareket edip başarılı bir performans göstermeye başlasalar, bu sefer Öcalan’ın egosuna çarpabilirler.
Dünkü yazımızda, Abdullah Öcalan’ın Pazartesi günü avukatları aracılığıyla verdiği mesajların en önemlilerinin Fethullah Gülen ve onun hareketi üzerine olduğunu söylemiş ve buradan hareketle “Öcalan’dan Gülen’e zeytin dalı” başlığını kullanmıştım. Öcalan’ın son çıkışının, PKK çizgisinde ciddi bir stratejik değişiklik anlamına geldiği açıktır. Ancak bu hamlenin gerçek hayatta nasıl bir karşılık bulacağını anlamak için Gülen ve hareketinin Öcalan’a ve onun çağrılarına ne tür tepkiler vereceklerini görmemiz gerekiyor. Eldeki verilerle bu konuda birtakım tahminlerde bulunmadan önce bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor: Öcalan’ın avukatları Pazar günü Yalova’da Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce ile bir araya geldiler ve bir gün sonra onun görüşlerini Öcalan’a aktardılar. PKK Lideri de Gülerce’nin sözlerini vesile ederek Gülen hareketi üzerine değerlendirmelerini ve onlara yönelik çağrılarını sıraladı. Dün Gülerce gazetesinde bu süreci anlatırken, kendisine “Gülen hareketinin sözcüsü” nitelemesinin yakıştırılmasından duyduğu rahatsızlığı belirtti ve şöyle yazdı: “Sanki kendisine bir mesaj iletilmiş, o da bu mesaja cevap vermiş gibi yanlış anlamalara neden olabilecek bir algı doğabilir.”Gerçekten de Gülerce, söz konusu hareketin genel kamuoyunun bilip izlediği isimlerin en başlarında yer almakla birlikte, benim bildiğim kadarıyla “sözcü” filan değildir. Aynı şekilde onun avukatlarla görüşmesinde, Gülen hareketi değil de kendi adına konuşmuş olduğunu rahatlıkla kestirebiliriz. Fakat onun hareket içindeki konumu nedeniyle, “kişisel” görüşlerinin, kendisi istemese bile belli bir “temsiliyet”i içerdiği de muhakkaktır. Bununla birlikte Öcalan’ın Gülen hareketi hakkındaki değerlendirmesini sadece Gülerce’nin sözlerinden hareketle geliştirdiğini düşünmek aldatıcı olacaktır.Şunu söylemeye çalışıyorum: Öcalan’ın bir süredir Gülen cemaatine barış eli uzatmayı tasarlamakta ve Gülerce görüşmesinden bu bağlamda istifade etmiş olduğunu düşünmemiz için pek çok nedenimiz var. Ama bunları şimdilik bir kenara bırakalım ve Gülen ve hareketinin muhtemel tepkileri üzerine kafa yoralım.Gülen hareketinin gerçekçiliğiÖncelikle, Gülen ve onun yakın çevresi (hatta cemaatle organik bağı olan belki de herkes) Öcalan’ın kendileri hakkında söylediklerini çok önemsemiş olmalılar. Muhtemelen onun mesajlarının birdenbire medyaya düşmesinden ve bazı yayın organlarıyla benim gibi bazı gazeteciler tarafından fazlasıyla öne çıkartılmasından rahatsız da olmuşlardır. Çünkü esas olarak PKK’yı “terörist”, Öcalan’ı da “teröristbaşı” olarak algılayan bir kitleye hitap eden, gücünü en çok onlardan alan bir hareketten söz ediyoruz. Dolayısıyla Öcalan’ın kendileri hakkında olumlu sözler sarf etmesi, daha da ileri giderek hem Türkiye, hem de Ortadoğu’da müttefik olmaya çağırması, bu hareketin yönetici ve fertlerini birçok alanda zor durumda bırakabilir.Bununla birlikte Türkiye’nin en gerçekçi ve değişime açık hareketin söz ediyoruz. Aksi takdirde 28 Şubat sürecinde generaller tarafından “ipi çekilen” bu cemaat o badireleri atlatıp askerin alanının alabildiğine daraltılması sürecinde başrol oyuncusu olamazdı. İşte Gülen hareketinin gerçekçiliği, Öcalan’ın çağrılarının kısa vadede olmasa bile (ki bu da mümkün) orta ve uzun vadede belli bir karşılık bulabileceğini düşünmemize neden oluyor. Şöyle ki son KCK operasyonlarının, en hafif deyimiyle “baş sponsoru” olan bu hareket, PKK çizgisi ve örgütlenmesinin baskı, sindirme vb. ile tasfiye edilemeyeceğini de çok iyi anlamış olsa gerek. Peki ne olur? Kuşkusuz bu iki güçlü hareketin “ittifak” içine girmesi beklenemez. Fakat bir süredir iyice tırmanan aralarındaki gerginliğin gevşeme ihtimali bile Türkiye’nin Kürt sorununun geleceğinde çok etkili olur. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Kürt sorununun ilelebet çözümsüz kalması için ne zamandır bu iki gücü birbirine düşürmeye çalışan iç ve dış odaklar herhalde şu günlerde epey telaşlanmışlardır.
Abdullah Öcalan’ın Pazartesi günü avukatları aracılığıyla yolladığı mesajların en çarpıcıları, hiç tartışmasız, Fethullah Gülen ve onun hareketi üzerine olanlardı. Önce Öcalan’ın söylediklerine bakalım, ardından bu mesajların neden önemli olduğunu ve herhangi bir sonuca yol açıp açamayacaklarını tartışalım. Öcalan şöyle konuşmuş:“Biz hiçbir zaman kendilerinin varlığını inkar etmedik, onlardan da bizi inkar etmemelerini bekleriz. Hem kendileri hem biz, gerek Türkiye’de gerek Ortadoğu’da önemli aktörleriz. Kendileri Türkiye’nin hatta Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde rol alabilirler, önemli bir güçleri var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat olarak görmüyorum. Hatta tek başına ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz sivil toplum örgütü hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu düşünüyorum. Rolü önemlidir. Toplumun demokratikleşmesinde, aydınlatılmasında herhangi bir siyasi çıkar beklemeden rol alabilirler. Hatta Ortadoğu’nun bir siyasi partisi gibiler. Oldukça dinamik güçleri var, biz de dinamik bir gücüz. Bu iki dinamik gücün karşılıklı anlayış göstermesi ve dayanışma halinde olması durumunda Türkiye’de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da etkileyecektir. Burada önemli olan bazı temel kavramların tanımını iyi yapmaktır. Örneğin ben, kendilerinin Türklük ve İslamiyet konusundaki görüşlerini biliyorum, bu görüşleri önemli buluyorum. Türkiye’de statükonun aşılması ve demokratikleşme süreci için herkes birlikte çalışabilir. Bu konularda ortak zemin demokrasi olmalıdır.”PKK’nın Gülen gündemiAlıntının hayli uzun olduğunun farkındayım, fakat Kürt sorununu ciddiye alan, bunun çözümü (ya da çözümsüz kalması) için kafa yoran herkes için Öcalan’ın bu sözlerinin tarihi öneme haiz olduğu kanısındayım. Kuşkusuz bu sözler, muhatap alınan Gülen’in kendisiyle birlikte, en yukarısından en aşağısına kadar bu harekete gönül veren herkes için apayrı bir öneme sahiptir.Kurban Bayramı sırasında düzenlenen Kürt Konferansı nedeniyle bulunduğum Brüksel’de görüştüğüm çok sayıda Kürt siyasetçinin kafasını en çok meşgul eden konulardan birinin Gülen hareketi ve bu hareketin Kürtleri (sadece Güneydoğu’da değil mesela Kuzey Irak’ta da) hedef alan çalışmalar olduğuna tanık olmuştum. Hatta çoğunun, AKP hükümetinden çok Gülen cemaatini kendilerine rakip olarak gördüğünü gözlemledim. İlginçtir, Türkiye Kürtleri arasında hâlâ çok etkili bir siyasal ve toplumsal güç olmasına rağmen Hizbullah’ı fazla dert edinenlerine rastlamadım.PKK-Gülen hareketi gerilimiBrüksel’de gördüklerim beni fazla şaşırtmamıştı zira bir süredir Kürt siyasi hareketiyle Gülen hareketi arasında tırmanma potansiyeli olan bir gerilimin varolduğunu, konuyla ilgili herkes gibi biliyordum. Bildiğim bir diğer husus da, iç ve dış bazı üçüncü şahısların (ya da odakların) bu gerilimin çatışmaya dönüşmesini şiddetle arzuladıkları ama her iki tarafın da aralarındaki rekabetin bu noktaya gelmemesi için epey dikkatli davrandıklarıydı.Brüksel’de, PKK’nın önde gelen isimlerinden eski DEP Milletvekili Zübeyr Aydar ile yaptığımız sohbette konu dönüp dolaşıp Gülen hareketiyle aralarındaki gerilime gelmiş ve kendisine şunu sormuştum: “Kendileriyle doğrudan herhangi bir temasınız var mı?” Aydar’dan olmadığı cevabını alınca “peki kurmayı düşünüyor musunuz?” diye sordum. “Olabilir ama bu konuda siyasi bir karar almak gerekir” diye karşılık verdi.İşte Öcalan’ın son açıklamaları bu “siyasi karar”ın verildiğini bize gösteriyor. Anlaşıldığı kadarıyla Öcalan, Gülen hareketine rağmen, hele onu karşısına alarak, çözüme yönelik adımlar atmanın mümkün olamayacağı noktasına varmış. Analizinin isabetli olduğunu söyleyebilirim. Onun Gülen ve hareketi üzerine sözlerini, Kürt siyasi hareketinin bütün bileşenlerini bağlayacak talimatlar olarak görmek gerekir. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde yasal ve yasadışı alanda faaliyet gösteren Kürt siyasetçilerden şaşırtıcı açıklamalar ve adımlar görürsek şaşmayalım.Tabii bu noktada esas soru şudur: Gülen (ve hareketin kurmayları) Öcalan tarafından kendilerine uzatılan zeytin dalını ne yapacaklar?Bu soruyu irdelemeyi yarına bırakalım. ***Aslında bugün, Salı akşamı Mirgün Cabas ile birlikte NTV’de Yazı İşleri Özel programında ağırladığımız Necmettin Erbakan ve onun bizlere söyledikleri üzerine bir yazı yazmayı planlıyordum. Erbakan hakkında kapsamlı bir siyasi değerlendirmeyi, kendisiyle ilgili bazı anılarım ve kişisel görüşlerimle birlikte çok geçmeden sizlere sunmaya söz veriyorum.
Yazının başlığının kışkırtıcı olduğunun farkındayım. Malum Wikileaks belgelerindeki bazı iddiaların Taraf Gazetesi tarafından manşete çekilmesiyle ilgili olarak “Keşke Başbakan Erdoğan, aynı gazetenin, daha önce başka kişilerinin onurlarını, ellerinde ciddi hiçbir kanıt olmadan uluorta çiğnediği zamanlarda da masaya yumruğunu vursaydı, vurabilseydi. Öyle olsaydı dünkü çık ışı daha fazla alkış alabilirdi” diye yazmış, ardından Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan “Başbakan’ın yumruğu” başlıklı bir yazıyla, adımı vermeden ama “çocuğum” diye hitap ederek bana “haysiyet”, “gazetecilik” vb. dersleri vermişti. Evet başlığa bakıp “nihayet Ahmet Altan’a cevap veriyor” diyenler çıkabilir, ama kendilerini bir kez daha hayal kırıklığına uğratacağım. O tartışmayı ben başlattım ve ben bitirdim. Uzatmak isteyen varsa bensiz devam edebilir.Tekrar “Başbakan’ın masaya yumruğunu vurması” metaforuna dönecek olursak, Başbakan Erdoğan’ın, doğrudan kendisinin ve yakınındakilerin “canını yakan” hadiselere çok sert tepkiler verdiğini biliyoruz, ama eğer kendisinin hâlâ “bütün vatandaşların Başbakanı” olma iddiası varsa, kendisi gibi düşünmeyenlerin, kendisine mesafeli yaklaşanların, hatta kendisine karşı veya düşman olanların da hak ve hukukları için sesini yükseltmesi, elinden geleni yapması şarttır.Sözü Cumartesi günü İstanbul’da yaşanan öğrenci gösterilerine ve polisin öğrencilere yönelik aşırı sert ve yer yer dehşet uyandırıcı muamelesine getirmek istiyorum. AKP’ye yakın bazı basın organları ve yazarların olayları ilk gün görmezden gelip daha sonra derinlemesine ele almaları ve oldukça eleştirel tutumlar takınmaları, yaşananların vahametini ve üstünü örtmenin imkansızlığını çok iyi gösteriyor. Dün Meclis’te iktidar partisinden önemli pozisyonlardaki bazı kişilerle sohbet etme imkanım oldu. Hüseyin Çelik, Egemen Bağış gibi yetkililerin resmi açıklamalarının aksine, söz konusu kişisel sohbetlerimde öğrencilerin niyetlerini sorgulamalarına rağmen, polisin tavrını onaylayan veya mazur göstermeye çalışan kimseyle karşılaşmadım. Muhataplarımın hemen hepsi İstanbul’daki görüntülerden, hükümetin “ileri demokrasi” iddiasına gölge düşürdüğü için hayli rahatsızdı. Ancak bu sorunun nasıl aşılabileceği konusunda bir görüş birliği bulunduğunu söylemek mümkün değil.Basit çözümBana göre çözüm aslında çok basit: Eğer Başbakan Erdoğan, ölçülü de olsa polisin tavrını eleştiren bir-iki cümle sarf etse, örneğin YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan gibi polisin “orantısız şiddet” kullandığını söylese bir sonraki gösterinin daha az olaylı ve daha sakin geçeceğine eminim. Bugüne kadar tanık olduğumuz bir dizi örnekten, Erdoğan’ın protestonun her türünden çok rahatsız olduğunu biliyoruz. Bu rahatsızlığını defalarca dile getirmiş olmasından polislerin bir şekilde vazife çıkarttıklarını ileri sürebiliriz. Hele son olayda göstericilerin bizzat Başbakan’ın inisiyatifindeki bir toplantıyı hedef aldıkları düşünülürse, polisin acımasızlık katsayısının artmış olması bir yerde normaldir. Evet Başbakan’dan polisin acımasız tavrına karşı masaya yumruğunu vurmasını bekliyorum. Ama bu beklentimin pek de gerçekçi olmadığının farkındayım. Olsun, 1968’deki öğrenci hareketinin temel sloanlarından biri neydi, hatırlayalım: Gerçekçi olan imkansızı iste!
Her ne kadar PKK, kendi internet sitelerinde yer alan yazı için “bizim değil, yazarının görüşü” demiş olsa da Taraf Gazetesi yazarı Orhan Miroğlu’na yönelik tehditleri ciddiye almak gerekir. Çünkü:1) PKK’nın “bizi bağlamaz” açıklamasının yarım ağız olduğu ortadadır;2) PKK “somut koşulların somut tahlili” gerekçesiyle bugün “evet” dediğine “hayır”, “hayır” dediğine de “evet” diyebilen, demiş bir örgüttür.3) Daha önemlisi PKK, tarihi “muhaliflerin tasfiyesi” ile dolu bir örgüttür. En son olarak Türkiye’de Hikmet Fidan, Irak’ta Kani Yılmaz, PKK çizgisinden koptukları, hatta daha ileri giderek ona alternatif örgütlenme arayışlarına girdikleri için öldürüldüler. Bunların hiçbiri PKK tarafından resmen üstlenilmedi ama ilgili ve bilgili herkes için durum son derece açık. Sivillere yönelik saldırıların genellikle “sahipsiz” kalmasının, bu türden tehditleri daha fazla önemsememizi zorunlu kıldığını da söyleyebiliriz.4) Tam da Abdullah Öcalan’ın devletle düzenli bir şekilde çözüm için görüştüğü bir dönemde, Miroğlu gibi eleştirel seslere bir zarar gelmeyeceği düşünülebilir. Fakat avukatlarına söylediklerinden, Öcalan’ın bu görüşme sürecinde elini ve iktidarını zayıflatabilecek hiçbir girişime, kişiye sıcak bakmadığını anlayabiliyoruz. Dolayısıyla onun Miroğlu (veya bir başka ismin) şu ya da bu şekilde öne çıkmasından çok rahatsız olduğunu tahmin edebiliriz. Osman Baydemir olayında bunu gördük. Fakat Baydemir, Kürt siyasi hareketiyle doğrudan bir bağı olduğu için bu sorun “içerden” çözülebildi. Miroğlu olayının bir krize dönüşmesinin nedeniyse onun Baydemir gibi “organik” bir isim olmaması veya bu hareketle belki önceden varolan organik ilişkisini kesmiş olmasıdır. Bu bağlamda, basın ve ifade özgürlüğüne inanan, daha önemlisi Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle kalıcı bir şekilde çözümünü isteyen herkes Miroğlu’nun yanında, PKK’nınsa karşısında durmalıdır. Büyük bir yanlışMiroğlu konusu öteden beri Türkiye’nin gündeminde olan “Kürt hareketinin çoğullaşması”, daha açık bir ifadeyle PKK dışında, ona rakip olacak yeni hareketlerin çıkması tartışmasını da yeniden alevlendirdi. Bu tartışmanın parladığı dönemler oldu ama bunların hiçbirinden çarpıcı bir sonuç çıkmadı. Sanırım bu kez de aynısı olacak. Eğer birileri kendisine yöneltilen tehdidi vesile edip Miroğlu’nu “daha liberal” bir Kürt siyaseti için öncülüğe sevk etmek isterlerse yanlış ve daha önemlisi Miroğlu’na kötülük yapmış olurlar. Kötülük olur çünkü devletin yıllarca başedemediği PKK’nın tam karşısına Miroğlu’nu çıkarmak, ona taşıyabileceğinden çok çok fazla bir yük yüklemek anlamına gelir.Yanlış olur çünkü teoride mümkün olan bu alternatifin pratikte hiçbir şansı olmadığı, olamayacağı açıktır. Bu tür girişimler kısa ve orta vadede sonuç vermeyeceği gibi uzun vadedeki bazı olasılıkları da bugünden geçersiz kılabilirler. Son KCK operasyonlarının bu tezimi doğruladığını düşünüyorum. Hükümete kılavuzluk yapan bazı az bilgili ama çok hırslı “uzmanlar” bu operasyonlar sayesinde “liberal Kürtler”in önünün açılacağını ileri sürüyorlardı. Tam tersi oldu, PKK çizgisi, bu sayede Kürt siyasi hareketi içindeki güç ve etkisini daha da artırdı.2004 yılında Vatan Gazetesi için “Türkiye’nin Kürt sorunu” yazı dizisini hazırlarken Güneydoğu’da onlarca Kürt siyasetçiyle konuşmuştum. İçlerinden birinin mealen şöyle dediğini çok iyi hatırlıyorum: “Ben siyasi olarak liberal biriyim ama bizim harekette radikal sol görüştekiler daha ağırlıktadır. Fakat içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle hep birlikte siyaset yapıyoruz. Şu Kürt sorunu bir an önce çözülse de bizler ayrı partilerde, gerçek yerlerimizde siyaset yapabilsek.”Ben de Kürt siyasi hareketinde çoğulluğun ancak çözümle birlikte, çözümün ardından sahiden mümkün olabileceğini düşünüyorum. İyiniyetli istisnaları tabii ki kenara ayırarak, içinde bulunduğumuz koşullara rağmen, çoğulluğu ilk ve olmazsa olmaz bir şart olarak dayatmak isteyenlerinse çözümden çok çözümsüzlüğe yatırım yaptıkları kanısındayım.
1994 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmasının ana nedenlerinden biri, merkezin sağı ve solunda yer alan tüm partilerin bir şekilde yolsuzluğa bulaşmış olmaları ve Refah Partisi’nin de yolsuzlukla mücadele olgusunu, isabetli bir şekilde stratejisinin temel taşlarından biri yapmış olmasıydı. Erdoğan’ın o tarihteki ikinci artısı hiç kuşkusuz muhafazakâr kimliği ve yaşam tarzıydı. Normalde RP’ye oy vermeyecek çok sayıda seçmenin, “adam dindar, en azından günah diye çalıp çırpmaz” düşüncesiyle Erdoğan’a ve o seçimdeki diğer RP’li belediye başkan adaylarına oy verdiğini duyduk, gördük. Erdoğan’ın yaşam tarzı denince akla ilk olarak eşi Emine Erdoğan ve çocukları, yani ailesinin geldiğini de biliyoruz. Nitekim ailesinin birçok ferdi onun siyasi serüveninde hep “görünür” olmuş ve Erdoğan en çok aile fertlerinin şu ya da bu şekilde gerek medya, gerek rakip siyasetçiler tarafından siyasi malzeme yapılmasına öfkelenmiştir. Wikileaks olayında hem çok sayıda yolsuzluk, suiistimal iddiasının bulunmasının, üstelik bunlara kimi aile fertlerinin adlarının karıştırılmasının Erdoğan’ı çok sinirlendireceğini tahmin etmek zor olmazdı. Amerikan belgelerindeki bu iddiaların bazı yayın organları ve CHP tarafından çok hızlı bir şekilde öne çıkartılmış olması da, başta sözünü ettiğimiz gibi Erdoğan’ın öfkesinin zirveye ulaşmasına neden oldu.Komplo inanışıBaşbakan’ın bu öfkesinde haklı olup olmadığı daha uzun süre tartışılacağa benzer. CHP’ye yönelik öfkesini bir kenara bırakıp medyaya gürlemesini ele alacak olursak söylenecek çok şey var. Öncelikle Erdoğan’ın en çok kızdığı yayın organının Taraf Gazetesi olduğunu kolaylıkla ileri sürebiliriz. Pazartesi günü damadı ve dünürü; Salı günüyse kendisi hakkındaki İsviçre’de hesap iddialarını Taraf’ın diğer yayın organlarıyla kıyaslanamayacak ve tescilli AKP düşmanı Sözcü Gazetesi ile yarışır ölçüde büyütmesi Erdoğan’ı epey sarsmışa benziyor. Normal şartlarda kendisi, partisi ve hükümetine yönelik her türden eleştirinin ardında bir çapanoğlu arayan Erdoğan’ın Wikileaks’in iyiniyetli olmadığını, arkasında birtakım odaklar bulunduğunu düşünmesi son derece normaldir. Zaten Cumhurbaşkanı Gül, TBMM Başkanı Şahin başta olmak üzere Erdoğan’ın birçok yol arkadaşı kimi zaman açık, kimi zaman örtülü bir şekilde Wikileaks olayının bir “komplo” olabileceğini söylediler. Kuşkusuz eğer bir “komplo” söz konusuysa bunun ana hedeflerinden birinin, belki de birincisinin Türkiye (ve AKP) olduğuna inanıyorlardır. Türkiye’de Taraf Gazetesi’nin ne olduğunu, ne yapmak istediğini ve yaptığını en iyi bilenlerden biri hiç tartışmasız Erdoğan’ın kendisidir. Taraf, adına yakışır bir şekilde en kritik olaylarda açıkça taraf tuttu ve “Paşasının Başbakanı” manşeti gibi bir-iki istisnayı saymazsak genellikle Erdoğan ve AKP hükümetinin önünü açan çok kritik yayınlar yaptı. Bütün bu süreçte Taraf’ın temel dürtüsünün “gazetecilik” olmadığını hepimiz gibi Başbakan da çok iyi biliyordu. Ve aynı süreçte gazeteciliğin ve hukukun evrensel ilkelerine burun kıvıran Taraf’ın birçok kişiyi mağdur ettiğini herkes gibi Başbakan da görüyordu.Dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ın, Taraf’ın o uzun mağdurlar kuyruğuna bugün kendisini ve kimi aile fertlerini ekliyor olmasını gazetecilik refleksiyle yapılmış basit birer kusur olarak görmemesi son derece anlaşılır bir şey. Nitekim Erdoğan kendisine ve aile fertlerine yönelik yayınları “alçaklık” olarak niteledi. Keşke Başbakan Erdoğan, aynı gazetenin, daha önce başka kişilerinin onurlarını, ellerinde ciddi hiçbir kanıt olmadan uluorta çiğnediği zamanlarda da masaya yumruğunu vursaydı, vurabilseydi. Öyle olsaydı dünkü çıkışı daha fazla alkış alabilirdi.Maalesef günümüz Türkiyesi’nde her mağdur kendi bacağından asılıyor ve işin bu noktaya gelmiş olmasında Başbakan Erdoğan’ın da sorumluluğu hayli yüksek.
Bazı Amerikalı diplomatlar, her kimden duymuşlarsa (ki AKP içinden veya yakınından birileri olma ihtimali bence yüksek) Sadık Albayrak’ın, Antalya Büyükşehir Belediyesi AKP’nin elindeyken raylı sistem ihalesine girmek istediğini, bunun için dünürü Başbakan Erdoğan’ın nüfuzunu kullandığını duymuş, buna inanmış veya önemsemiş, sonunda Washington’a rapor etmişler.Sadık Albayrak’ı tanıyanlar için bu akla hayale sığmayacak bir iddia, dolayısıyla bir iftiradır. Ben de böyle düşünüyorum ve kendisinin, benim gibilerini mahçup etmeyecek birisi olduğuna inanıyorum, kısacası kendisine kefilim!Bu noktada kendisini nasıl bildiğimi de açıklamam gerekebilir: Sadık Albayrak ile ilk kez 1980 ortalarında tanıştım. RP’nin yayın organı durumundaki Milli Gazete’nin başyazarlığını yapıyordu. Bir zamanların meşhur Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesinden dolayı hapis yatmış, nice çileler çekmiş İslamcı bir gazeteciydi. Tipik bir Trabzonlu, Karadenizliydi: Açıksözlü, dost canlısı, mert biriydi, ki hâlâ öyle olduğunu biliyorum. Wikileaks-gazetecilik ilişkisiTabii iş burada kalmadı. Söz konusu rapor Wikileaks’in Türkiye’den gelen binlerce belge arasında ilk açıkladıkları arasında yer alınca bazı “gazeteciler” buna balıklama atladı ve bir dizi siyasetçi ve devlet adamı arasında Sadık Abi’yi de hedef tahtasına oturttular. Tam burada bir soluklanıp, Sadık Albayrak vakası üzerinden Wikileaks-gazetecilik ilişkisine odaklanabiliriz. Wikileaksçiler gazeteci değiller, böyle bir iddiaları da yok. Onlar hakikaten insanlık için çok hayırlı bir iş yapıp, büyük iktidar odakların gizli belgelerini tüm dünya kamuoyunun dikkatine sunuyorlar. Ama gazetecilik farklı bir meslek. Özellikle herhangi bir “belge”yi ham haliyle yayınlamak hiç değil. Hiç kuşkusuz Wikileaks’in yayınladıkları belgelerin herbiri biz gazeteciler için birer servettir. Fakat işimizi layıkıyla, yani gazeteciliğin evrensel kurallarına harfiyen uyarak yapmamız şartıyla. Nitekim Wikileaks’le önceden anlaşan New York Times, Le Monde, El Pais, Guardian gibi gazeteler yayınlanması aylarca, etkisi yıllarca sürebilecek bu belgeleri çok serinkanlı bir şekilde değerlendiriyorlar. Bizdeyse, Ragıp Duran’ın deyimiyle “Acele Posta Servisi gazeteciliği”ni benimsemiş, yani kendilerine gelen (ya da geldiğini söyledikleri) paketleri açıp olduğu gibi yayınlamakla yetinen meslektaşlarımız ortalığı tam bir “çiğnenen onurlar cehennemi”ne çevirmiş durumdalar. Tıpkı Ergenekon, Balyoz ve benzeri süreçlerde yaptıkları gibi.Ayıklama değil gazetecilik özeniTaraf Gazetesi’nden Mehmet Baransu’nun telefonda bana, “yarın gazetede belgelerini yayınladığımızda Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin nasıl düşmüş olduğunu göreceksiniz” demesi hâlâ kulaklarımda. Nitekim sözümona belgeyi yayınladılar da. Ama sonrası malum, GMT saati denen kavramı bile bilmiyorlarmış, filan... Sırf o olaydan, ele geçirilen (veya servis edilen) her belgenin tek başına haber olmadığını anlamış olması gereken bazı insanların, her Amerikalı diplomatın karaladığı her spekülasyona “kesin doğru” muamelesi yapması nedeniyle Wikileaks’in kopardığı son kıyamet ülkemizde hayırlara değil tam tersi sonuçlara vesile olabilir.Kesinlikle Wikileaks belgelerinde şu ya da bu nedenle herhangi bir ayıklamaya gidilmesini savunmuyorum. Tam tersine tüm belgeler yayınlanmalı. Ama biz gazeteciler bu belgelere ek olarak dersimizi çalışmalı, belgelerde adı geçen ve özellikle de itham edilen kişilerin görüşlerini almalı; artı olarak sözü edilen kişiler ve konular hakkında ayrıca araştırma yürütüp bunları da okuyucu/izleyiciye sunmalıyız.Yine Sadık Albayrak örneğinden hareketle derdimi anlatmaya çalışayım: Bir gazete, bir Amerikan belgesinde yer alan Sadık Albayrak hakkındaki suiistimal iddiasını tabii yayınlayabilir, yayınlamalı da. Fakat söz konusu olayı (burada raylı sistem) derinlemesine araştırmalı, Albayrak’ın kendisine ve dönemin belediye başkanına, hatta mümkünse nüfuzunu kullandığı söylenen Başbakan’a ulaşıp onların görüşlerine muhakkak yer vermelidir. İlk gün haberi patlatıp, ertesi gün suçlanan kişinin (örneğimizde Albayrak’ın oğlu Berat Albayrak ve dönemin Belediye Başkanı Menderes Türel’in) açıklamalarına bir kenarda yer vermekle gazetecilik yapılmış olmuyor.Ve çok ayıp oluyor.